CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

SEHL BİN ABDULLAH TÜSTERÎ

Büyük velîlerden. İsmi Sehl bin Abdullah, künyesi Ebû Muhammed'dir. 815 (H.200) yılındaHorasan'ın Tüster şehrinde doğdu. 896 (H.283) de Basra'da vefât etti.

Sehl bin Abdullah, daha küçükken önce annesi sonra da babası vefât etti. Babası vefât edeceğinde Sehl'i dayısına emânet edip bakıp gözetmesini söyledi. Evliyâ bir zât olan Muhammed bin Süvâr, onu güzel bir şekilde terbiye edip yetiştirdi.Sehl bin Abdullah sonra Horasan'ı terk edip Bağdât'a geldi. Bir rivâyette Ma'rûf-i Kerhî hazretlerinin hizmetine girdi. Hacca gidince orada evliyânın büyüklerindenZünnûn-i Mısrî hazretlerini gördü ve ona talebe olmakla şereflendi. Küçük yaştan îtibâren hârikulâde hallere kavuştu.Buna dâir kendisi şöyle anlatır:

"Üç yaşında iken gece kalkardım. Dayım Muhammed bin Süvâr gece ibâdet eder, ağlar ve bana; "Sehl yat uyu, kalbimi meşgûl ediyorsun." derdi. Ben ise hep onu gözetlerdim. Öyle bir hâl aldım ki, dayıma; "Bana garip bir hâl oluyor, başımı arşın önünde secdede buluyorum." dedim. "Oğlum bu hâlini kimseye söyleme, bundan sonra yattığında dilinle üçer defâ (Allahü teâlâ benimledir, beni görüyor, her sözümü duyuyor) de!" buyurdu. Bir süre sonra, buna devâm ediyorum dedim. Her gece yedi defa söyle buyurdu. Daha sonra, yine devâm ediyorum dedim. On bir defa söyle buyurdu. Söyledim. Ve kalbimde bir tatlılık buldum. Bir sene geçince, dayım bana; "Sana öğrettiğimi iyi muhâfaza et ve hep o hâlde ol! Ölünceye kadar bırakma. Dünyâ ve âhirette mükâfâtını alırsın." buyurdu. Yıllarca devâm ettim, sonra; "Sehl, Allahü teâlânın kendisiyle olduğunu bilen, hiç günah işliyebilir mi? Hep böyle bil, günah işlemezsin." buyurdu. Sonra beni mektebe gönderdiler. Kur'ân-ı kerîmi öğrendim. Yedi yaşında iken oruç tuttum. Yiyeceğim sadece arpa ekmeği idi. On iki yaşında, bir meseleye takıldım. Kimse çözemedi. Basra'ya gitmek istedim. Gönderdiler. Basra âlimlerinden sordum. Hiç kimse cevap veremedi. Abadan'a gittim. Habîb ibni Hamza'ya sordum. O cevaplandırdı.Yanında fazla kalmadım ama, ondan çok istifâde ettim. Sonra Tüster'e geldim. İbâdet ve nefsimle mücâhedeye koyuldum."

Sehl bin Abdullah hazretleri az yemek, az uyumak ve çok ibâdet yapmakta hârikulâde hallerde ve nefsiyle mücâdelede eşi yoktu.

Kendisi anlatır: "Anamdan bana çok mal kalmıştı. Hemen fukarâyı çağırıp hepsini dağıttım. Kimde alacağım varsa, onları da bağışladım. Ondan sonra da Kâbe'ye gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime "Ey nefs! Artık iflâs ettin, benden isteyeceğin hiçbir şey kalmadı. Zâten isteyecek olsan da, bir şey bulamayacaksın." dedim.

