|
SA'DÜDDÎN-İ KAŞGÂRÎ
Türkistan'ın büyük velîlerinden. Kaşgarlı olup, Nizâm-ı Hâmûş'un talebesi ve
Molla Câmî'nin hocasıdır.
Sa'düddîn'in babası, ticâret için kervanlarla uzak memleketlere giderdi. Babası,
küçük yaştaki Sa'düddîn'i, çeşitli ülkeleri görüp, bilgi edinmesi için yanında
götürürdü. Oğlunun iyi yetişmesi için hiçbir fedâkârlıktan çekinmezdi. Sa'düddîn,
babasının verdiği din terbiyesi ile büyütülüyor, etrâfına örnek olacak şekilde
yetiştiriliyordu. Bir defâsında, on iki yaşında babası ile ticâret için sefere
çıkmıştı.Bir kervansarayda konakladılar. Sa'düddîn, kervansarayın kapısında
otururken, oraya bir grup tüccar gelip, konuşmağa başladılar. Aralarındaki
hesâbı görebilmeleri için, birbirlerine uzun müddet bağırıp çağırdılar ve
çekişmeğe başladılar. Tüccarların bu hâlini seyreden Sa'düddîn, ağlamaya
başladı. Tüccarlar, çocuğun sebepsiz yere ağlamasına hayret edip niçin
ağladığını sordular. Bunun üzerine Sa'düddîn; "Sizin yüzünüzden ağlıyorum.
Sabahtan beri buradayım, dünyâ hırsı yüzünden kavga edip duruyorsunuz. Bir ân
için olsun, Allahü teâlânın ismini anıp O'ndan bahsetmediniz. O'nun emir ve
yasaklarından hiç konuşmadınız. Size acıdığım için ağlıyor, Cehennem'e
düşmemeniz için de duâ ediyorum." dedi.Tüccarlar, çocuğun bu hâline hayran
oldular ve hepsi yaptıklarına tövbe edip, helâlleşerek işlerini bitirdiler.
Bu
hâdiseyi işiten Sa'düddîn'in babası, oğlunun ileride büyüklerden olacağını
anlayıp, her fedâkârlığa katlanarak okutmağa başladı.Sa'düddîn, üstün zekâsı ile
kısa zamanda; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimleri ve zamânın fen
bilgilerini öğrendi. Bu ilimlerde derin âlim oldu ve kitaplar yazdı. Bu arada
nefsini terbiye etmek için uğraşıyor, bir mürşide yol göstericiye talebe olmak
ihtiyâcını hissediyordu. Nihâyet Nizâm-ı Hâmûş hazretlerinin huzûruna
gitti.Kendisini talebeliğe kabûl etmesi için yalvardı. Talebeliğe kabûl
olununca, çok sevinerek, şükür secdesine kapanan Sa'düddîn-i Kaşgârî, hocasının
her emrini hemen yapar, hizmetiyle şereflenmeye can atardı. Bu gayreti ile, kısa
zamanda Nizâm-ıHâmûş'un en önde gelen talebesi oldu. Hocasının sohbetleriyle
olgunlaşıp yetişti ve halîfesi, vekîli olmakla şereflendi.
Sa'düddîn-i Kaşgârî anlattı: "Hocam Nizâm hazretlerinin sohbetiyle yıllarca
şereflendikten sonra birgün, bende hacca gitme arzusu haddi aştı. Hocama durumu
anlattım ve izin istedim. Bana; "Bu sene hacca giden kâfilelerin içine ısrârla
baktığım hâlde seni göremiyorum." buyurdu. Bu söz üzerine "Peki" dedim. Fakat
üzüldüğümü anlayınca da; "Üzülme! İnşâallah, bir gün elbet gitmek nasîb olacak.
