|
OSMAN EL-HATTÂB
Ebû
Bekr-i Dûkdesî hazretlerinin yetiştirdiği âlimlerin ve evliyânın büyüklerinden.
Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında bilgi bulunmamaktadır. 1397 (H.800)
senesinde Kudüs’te vefât etti.
Zamânında bulunan meşhûr âlimlerin sohbetleriyle yetişen Osman el-Hattâb, haram
ve şüphelilerden sakınan, devamlı ibâdet ve tâatle meşgûl olan, güçlü, kuvvetli
ve heybetli bir zât idi. Dünyâya kıymet ve ehemmiyet vermezdi. İnsanlardan ayrı,
kendi hâlinde, sâde bir hayat yaşardı. Giyim, kuşam ve yemek husûsunda da böyle
sâde hareket ederdi. Kendini beğenmek, övünmek, kibir gibi kötü düşüncelerin
kalbine gelmemesi için, deve yününden yapılmış uzun bir hırka giyerdi. Allahü
teâlânın mahlûkâtındaki hikmetleri, bunları yaratan Allahü teâlânın büyüklüğünü
düşünmek, buna karşı şükredici bir kul olmak maksadıyla, devamlı mahzûn, mahcûb,
başı önüne eğik dururdu. Bir ihtiyaç olmadıkça ve birisi ile konuşmak îcâb
etmedikçe başını yukarı kaldırmazdı. Bütün mahlûkâta ve bilhassa yetim çocuklara
karşı çok merhametli idi. Kendisi daha çok küçük iken, babası vefât etmiş ve
yetim büyümüş olduğundan, yetim çocukların hâlini iyi bilirdi. Dergâhında
bulunan talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi karşılardı. Onların ve hattâ
dışarıda bulunan insanların dertlerine, sıkıntılarına çâre bulmaktan zevk
alırdı. Tanıdıklarının en ufak ihtiyaçları ile yakından ilgilenir, bunu yaparken
hiç üşenmez ve sıkılmazdı. Dağdan odun getirir ve yemek kazanının altını kendisi
yakardı. Talebelerinden ve yetimlerden yüz kadar kimse devamlı yanında kalır,
onların da ihtiyaçlarını kendisi görürdü. Dergâhın bir geliri veya bir vakfı
yoktu. Bununla berâber, hem orada bulunanların barınmalarından, hem de orada
barınanların maişetlerinden bir endişesi olmazdı. Günlük ne gelirse ona rızâ
gösterirler, Allahü teâlâya şükrederlerdi. O beldede bulunup, durumu müsâid
olanlar ve hattâ zamânın sultânı bile, zaman zaman, buğday, mercimek, fasulye,
pirinç gibi şeyler gönderirlerdi.
Bir gün
Sultan Kayıtbay, Osman el-Hattâb’a hitâben; “Başkalarının ihtiyaçlarını
karşılamak için kendinize çok sıkıntı veriyorsunuz. Bırakın hepsini! Gitsinler
ve siz de biraz rahat edin!” dedi. Sultânın bu sözlerini dikkatle dinleyen Osman
el-Hattâb hazretleri; “Siz de bizim durumumuzdasınız. Mâdem öyle, bu işi siz
yapın! Bırakın köleleri, askerleri. Herkesi salın gitsinler. Tek başınıza
oturun! Rahatınıza bakın!” buyurdu. Bu sözleri hayretle dinliyen sultan; “Nasıl
olur? Nasıl böyle söyleyebilirsiniz? Bunlar İslâm askerleridir” dedi. Bunun
üzerine Osman el-Hattâb da buyurdu ki: “İşte bunlar da Kur’ân askerleridir.” Bu
cevap sultânın çok hoşuna gitti. Ona hak verip, kendi düşüncelerinin yanlış
olduğunu anladı.