Kûfe şehrine uğradığımda, nefsim, balık ekmek istedi. Her ne kadar bunu yapmamaya çalıştım ise de, nefsimin arzusu çok şiddetlendi. Nefsimi Mekke'ye kadar incitmeyeyim, diye düşündüm. Şehirde bir un değirmenine rastladım. Değirmenin dolabına bir at koşmuşlar, durmadan buğday öğütüyorlardı. Değirmenciye yaklaşarak: "Bu iş için ata günde ne kadar kirâ veriyorsunuz?" dedim. Değirmenci; "Günde iki akçe ödüyoruz." deyince, bu işi bir gün de ben yapayım, bana da bir akçe verir misiniz?" dedim. Değirmenci buna râzı oldu. Akşama kadar, nefsime eziyet için dolabı döndürdüm. İşi bırakınca bir akçe aldım. Gidip onunla balık ekmek alıp nefsime; "Her ne zaman benden bir şey isteyecek olursan, sana lâyık olan böyle bir hizmeti gördürür, ondan sonra da mâkul isteklerini yerine getiririm." dedim.

İmâm-ıYâfiî, Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretlerinin bir talebesinden şöyle nakleder: "Sehl bin Abdullah'a otuz sene hizmet ettim. Gece gündüz yatıp uyuduğunu görmedim. Sabah namazını yatsının abdesti ile kılardı. Bir gün insanlardan ayrılıp, Basra ile Abadan arasındaki bir adaya gitti. Bunun sebebi de şu idi: Bir sene hacdan dönen birisi, bir kardeşine; "Ben Sehl bin Abdullah'ı Arafat'ta vakfede gördüm." dedi. Kardeşi o kimseye; "Arefeden önceki gün, ben onun yanında idim." dedi. Diğeri ise;"Ben Sehl'i Arafat'ta vakfede gördüm, yalan söylüyorsam karım boş olsun." dedi. "Kardeşi kalk, gidip kendisine soralım." deyince, yanına geldiler. Hâdiseyi anlattılar ve bu yeminin hükmü nedir? dediler. "Niçin böyle şeyler konuşuyorsunuz? Allahü teâlâ ile meşgûl olun." deyip, hacıya döndü ve; "Hanımından boş değilsin ama, gördüğünü kimseye anlatma." buyurdu.

Sehl-i Tüsterî hazretleri, Basra'da bir gün parmağını sarmıştı. Bu durumu gören birisi: "Niçin parmağını sardın?" diye sorunca; "Ağrıyor da onun için." cevabını verdi. Soran kimse bir müddet sonra Mısır'a gitmişti. Burada Zünnûn-i Mısrî hazretlerini gördüğünde, onun da parmağı sarılı idi. Aynı soruyu ona da sordu. "Niçin parmağını sardın?" "Falan zamandan beri ağrıyor, o sebepten sardım." diye cevap verdi. Soran zât diyor ki: "Ben o zaman anladım ki, Zünnûn hazretlerinin parmağı ağrıyordu. Sehl-i Tüsterî hazretleri de, hocasına uymak için parmağını sarmıştı."

Bir yolculuğunda abdest almak istedi. Suyu yoktu. Üzüldü. O anda birisi, içi su dolu yeşil bir ibrik getirdi. Önüne koyup gitti.

Bir Cumâ namazından önce evine bir kimse geldi. İçeride büyük bir yılan gördü. Durakladı. Sehl-i Tüsterî hazretleri; "İçeri gir! Kişi, yer yüzündeki yılandan bu kadar korkarsa, âhiretteki yılanlardan daha çok korkması lâzım değil mi?" buyurdu. Sonra yılanı tuttu. Beni başka bir odaya aldı. "Kişi dünyâda yılanlarla arkadaşlık edebilirse, mezarda diğer yılanlar, çıyanlar ona dokunmaz." buyurdu ve; "Cumâ namazı kılar mısın?" buyurdu. O zât; "Câmi ile aramız bir günlük mesâfe var." dedi. Sehl hazretleri onun elini tutup, hemen câmiye getirdi. O kimse dedi ki: "Birlikte namaz kıldık. Sonra çıktı. Câmiden çıkanlara bakıp: "Lâ ilâhe illallah diyen çoktur, ama ihlâs sâhipleri azdır." buyurdu.

Talebesi Abdurrahmân bin Ahmed; "Efendim, abdest alınca ekseriya uzuvlarımdan akan su, altın ve gümüşten bıçak oluyor." deyince, Sehl hazretleri; "Bilmez misin ki, çocuklar ağlayınca, meşgûl etmek için ellerine silâh verirler." buyurdu.

