NASÛHÎ ÜSKÜDÂRÎ
Büyük
velîlerden. On yedinci yüzyılın ikinci yarısında ve on sekizinci yüzyılın
başında yaşamış olup, Halvetiyye yoluna mensuptur. Kastamonulu Şeyh Şâbân-ı Velî
hazretlerinin torunlarındandır. Babası Sipâhî Seyyid Nasûh Beydir. İsmi
Muhammed, babasının ismine nisbetle Nasûhî, Üsküdar'da doğup yaşadığı için
Üsküdârî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. Ancak 1647
(H.1057), 1648 (H.1058) senelerinde İstanbul'da, Üsküdar'da doğduğu tahmin
ediliyor. 1718 (H.1130) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri Üsküdar,
Doğancılar'da Nasûhî Dergâhı bahçesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret
edilmektedir.
Üsküdar'da Bulgurlu Mescidi yakınındaki Koşuyolu yokuşu karşısındaki evlerden
birinde dünyâya gelen Muhammed Nasûhî Efendi, zamânının usûlüne göre ilim tahsîl
etti. Daha küçük yaşında âlimleri ve evliyâyı çok seven ve onlar gibi olmayı
arzu eden Nasûhî Efendiyi babası ilim öğrenmesi için zamânının medreselerinde
okuttu. Yüksek istidâtı ile genç yaşında tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî
ilimler ile zamânın edebiyat ve fen ilimlerinde âlim oldu. Bu arada kalp
bilgilerinde de mârifet sâhibi, olgun ve kâmil bir insan olmak için, Halvetiyye
yolunun şeyhlerinden olan Karabaş Ali Efendi diye de bilinen Ali Atvel
hazretlerinin hizmetine girdi. Uzun süre riyâzet ve mücâhedelerden sonra, keşf
ve kerâmet sâhibi olgun bir velî oldu. Muhammed Nasûhî haramlardan şiddetle
kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederdi. Dünyâya hiç meyletmez,
Allahü teâlânın korkusundan gözünden yaş eksik olmazdı. Uzun ömründe hep
insanların âhiret kazancı için uğraştı. Hocası Ali Atvel hazretleri tarafından
icâzet, diploma verilerek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ve
talebe yetiştirmekle vazîfelendirildi. Hocasının emriyle Mudurnu'ya giderek
insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve
âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için gayret etti. Mudurnu halkından
pekçok kimse onun sohbetinde bulunarak feyzinden istifâde etti. On bir sene
müddetle Mudurnu'da kalan Muhammed Nasûhî Efendi, birçok talebe yetiştirdi.
Hocasının emri üzerine İstanbul Üsküdar'a döndü. Üsküdar'da bulunduğu sırada iki
sene müddetle Doğancılar meydanına yakın Çakırcı Hasan Paşa ve Süleymân Paşa
câmilerinde halka vâz ve nasihat ederek onlara Allahü teâlânın ve Resûlünün
rızâsına kavuşturan yolun esaslarını anlattı. Pekçok kimse vâz ve sohbetleri
sebebiyle hidâyete erdi.
Hocası
Ali Atvel hazretleri de bu sıralarda Üsküdar'da Vâlide-i Atik Dergâhında
kalıyor, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıyordu. Bir gün Muhammed
Nasûhî Efendi, hocası Ali Atvel hazretleriyle berâber geziyorlardı. Doğancılar
Meydanında şimdiki Nasûhî Dergâhının bulunduğu yere geldiklerinde, Ali Atvel
hazretleri; "Oğlum inşâallah bu yer senin sebebinle mâmûr hâle gelir. Kıyâmet
gününe kadar da Muhammed Nasûhî Dergâhı diye anılır." buyurdu.
Muhammed Nasûhî Efendi 1688 (H.1099) senesinde Üsküdar Doğancılar'da kendisi
için bir dergâh inşâ ettirmeye başladı. Bu dergâhı yaptırırken Yeniçeri ağası
Hasan Paşa ona her türlü maddî ve mânevî desteği sağlıyordu. Fakat bu sırada
Hasan Paşanın Van Muhâfızlığına tâyin edilmesi, destekten mahrum kalmasına sebeb
oldu, beş kese altın borç alarak dergâhın inşâsını tamamladı. Bu borç sebebi ile
bir müddet sıkıntı çektiyse de sonra kurtuldu.
