ÖMER BİN ABDÜLAZÎZ
Tâbiînin büyüklerinden. Adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur sekizinci
Emevî halîfesi. Hazret-i Ömer’in oğlunun torunu. İsmi Ömer bin Abdülazîz,
künyesi Ebû Hafs’tır. 679 (H.60) târihinde Medîne’de doğdu. 720 (H.101)
târihinde kölesi tarafından zehirlenerek şehîd edildi. Cenâzesi Şam
yakınlarındaki Hunasi’den alınıp Humus yakınlarındaki Deyr es-Sim’an denilen
yere defnedildi. Kabr-i şerîfi ziyâret mahallidir.
Hazret-i Ömer, halîfeliği zamânında bir gece Medîne’de kol gezerken sabaha karşı
bir evden, bir kadının kızına; “Süte su koy!” dediğini işitti. Kızın da;
“Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ömer süte su katmayı yasak etti.” cevâbını verdiğini
ve annesinin; “Emîr-ül-Müminîn nereden bilecek.” demesi üzerine de; “O
görmüyorsa Allahü teâlâ görüyor.” dediğini işitti. Hazret-i Ömer bu hâdise
üzerine o kızı araştırıp, oğlu Âsım’a nikâh etti. Âsım’ın bundan bir kızı oldu,
bundan da Ömer bin Abdülazîz hazretleri dünyâya geldi.
Babası
Abdülazîz bin Mervân, adâlet, insâf ve diyânet sâhibi biriydi. Mısır vâliliğine
tâyin edilince, oğlunu da berâberinde götürdü. Ömer bin Abdülazîz, orada
mükemmel bir İslâm terbiyesi ile büyütülüp, yetiştirildi. İlim tahsîli için
Medîne’ye gönderildi. Enes bin Mâlik, Abdullah bin Câfer-i Tayyâr, Saîd bin
Müseyyib ile devrin başka âlim ve büyüklerinden ders aldı. Onların sohbetinde
bulunup, kendilerinden hadîs-i şerîf dinledi.
Babası
Abdülazîz bin Mervân 705 târihinde vefât edince amcası halife Abdülmelik onu
Şam’a getirdi ve kızı Fâtıma’yı ona nikâhladı. Ömer bin Abdülazîz çok nîmet ve
servete sâhipti. Yaratılışındaki cömertlik ve mürüvvetini bütün insanlara
saçıyordu. Gâyet fazîletli, âlim, âdil ve eşine pek az rastlanan bir insandı.
Halife Velîd bin Abdülmelik devrinde 706 Rebîulevvel ayında Haremeyn, Mekke ve
Medîne vâliliğine tâyin edildi. Bu vazifesini yürütmek üzere Medîne’ye gidip,
oranın büyük âlimlerinden on kişi topladı. Meclisteki âlimlere; “Ey kardeşlerim.
Ben Haremeyn’in vâliliğine değil, hizmetçiliğine tâyin olundum. Asıl mesleğimin
adâlet yolundan ayrılmamak olduğunu bilmenizi isterim. Bunun için söz veririm.
Gerek zorbalık yapanın, gerekse buna sebep olanın, yolsuzluk yapanın ve doğru
yoldan ayrılanın yaptıklarını bana haber vermezseniz bunun mesûliyyeti size
âittir. Sizi ancak bana müşâvir ve muâvin olmak üzere çağırdım. Kendi reyimle
bir iş görmek istemem. Her hususta sizinle müşâvere yapacağım. Ayrıca
memurlarımın da ahâliye iyi hizmet etmeleri için onları teftiş ederek, bana
yardımcı olacaksınız.” dedi. Bu âlimler de onun bu isteklerinden memnun olup,
dâimâ yardımcı oldular. Hicazlılar; idâresinden, adâletinden çok memnundular.
Enes
bin Mâlik hazretleri onun hakkında: “İmâmlık yapmakta Resûlullah efendimize,
Ömer bin Abdülazîz’den daha çok benzeyen kimse görmedim.” buyurdu.
Ünü her
tarafa yayıldı. Pek çok kimse, kendi memleketini terk edip, Hicaz’a geldi.
Mescid-i Nebî’yi genişletmeye ve esaslı bir tâmiratını yaptırmaya başladı.
Genişletmede Mescid-i Nebî'nin dört duvarı da yıkılıp, doğu tarafındaki zevcât-ı
tâhirât odaları mescide katıldı. Hücre-i seâdetin dört duvarı yıkılıp, temelden
yontma taşlarla yeniden yapıldı. Temel açılırken hazreti Ömer’in bir ayağı
görüldü. Hiç çürümemişti. Hücrenin etrafına ikinci bir duvar daha yapıldı. Hiç
kapısı olmayan bu duvar beş köşeliydi. Duvarlar, direkler ve tavan altın ile
süslendi. İlk olarak mihrâb ve dört minâre yaptırdı. Bu iş üç sene sürdü. Ömer
bin Abdülazîz 711 senesine kadar Haremeyn vâliliği yaptı. Halîfe Süleyman bin
Abdülmelik iki oğlu olmasına rağmen ahidnâme yazıp, mühürleterek Ömer bin
Abdülazîz’i kendisine halef gösterdi. Bunu veziri Recâ’ya verdi.
Halîfe
Abdülmelik’in 717 târihinde vefâtı ile vezîri Recâ emirleri toplayıp mühürlü
ahidnâmeyi açarak okudu. Ömer bin Abdülazîz hazretleri ahidnâmede kendi ismi
okunduğu zaman şaşırıp kaldı. İstifâ isteğinde bulunduysa da kabûl edilmedi.
Emirler, Ömer bin Abdülazîz’in İslâm halîfeliğine bîat ettiler. Vezir Recâ,
halîfenin koluna girip, mimbere çıkardı. Ömer bin Abdülazîz cenâb-ı Hakk’a hamd
ve senâdan sonra; “Ey insanlar! Bizimle berâber olacak kimsede şu beş şartı
istiyorum. Bunlar: Bize hâlini bildiremeyecek olan halkımın hâlini anlatmak,
hayırlı işlerde bize yardım ve hayra delâlet eylemek, kimse hakkında gıybet
etmemek ve boş şeyler ile meşgûl olmamak. Bunlar yoksa bize yaklaşmasın.” dedi.
Böylece ikinci halîfe hazret-i Ömer bin Hattâb’ın yolunda olarak işe başladı.
Ömer bin Abdülazîz’in hâllerini anlatmak için şâirler ve hatîbler hutbeler
okudular. Onun medh ve senâsını dillerde dolaştırdılar. Zâhidler ve fakihler
dahi; “Biz bu zâtın sözüne aykırı fiilini görmedikçe ondan ayrılmayız.” dediler.
Reyyâh
bin Ubeyde anlatır: “Ömer bin Abdülazîz hazretleri Medîne’de vâli iken bir gün
koluna girdiği zayıf bir ihtiyarla birlikte gördüm. Bu ihtiyarın onun yanında
böyle durmasına hayret ettim. Sonra Ömer bin Abdülazîz’in yanına gidip ona;
“Allahü teâlâ sana iyilikler versin. Yanınızdaki elinizden tutan ihtiyar kimdi?”
dedim. Bunun üzerine bana; “Ey Reyyâh! Bu kardeşim Hızır aleyhisselâmdır. Bana
ileride âdil bir idâreci olacağımı haber vermeye gelmiş.” diye cevap verdi.”