Sehl hazretlerinin yanına köse bir adam geldi. Sakalının gelmesi için duâ istedi. Sehl hazretleri; "Ey genç! Elini yüzüne sür, elini yüzüne sür!" buyurdu. Bu sözü birkaç defâ tekrarladılar. Adam söyleneni aynen yaptı. O anda eline bir tutam sakal geldi.

Sehl-i Tüsterî hazretleri bir gün bağdaş kurup oturmuş ve sırtını da duvara yaslamış bir şekilde; "Aklınıza geleni sorun, suâllerinize cevap vereyim." dedi. Bu durumu görenler; "Daha evvel siz böyle yapmazdınız, şimdi ne oldu?" diye sorduklarında, "Üstâd hayatta olduğu müddet zarfında, talebenin edebe riâyet etmesi lâzımdır." dedi. Sonra bu günün Zünnûn-i Mısrî'nin vefât ettiği gün olduğunu öğrendiler.

Sehl-i Tüsterî hazretlerinin yanına yırtıcı hayvanlar da gelirdi. Yanında sâkin ve rahat dururlardı. Halk bunun için evine, "Beyt-üs-Sibâ" yâni (Yırtıcı HayvanEvi) derdi.

Sehl-i Tüsterî'nin bir çocuğu vardı. Çocuk ne zaman annesinden yiyecek istese, annesi ona; "Bunu Allahü teâlâdan iste!" derdi. Bunun üzerine çocuk secde için yere kapanırdı. Bu arada annesi çocuğun istediklerini hazırlar, gizlice yanına koyardı. Çocuk, annesinin bunu hazırladığını bilmezdi. Onun içinAllahü teâlânın dergâhına dönerdi. Bir gün annesi evde yokken çocuğun canı bir şey istedi. Her zamanki gibi secdeye kapandı. Allahü teâlâ ona lâzım olan şeyi gönderdi. Annesi geldiğinde duruma şaşırdı. "Yavrucuğum bu nereden geldi?" diye sorunca, çocuk; "Her zamanki yerden." diye cevap verdi.

Sehl-i Tüsterî hazretleri, bir gün talebelerinden birine bir iş buyurunca, talebesi; "Söz olur, halkın dilinden çekindiğim için yapmam dedi." Bunun üzerine sohbetinde bulananlara dönüp; "Bir kimse şu iki vasfı kazanmadığı müddetçe, bu yolun hakîkatine eremez: Allahü teâlâdan başkasını görmeyecek şekilde halk senin gözünden düşmeli. İkincisi, nefs gözünden düşmeli ve halkın kendisinde gördüğü hiçbir sıfattan çekinmemelidir. Her şeyi Hak'dan görmelidir." dedi.

Sehl-i Tüsterî bir talebesine; "Gün boyunca Sübhânallah! Allah! Allah! demek için, bütün gücünü harca!" dedi. Talebe âdet hâline gelinceye kadar, bu sözü söylemeye devâm etti. Sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri; "Buna geceleri de devâm et." dedi. Talebe devam ederek, devâmlı Allahü teâlâyı zikreder hâle geldi. Bir gün evinin bahçesinde ağaçtan düşen bir dal parçası başını yardı. Başından akan kanın, yere damlayan her damlasının "Allah" ismini yazdığı görüldü.

Kendisine bedbahtlığın alâmeti olan şeyler nelerdir? diye sorulduğunda: "İlmi olup, onunla amel edememek, ameli olup, ihlâslı olmamak. Bunun alâmeti de ibâdet ve hizmetleri zorlukla yapmak ve Hak teâlânın verdiğine râzı olmayıp, başka şeyler peşinde koşmaktır. Bedbahtlığın diğer bir alâmeti de, Allahü teâlânın dostlarının sohbetine kavuşamamak ve onlardan hüsn-i kabûl görmemektir." buyurdu.