Sen, yine de gördüğün rüyâları Şeyh Zeynüddîn'e gidip anlat, o sana gereken
cevâbı verir." diye de emrettiler. Ben yine, "Başüstüne efendim." diyerek
Zeynüddîn Efendiye gittim. Zeynüddîn Hâfî, Horasan'da meşhûr olan bir hoca idi,
pekçok talebesi vardı. Zeynüddîn hazretlerine durumumu ve gördüğüm rüyâları
anlatarak, hacca gitmek arzumu bildirdim. Zeynüddîn Efendi; "Sa'düddîn! Buraya
kadar yorulup gelmişsin. Artık burada bizim yanımızda kal ve bizim talebemiz
ol." dedi. Ben de, "Efendim! Benim hocam var ve hayattadır. Bir kimsenin üstâdı
var iken başka birine bağlanması uygun mudur?" dedim. Bu suâlime de; "İstihâre
ediniz." cevâbını verdi. Ben; "Kendime güvenim olmadığı için, yapacağım
istihâreye de îtimad edemem." dedim. Zeynüddîn Efendi ısrâr ile; "Sen istihâre
et, biz de eder neticeye varırız." dedi. O gece istihâre namazı kıldım ve cenâb-ı
Hakk'a duâ ederek uyudum. Rüyâmda,Silsile-i aliyye isimli âlim ve evliyânın
pekçoğu Hirat'a ziyârete gelmişler. Zeynüddîn Efendi de oradaydı. O velîlerin,
Zeynüddîn Efendiye karşı hâlleri soğuktu.Kendi aralarında konuşuyorlar, ona hiç
iltifât etmiyorlardı. Gece uyandığımda anladım ki, bir kimsenin üstâdı var iken
başkasına bağlanması uygun değildir. Sabah olunca, Zeynüddîn Efendiye gittim.
Daha ben konuşmaya başlamadan; "Yol birdir. Bütün yollar aynı noktaya çıkar. Sen
yine eski yoluna devâm et. Eğer bir müşkilin olursa, bizden yardım
isteyebilirsin. Sana yardıma hazırız." dedi.Meğer o da gece rüyâsında, gâyet
büyük ve heybetli bir ağacın dalını kesmeye çalışmış, fakat bir türlü
başaramamış. Bu rüyâsına dayanarak, sabahleyin ben daha konuşmaya başlamadan
böyle söylemiş. Böylece hem o sene hacca gidemedim, hem de hocamın kıymetini ve
büyüklüğünü, her sözünün hikmetli olduğunu yakînen anladım. Derhâl hocamın
huzûruna dönerek, hizmetine dört elle sıkıca sarıldım. Uzun bir zaman geçti.
Hocam bir gün bana; "Sa'düddîn! Senin hacca gitmenin zamânı geldi. Orada bize de
duâ et. Resûlullah efendimize bizim için de şefâat dileğinde bulunup hürmetimizi
arz et. Yolculuk esnâsında, bir başkasına Allahü teâlânın kahrı senin vâsıtanla
tecellî ederse, sakın bu gücü kullanayım deme!" buyurdu. Ben de; "Başüstüne
efendim!" diyerek, hazırlığımı yaptım ve yola koyuldum. Hacdan sonra geriye
dönüş yolculuğumda, hocamın haber verdiği hâl, bende zuhûr etmeye başladı.
Yanıma yaklaşan birini görsem, gözlerimden çıkan bir şua ile o kimse ânında
kendinden geçer, bayılırdı. Eğer yanıma gelse helâk olabilirdi. Bu hâl bende
meydana çıkınca, insanlardan kaçmaya başladım. Yanıma gelmeye çalışanlara
uzaktan işâret ederek, yanıma gelmemelerini tenbih ederdim. Bu hâl benden
gidinceye kadar, bir yere gizlenip, hiç dışarıya çıkmadım. Böylece hocamın
kerâmetleriyle, insanlara zararlı olacak bir hâlimden kurtulmuş oldum."