Bu
sıralarda daha önceden fethedilen Sakız Adasını Venedikliler yeniden istilâ
etmişler, oradaki müslüman halka eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardı. Bunlara
karşı Mezomorto HüseyinPaşa komutasında bir donanma gönderildi. Bu donanma
Sakız'ı almak üzere savaşa girdi. Osmanlı yiğitleri Sakız'da çarpıştıkları bir
sırada, Nasûhî Efendi, Üsküdar'daki dergâhında kırk gün süren bir halvete
çekildi. Kimsenin olmadığı bir odada Allahü teâlâyı zikreder, oruç tutar, namaz
kılar, Kur'ân-ı kerîm okuyarak ibâdet ederdi. Bir gün yakın dostlarına;
"Elhamdülillah Sakız Adası ehl-i İslâma nasîb oldu." buyurdu. Yakın dostları
bugünün târihini bir yere kaydettiler. Birkaç gün sonra fetih haberi duyuldu.
Aylar sonra Sakız Adasının fethine katılan gâzilerden bâzıları Nasûhî Efendinin
dergâhına ziyârete geldiler. Adanın fethi sırasında, Venediklilere karşı elinde
kılıç olduğu halde asker kıyâfetinde olmayan pekçok yiğitle birlikte Nasûhî
Efendiyi çarpışır gördüklerini söylediler. Adanın fetholunduğu günü bildirdiler.
Talebeler daha önce kaydettikleri târihle karşılaştırdıklarında bunun,
bildirilen güne rastladığını hayretle müşâhede ettiler.
Sakız
Adası zaferinden sonraydı. Muhammed Nasûhî Efendi borçlarını ödemekle meşgûl
olduğu sırada Mezomorto Hüseyin Paşa konağına dâvet etti. Nasûhî Efendi, Paşanın
konağına varınca, Paşa saygıyla ayağa kalkıp kendisine ikrâmda bulundu. Muhammed
Nasûhî Efendi, Paşanın bu hareketine hayret etti. Kendi kendine; "Bu ne haldir?
Bakalım sonu ne olacak." dedi. Çünkü Mezomorto Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine
daha önce yakınlık göstermezdi. Bugünlerde ilgilenmesi onun dikkatini çekti.
Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine hitâben; "Efendi hazretleri! Bize niçin
yabancı gibi bakıyorsun. Sakız önündeki muhârebede bize zaferi müjdeleyen siz
değil miydiniz?" dedi. Çünkü Sakız muhârebesi sırasında Nasûhî Efendi,
Mezomorto Hüseyin Paşanın bulunduğu kalyona kerâmet olarak gelmiş, zaferi
müjdeledikten sonra kaybolmuştu. Sakız muhârebesi sırasında bu müjdeyi veren
kimsenin Nasûhî hazretleri olduğunu bilen Hüseyin Paşa, o gece, onu konağında
misâfir edip izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ertesi sabah dergâh inşâası sebebiyle
olan bütün borçlarını ödediği gibi, dergâhının çeşitli ihtiyaçlarını da temin
etti. Böylece Nasûhî Efendinin kimseye borcu kalmadı.
Tamâmen
Nasûhî Efendinin mülkü olan dergâhta, Cumâ namazı kılınmaya başladı. 1704
(H.1116) senesinde Vezîriâzam Dâmâd Hasan Paşa bu dergâha imâm, hatîb, müezzin,
kayyım tâyin ettirdi. Diğer ihtiyaçları için de günlük yüz elli akçe tahsisat
ayırttı. Ayrıca Hadice Sultan ve Vâlide Atik Sultan vakıflarından bu dergâhın
ihtiyaçları için gelir tahsîs edildi. Dergâhta bulunan dervişlerin her türlü
ihtiyaçları temin edildiği gibi, dergâha her gün gelen misâfirler ağırlandı.