Sehl-i Tüsterî hazretlerinde, romatizma ve bâsur hastalıkları vardı. O, getirilen hastalara duâ ederdi. Duâ ettiği kimseler iyi olurdu. Ebû Nasr-ı Terşizî bir gün âlim zâtlardan birine; "Sehl, başka hastalara duâ ettiği ve kendisi velî olduğu hâlde, niçin bu hastalıklar kendisinde vardır?" diye sorunca, o zât; "Sehl velîdir. Velîliği de o hastalıktan dolayıdır. O bu hastalığın Allahü teâlâdan geldiğine inandığı için, hastalığın kendisinden gitmesi için duâ etmez." dedi.

Bir gün Sehl-i Tüsterî'ye "Günde bir defâ yemeğe ne dersin?" diye sorduklarında; "Bu sıddîkların yeme tarzıdır." dedi. "İki öğün yemeğe ne dersin?" dediklerinde; "Bu müminin yeme tarzıdır." dedi. "Üç defâ yemeğe ne dersin? dediklerinde, cevâbı biraz ağır oldu.

Kendisi anlatır: "Rüyâmda kıyâmet kopmuş, insanları da Arasat meydanında gördüm. Bir beyaz kuş, topluluğun çeşitli yerlerinden bir kaç kişi alıp, Cennet'e götürüyordu. Bu ne kuşudur? dediğimde, âniden havada bir kâğıt görüldü. Kâğıdı elime alıp açınca üzerinde; "Verâ kuşu dedikleri işte budur." diye yazılmıştı.

Yine kendisi anlatır: "Bir gün çölde giderken, başında sarık ve elinde asâ bulunan pîr-i fânî bir zâtın geldiğini gördüm. Aklımdan "Gâlibâ kâfileyi kaçırmış." diye geçirdim ve cebimden para çıkararak, ona; "Gideceğin yere ulaşıncaya kadar bununla idâre et." dedim. Fakat bu zât elini havaya kaldırdı ve eli altınla doldu. Sonra bana; "Sen cebinden alıyorsun, ben ise gaybden." dedi ve kayboldu. Kâbe'ye varınca tavaf esnâsında o zâtı gördüm, bana: "Ey Sehl! Bir kimse Kâbe'nin cemâlini görmek için yola çıkarsa, onun muhakkak Kâbe'yi tavaf etmesi lâzımdır. Fakat her kim Allahü teâlânın cemâlini görmek için, nefsini ayakları altına alırsa, Kâbe'nin onu tavaf etmesi lâzım gelir." dedi.

Sehl-i Tüsterî bir talebesinin yanında; "Basra'da velîlik derecesine ulaşmış bir fırıncı var." diye söylemişti. Talebesi bunun üzerine Basra'ya gidip, fırıncıyı görmüştü. Fırıncı, fırınlarda âdet olan, saçını ve sakalını ateşten korumak ve terinin ekmek üzerine damlamaması için, yüzüne peçe bağlamıştı. Bunu gören talebe aklından; "Şâyet bu zât velîlik derecesine ulaşmış olsaydı, ateşten bu kadar sakınmazdı." diye geçirdi. Sonra selâm verip bir suâl sorunca, fırıncı; "Önce beni küçümseyip horladığından, artık sözümün sana faydası olmaz." dedi.

Ömrünün sonunda, el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el ve ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu. Bir gün zikirden bahsederken; "Allahü teâlâyı hakkıyla zikreden, ölüyü diriltmeyi kast ederse, dirilir." dedi ve elini, önünde duran bir sakata sürdü, sakat iyileşip, ayağa kalktı.

Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât edince, insanlar cenâze namazı için toplandı. O şehirde bir yahûdî vardı. Yaşı yetmişi aşmıştı. İniltileri duyunca, ne oluyor diye dışarı çıktı. Cenâzeye bakınca yanındakilere; "Benim gördüğümü siz görüyor musunuz?" dedi. Ne görüyorsun dediklerinde; "Gökten inip, cenâze ile giden kimseler görüyorum." dedi. Ve ardından Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.

Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin hikmet dolu nasîhatlerinden ve sözlerinden bâzıları şöyledir:

Buyurdu ki: "Haram yiyenlerin yedi âzâsı istese de istemese de günah işler. Helâl yiyenlerin âzâsı ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir."

"Takvâsının doğru olmasını isteyen, bütün günahlardan el çeksin."

"Kırk gün ihlâslı olan, dünyâda zâhid olur, kerâmeti görülür."

"Bizim yolumuzun esası altı şeydir: Allah'ın kitâbına sarılmak, Resûlullah'ın sünnetine uymak, helâl yemek, insanları incitmemek, yasaklardan uzak durmak, hakkı ve borcu ödemede acele etmek."

"Allahü teâlâyı unutmaktan büyük günah yoktur."

"Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetinde, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar yahûdîliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi."

"Hakîkî îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeple yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devâm etmeğe sabır etmek."

"İşin esâsı üç şeydir: Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi olmak, her işi yalnız Allah için yapmak."

"İbâdetin en kıymetlisi, nefse uymamaktır."

"Âlimin üç ilmi var. Biri ilm-i zâhirîdir. Bunu herkese açıklar. Diğeri ilm-i bâtındır. Bunu ancak ehline açıklar. Üçüncüsü, kimseye anlatılması câiz olmayan bir ilimdir ki, bu ancak kendisiyle Allahü teâlâ arasındadır."

"İnsanların mübtelâ olduğu belâ ve musîbetlerin en büyüğü; âhiret ve dünyâ işiyle meşgûl olmayıp, boş oturmaktır."

"Kulun Allahü teâlâya şükretmesi, O'nun kuluna verdiği nîmetlerle, O'na isyân etmemesidir. Çünkü kulun bütün uzuvları, Allahü teâlânın kuluna olan lütuf ve nîmetleridir."

"İnsanoğlunu şu iki şey mahvetmiştir: İzzet, makam arzusu, fakirlik korkusu."

"Makamların en üstünü; kötü bir huyu, iyi bir huya çevirmektir."

"Harama bakmaktan sakınan kimse, hiç göz ağrısı görmez."

"Allahü teâlâdan başka yardımcı, Resûlullah efendimizden başka delil, takvâdan başka azık, sabırdan başka amel yoktur."

"Sâdık kimseye Allahü teâlâ bir melek gönderir. Bu melek namaz vakti gelince, o kimseye namaz kılmayı hatırlatır, uyuyorsa uyandırır."

"Kibir bulunan kalbte, havf (korku) ve recâ (ümit) bulunmaz."

"Korku, men edilenden uzak durmak; ümid, emredileni yapmak için koşmaktır."

"Fütüvvet, sünnete tâbi olmaktır."

"Zühd, kulların Allahü teâlâya yönelmeleridir.

"Açlık için üç yer vardır. Tabiat açlığının yeri akıl, ölüm açlığının yeri fesad, şehvet açlığının yeri israftır. Birincisi düşünceyi yok eder, ikincisi fitneye, üçüncüsü israfa yol açar."

"Her kim nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı kendine düşman etmiş olur."

"İnsanların "Lâ ilâhe illallah" ifâdesine kalben îtikâd edip dil ile söylemeleri ve buna fiilen vefâ göstermeleri lâzım gelir."

"Allahü teâlânın, insanlara şu şekilde hitâb etmediği hiçbir gün yoktur: "Kulum! Hiç insaflı davranmıyorsun. Ben seni anıyorum ama, sen beni unutuyorsun. Seni kendime dâvet ediyorum fakat sen, başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben dertleri belâları senden uzaklaştırıyorum. Lâkin günah üzerinde ısrâr ediyorsun. Ey Âdemoğlu! Yarın kıyâmette huzûruma gelince mâzeret olarak ne söyleyeceksin?"

"Kıyâmet günü, az yemenin mükâfâtını hiçbir amel karşılayamaz."