Ömer
bin Abdülazîz halîfe olduktan sonra hilâfet konağına götürülmek üzere alay
atları getirdiklerinde; “Bunlar ne?” dedi. “Hilâfete mahsus bineklerdir.”
cevâbını işitince; “Kendi atım, benim hâlime daha muvâfıktır.” diyerek saltanat
bineklerini geri çevirip, kendi hayvanına bindi. Hilâfet otağına gitmeyip;
“Hilâfet otağında Süleyman’ın âilesi var. Ben onların rahatsız olmalarını uygun
görmem. Onlar yerleşinceye kadar, benim kıl çadırım bana yeter!” buyurdu. Bu
sözleri, insafı ve ahlâkî büyüklüğünü ne güzel ifâde etmektedir. Evine gitti.
Âzâdlı kölesi, onun pek kederli ve düşünceli olduğunu görünce: Bu hâlinizin
sebebi nedir? diye sordu. Cevâbında buyurdu ki: “Doğudan batıya kadar olan
Ümmet-i Muhammed’in hukukunu yerine getirme vazifesi bana verildi. Bundan büyük
endişe edecek şey olur mu?” Daha sonra hanımı ve amcasının kızı olan Fâtıma
binti Abdülmelik’i yanına çağırıp, buyurdu ki: “Eğer benimle birlikte yaşamak
istersen ziynet ve mücevherlerini beytülmâle bırak. Zirâ onlar senin yanında
iken ben seninle berâber olamam.” Fâtıma, bütün ziynet ve mücevherlerini
beytülmale verdi. Fâtıma’nın bu davranışı, Peygamber efendimizin kızı hazreti
Fâtıma gibi mânevî süsler ve rûhî meziyetler ile yaşamaya karar verdiğini
göstermekteydi. Ömer bin Abdülazîz’in elli bin altını vardı, hepsini dağıttı.
Bir elbisesi kaldı. Câriyelerine de; “Serbestsiniz. İsteyeniniz olursa, âzâd
ederim. Benden bir talepte bulunmamak şartı ile kalmak isteyen varsa kalabilir.
Çünkü verilen vazife beni sizinle meşgûl olmaktan alıkoyuyor.” buyurdu. Hepsi
ağladılar, üzüldüler. Hanımı Fâtıma’yı dahi serbest bıraktı. O da üzülüp ağladı.
Efendisinden ayrılmadı.
Ömer
bin Abdülazîz halîfe olduğu sene Medîne-i münevverede bulunan, oğlu Abdülmelik’e
şöyle yazdı: "Şahsımdan sonra kendisine nasîhatte bulunup, gözetip, muhafaza
etmek mecbûriyetinde olduğum, ilk insan sensin. Hamd, Allahü teâlâya mahsustur.
Allahü teâlâ bize çok lütuf ve ihsânda bulundu. O’ndan, ihsân ettiği nîmetlere
karşı şükür yapabilme kuvveti vermesini dileriz. Allahü teâlânın babana ve sana
olan lütfunu hatırla. Kendine, gençliğine ve sıhhatine dikkat et. Eğer hamd
(Elhamdülillah), tesbîh (Sübhânallah), tehlil (Lâ ilâhe illallah) diyerek,
dilini zikirle meşgûl edebilirsen bunu yap."
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri hilâfet makâmına geçtiği gün, zamanının tanınmış fıkıh
âlimlerinden Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Ka’b Kurazî’yi
dâvet edip, onlara; “Halk her ne kadar bir nîmet olarak görüyorsa da ben bu
halîfelik makâmını; taşıyamayacağım bir yük ve çok ağır bir mesûliyet olarak
görüyorum. Bu yükün altına girdim. Benim için çâre ve tedbir olarak
nasîhatleriniz nedir?” diye sordu. Onlardan biri dedi ki: “Yârın kıyâmet günü
kurtulmak istersen müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve
küçüklerini evlâdın bil. O zaman bütün müslümanlara, kendi evindeki, ana-baba,
kardeş ve evlâdın gibi muâmele etmiş olursun.” Ömer bin Abdülazîz, halîfe
olunca, üzerine aldığı mesûliyetin ağırlığından dolayı iki ay müddetle üzüntü ve
keder içinde kaldı. Millet ve memleket işlerini adâletle idâre etmekte ve hak
sâhiplerine haklarını iâde etmekte çok hassas davranıyor, kendisini hiç
düşünmüyordu.
Ömer
bin Abdülazîz, yakın dostu hazret-i Sâlim’e; “Kardeşim Sâlim! Allahü teâlâ beni
halîfelik ile imtihan ediyor. Yemin ederim ki, kurtulamıyacağımdan korkuyorum.
Bana, dedem hazret-i Ömer’in mektuplarını, hayâtı hakkında bilinenleri,
müslümanlara ve gayr-i müslimlere olan hükümlerini bildir. Hazret-i Ömer’i
kendime nümûne kabûl ettim. Ona göre hareket edeceğim.” dedi.
Halîfeliği zamanında yaptığı bütün işlerde gözleri önüne kıyâmet gününü
getirirdi; halkının haklarını lâyıkıyla yerine getirememekten çok korkuyordu.
Halîfeliğini adâlet ile yürütüp, Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört büyük halîfe)
yolundan ayrılmadı. Önemli memuriyetlere dirâyetli ve âdil bildiklerini tâyin
etti.
Müslim
ve gayr-i müslim tebeasına çok âdil davranıp, yaptığı işlerde adâleti
yaygınlaştırdı. Ehl-i Beyte dil uzatanların çirkin hareket ve sözlerine mâni
olup, son verdi. Ehl-i Beyte çok saygı gösterir ve yardım ederdi. Hazret-i
Muâviye’nin vefâtından sonra, hutbelerde Ehl-i Beyte lânet okumak âdet olmuştu.
Halîfe olunca, ilk iş olarak bu âdeti kaldırdı. Ehl-i Beyte karşı çok
saygılıydı. Onlara devamlı yardım ederdi. Peygamberimizin vakıf ettiklerinden,
Fedek bahçesini tekrar Ehl-i Beytten Muhammed Bâkır’a iâde etti. Toprak hukûku
ve mâliye alanlarında Peygamber efendimizin emirlerini yerine getirdi. Müslüman
olan gayr-i müslimlerden cizye vergisini kaldırdı. Her tarafta müslüman
olanların sayısı arttı. Doğuda ve batıda milyonlarca gayr-i müslim, müslüman
oldu. İslâm orduları doğu ve batıda fetihlere girişti. Malatya şehri, Rumlar’dan
yüz bin esir karşılığı satın alındı. Preneler aşılıp Fransa’ya girildi. Narbonne
ele geçirildi. Burada güçlü üsler kuruldu. Afrika’da bütün Berberîler onun
zamanında müslüman oldu. Mûsevî, hıristiyan ve ateşperestlere gösterdiği yapıcı
siyâset karşısında, onların arasında İslâmiyet geniş ölçüde yayıldı. Müslüman ve
gayr-i müslim bütün tebeası tarafından sevildi. Hak ve adâletin yayılmasında ve
zulmün kalkmasında çok hizmet etti. Zamanında kurt ile kuzu berâber yaşadı.
Devrinin âlim ve velîlerinden Mâlik bin Dinâr hazretleri anlatır: “Ömer bin
Abdülazîz halîfe olduğunda bir çobanın şöyle dediği işitildi: “Acaba bu temiz,
âdil halîfe kimdir?” Çobana; “Böyle olduğunu nereden anladın?” diye
sorulduğunda; vazîfesi dağ bayır demeyip koyun otlatan, çeşitli yırtıcı
hayvanların tehlikesini pek iyi bilen çoban, sâfiyetle bulduğu teşhisiyle şu
cevâbı verdi: “Âdil bir halîfe başa geçince, kurtlar kuzulara saldırmaz. Oradan
anladım.”
Halîfe
Ömer bin Abdülazîz hazretleri her gün âlimleri çağırır, onlarla ölüm ve kıyâmet
hâllerinden konuşurlardı. Konuşmalar onlara o kadar tesir ederdi ki, sanki
içlerinden biri vefât etmiş gibi ağlarlardı.