Nasûhî
Efendi, dergâhında pekçok talebe yetiştirdiği gibi, çeşitli câmilerde verdiği
vâz ve nasîhatleriyle onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları
için çalıştı. 1705 senesinden îtibâren Eyyûb Sultan hazretlerinin câmiinde Salı
günleri vâz vermeye başladı. Vefâtına kadar bu mübârek makamda vâz ve nasîhata
devâm etti. Çok tesirli ve ilgi çekici vâzlarını sayısız kimse uzaktan yakından
gelip dinledi. Câmide toplanan kalabalıktan o gün Nasûhî hazretlerinin vâz günü
olduğu anlaşılırdı.
Nasûhî
Efendi, vâz günlerinden olmayan bir günde Eyyûb Sultan Câmiine gelmişti. Câminin
o günkü vâizi, hazırladığı vâza âit notlarını unutmuştu. Durumu Nasûhî Efendiye
bildirdi. Nasûhî Efendi de hazırlıksız olmasına rağmen kürsüye çıktı. "Bana bir
kitap veriniz." dedi. Orada bulunanlar bir şiir kitabı verdiler. Nasûhî Efendi o
kitaptan bir şiir okuyarak vâza başladı. Bugünkü vâzı diğerlerinden daha hoş
olup, dinleyenler çok memnun kaldılar. Nasûhî Efendinin o kitaptan okuduğu kıt'a
şudur:
Gönül
ki sînede sensiz garîb imiş cânâ
Vatanda
âşıka kûyün habîb imiş cânâ
Gamınla
mihnete salmışdı rûzigâr beni
Yine
cemâlini görmek nasîb imiş cânâ.
Tasavvuf yolunda kutbiyyet, gavsiyyet ve ferdiyyet derecelerine ulaşmış olan
Mahmud Nasûhî Efendinin birçok kerâmetleri görüldü.
Sâlih
Efendizâde Feyzullah Efendi çocuk iken hastalanmış, bir şey yiyip içmeden dalgın
halde yatıyordu. Nasûhî Efendi, Burnaz Hasan Ağaya; "Sâlih'e gidelim, Sâlih'in
oğlu hasta olup perişan bir halde yatmaktadır." dedi. Yanlarına aldıkları
bir-iki kimseyle birlikte Sâlih Efendinin evine geldiler. Dalgın bir halde yatan
Feyzullah Efendinin başucuna yaklaşıp ellerini alnına koydu ve; "Feyzullah'ım,
Feyzullah'ım." diyerek yüzünü okşarken Feyzullah Efendi gözlerini açtı. Gördü
ki, mübârek elleriyle kendisini okşuyordu. Feyzullah Efendi, Nasûhî Efendinin
ellerini öptü. O saatte üzerindeki ağırlık ve rahatsızlık gitti.
Draman
Dergâhı şeyhi olan Îsâ Efendinin kızı hastalanmıştı. Hastalık o dereceye
ulaşmıştı ki, etrâfında bulunanlar ondan ümit kesmişlerdi. Îsâ Efendi de tam bir
ümitsizliğe düşmüştü. Bir an Nasûhî Efendi ile kardeşlik derecesinde sevgileri
olduğunu düşünüp, evlâd-ı mânevîsî olanZâkir AhmedEfendiyi Üsküdar'a gönderdi.
Zâkir Ahmed Efendiye; "Nasûhî Efendi hazretlerine git, selâmımı söyleyip hâlimi
arzet. Ömrümün meyvesi biricik kızım çok hastadır. Kardeşliğini bugün için
beklerim. Himmet buyurup kızımın sıhhate kavuşması için Allahü teâlâya yalvarıp
duâ etmelerini istiyorum." dedi. Zâkir Ahmed Efendi hemen Üsküdar'a gidip Nasûhî
Efendi hazretlerinin dergâhına vardı. Huzurlarına çıkıp ellerini öptükten sonra
geliş maksadını arzetti. Nasûhî Efendi bir mikdâr durakladıktan sonra; "Îsâ
Efendiye selâm söyle. Cenâb-ı Hak kerîmdir, bağışlar. Çok üzülmesinler." buyurdu
ve müjde verdi. Ahmed Efendi, Îsâ Efendinin dergâhına döndüğü zaman, selâm verip
içeri girdi. Ona hastanın kalkıp çorba içtiğini ve biraz kendisine geldiğini
söylediler. Ahmed Efendi, Nasûhî Efendi hazretlerinin selâmını tebliğ edip,
müjdelerini bildirdi. Îsâ Efendinin kızı kendisinin sıhhate kavuştuğu kanâatine
vardı. Dergâhta bir bayram havası vardı ve herkes seviniyordu. Bu sırada, Nasûhî
Efendinin ergenlik çağına ulaşmış olan kızı hastalandı. Kendisine haber
verdiklerinde; "Onun için gerekli hazırlıkları yapın, vefât edecektir." buyurdu.