Sa'düddîn-i Kaşgârî anlattı: "Murâkabeyi, kendi iç âlemime dönüp kontrol etmeyi
kediden öğrendim. Bir gün bir kedinin, deliğin başında kılını dahî kıpırdatmadan
beklediğini gördüm. Geriden tâkib etmeye başladım. Kedi, deliğin ağzında,
fârenin çıkmasını saatlerce hareketsiz bekledi.Bu sırada kendi kendine; "Ey
kendisine dahî bir faydası olmayan Sa'düddîn! Bir kedi, maksadına kavuşmak için
bu kadar dikkatli olursa, sen kalbini temizleyip, Rabbinin emirlerini yapmak ve
yasaklarından kaçmakta niçin dikkatli olmazsın. Yazıklar olsun sana ey nefsim!"
demekten kendimi alamadım. O günden sonra, bir ân bile Rabbimi hatırımdan
çıkarmadım."
Sa'düddîn-i Kaşgârî'nin ileri gelen talebelerinden Mevlânâ Alâeddîn anlattı:
"Hasta idim. Hocam ziyâretime gelmişti. Yatağımın kenarına oturup, sesli olarak
üzerime Kur'ân-ı kerîm okudu. Sonra sessizce başını önüne eğerek murâkabe etmeye
başladı. O sırada odamın tahtadan yapılmış tavanındaki bir delikten bir miktar
toprak, hocamın başına saçıldı. Toprağın bir fâre tarafından atıldığı belliydi.
Hocam, bu hâle önce bir şey demedi. Bu hâl üç defâ tekrar edince, Sa'düddîn-i
Kaşgârî başını yukarı kaldırarak; "Ey edebsiz fâre!" deyip dışarı çıktılar. Bu
durum beni oldukça üzdü. "Bu fâre, Allahü teâlânın evliyâsı olan bu mübârek zâtı
incitti. Dur bakayım bunun sonu neye varacak? Bu fâreye gazab-ı ilâhî gelecek
ama nasıl?" diye düşünmeye başladım. Biraz sonra o deliğin kenarında bir kedi
göründü ve beklemeye başladı. Yine aşağıya toprak dökmeye gelen fâreyi bir anda
yakalayıp öldürdü. Yine beklemeye devâm etti. Biraz sonra bir fâre daha geldi.
Onu da öldürdü. Bu şekilde o gün akşama kadar tam on sekiz fâreyi öldürüp yedi."
Pîr Ali
anlattı: "Hanımım üç aylık hâmile idi. Haberim yokken çocuğu düşürmek için bâzı
çârelere başvurmuş. Fakat başvurduğu çâreler tam tersine netice verince,
sancılar içinde kıvranmaya başlamış. Eve vardığımda, vaziyeti hiç iç açıcı
değildi. Başına, yakın akrabâ ve komşular gelmiş ağlıyorlar, mâneviyâtını daha
çok bozuyorlardı. Benim de yapacağım bir tedbir yoktu. Hemen mübârek hocamın
huzûruna gittim. Yanında bir takım yüksek rütbeli kimseler vardı. Hiçbir şey
söylemeden, bir kenarda beklemeye başladım. Bir müddet sonra o kimseler yanından
ayrılıp gitti. Yalnız kaldığımızda, ben daha bir şey konuşmadan, hocam;
"Hanımınıza gidip deyiniz ki; "Bu işi daha önce yine yapmak istemiştin. O zaman
seni affetmiştik. Şimdi de affediyoruz. Eğer bir daha yapmak istersen, senin
için kurtuluş yoktur." Hocamın kurtuluş müjdesini duyunca ferahladım. Müsâade
alarak eve koştum. Evde durum bir ânda iyiye dönmüş, hanımım iyileşmişti. Hanıma
durumu anlattım. Dedi ki: "Hocamız doğru buyurmuş. Daha önce yine böyle bir iş
yapmış ve ölümden kurtulmuştum. Demek ki hocamızın himmeti bereketiyle
kurtulmuşum. Şimdi de bir ânda iyileştiğimi hissettim. Hocamızın büyüklüğü
karşısında yaptığım bu işten dolayı utanıyorum. Artık böyle bir iş yapmaktan
cenâb-ı Hakka sığınırım." dedi.