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmede ve
halka bildirmede çok dikkatliydi. Onun devrinde halk dahi ibâdet ve tâat yoluna
girdi. Meclislerinde: Bu gece ne okudun? Kur’ân-ı kerîmden kaç âyet ezberledin?
Bu ay kaç gün oruç tuttun? gibi sözler söylenmeye başlandı.
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri dîne sokulan bid'atleri ortadan kaldırıp, unutulmuş
sünnetleri meydana çıkarmaya çalıştı.
Hadîs-i
şerîfleri toplatıp, kitap hâline getirdi. Mezhepler hakkında; “Eshâb-ı kirâmın
ictihadları farklı olmasaydı, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı.” buyurdu. Hazret-i
Ali ile ictihad ayrılığından muharebe edenler için buyurdu ki: “Allahü teâlâ,
ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de dilimizi tutup,
bulaştırmayalım!” İmâm-ı Şâfiî hazretleri de böyle söylemiştir.
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri Evzâî’ye yazdığı bir mektubunda; “Biliniz ki, ölümü çok
hatırlayan kimse, az bir dünyâlık ile iktifâ eder, konuştuğu kelimelerin
hesâbını vereceğini düşünen çok az konuşur, ancak lüzumlu sözleri söyler.”
buyurdu. Yine buyurdu ki: “Kendimi överim korkusu ile bir çok sözleri
söylemekten kaçınırım.”
Meymûn
bin Mihran anlatır: “Ömer bin Abdülazîz ile berâber bir kabristana uğradık. O,
kabirleri görünce ağladı. “Ey Meymûn! Şu gördüğün kabristanda yatanlar,
babalarım Emevîlerdir. Bunların hepsi gelip geçtiler. Lâkin şimdi sanki dünyâya
hiç gelmemişler, dünyâ lezzetlerini hiç tatmamışlardır. Şu anda toprak altında
yatıyorlar ve cesetlerini kurtlar yemektedir...” Hem böyle söylüyor, hem de
ağlamaya devam ediyordu. Sonra buyurdu ki: “Vallahi burada, kimin azâbda
olduğunu, kimin Allahü teâlânın azâbından emin olduğunu bilemiyorum.”
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri yine buyurdu ki: “Geçen gece ölüleri düşündüm. En
samîmi bir dostun ölse, onu üç gün sonra mezarında görsen, oradan kaçarsın.
Orada dolaşan kurt ve böcekleri, akan irinleri, pis kokular arasında kurtların
kendisini nasıl parçaladığını, kefeninin bozulduğunu, vücûdunun pis hâle
geldiğini görüp kendisinden nefret ederdin.” Bunları söyledikten sonra bayılıp
düştü.
Âlimlerden birisi Ömer bin Abdülazîz’i ziyâret etti. Çok ibâdet etmekten yüzünde
ve rengindeki değişikliği görerek; “Bu ne hâldir?” dedi. Ömer bin Abdülazîz “Sen
beni ölümümden bir kaç gün sonra mezarımda ziyâret etsen, gözlerimin çıkıp,
yanaklarımın üzerine akdığını, dudaklarımın dişlerimi kapayamadığını, ağzımın
açık kalıp oradan irin ve cerahatin akmakta olduğunu, karnımın şişip göğsümün
üzerine geldiğini, bağırsaklarımın döküldüğünü, burun deliklerinden irin ve
kurtların çıktığını görmekle şimdi gördüğünden çok daha feci bir manzara ile
karşılaşırdın.” dedi.
Halîfeliğinde, yanına bir heyet gelmişti. Heyetten bir genç nutuk söylemeye
başladı. Bunun üzerine; “Sen dur, yaşlınız konuşsun.” diyerek genci uyarmak
istedi. Genç: “Ey Emir-ül-müminîn! İş yaşa göre ise, müslümanların içinde senden
daha yaşlı olanlar yok mu?” deyince; “Konuş bakalım.” diyerek gence söz verdi.
Genç; “Biz senden bir şey isteyen ve senden korkan bir heyet değiliz. Bir şey
istemiyoruz. Çünkü lütuf ve ihsânınız o kadar çok ki, bu bize kadar ulaşmıştır.
Senden korkmuyoruz. Çünkü adâletin bizi korkmaktan emin kılmıştır.” dedi. “Siz
kimsiniz?” deyince, “Teşekkür heyetiyiz. Teşekkür edip geri dönmek için geldik.”
dedi.
Yezîd-i
Rakkâşî, Ömer bin Abdülazîz’in huzûruna geldi. Ömer bin Abdülazîz, Rakkâşi'ye;
“Bana nasîhat et.” dedi. O da “Ey müslümanların emîri! Senden önceki halîfeler
öldüğü gibi sen de öleceksin.” dedi. Ömer bin Abdülazîz bunu duyunca ağladı ve
“Devam et.” dedi. Yezîd-i Rakkâşî: “Âdem aleyhisselâmdan sana gelinceye kadar
hiç bir baban hayatta değildir. Hepsi vefât ettiler.” dedi. Ömer bin Abdülazîz
ağlıyarak, yine “Devam et” dedi. Yezîd-i Rakkaşî; “Öldükten sonra Cennet ile
Cehennem’den başka gidilecek yer yoktur.” dedi. Halîfe Ömer, bunu duyunca düşüp
bayıldı.
Ömer
bin Abdülazîz hazretlerinin yanına birisi gelerek; “Falanca kimse, sizin için
şöyle, şöyle söylüyor.” dedi. Ömer bin Abdülazîz; “İstersen bu işi araştıralım.
Eğer yalancı isen, Hucurât sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinin hükmüne göre;
söylediğin yanlış ise, Kalem sûresi on birinci âyet-i kerîmesinin hükmüne göre
mesûl olursun. Her iki hâlde de mesûl olursun. İstersen üçüncü hâli tercih edip,
seni affedelim ve bu meseleyi kapatalım.” dedi. Bunun üzerine o kimse tövbe
edip, bir daha böyle bir şey yapmam dedi.
Bir
kimse, Ömer bin Abdülazîz hazretlerine gelip, birinin kendisine zulmettiğini
söyledi. Gelen kimseye; “O kimseden hakkını almış olarak, Allahü teâlânın
huzûruna gitmektense, o kimsede hakkın olarak Allahü teâlânın huzûruna gitmen
daha iyidir.” buyurdu.
Bir
Cuma namazını kıldırdıktan sonra, insanların arasında oturdu. Sırtındaki
elbisenin iki tarafı da yamalı idi. Birisi kendisine; “Ey müminlerin emîri!
İmkânlarınız var. Daha kıymetli elbise giyseniz olmaz mı?” dedi. Ömer bin
Abdülazîz hazretleri bir müddet düşündü ve başını kaldırıp; “Varlıklı halde iken
iktisad etmek ve hakkını almaya gücü yettiği halde affetmek, hakkını helâl etmek
çok makbûl ve çok fazîletlidir” buyurdu.
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri bir sarhoşu gördü. Onu yakalayıp cezâlandırmak istedi.
Ama sarhoş, ona hakâret etti. O da sarhoşu bıraktı. Cezâlandırmaktan vaz geçti.
“Niçin, size hakâret edince bıraktınız?” dediler. Buna cevâben; “O hakâret
etmekle beni öfkelendirdi. Eğer ona cezâ verseydim, kendim için cezâ vermiş
olurdum, kendi şahsım için bir müslümanı cezâlandıramam.” buyurdu.
Kendisine Allahü teâlâ kimleri çok sever diye sordukta o; “Allahü teâlâ şu üç
kimseyi çok sever: 1) Gücü yettiği halde affedeni, 2) Hiddetli ânında öfkesine
hâkim olanı, 3) Allahü teâlânın kullarına şefkatli olanı.” buyurdu.