Techiz ve kefeni hazırlanıp diğer hazırlıkları yapıldı. O gece kızı vefât etti.
Ertesi günü defnedildi.
Lodosun
şiddetle estiği fırtınalı bir günde talebeleri Nasûhî Efendiyi ziyârete
gittiler. Bir miktar sohbet ettikten sonra, Harem İskelesine doğru geldiler.
Sonra Nasûhî Efendi; "Harem'den Galata'ya cenâze namazına kim gider?" dedi.
Orada bulunanlar; "Ey Sultanımız! Bu fırtınalı havada karşıya geçmek mümkün
müdür?" dediklerinde; "Aslına sonra vâkıf olursunuz. Sevâba ihtiyâcı olan
gider." buyurdu. İki ihtiyar kimse ile gitmeye karar verdiler. Talebeleri de
Aşağı Çınar'a kadar berâber gidiyorlardı. Hacı Paşa Hamamı önünde bir mevlevî
dervişi zuhûr etti. Gelerek Nasûhî hazretlerinin elini öptü. Derviş konuşmaya
başlamadan önce Nasûhî Efendi; "Fasîh Dede ne zaman vefât etti." diye sordu.
Derviş; "Bu gece yarısından önce Derviş Osman'ı odasına çağırıp; "Bu gece yolcu
olsak gerektir. Lâkin beni Şeyh Nasûhî gasl etsin (yıkasın). Namazımı dahi onlar
kıldırsınlar." diye vasiyet eyledi ve iki saat geçtikten sonra vefât etti. Biz
sabah namazını kıldıktan sonra Derviş Osman beni çağırıp denizde fırtına var.
Lâkin elbette Fasîh Dedenin söylediklerinde bir hikmet vardır. Buradan bir
kayığa bin, İstanbul'a (Eminönü'ne) var. İstanbul'dan büyük bir kayık bulup git,
Nasûhî Efendi hazretlerine durumu haber ver. Elbette onlara dahi malûm olmuştur.
İcâbet buyururlar diye, Sultanım hazretlerine ben kölenizi gönderdi. Ben büyük
bir kayık getirdim. Şimdi Şemsipaşa'dadır." dedi. Nasûhî Efendi talebeleriyle
birlikte Şemsipaşa'ya kadar yürüdüler. Orada bekleyen kayığa bindiler.
Talebeleri hocalarının sözündeki hikmeti anladılar ve bir kerâmetine daha şâhid
oldular.
Nasûhî
Efendinin sevenlerinden Şâmî Ahmed Efendinin bir kız çocuğu olmuştu. Hanımıyla
konuşup çocuğun ismini Fâtıma koymaya karar verdiler. Bu sırada Nasûhî
Efendinin, Ahmed Efendinin evine gelmekte olduğunu gördüler. Ev sâhibi kapıya
çıkıp onu hürmetle karşıladı, ellerini öptükten sonra içeriye dâvet etti. Nasûhî
hazretleri başkaları hiçbir şey konuşmadan; "Oğlum biz sizin kızınıza isim
koymak için geldik." buyurdu. Ahmed Efendi çocuğun annesinin yanına girip durumu
anlattı. Çocuğun annesi; "Biz kendi aramızda Fâtıma ismini koymayı
kararlaştırmıştık ama, bunda da bir hikmet var. Nasûhî hazretlerinin verdiği
isim olsun." dedi. Çocuğu Nasûhî Efendinin kucağına verdiler. Kimseye hiçbir şey
söylemeden sağ kulağına ezan, sol kulağına ikâmet okuduktan sonra, çocuğa Fâtıma
ismini verdi. Orada bulunanlara da buyurdu ki: "Allahü teâlâ bilir ama sizin
gönlünüzden de Fâtıma ismi koymak geçiyordu." buyurdu. Çocuğun babası ve
yanındakiler Nasûhî hazretlerinin kerâmetini görüp büyük bir velî olduğunu
anladılar.