"Ticârette ihsân altı türlüdür: 1) Müşteri, fazla ihtiyâcı olduğu için çok para vermeye râzı olsa bile, çok kâr istememelidir. 2) Fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. 3) Müşteriden para almakta iki türlü ihsân olur; fiyatta ikrâm edilmeli, peşin verdiği fiyatla, veresiye de vermelidir. 4) Borç ödemekte ihsân, istemeye vakit bırakmadan vermektir. 5) Alış veriş ettiği kimse pişman olursa, yapılan satışı geri çevirmektir. 6) Fakirlere veresiye vermek, ödeyemediği hâle gelirse, alacağını istememeyi niyet etmektir. Borçlusu ölünce helâl etmektir."

"Allahü teâlâ ruhları yaratıp; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" kelâmına, evet dediğimi, ayrıca annemin karnında bulunduğum zamanki hâlimi hatırlıyorum."

"Açlık çilesini çekenin çevresinde, Allahü teâlânın emriyle şeytan dolaşamaz."

"Cehâletten daha büyük musîbet yoktur."

"Son Peygamber Muhammed aleyhisselâm gönderildiği zaman, dünyâda şu yedi sınıf insan vardı: Krallar, zirâatle uğraşanlar, hayvancılıkla uğraşanlar, ticâretle meşgûl olanlar, sanatla meşgûl olanlar, işçiler, yoksullar. Allahü teâlânın elçisi Sevgili Peygamberimiz bu sınıflardan hiçbirini başka bir sınıfa geçmeye zorlamadı. Onları Allahü teâlâya itâata, takvâya, ilme çağırdı. İnsanlara şöyle buyurdu: "Allah bütün bu varlığı insan için, insanı da Allahü teâlâyı bilmek için yaratmıştır. Dünyâ nîmetlerini Allahü teâlâya itâat için kullanan, hem dünyâyı, hem âhireti kazanır. Bunun tersini yapan kimse ise, hem âhireti, hem de dünyâyı kaybedecektir."

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

MÜSLÜMAN OL

Bir gün müslüman olmayan biri yoldan geçiyordu. Sehl hazretleri talebelerine onu gösterip; "Bu adamda müslümanlık alâmeti var!" buyurdu. Aradan birkaç sene geçtikten sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât ettiler. Talebelerinden biri hocasının mezarını ziyâret ederken, o adam da yakından geçiyordu. Hocasının sözleri hatırına gelerek hemen yanına vardı. Ona hocasının kendisi hakkındaki sözlerini anlattı. Bunun üzerine o adam dedi ki: "Gel Bakalım! Mezarına varalım. Bana müslüman ol desin, ben de müslüman olayım!" dedi. Berâberce kabre vardılar. O anda kabirden şöyle bir ses işittiler: "Ey falan! Cehennem ehlinden, Cennet ehli daha üstündür!"Adam bu sözü işitince, şehâdet getirip müslüman oldu.

 

BAŞKASINA NE HÂCET

Ebû Ali Dekkâk şöyle anlatır; Yâkub bin Leys, doktorların tedâvî edemedikleri bir hastalığa yakalanmıştı. Ona; senin vâli olduğun bölgede Sehl bin Abdullah isminde sâlih bir zât vardır. Eğer duâ ederse, Hak teâlânın bu duâyı kabûl etmesi ümid edilir, dediler. Vâli, Sehl bin Abdullah'ı çağırttı ve; "Benim için Allahü teâlâya duâ et." deyince, Sehl bin Abdullah; "Zindanlarında suçsuz insanlar yatarken, senin için yaptığım duâ nasıl kabûl olur?" dedi. Bunun üzerine vâli, zindanda yatan bütün suçluları salıverince, Sehl bin Abdullah "İlâhî, bu zâta masiyet ve musîbetteki zilleti gösterdiğin gibi, tâattaki izzeti de göster, onu dert ve sıkıntıdan kurtar." diye duâ etti. Vâli hemen iyileşti ve Sehl bin Abdullah'a çok mal vermek istedi. Sehl hazretleri kabûl etmedi. Arkadaşları arasında; "Keşke bunu alıp fakirlere dağıtsaydı." diyenler oldu. O, yolda çakıl taşlarına bakınca, hepsi mücevher hâline geldi. Arkadaşlarına bunları göstererek;"Böylesi bir ihsâna nâil olan kimse, hiç Yâkûb bin Leys'in malına muhtac olur mu?" buyurdu.