İnsanlara olduğu gibi hayvanlara da merhametliydi. Bir katırı vardı. Bunu
pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin ederdi. Katırı
çalıştıran işçisi, bir gün normalden fazla para getirince: “Neden böyle fazla
para geldi?” dedi. “Pazar kalabalık ve bereketliydi.” cevâbına karşılık; “Hayır,
böyle değil. Sen katırı çok çalıştırıp, yordun. Katırı, üç gün dinlendir.”
emrini verdi.
Bir gün
hanımına; “Bir dirhemin var mı? Biraz üzüm alalım.” dedi. Hanımı; “Senin gibi
bir Sultanın bir dirhemi olmazsa, benim olur mu.” deyince, hanımına; “Doğru
söylüyorsun ey Fâtıma! Fakat böyle olması, Cehennem'de kızgın zincirleri
boğazımda taşımaktan iyidir.” dedi.
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını
haber aldı. Hemen bir mektup yazarak, o yüzük taşını satmasını ve bin kişinin
karnını doyurmasını emretti. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve
yüzüğün üzerine; “Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin.” diye yazmasını
istedi.
Bir gün
etrafındakiler Ömer bin Abdülazîz’e; “İnsanların en ahmağı kimdir.” diye
sorunca; “Âhiretini dünyâ için satan, ahmaktır, âhiretini başkasının dünyâsı
için satan daha da ahmaktır.” buyurdu.
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri, hutbe okurken kalbine ucb (kendini beğenmek) hâli
gelirse hutbeyi yarıda keser, yazı yazarken olursa o kâğıdı yırtardı ve;
“Allah’ım nefsimin şerrinden sana sığınırım.” derdi.
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri bir gece namaz kıldı. Namazda; “Boyunlarında
demirden halkalar ve zincirler bulunduğu zaman, bu vaziyette sıcak suyun içinde
sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar." meâlindeki (Mü’min sûresi:
71-72) âyet-i kerîmelerini okudu. Namazdan sonra bu âyet-i kerîmeyi tekrar
tekrar okudu ve çok ağladı.
Yer
altında bir mahzeni vardı. Gece olunca oraya iner, boynuna demir bağlardı.
Sabaha kadar böylece, Allahü teâlânın korkusuyla göz yaşı döker ve O’na
yalvarırdı.
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri akrabâlarından birisine gönderdiği bir mektupta şunları
yazdı: “Eğer gece ve gündüzünde ölümü hatırlamağı şiâr edinmek istersen fânî ve
geçici olana rağbet etmeyip, bâkî ve devamlı olana yönel. Vesselâm.”
Ömer
bin Abdülazîz, Şam’da, bir mimber üzerinde hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve
senâdan sonra üç şey söyledi. “Ey insanlar! İçinizi, kalblerinizi düzeltirseniz,
zâhiriniz, dışınız da iyi olur. Âzâlarınız, gözünüz, kulağınız, elleriniz,
ayaklarınız, hayır işler, Allahü teâlânın beğendiği şeylerle meşgûl olur.
Âhiretiniz için sâlih ameller işleyiniz. Böylece dünyânızı da korumuş olursunuz.
Hazret-i Âdem’den îtibâren, kendisine kadar bütün dedeleri ölüp gitmiş olan
kimse de bir gün ölecektir.”
Ömer
bin Abdülazîz başka birisine yazdığı mektubunda; “İmdi, sana Allahü teâlâdan
korkmayı, Allahü teâlânın sana ihsân ettiği şeylerle, âhirete hazırlanmayı
tavsiye ederim. Sen sanki ölümü tatmış, ölümden sonra olan şeyleri görür gibi
amel yap. Günler ve geceler, süratle gidiyorlar. Ömür her gün noksanlaşıyor.
Ecel ise yaklaşıyor. Kötü amellerimizden dolayı Allahü teâlâdan af ve magfiret
dileriz. Günahlarımızdan ve bu yüzden bize gazab etmesinden O’na sığınırız.”
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri, veliahd Yezîd bin Abdülmelik’e şöyle yazdı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Müminlerin emîri Ömer bin Abdülazîz’den, Yezîd bin
Abdülmelik’e. Sana selâm eder ve sana kendisinden başka ilâh olmayan Allahü
teâlâya hamdimi bildiririm. Ben hastayım. Ağrı ve sızıya tutuldum. Buna rağmen
üzerime aldığım işlerden mesûlüm. Allahü teâlâ yarın beni bunlardan hesâba
çekecek, orada yaptıklarımı gizleyemeyeceğim. Eğer Rabbim, benden râzı olursa,
ancak orada zelîl ve hakîr olmaktan kurtulurum. Bir de râzı olmazsa, yazık bana.
O zaman benim hâlim nasıl olur. Allahü teâlâ bizi, yüce rahmetiyle Cehennem’den
muhafaza buyurup, rızâsına kavuştursun. Bu bakımdan sana Allahü teâlâdan
korkmanı, haram kıldığı şeylerden sakınmayı tavsiye ederim. İnsanlar hakkında
Allahü teâlâdan kork, zulüm ve haksızlıktan uzak dur.
En
güzel söz, Allahü teâlâya hamdetmek (Elhamdülillah demek) ve O’nu anmaktır. Kim
Cennet’i seviyorsa, Cehennem’den kaçar. Şimdi ecel gelmeden, ameller sona
ermeden, Allahü teâlâ insanları ve cinleri hesâba çekmek için huzûruna
getirmeden önce, tövbeyi fırsat bilmeli ve af ve magfirete kavuşmayı kazanç
bilmelidir. Kıyâmette, hesap gününde, mâzeret kabûl edilmez. O zaman bütün gizli
şeyler ortaya çıkarılır. Herkes kendi başının çâresini arar. İnsanlar,
amelleriyle gelirler. Herkesin amellerine göre durumu ayrı ayrıdır. O gün,
dünyâda Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine uyup, yasaklarından uzak kalmış
olanlara ne mutlu! Dünyâda Allahü teâlâya isyân ederek âhirete göçenlere o gün
çok yazık! Onların o gün çok acınacak hâlleri var. Allahü teâlâ seni,
zenginliklerle imtihan ederse, onda orta yolu tut. Onu Allahü teâlânın rızâsına
uygun yerlere sarfet, ondan fakirleri de faydalandır. Allahü teâlânın emri olan
zekâtını ver. Sakın övünme! Kendini beğenme! Kendini başkalarından üstün görme!”
dedi.
Bir
vâlisine şöyle yazdı: “Ellerini müslümanların kanından, mideni malından, dilini
ırzından uzak tut! Böyle yaparsan sana zeval yoktur.”
“Namaz,
seni yolun yarısına getirir, oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka da,
Melik’in huzûruna çıkarır.”
“Allahü
teâlâ bir kuluna verdiği nîmeti alıp da karşılığında sabrı nasîb ederse, nîmete
mukabil verdiği (sabır), o nîmetten daha efdaldir (kıymetlidir).”
“Ölümü
çok hatırla. Eğer geçim rahatlığı içindeysen bu sana darlık, ürperti getirecek;
geçim darlığı içindeysen genişlik, ferahlık kazandıracak.”
“Siz
seferdesiniz. Yüklerinizin bağlarını bu diyârın dışında bir yerde çözeceksiniz.
Siz, üzerinden çağlar geçmiş bir kökün dallarısınız. Kökleri yok olup gitmiş bir
dalın hayâtından ne çıkar?”
“Ey
insanlar! Allahü teâlâ mahlûkları yarattı ve onları uyuttu. Sonra onları
uykularından uyandırıp, diriltecek. Her biri ya Cennet’e, ya Cehennem’e sevk
edilecek. Allah’a yemîn ederim ki, biz eğer bu hakîkati tasdik etmiş isek, buna
uygun yaşamadığımız için ahmağız. Eğer bu gerçeği inkâr ediyor isek, o takdirde
hepimiz helâkteyiz.”