Sa'düddîn-i Kaşgârî'nin talebelerinden Alâeddîn anlattı: "Bir gün memleketimde
bulunan anne ve babamdan mektup geldi. Beni evlendirmek için bir kız
bulduklarını, acele gelmem îcâbettiğini yazıyorlardı. Fakat böyle bir dâveti
annem-babam yaptığı için üzüldüm. Bir ara hocam beni üzgün görünce sebebini
sordu. Durumu anlatınca; "Mâdem ki annen ve baban çağırıyor, hemen gidiniz."
buyurdu. Hocama vedâ ederek memleketime gittim. Söyledikleri kızla evlendim.
Annem ve babam beni senelerce bırakmadılar. Hocamdan ayrı kalmanın üzüntüsü çok
fazlaydı. Buna rağmen her gün hocamı hatırlar, gözlerimi yumup onu düşünürdüm.
Bu yönden hiç gaflete düşmüyordum. Memlekette, ne hikmetse hükümet memuru bizi
sık sık rahatsız ediyor, daha doğrusu zulm ediyordu. Zulümde aşırı gittiği bir
gün; "İmdâd yâ mübârek hocam! Allahü teâlânın izniyle himmetinizi istirhâm
ediyorum!" diye hocamdan yardım istedim. O gece rüyâmda hocamı gördüm. Elinde
bir yay ile ok vardı. Bir ara karşıdan o zâlim memurun geldiğini gördük. Hocam
hemen elindeki oku yaya yerleştirip memura fırlattı. Ok, o zâlimin göğsüne
saplandı. Uyandığımda artık bu zâlimden kurtulacağımı anladım. O günden sonra
memur bize gelmez oldu. Araştırdığımda, ânî olarak felç geçirdiğini ve artık
yerinden kımıldayamaz hâle geldiğini öğrendim. Her zaman olduğu gibi, şimdi de
hocamın yüzlerce kilometre uzaktaki bir himmeti ile kurtuldum."
Talebesi Alâeddîn anlatır: "Sa'düddîn hazretlerine yeni talebe olmuştum. Arabî,
mantık, kelam, fıkıh gibi derslere ara verip, tasavvuf üzerinde çalışmamı
emrettiler. "Başüstüne" deyip kendimi tasavvufa verdim. Fakat o sıralarda hadîs
ilmi üzerinde bir hocadan ders alıyordum. Kendi kendime; "Hadîs ilmini okumak
herhâlde hocamın bu emri dışındadır, bunu öğrenebilirim." diye içimden geçti.
Kitabı bitirmeye karar verdim. Bu kararımdan sonra, kitabı okutan hocanın yanına
gitmek üzere evimden çıktım. Kapıdan çıkar çıkmaz, sanki ayaklarıma kalın
zincirlerle büyük bir ağırlık bağlamışlar gibi adım atamadım. Ayaklarımı
kaldırmak için sarfettiğim gayretlerden ter içinde kaldım. Ayaklarımı sürükleye
sürükleye yürümeye başladım. Yolda bir köprü vardı. Oraya yaklaşırken şiddetli
bir fırtına çıktı, başımdan takkemi alıp götürdü. Gözüme kum tânecikleri kaçtı.
Dehşet içinde kaldım. Gitmekten vazgeçtim. Geriye döner dönmez fırtına kesildi,
ayaklarımdaki ağırlık kayboldu ve başımdan uçup giden takkem önüme geldi. Hayret
ettim. Anladım ki, bu iş hocamın emrine muhâliftir. Derhâl hocamın huzûruna
koştum. Onu câmide murâkabe ederken buldum. Beni görünce gülümseyerek; "Söz
dinleyen kurtulur." buyurdular."