Hanefî
mezhebi âlimlerinden Şeyhülislâm Nûreddîn et-Trablûsî ve Mâlikî âlimlerinden
Seyyid Şerîf el-Hattâbî, Osman el-Hattâb’ın şöyle anlattığını haber veriyorlar:
“Hocam Ebû Bekr ile hacca gittiğimizde, kendisinden, zamânımızın kutbu olan
büyük âlim ile beni buluşturmasını istedim. Bana; “Burada otur!” dedi ve kendisi
yürüyüp gitti. Bir saat kadar ortalarda görülmedi. Sonra geldi. Yanında o büyük
zât vardı. Zemzem kuyusu ile Makâm-ı İbrâhim denilen yer arasında oturdular. Bir
saat kadar kendi aralarında sohbet ettiler. Bu sırada bana öyle bir ağırlık
çöktü ki, kendimi tutamıyordum. Öyle ki, başım dizime dayandı. O zât bana; “Ey
Osman! Bizi tanıdın ve bildin” buyurdu. Sonra Fâtiha ve Kureyş sûrelerini okuyup
duâ ettiler. Daha sonra da oradan ayrılıp gittiler. Aradan biraz zaman geçince,
hocam Ebû Bekr geri dönüp yanıma geldi. Bana; “Başını kaldır!” buyurdu.
Kaldıramadığımı söyledim. Bunun üzerine boynumu biraz oğdu ve Allahü teâlânın
izni ile boynumu hareket ettirebilir hâle geldim. Bunun üzerine bana; “Yâ Osman!
O zâtı görmediğin, sâdece sesini duyduğun hâlde bu hâle geldin. Ya görseydin
nasıl olurdun?” buyurdu."
Osman
el-Hattâb hazretleri bundan sonra, oturduğu meclisden Fâtiha ve Kureyş
sûrelerini okumadan kalkmazdı. Zamânında bulunan âlim ve velîler, Osman el-Hattâb
hazretlerini severler, ona hürmet ve edepte kusûr etmezlerdi. Bununla berâber,
kendisini âciz, zavallı ve kabahatli bilir, Cehennem’e atılmaktan çok korkardı.
Birisi kendisine yalvarıp duâ isteseydi; “Osman, Cehennem odunlarından bir
odundur. Onun hâtırı nedir ki, sana bir faydası dokunsun?” diye cevap verirdi.
İmâm-ı
Münâvî hazretleri buyuruyor ki: “Bir hâceti olan kimse, Osman el-Hattâb
hazretlerinin kabrini ziyâret edip, yedi defâ Fâtiha-i şerîf ve on defâ salevât-ı
şerîfe okursa ve bu zât hürmetine Allahü teâlâya duâ ederse, biiznillah o hâceti
görülür, sıkıntısı gider.”
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
NİÇİN
YIKTIRMIŞ?
Bir
defâsında Sultan Kayıtbay, geniş ve büyük bir saray yaptırıyordu. Osman el-Hattâb
hazretleri sultânın yanına giderek; “Ey efendim! Bu sarayın binâ edildiği
arsanın dörtte birlik bir kısmı, önceleri câmi idi. Sonra bu câmiyi yıktılar.
Yıkıntılar üzerini toprakla doldurup orasını bahçe yaptılar. Siz de şimdi o
yerin üzerine saray yaptırıyorsunuz” dedi. Sultan hiç tereddüt etmeden bu
sözleri kabûl etti ve bildirilen yerin derhâl yıkılıp, boşaltılmasını emretti.
Dediği gibi yapıldı. Bâzıları bu durumu beğenmeyip, dedi-kodu etmeye başladılar
ise de, sultan bunlara hiç îtibâr etmedi. Osman el-Hattâb ise, hakîkati meydana
çıkarmak için o yeri kazmaya başladı. Biraz kazılınca, yıkılan mescidin
kalıntıları olan mihrâb ve iki tâne de sütun meydana çıktı. Sultâna haber
göndererek, gelip buraya bakmasını, kendi gözleri ile görmesini istedi. Sultan
gelip baktı. Durum aynen o zâtın bildirdiği şekildeydi. Bu hâli gören
îtirâzcılar da îtirâzlarından vaz geçtiler. Böyle kerâmet sâhibi bir zâtın
bildirdiği bir duruma îtirâz etmiş oldukları için çok üzüldüler. Bu hâli, Osman
el-Hattâb’ın orada daha çok tanınmasına, hürmet ve muhabbet görmesine sebeb
oldu.
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.146
2)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.105
3)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.372
|
|