“Her
yolculuğun kendine has bir azığı, hazırlığı vardır. Âhiret yolculuğu için de
takvâyı azık edinin. Allahü teâlânın vereceği nîmetleri görmüş gibi sevinin ve
vereceği cezâyı, azâbı da görmüş gibi korkunuz. Tûl-i emele kapılmayın, zîrâ
tûl-i emel, bitmeyen istek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya dalmak kalbinizi
katılaştırır, düşmanınız olan şeytanın eline düşersiniz... Dünyâya aldanmış nice
insanlar gördük. Huzur ve saâdet, ancak Allah’ın azâbından emin olanlar içindir.
Neşe ve sevinç de kıyâmetin zorluğunu anlatanlar içindir. Kıyâmet günü zengin,
fakir herkesin ameli meydana çıkar ve hesap verirken öyle bir müşkilât ile
karşılaşırsınız ki, eğer yıldızlar bununla karşılaşsa kararıp dökülür, dağlar,
dayanmaz erirdi. Cennet ve Cehennem’den başka bir yer bulunmadığını ve bunlardan
birine mutlâka gideceğinizi de biliyorsunuz. O halde ona göre hazırlanın...”
“Allah’tan korkun ve aşırı şakadan kaçının; zîrâ aşırı şaka, kin tutmağa, kin de
kötülüklere sebeb olur.”
Ömer
bin Abdülazîz yanındaki toplulukla berâber bir cenâzeyi defnetmişlerdi. Herkes
gitmiş, fakat Ömer bin Abdülazîz bâzı yakınları ile berâber orada kalmıştı.
Yanındakiler ona: “Ey müminlerin emîri! Sen bu cenâzenin sâhibi misin de, burada
kaldın. Halbuki falanca cenâzeleri için böyle beklememiştin” dediler. Ömer bin
Abdülazîz onlara şöyle cevap verdi: “Kabir bana arkamdan şöyle seslendi: “Ey
Ömer bin Abdülazîz! Dostlarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun.” dedi. Ben de;
“Söyle ne yaptın.” dedim. Bana; “Onların kefenlerini yırttım, vücutlarını
parçaladım. Kanlarını emdim. Etlerini yedim.” dedi. Tekrâr şöyle seslendi: “Ey
Ömer bin Abdülazîz! Bana o dostlarının mafsallarını ne yaptığımı hiç
sormuyorsun.” deyince, ona, “Ne yaptın?” diye sordum. Bana, “Onların ellerini
kollarından ayırdım. Kollarını, pazularından, pazularını omuzlarından,
kalçalarını uyluklarından, uyluklarını dizlerinden, dizlerini ökçelerinden,
ökçelerini ayaklarından ayırdım.” dedi. Kabirden bu sözleri naklettikten sonra,
Ömer bin Abdülazîz ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu: “Dünyâ ne kadar aldatıcı.
Dünyâda üstün ve kıymetli, makam ve mevki sâhibi olmak, hiç fayda vermiyor. Genç
olan ihtiyarlıyor. Her canlı sonunda ölüyor. Geçici ve aldatıcı olduğunu
bildiğiniz halde sakın dünyâ lezzetleri ve zevkleri sizi aldatmasın. Birkaç
günlük dünyâ hayatındaki geçici lezzetlere sarılıp, âhireti unutan, aldanmıştır.
Hani, nerede bizden önce bu dünyâda yaşıyanlar. Hani onlar, büyük ve modern
şehirler kurmuşlardı. Büyük ve derin kanallar kazmışlar ve barajlar yapmışlardı.
Onlar, bir göz açıp kapama denecek kadar, az bir müddet dünyâda kaldılar.
Burada, sıhhatlerine güç ve kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günahlar
işlediler. Halbuki, herkes onlara mallarının çokluğundan dolayı, keşke, onun
serveti gibi bizim de olsa diyorlardı. Şimdi onların hâli ne oldu. Toprak
onların bedenlerini yedi. Kemikleri kurtlara azık oldu. Fakat onlar, dünyâda
iken, kuvvetli bir âile içerisinde idi. Evleri, güzel eşyâlarla döşeli ve
hizmetçileri vardı. Herkes kendisine ikrâmda bulunuyor, âciz kaldığı işlerde
kendisine yardımcı oluyorlardı.”
Kabir
yine Ömer bin Abdülazîz’e şöyle dedi: “Sen, kabirlere uğradığın zaman, dünyâda
iken zengin olanlara, zenginliğinizden ne kaldı, fakirlere de fakirliğinizden ne
kaldı diye sor. Yine onlara, dünyâda kendileriyle güzel güzel konuştukları
dillerini sor. Ne oldu o konuşan dillere? Niçin susuyorlar? O dünyâ
güzelliklerini kendileriyle seyrettikleri gözlerine de sor. Niçin şimdi
bakmıyorlar? Hani nerede o nâzik tenleri, nerede o güzel yüzleri. Bu çukurun
kurtları onlara ne yaptı. Hani burada yatanların o güzelim renkleri. Etlerine ne
oldu. Niçin o yüzler toprak olmuş. Nerede o güzellikler. İşte onların uzuvları
tamamen ortaya çıkmış, paramparça olmuş. Halbuki dünyâda güzel bir hayatları
vardı. Dünyâya dalıp, sâlih amel yapmadılar. Âhireti unuttular. Onun için
hazırlık yapmadılar. Fakat, ölüm kendilerini yakalayıverdi. Dostlarından
ayrıldılar. Buraya şu sessiz sedâsız, yere geldiler. Vücûdları çürüdü. Başları
boyunlarından ayrıldı, âzâları parça parça oldu. Gözbebekleri yanaklarına akıp
gitti. Ağızları kan ve irinle doldu. Haşereler, kurtlar, böcekler, bedenleri
üzerinde gezer oldu. Bir müddet sonra, kemikleri de çürüdü. Onlar, dünyâdaki
rahatlıklarını bırakıp, bu dar yere geldiler. Arkalarında bıraktıkları hanımları
başkalarıyla evlendi. Çocukları yetim kaldı. Yollarda, şurada burada kimsesiz,
sâhipsiz dolaşır oldu.
Öyleyse, ey yarın bu kabirlerin sâkini olacak insan! Seni şu fânî dünyâda
aldatan nedir? Sen dünyâda devamlı kalacağını mı sanıyorsun? Elinde bir senedin
var mı? Görmüyor musun, ölüm her gün birisine geliyor! Yoksa susuzluktan,
terlere boğan o korkudan sana rahatlık ve teselli veren bir şey mi var? Keşke
sen o sert toprak üzerindeki hâlini bilseydin!
Ey
insan! Rüyâda çeşit çeşit lezzetlere ve zevklere kavuşan bir insan gibi,
dünyânın şu geçici faydalarıyla seviniyor, küçük ve basit işlerle uğraşıyorsun.
Ey aldanma içerisinde bulunan insan! Gündüzün yanılma ve gaflet, gecen uyku
içinde geçiyor. Sonunda pişman olacağın işleri yapıyorsun. Hayvanlar da dünyâda
böyle yaşar.”
Ömer
bin Abdülazîz hazretleri oradan ayrılıp gitti. Aradan bir Cumâ geçti ve vefât
etti.
Ömer
bin Abdülazîz’in sulh, sükûn idâresini çekemeyenler vardı. Bunlar, ehl-i
bid'atten Hâricîler ve menfaatı zedelenenlerdi. Halîfenin hayâtına kıymak için
çâreler aradılar. Nihâyet hizmetçi kölesini bin altınla kandırarak, bu mübârek
zâtı zehirlettiler. Ömer bin Abdülazîz zehirlendiğini anlayınca kölesini
çağırdı. “Ben sana bir fenâlık yapmadığım hâlde bu ihâneti bana niçin yaptın.