Yine
çok sevilen talebesi Alâeddîn anlattı: "Hocam Sa'düddîn hazretlerine teslim
olmuş, onun hizmetiyle şerefleniyor, dertlere dermân olan sohbetlerini can
kulağı ile dinliyordum. Bir gün, tasavvufta kabz hâli denilen müthiş bir
sıkıntıya düştüm, bunalmaya başladım. Kalbim kararmaya başladı. Gönlüme,
söylenmeyecek derecede kötü şeyler geliyordu. Beni gökyüzünden atıp parça parça
etseler de, bunlar hatırıma gelmese diyordum. Çâresiz kaldım. Durumumu hocama
anlatmak için huzûruna vardım. Daha bir şey konuşmadan, bir eliyle göğsümden
diğer elinin şehâdet parmağıyla da ensemden bastırdı. O ânda, hocamın kerâmeti
olarak öyle müthiş birşey oldu ki, gönlümdeki bu düşünceler silindiği gibi, kalb
gözüm açılıp, melekler âlemini görmeye başladım. Elhamdülillah bendeki o sıkıntı
kayboldu. Hocamın himmetiyle bu derdimden kurtuldum."
Tasavvufun yüksek hakîkatleri ile ilgili, işitip de anlıyamadığı bâzı
meselelerde müşkili olan bir kimse, müşkilini halletmek için bir rehber
arıyordu. Diyâr diyâr dolaştığı hâlde, bir yol gösterici bulamadı. Bir gün yolu
Sa'düddîn-i Kaşgârî hazretlerinin bulunduğu şehre geldi ve bir câmideki hocaya
durumunu anlatıp; "Bu derdime çâre olacak bir rehber arıyorum. Bu şehirde
derdimin dermânı olacak Allahü teâlânın evliyâsından bir kimse var mıdır?" diye
sordu. O da Sa'düddîn-i Kaşgârî'yi tavsiye edip, huzûruna götürdü. O kimse,
Sa'düddîn-i Kaşgârî'ye daha bir şey anlatmadan, onun teveccühleri, bakışları ile
gönlünde bir şeyler olmaya başladığını hissetti. İşitip de anlayamadığı şeyleri,
şimdi görüyordu. Yakîni arttı. Sa'düddîn-i Kaşgârî'nin büyüklüğüne hayrân oldu
ve edeble elini öpmek için eğildiğinde; "Talebeniz olmakla şereflenmek
istiyorum" diyebildi. Sa'düddîn-i Kaşgârî; "Kabûl ettim" buyurarak, elini
öptürdü. O kimse böylece, Sa'düdîn-i Kaşgârî'nin bir teveccühü ile derdine
derman buldu ve hakîkî saâdete kavuştu.
Sa'düddîn-i Kaşgârî hazretleri bir sohbetlerinde buyurdular ki:
"Bir
insanda bir kalb vardır. Oraya sâdece Allahü teâlânın sevgisi doldurulmalıdır.
İnsan, her nefeste bir hazîneyi kaybeder. Ancak cenâb-ı Hakk'ı hatırladığı
zamanlar bu hazîne kaybolmuş olmaz. Bu şuur insanda hâkim olunca, Allahü
teâlâdan utanma duygusu da berâber gelir ve gafletten uyanır. Gönül, cenâb-ı
Hakka yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o pencereden, ilâhî feyz
nûru girer. Bu nûr, doğudan batıya kadar her zerreye hayat verir. Yalnız
penceresiz olan evler nasîbini alamaz."
"İnsanı
Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe
yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzûmsuz şeylerle
uğraşmaktan hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalbden çıkarmalıdır. Allahü
teâlâya kavuşmak isteyenlerin, bunlardan ve hayâli arttıran her şeyden sakınması
lâzımdır. Çalışmayan, sıkıntıya katlanmıyan, zevklerini, şehvetlerini
bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmez. Bu, Allahü teâlânın âdetidir."
Sa'düddîn-i Kaşgârî hazretleri, Hirat'ta, Mevlânâ Abdürrahmân Câmî (MollaCâmî)
isimli talebesini yetiştirerek, o zamânın meşhûr âlimler ve velîler grubuna
dâhil eyledi. Vefâtından sonra yerine halîfe, vekîl olarak bıraktı. Sa'düddîn-i
Kaşgârî, 1456 (H. 860) senesinde bir Çarşamba günü öğle vaktinde, Hirat şehrinde
vefât etti.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
LÜTFEN
DİLİNİZİ TUTUNUZ
Sa'düddîn-i Kaşgârî'yi çok sevenlerden Pîr Ali anlattı: "Kaftancılık yapardım.