Muhammed Nasûhî Efendi senelerce dergâhında talebe yetiştirdi ve Eyyûb
SultanCâmiinde Salı günleri vâz ve nasihat ederek insanların dünyâ ve âhirette
saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret etti.
1714
senesinde Kastamonu'ya gönderildi. Kastamonu'da bulunduğu sırada da vazifesini
sürdürdü. Orada Halvetiyye ve Şâbâniyye yolu büyükleriyle görüşüp sohbet etti.
Evliyâ ve âlimlerin kabirlerini ziyâret etti. Bu yolculuğu sırasında oğlu Şeyh
Alâeddîn Efendi de yanında bulundu. Kastamonu'dan ayrılacağı sırada büyük velî
Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin kabrinin bulunduğu türbeye girdi. Kabrinin
başında Kur'ân-ı kerîm okuyup sevâbını rûhuna bağışladı.
Şeyh
Şâbân-ı Velî hazretlerinin rûhâniyetine teveccüh edip, yönelip ondan istifâde
etti. Ona vedâ ettikten sonra hayvanına binerek Ilgaz Dağında türbesi bulunan
Benli Sultan diye meşhûr olanŞeyh Muhyiddîn Efendinin kabrini ziyârete gitti. Bu
ziyâret sırasında yanında Kastamonulu Azizzâde Efendi ve Nasûhî hazretlerinin
oğlu Alâeddîn Efendi de bulunuyordu.
Nasûhî
Efendi, Benli Sultanın kabrini ziyâret etmek içinKastamonulu Azizzâde ile
birlikte türbenin içine girdi. Oğlu Alâeddîn Efendi ise, kapıda bekliyordu.
Biraz sonra Alâeddîn Efendi de türbenin içine girdi. Nasûhî Efendi iki rekat
namaz kılıp Kur'ân-ı kerîm okuduktan ve sevâbını Benli Sultanın rûhuna hediye
ettikten sonra onun rûhâniyetine teveccüh etti. Bu sırada oğlu Alâeddîn Efendi
de gözlerini kapayıp teveccüh ediyordu. Kulağına konuşma sesleri gelmeye
başladı. Kendi kendine; "Herhalde babam Azizzâde ile konuşuyorlar." dedi. Fakat
gözlerini açıp baktığında ne görsün. Sandukanın üzerinde orta boylu, hafif
sakallı bir zât duruyordu. Babası Nasûhî Efendi de o zâtla sohbet ediyordu.
Onların bu hallerinden ve heybetlerinden hayrete düşen Alâeddîn Efendi, dışarı
çıktı. Bir müddet sonra Nasûhî Efendi ve Azizzâde Efendi de dışarı çıktılar.
Kastamonu'dan ayrılıp, İstanbul'a gelmek üzere yola çıkan Nasûhî Efendi, bu
yolculuk sırasında Mudurnu'ya uğradı. Mudurnu'daki bir hâlini oğlu Şeyh Alâeddîn
Efendi şöyle anlattı: "Babam Nasûhî Efendi, Kastamonu dönüşünde Mudurnu'ya gelip
Sun'ullah Efendinin kabrini ziyâreti sırasında birkaç gün talebelerinden
Abdullah Efendiye misâfir oldu. Bir gün işrak namazından sonra istirahat
ediyorlardı. Biz de Abdullah Efendi ile sohbet ediyorduk. O sırada iki zât zuhûr
edip, selâm verdiler ve yanımıza oturdular. Sarışın, kısa boylu, heybetli
kimselerdi. Bir ara bana korku gelip yanlarından kalktım. O zâtlar, Nasûhî
Efendi uyanınca yanına gittiler. Şeyh Abdullah Efendiye; "Bunlar kimlerdir?"
diye sordum. O; "Bunlar Sun'ullah Efendinin talebelerindendirler." cevâbını
verdi. Ben ona; "Sun'ullah Efendi vefât edeli yüz seneye yakın oldu." deyince,
Abdullah Efendi; "Bunlar cinnî tâifesindendir. Tecdîd-i bîat (bîatlarını
yenilemek) için geldiler. HâlenSun'ullah Efendinin türbesinin penceresi önünde
otururlar. Pekçok defâ bunları görenleri gördük." dedi.