Doğru söyle, seni affedeyim.” deyince; köle, yaptığı bu çirkin harekete pek
pişman olup, üzüldü. Ağlayarak yerlere kapandı, yalvararak: “Yâ Emir-el-müminîn!
Bana bin altın vermek sûretiyle bu ihâneti yaptırdılar.” dedi. Halîfe altınları
getirterek, devlet hazînesine gönderdi. Köleyi affetti. Hasta hâlindeyken, kayın
birâderi Mesleme ibni Abdülmelik ziyâretine geldi. Ömer bin Abdülazîz’in
üzerinde bir gömlek vardı. Kızkardeşi Fâtıma’ya; “Emir-ül-müminînin elbisesini
yıkayınız.” dedi. Tekrar geldiğinde gömleğin yıkanmamış olduğunu görüp kardeşi
Fâtıma’ya; “Ben size gömleği yıkayınız, demedim mi?” deyince, bütün tebeasının
hayat seviyesini yükseltip, iki buçuk yıl bile sürmeyen hilâfetinin sonunda
yirmi beş yıl zekât verilecek kimse bulunamamış olmasına rağmen, aldığı cevap
hayret vericidir: O zaman kendisine; “Vallahi başka gömleği yok ki, onu
giydirelim de, bunu yıkayalım.” cevâbı verildi.
Yine
yakınları; “Beytülmâldan âilene bir şeyler vasiyet et, senden sonra onlar
sıkıntıya düşmemeli.” dediler. Cevâbı akıllara durgunluk verecek ve tüyleri
ürpertecek kadar müthiş oldu: “Çocuklarım şu iki tip insanlardan birisi
olacaktır: İyi, sâlih insan veya kötü şerîr insan. Sâlih insan olurlarsa,
Kur’ân-ı kerîmin A’raf sûresi, yüz doksan altıncı âyet-i kerîmesinde
meâlen; “Ey Resûlüm! Müşriklere de ki; size karşı benim yardımcım, Kur’ân-ı
kerîmi indiren Allah’tır ve O bütün sâlihlere de yardımcıdır.” buyurulan âyeti yetişir. Kötü
insan olurlarsa, o takdirde ben onları, günah işlemeleri için güçlendiremem.
Çocuklarına dönerek: “Evlatlarım! İki ihtimâl var. Ya sizi zengin edeceğim; o
takdirde babanız Cehennem’i boylayacak. Yâhut da fakir kalacaksınız; babanız
Cennet’e gidecek. Babanızın Cennet’e girmesi şartıyla fakir kalmayı yâhud da,
onun Cehennem’i boylaması şartıyla zengin olmayı tercih edin. Şimdi yanımdan
ayrılın ve benden sonra sakın beytülmâl mesûllerini tâciz etmeyin. Şunu iyi
bilin ki, size verilmesini vasiyet ettiğim para mikdârı sadece yirmi bir
dinârdır.”
Ömer
bin Abdülazîz hazretlerinin hastalığı ağırlaşınca tabib çağırdılar. Tabib; “Bu
zehir içmiştir. Hayâtı hakkında teminât veremem.” dedi. Halîfe; “Sâde bana
değil, zehir içmemiş olanların hayatı hakkında da teminat verme!” buyurdu.
Tabib; “Zehir içtiğinin farkında mısın?” dedi. Halîfe; “Evet, mîdeme inince
anladım.” buyurdu. Tabib; “Tedâviye hemen başlıyalım.” dedi. Ömer bin Abdülazîz;
“Hayır. İlacı, kulağımın arkasında olsa uzanıp onu almam. Rabbime kavuşmam,
benim için daha güzeldir.” buyurdu. Ölüm döşeğinde, bir ara ağlamaya başladı.
“Niçin ağlıyorsun. Allahü teâlânın yardımı ile nice sünnetleri ihyâ ettin.
Adâletin ise çok yüksekti.” dediler. Bunlara cevâben buyurdu ki: “Ben, Allahü
teâlânın huzûruna bütün milletin hesâbını vermek üzere çıkacak değil miyim?
Herkese âdil olarak davranabildiğimden emin değilim. Yaptığım kusurlar da ayrı.
Tabiî ki ben bundan dolayı korkuyorum ve ağlıyorum.” Bir ara; “Beni oturtun.”
buyurdu. Oturttular. “Allah’ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin. Ben
kusur ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin. Ben ise isyân ettim.” diye
üç defa söyledi. Sonra da:
“Lâ
ilâhe illallah. İbâdete lâyık olan ancak Allahü teâlâdır” dedi ve başını göklere
çevirip dikkatle baktı ve; “Ben öyle kimseleri görüyorum ki onlar ne insan ne de
cindir.” dedi ve biraz sonra rûhunu teslim etti.
Vefâtından önce şöyle vasiyet etti: “Ey Meymûn bin Mihrân! Velid mezara
konduğunda oradaydım. Yüzünü açıp baktım, yüzü simsiyahtı. Ben de mezara
konduğum zaman yüzümü açıp bakınız.” Vefât edince vasiyeti gereği yüzünü açıp
baktılar, yüzü en genç günlerinden daha parlak, daha aydınlık ve güzeldi.
Ömer
bin Abdülazîz beyaz, ince ve nâzik yüzlü, zaîf, güzel sakallı, tatlı ve sevimli
idi. Halîfe olmadan önce çok gürbüz iken, halîfeliğinde çok zayıfladı.
Vefât
edince, zamânın âlimleri tâziyede bulunmak için hanımının yanına gittiler.
Halîfenin vefâtıyla müslümanların büyük kayba uğradığını ve bu sebeple
üzüntülerinin çok fazla olduğunu bildirdiler ve hanımına; “Ömer bin Abdülazîz
hazretleri hakkında bize mâlumât ver. Çünkü onu en fazla tanıyan sizsiniz.”
dediler. O mübârek hâtun şöyle anlattı: “O da sizin gibi ibâdet ederdi. Lâkin
bir hususiyeti vardı. O da, Allah korkusunun çok fazla olmasıydı. Öyle ki, Allah
korkusundan onun kadar titreyen birini daha görmedim. O her şeyini, insanlara
hizmette harcadı. Halkın ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntılarını gidermek için
bütün gün vazîfesi başında kalırdı. Akşam olduğu halde, bâzı kimselerin işleri
bitmezse, gece de devam ederdi. Eve girince, kendini namazgâhına atar, durmadan
ağlardı. Gözleri şişerdi. Sonra baygın düşerdi. Her geceki hâli buydu. Bir gece,
halkın ihtiyaçlarını, işlerini bitirdi. Sonra kendi şahsî malından olan kandili
istedi. Sonra iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra elini çenesine dayayıp
tefekküre daldı. Göz yaşları yanaklarından akıyordu. Sabaha kadar bu şekilde
ağladı. Şafak sökünce oruca niyet etti. Kendisine; “Ey müminlerin emîri! Sizde
bir hâl var. Sizi bu geceki gibi hiç görmemiştim.” dedim. Bana; “Ben düşünüyorum
ki, bu milletin beyazına siyahına halîfe oldum. Fakir, garib, kanâatkâr kendi
hâlindeki biçâreleri, muhtaçları, zorla tutulan esirleri, memleketin dört
köşesindeki nice dertli ve kederlileri düşünüyorum ve anlıyorum ki, Allahü teâlâ
onların hepsinin hesâbını benden soracak ve Muhammed aleyhisselâm da onların
lehine ve benim aleyhime şâhidlik yapacak. Bu hâlde olan birinin sonunun ne
olacağını düşünüyorum ve çok korkuyorum.” cevâbını verdi.