Bir gün dükkanımda çalışırken, vergi memuru geldi. Bir sürü hesap yapıp, sonunda
benden öyle bir meblâğ istedi ki, onu ödemeğe gücüm yetmezdi. Bu verginin fazla
olduğunu, sanatıma göre çok istendiğini anlatmak istedimse de kabûl ettiremedim.
Memur, bana hakâret etmeye başladı. Bu sırada hocam Sa'düddîn hazretleri dükkâna
geldi. Memuru dinlemeğe başladı. Memurun gittikçe hiddeti artıyordu. Hocam
geldiği için, edebimden hiç cevap veremiyordum. Bir ara hocam memurun yanına
yaklaşıp; "Memur bey! Lütfen dilinizi tutunuz. Kötü söz söylemeyiniz!"
buyurarak, elini memurun omuzuna koydu. O ânda, sanki tonlarca bir ağırlık
adamın üzerine konmuş gibi memur yere yıkılıp, bayıldı. Bir müddet sonra hocam
merhamet ederek, cemâl nazarıyla memura baktı. O teveccühten sonra, memur
kıpırdamaya, kendine gelmeye başladı. Ayıldığında, büyük bir saygıyla hocamdan
özür dilemeğe başladı. Hocam da onu affetti. Bu memur, daha sonra hocamın yakın
talebelerinden oldu."
HOCAM
HİMMET!
Sa'düddîn-i Kaşgârî'nin talebelerinden Alâeddîn Efendi, memleketinde başına
gelen bir hâdiseyi şöyle anlattı: "Bir gün yüksek bir ağacın üzerine meyve
toplamak için çıkmıştım. Bir ara ayağım kaydı, dengemi kaybettim ve düşmeğe
başladım. O ânda hocam hatırıma geldi ve; "Yâ hocam, himmet!" dedim. Daha yere
düşmeden bir elin beni sıkıca kavradığını ve yavaşca yere bıraktığını gördüm.
Ayağa kalktığımda beni kurtaran eli görmek için etrâfıma çok bakındığım hâlde
göremedim. Yine hocamın imdâdıma yetiştiğini anladım. Sonra anne ve babama
giderek, hocama gitmek üzere izin vermeleri için çok yalvardım. Hâlime acıdılar.
Müsâade ettiler. Hemen eve gittim. Zevcem ve çocuklarımla helâllaşıp yola
koyuldum. Hocama bir ân önce kavuşmak için yollardan uçar gibi gittim. Huzûruna
geldiğimde, başımdan geçenleri daha anlatmadan: "Zâlimlere yaptığımız muâmele
ile mazlumlara yaptığımız muâmele elbette farklıdır." diyerek kerâmetlerini
izhâr ettiler.
BUYURDU Kİ
Sa'düddîn-i Kaşgârî hazretleri buyurdu ki: "Ey talebelerim! Biliniz ki, Allahü
teâlâ bu kadar azamet ve büyüklüğü ile bizlere gâyet yakındır. Bu sözü
anlayamazsanız da, böylece îtikâd edip inanmalısınız. Size lâzım olan odur ki,
tenhâda ve açıkta edebi gözetiniz. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahî,
ayağınızı uzatmayınız. Her ân Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre
hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi, zâhir ve bâtın edebi ile süsleyiniz.
Görünüşteki zâhir edeb; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından
kaçınmak, dâimâ abdestli bulunmak, istigfâr eylemek, az söylemek, her işin
inceliğini titizlikle yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi
hususlardır. Bâtın edebi ise; yabancılarla düşüp kalkmamak, dünyâya bağlanmamak,
Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten uzaklaşmaktır."
KAYNAKLAR
1)
Kâmûs-ul-A'lâm; c.4, s.2570
2)
Reşehât; s.179
3)
Nefehât-ül-Üns; s.442
4)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.23
5) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1136
6)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.3
|
|