 

VAKTİ GELMEDİ Mİ?

Ölüm döşeğinde yatarken Sehl hazretlerine bir zât; "Efendim, senden sonra mimbere kim çıksın?" diye sorunca, Sehl-i Tüsterî hazretleri gözlerini açıp, Şâdıdil adındaki bir kâfirin adını söyledi.Etrâfındakiler; "Sehl'in aklı gitmiş, bu kadar müslüman âlim varken yerine bir kâfiri geçirdi." diye söylerlerken, Sehl-i Tüsterî hazretleri; "Başımda kavga gürültü etmeyiniz. Vaktim azdır. Gidin bana Şâdıdil'i çağırın, gelsin." dedi. Şâdıdil gelince; "Ey Şâdıdil, iyi dinle, üç gün sonra mimbere çık ve müslümanlara vâz et. Bu sana vasiyetimdir!" dedi. Sehl-i Tüsterî'nin vefâtından üç gün sonra, ikindi namazından sonra, başında kâfir nişânesi, belinde zünnar olmak üzere, Şâdıdil mimbere çıktı. Ey müslümanlar, ey Sehl-i Tüsterî'nin talebeleri! Bana, bir vakit hocanız; "Ey Şâdıdil, zünnârı çıkarıp atma zamanı gelmedi mi? demişti. İşte bugün emrini yerine getiriyorum." dedi. Sonra sorgucu ve zünnârı çıkarıp attı. Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Cemâat bunu görünce ve o sözleri duyunca ağladılar.

 

BEYİTLER

BİR KERÂMET

Bir gün Sehl-i Tüsterî, son hastalık ânında,

Kendinden geçmiş hâlde, yatarken yatağında,

 

Sordu talebeleri: “Efendim yerinize,

Sizden sonra acabâ, kim vekil olur size?”

 

Gözlerini açarak, o an Sehl-i Tüsteri

Şâdıdil adındaki, bir kâfiri söyledi.

 

Etrafında olanlar, şaşıp hayret ettiler,

“Herhâlde hocamızın, aklı gitti” dediler.

 

“Bu kadar çok müslüman, âlim varken, o yine

Ne için bir kâfiri, geçiriyor yerine?”

 

Buyurdu ki: “Kalkınız, gürültü yapmayınız,

Şâdıdil’i acele, yanıma çağırınız!”

 

Çağırdılar ve geldi, Şâdıdil, huzuruna,

Yatağından doğrulup, buyurdu ki ona:

 

“Ey Şâdıdil, dinle ki, ölür isem ben şâyet,

Mimberime çıkıp da, insanlara sen va’z et.”

 

Şâdıdil de şaşırdı, “Peki” dedi cevâben,

Sonra Sehl-i Tüsterî, göç etti bu âlemden.

 

Üç gün sonra Şâdıdil, ikindi namazında,

Hazır bulunuyordu, cemâat arasında,

 

Zünnârını belinden, çıkarıp daha sonra,

Çıktı o gün mimbere, dedi ki insanlara:

 

“Ey Sehl-i Tüsterî’nin, kıymetli cemâati,

O mübârek insanın işte bir kerâmeti.

 

Zîrâ o, birgün bana, demişti “Dinle beni!

Hâlâ îmân etmenin, zamanı gelmedi mi?”

 

Ey insanlar, bilin ki, şimdi geldi o zaman,

Ve ben de sizin gibi, işte oldum müslüman.”

 

Cemâat Şâdıdil’i, hayretle dinler iken,

O, şehâdet söyleyip, îmân etti gönülden.

 

“BAK EY NEFSİM!”

O Sehl-i Tüsterî ki, asrının bir tânesi,

Ve Zünnûn-i Mısrî’nin, makbûl bir talebesi.

 

O, üstâdına karşı, gösterdi pek çok edeb,

O hayatta oldukça, konuşmadı, sustu hep.

 

Kendisine bir suâl, sorsaydı biri dinden,

Aslâ cevap vermezdi, üstâda edebinden.