Ömer
bin Abdülazîz hazretlerinin vefâtından sonra Halîfe Zeyd ibni Melik, Fâtıma
binti Abdülmelik’in beytülmaldeki ziynet ve mücevherlerini iâde etmek isteyince,
Fâtıma; “Vallahi kabûl etmem. Ben Ömer’e sağlığında itâat edip de, vefâtından
sonra isyân etmem.” diyerek sadâkatini ifâde etti.
Ömer
bin Abdülazîz’in vefâtına bütün tebeası üzüldü. Cenâzesi arkasında ağlayan bir
râhibe; “Bu kimse senin dîninde değildi. Neden ağlıyorsun?” diye sordular. “Ben
şunun için ağlıyorum: Yeryüzünde bir güneş vardı. Şimdi battı...” cevâbını
verdi.
Mus’ab
bin A'yun anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim.
Koyunlar ile kurtlar birlikte dolaşırlardı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara
saldırdı. İçimden “Şu âdil halîfe ölmüş olmalı.” dedim. Araştırıldı. Ömer bin
Abdülazîz’in o gece vefât ettiği anlaşıldı.” Vefâtını cinniler de haber verdi.
Ömer
bin Abdülazîz’in vefâtıyla ilgili, şâirler mersiyeler söyliyerek onun kıymetini
dile getirdiler.
O,
büyük bir güneşti, doğmaz, gayri bir daha
Mâtemini tutarak saçamaz nûr ve ziyâ.
Sarardı
güneş artık, karardı cihan bile.
Yûnus
bin Ebû Şebib; “Ömer bin Abdülazîz hazretlerini, halîfeliğinden önce gördüm.
Etli ve gürbüz bir kimseydi. Halîfe olduktan sonra da gördüm. Öyle zayıflamıştı
ki uzaklardan kaburga kemiklerini saymak mümkündü.” dedi.
Ömer
bin Abdülazîz, Ehl-i Beyt’e çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunduğundan, hazret-i
Ali’nin torunu Fâtıma binti Hüseyin; “Ömer bin Abdülazîz kalsaydı biz bir şeye
muhtaç olmazdık.” buyurdu.
Büyük
velî ve âlimlerden Süfyân-ı Sevrî hazretleri ve İmâm-ı Şâfiî hazretleri;
“Halîfeler beştir; Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Ömer bin Abdülazîz’dir.”
buyurdular.
Fıkıh
âlimlerinden Meymûn bin Mihrân, Ömer bin Abdülazîz hakkında: “Âlimler, Ömer bin
Abdülazîz’in yanında talebeydi.” buyurdu. Hocası meşhûr fıkıh âlimlerinden
Mücâhid; “Biz, Ömer bin Abdülazîz’e öğretmek için geldik. Halbuki dâimâ ondan
öğrenir olduk.” buyurdu.
Mâlik
bin Dinâr buyurdu: “Dili dönen, zâhidim deyip duruyor. Zâhid, Ömer bin Abdülazîz
gibi olur. Dünyâ onun ayağına geldiği halde hepsini reddeder.”
Ömer
bin Abdülazîz’in insanlara rehber olan sözlerinden bâzıları şöyledir:
“Öfke
ve hırstan korunmuş olan kurtulmuştur.”
“Takvâ
sâhibinin ağzına gem vurulmuştur.”
“Ey
insanlar! Allah’tan korkun. Çünkü Allah’tan korkmak her şeyin yerine geçer ve
hiç bir şey onun yerine geçemez.”
“Bizden
önce helâk olanlar, hakkı engellemek ve zulüm yapmak yüzünden mahvoldular. Hak
onlardan satın alınırdı ve zulümden korunmak için de fidye verilirdi.”
“Müslümanlardan bir söz işittiğinde onu hayra yor, sakın şerre yorma!”
"Sizden
öncekilerin kabul ettikleri bilgileri alınız. Onların söylediklerine muhâlif,
zıt olanları almayın. Çünkü önce geçen büyükler, sizden daha hayırlıdır."
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
SIRAT
KÖPRÜSÜ
Ömer
bin Abdülazîz’in câriyesi yanına geldi. Selâm verdi ve namaz kılınan odaya
geçti. İki rekat namaz kıldı. Sonra uyuya kaldı. Biraz sonra kalktı ve halîfeye;
“Tuhaf bir rüyâ gördüm.” dedi. Halîfe; “Ne gördün anlat.” dedi. Câriye; “Rüyâda
Cehennem’i gördüm. Cehennemlik olanların üzerine kükreyip duruyordu. Sonra
Cehennem üzerinde Sırat köprüsü kuruldu. Abdülmelik bin Mervân geldi. Köprüye
girdi. Bir kaç adım attı, sonra devam edemeyip Cehennem’e düştü. Sonra Velîd bin
Abdülmelik geldi. O da devam edemeyip Cehennem’e düştü. Sonra Süleyman bin
Abdülmelik geldi. O da aynı şekilde Cehennem’e düştü.” dedi. Halîfe; “Devam et.”
dedi. Kadın; “Sonra da seni getirdiler.” der demez, Ömer bin Abdülazîz bir ah
çekti, düştü ve kendinden geçti. Kadın, yüksek sesle; “Vallahi senin selâmetle
Sırat köprüsünü geçtiğini gördüm.” dedi ise de halîfe bunu işitmiyor, yerde
çırpınıp duruyordu.
MÜRÜVVET
Bir
gece ona misâfir geldi. O bir şey yazıyordu. Misâfiri de yanında oturuyordu.
Lâmbasının yağı azaldı. Sönecek gibi oldu. Misâfir; “Yâ Emir-el-müminîn! Kalkıp
lambaya yağ koyayım mı?” deyince; “Misâfirine iş gördürmek, insanın mürüvvetine
yakışmaz.” buyurdu. “O halde hizmetçiyi kaldırayım mı?” “O da olmaz; daha
akşamın ilk uykusundadır.” Ömer bin Abdülazîz hazretleri kalkıp, lambaya yağ
doldurdu. Misâfir bu hâli görünce hayretle: “Ama, bu işi kendin yaptın, neden.”
deyince; “Bu işi yapmaya giderken, Ömer’dim. Yaptım, bitirdim; yine Ömer’im.
İnsanların Allah katında hayırlısı tevâzu sâhibi olanlarıdır.” buyurdu.
DÜN GEÇTİ
Bir gün
Ömer bin Abdülazîz hazretleri cemâate hitâben: Ey insanlar! Sizler, ölüm için
hedefler durumundasınız. Ölüm sizden dilediğini seçer. Size yeni bir nîmet
verildiği zaman, önceki nîmet orada sona erer. Ağıza bir lokma alınmasın, bir
yudum su içilmesin ki, onunla berâber bir keder ve bir üzüntü olmasın. Dün
geçti. O, sizin hakkınızda iyi bir şâhittir. Bugün mühim bir emânettir. Onun
kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek lâzımdır. Yârın, içinde hâdiselerle
berâber gelmektedir. Sizi almak için gelen ölümün elinden kaçış nereye olacak.
Sizler şu dünyâda, eşyâlarını bineklerine yüklemiş, yolcularsınız. Yüklerinizi,
buradan başka bir âlemde çözeceksiniz. Sizler, şu dünyâda sizden önce gelenlerin
yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz.
Sizin aslınız ve dünyâya gelmenize vesile olanlar kalmadı. Sizler, onlardan
dünyâya gelen kimseler olarak, nasıl bâkî (devamlı) kalabilirsiniz. Sizler de bu
dünyâdan göçeceksiniz.” dedi.
GELENLER
DURMUYOR
Ömer
bin Abdülazîz'in son Cumâ hutbesi şöyleydi:
“Ey
muhterem müslümanlar!
Şunu
iyi biliniz ki, lüzumsuz bir hiç olarak yaratılmadığınız gibi, yaptığınız
işlerden de sorgu ve sorumsuz kalacak değilsiniz. Gelmiş ve nihâyete kadar
gelecek insanların toplanacağı bir mahşer ve orada adâlet terâzilerinin
kurulacağı bir mahkeme vardır. Onun tek hâkimi, azamet ve kibriyâ sâhibi yüce
Allah'tır. Âhiret korkunç bir gündür. Yürekleri parçalayan, çocukları ihtiyar
yapan, kişiyi kardeş, evlâd ve iyâlinden kaçıran, peygamberleri, melekleri
titreten bir gündür. Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametiyle tecellî edeceği o
günde, kimde kuvvet ve tahammül kalır! Bununla berâber Allah’ın rahmetinden de
ümid keserek hüsrâna düşmeyiniz.
Ey
muhterem cemâat!
Muhakkak biliniz ki; mahşer gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü
düşünüp de Allah’tan korkan, küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi bekâ
âlemi olan âhirete üstün tutarak, şehvânî hislerinin esiri olmayanlar içindir.
Bunun aksi harekette bulunanlar muhakkak aldanır. Hayat ve ömür sermâyesini
haksızlık ve yolsuzluk arkasında tüketen eli boş ve nedâmet, pişmanlık içinde
kalır. Bugün; siz, sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin
de yerinizi tutacaklar var. Görüyorsunuz ki, gelenler durmuyor, gidenler geri
dönmüyor. İster istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan cenâb-ı
Hakk’ın huzûrudur.
Âhiret
âlemine gidenleri her gün uğurluyor ve götürdüğünüz kabirlerde kara toprak
altında yataksız, yastıksız, tek ve tenha bırakıp dönüyorsunuz. Ölümün acısını
duyan o fânîlerin hâli ne kadar merhameti çeker ve ibrete değer. Tanımadıkları
bir âleme sefer etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar. Gelip geçici emânet bir
hayatın gaflet uykusundan uyanmışlar, ama iş işten geçmiş, telâfi imkânı elden
çıkmış, naz ve nîmet içinde beslenmişlerken yatak ve yastıkları kuru toprak
olmuş, terkettikleri dünyâ malından istifâdeleri yok. Yaptıkları incir çekirdeği
kadar da olsa, bir hayrın imdâdını bekliyorlar. Düşünmeğe değer bu hâllerden
ibret almaz mısınız?
Ey
muhterem cemâat!
Zannetmeyin ki, kendimde bir büyüklük gördüğüm için size böyle nasîhat ediyorum.
İçinizde belki benden daha ziyâde Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine muhtaç
kimse yoktur. Ben hem kendim, hem de sizin için rahmet ve magfiret diliyorum.
Yüce Allah’ın kitabını, Peygamberinin güzel ahlâkını kendinize örnek yapınız,
ancak selâmet bundadır.” buyurduktan sonra gözyaşlarını tutamadı. Bu onun son
hutbesiydi. Aynı zamanda evine de son gidişiydi.
BEYİTLER
EN AHMAK
KİMSE
Ömer
bin Abdülazîz, bir sarhoş gördü yolda,
Yakalayıp bir cezâ, verecekti orada.
Lâkin
tam o sırada, hakaret etti sarhoş,
O ise
saldı onu, kaldı yine başıboş.
Dediler
ki: “Siz ona, cezâ verecektiniz,
O
hakâret edince, niçin salıverdiniz?”
Buyurdu: “Sarhoş hâlde, gördüm onu ilk defâ,
Dînin
emri îcâbı, verecektim bir cezâ,
O
hakâret edince, öfke geldi kendime,
Korktum
nefsim karışır, bu hâlis niyetime.”
Buyurdu: “Hak teâlâ, üç kişiyi çok sever,
Birincisi odur ki, herkese şefkat eder.
İkincisi, haklıyken, suçluyu affedendir.
Üçüncüsü, kızgınken, öfkesini yenendir.”
Bir
gece, hânesinde, misâfiri var iken,
Lâmbasının ışığı, azalmıştı âniden.
Misâfirler dedi ki: “Yâ Emîr-el müminîn!
Lâmbanın yağı bitmiş, koyalım, izin verin.”
Buyurdu: “İş gördürmem, kendi misâfirime,
Zîrâ
bu, hiç yakışmaz, benim mürüvvetime.”
Dediler: “Hizmetçiyi, kaldıralım, o koysun”
Buyurdu: “Yeni yattı, bırakın da uyusun.”
Sonra
kalktı kendisi, yağ koydu lâmbasına,
Şaştı
herkes bu işi, kendinin yapmasına.
Buyurdu
ki: “Bu işi, yapmadan da Ömer'dim,
Kalkıp
yaptım, bakınız, yine aynı Ömer'im.
İnsanın
hayırlısı, Hak teâlâ indinde
Tevâzu
gösterendir, her bir hareketinde.”
Bir gün
tanıdıkları, sordular kendisine:
“İnsanların içinde, en ahmak kimdir?” diye.
Buyurdu: “Dünya için, âhireti satandan,
Daha
ahmak bir kişi, olamaz insanlardan.”
Ömer
bin Abdülazîz, bir gün Hasan Basrî’ye,
Mektup
yazdı “Bana bir, nasîhat eyle” diye.
Buyurdu: “Bilesin ki, bu dünyâ bir konaktır,
En
büyük akıllılık, ona aldanmamaktır.
Zîrâ
onun üstünde, yaşıyanlar ölürler,
Sonra
yaptıklarının, hesâbını verirler.
Eğer ki
bu dünyâyı, üstün tutsa bir kişi,
Zillet
içinde yaşar, çetin olur her işi.
Dünya
zehir gibidir, bilmiyenler onu yer,
O da o
kimseleri, öldürür, helâk eder.
Diriler
ölülerden, hiç mi ibret almıyor?
Ölmiyecekmiş gibi, dünyâya aldanıyor.
Her gün
ayrı üzüntü, her gün ayrı bir keder,
Râhata
kavuşmadan, âniden ölüp gider.
Zîrâ
olmaz rahatlık, bu dünyada kat’iyyen,
Rahatlık âhirette, olacak ebediyyen.
İnsan
düşünmez mi ki, bir gün elbet ölecek,
Ne
yaptıysa, tek be tek, hesabını verecek.
Aklı
olan yaşamaz, dünyâda gaflet ile,
Aksi
hâlde ne kadar, üzülse azdır bile.
Dünyâya
sarılanı, dünyâ hep aldatmıştır,
Üzüntüsü üstüne, hep üzüntü katmıştır.
Dünyâda
Allah için, çalışmak dünyâ olmaz,
Müminin
malı olur, lâkin kalbine koymaz.”
KAYNAKLAR
1) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1133
2)
Fâideli Bilgiler; s.69, 76
3)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.5, s.253
4)
Tehzîb-ül-Esmâ vel-Lüga; c.2, s.19
5)
Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.119
6)
El-Kâmil fi’t Târih; c.5, s.60, 62
7)
Fevât-ül Vefeyât; c.3, s.133
8)
Tehzîb-üt-Tehzîb; c.7, s.475
9)
Vefeyât-ül-A’yân; c.6, s.301
10)
Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.119
11)
Târîh-ül-Hamîs; c.2, s.315
12)
Târih-i Taberî; c.8, s.137
13)
İbni Haldun Târihi; c.3, s.76
14)
Menâkıb-ı Ömer bin Abdülazîz (İbn-i Cevzî)
15)
Sıfat-us-Safve; c.2, s.63
16)
Sîret-i Ömer bin Abdülazîz (Menâvî)
17)
Tabakât-ı İbn-i Sa’d; c.5, s.330
18)
Târih-ül-Hulefâ; s.212
19)
Rehber Ansiklopedisi; c.14, s.19
20)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.334
|