 

Lâkin günün birinde, dedi ki: “Kardeşlerim,

Dînî bir suâliniz, varsa cevap vereyim.”

 

Dediler: “Susardınız, dînî mevzûlarda hep,

Şimdi hikmet nedir ki, ettiniz böyle talep?”

 

Buyurdu: “Hayattayken, bir kimsenin hocası,

Edebe muhâliftir, dinden ağız açması.”

 

Dinliyenler bu işi, eylediler tahkîkat,

Bildiler ki üstâdı, aynı gün etmiş vefât.

 

Bir talebesi der ki: “Otuz yıl müddet ile,

Devamlı hizmet ettim, ben Sehl-i Tüsterî’ye.

 

Bunca yıl kaldımsa da, yanında gece gündüz,

Yatıp uyuduğunu, görmedim aslâ henüz.

 

Yatsı namazı için, aldığı abdest ile,

Sabah namazını da, kıldı umûmiyetle.”

 

Ömrünün sonlarında, hasta oldu nihâyet,

Eli ve ayakları, etmez oldu hareket.

 

Lâkin günde beş defâ, namaz vakitlerinde,

Olurdu âzâları, eski kuvvetlerinde.

 

Kendisini aynı gün, bâzısı Arafat’ta,

Bâzısı başka yerde, görürdü onu hattâ.

 

Annesinden bir hayli, mal kalmıştı kendine,

Dağıttı tamamını, şehrin fakirlerine.

 

Ve kimde alacağı, vardıysa tamamını,

Onlara bağışlayıp, helâl etti hakkını.

 

Sonra da çıktı yola, Kâbe’yi tavâf için,

Dedi ki: “Bak ey nefsim, dünya ile yok işin.

 

İşte görüyorsun ki, tamamen ettin iflâs,

Ve sana bundan sonra, âhiret lâzım esas.

 

Sakın dünyâlık bir şey, eyleme benden talep,

Zîrâ ben muhâlefet, edeceğim sana hep.

 

Ya sen yola gelirsin, ya yanarsın Ateş’te,

Üçüncü şıkkı yoktur, hakîkat böyle işte.”

 

Sonra vardı Kûfe’ye, böylece söylenerek,

Lâkin canı orada, istedi balık ekmek.

 

Baktı ki son derece, istiyor nefsi bunu,

Lâkin hemen yapmadı, onun arzûsunu.

 

Rastladı biraz sonra, bir un değirmenine.

İlişti sonra gözü, bir dolap beygirine.

 

Gelip değirmenciye, sordu ki hemen ilkin:

“Ne ücret veriyorsun, şu dönen beygir için?”

 

İki dirhem deyince, buyurdu ki: “Ey kişi,

Ben yalnız bir dirheme, yapayım mı bu işi?”

 

Peki olur! deyince, geçti atın yerine,

O gün akşama kadar, su çekti değirmene.

 

Akşama bir dirhemi, ondan tahsîl ederek,

Gelip o para ile, aldı balık ve ekmek.

 

Dedi ki: “Bak ey nefsim, isteğin oldu, fakat,

Sen de Hak teâlâya, yapacaksın çok tâat.

 

Benden, günah olmıyan, bir şey istersen eğer,

Bu kadar meşakkate, katlanman îcâb eder.

 

Eğer günah bir şeyi, talep edersen benden,

Bil ki mahrûm ederim, seni helâl şeylerden.”

 

KAYNAKLAR

1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.189

2) Tabakât-us-Sûfiyye; s.206

3) Nefehât-ül-Üns; s.119

4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1139

5) Rehber Ansiklopedisi; c.15, s.113

6) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.429

7) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.182

8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.90

9) Risâle-i Kuşeyrî; s.138

10) Keşf-ül-Mahcûb; s.242

11) İslâm Ahlâkı; 13. Baskı, s.72

12) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2705

13) Menâkıb, Üniversite Kütüphânesi, A.Y. Kısmı, No: 2702

14) Lemezât

15) Tezkiret-ül-Evliyâ

16) Ravd-ur-Reyyâhîn

17) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.291