Muhammed Nasûhî Efendi 1718 senesi Şâbân ayının son haftası, vâzında; "Bize bir
sefer gerekti. Bu makamda son vâzımdır." buyurarak cemâate vedâ etti.
Dergâhlarında da aynı şekilde vedâ etti. Onun bu sözlerini talebeleri herhalde
Kastamonu'ya gidip oradaki büyükleri ziyâret edecek diye mânâlandırdılar. O
hafta Cumâdan sonra hastalandı. Ramazan ayının ilk günlerindeydi. Bir gece
oturduğu evden dışarıya çıkan Nasûhî Efendi, dergâhın bahçesinde dolaşıyordu.
Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak yanına yaklaştı ve;
"Muhterem efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?" diye
sordu. O da; "Allahü teâlâ bilir ama, bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden
kendime yer hazırlıyorum." buyurdu.Hanımı bu haberi işitince üzüldü ve; "Niçin
böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsun." dedi. Nasûhî hazretleri; "Takdîr-i İlâhî
böyledir." cevâbını verdi. Aradan günler geçti. Ramazân-ı şerîf ayının ortasına
geldiğinde, sevenlerini etrâfına toplayıp, yerine oğlu Alâeddîn Efendiyi halîfe
tâyin etti ve vasiyetini bildirdi.
Muhammed Nasûhî hazretlerinin talebelerinden Şâmî Ahmed Efendi, vefât edeceği
gün hocasını ziyâret etti. Mahammed Nasûhî Efendinin hastalığı iyice artmıştı.
Şâmî Ahmed Efendi ona; "Efendim biraz az oruç tutup ilaç kullanırsanız
rahatsızlığınız iyileşebilir." deyince, Nasûhî Efendi; "Oğlum! Cenâb-ı Hakk'ın
inâyetiyle otuz senedir farzları değil nâfileleri dahi noksan yapmadım.
İnşâallah bu gece dergâh-ı izzete, oruçlu giderim." buyurdu.
Mahammed Nasûhî hazretleri vefât ettikleri gün ikindi namazından sonra
hizmetinde olan dervişlere; "Bu gece Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî,
Molla Hünkâr Celâleddin, Mârûf-i Kerhî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî
ve hocam Ali Atvel hazretleri teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur
etmeyin."İftar vaktinde Derviş İbrâhim, Nasûhî hazretlerinin yanından odanın
kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasûhî hazretleri bir
defâ; "Hû." diye seslendi. Derviş İbrâhim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar;
"Hû." diye Allahü teâlânın ismini zikr edip rûhunu teslim etti.
Ramazân-ı şerîf ayının on sekizinci Pazartesi günü iftâr vaktinde vefât etti.
Ertesi gün Üsküdar'da Doğancılar Parkının karşısındaki çıkmaz sokağın içindeki
dergâhının bitişiğinde defnedildi. Muhammed Nasûhî Efendinin kabrinin üzerine
daha sonra türbe inşâ edildi. Taştan yapılmış türbenin önünde mescidin minâresi
vardır. Eskiden türbeden mescide bir kapı açılırdı. Türbenin içinde tahta
sandukalı on kabir vardır. Ortadaki demir şebekeli sanduka Şeyh Nasûhî
Efendinindir. Diğerleri ise Muhammed Nasûhî Efendinin oğulları ile torunlarının
ve türbede postnişinlik yapanlarındır. Bâzılarının üstünde isimlerini ve vefât
yıllarını gösteren levhalar vardır. Türbenin sağ tarafında dergâhın mescidi
vardır. Türbenin üzerinde Şâir Zekâî'nin ta'lik hattıyla yazılmış olan şu iki
satırlık manzûmesi bulunmaktadır.
Makâm-ı
evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple
dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî'dir.
Mânâsı:
"Ey derviş! Manevî fetihlerle ilgili feyzlerin kaynağı ve velîler durağı olan bu
Nasûhî dergâhına edeple gir."
Abdülkerîm Dede, Canbazlar Kethüdâsı İbrâhim Ağa ve Nasûhîzâde Ahmed Efendi
anlattılar:
"Bir
gün dergâha elinde bavulu ile biri geldi.Bavulunu emânete verip, bize Nasûhî
hazretlerinin türbesini sordu. Biz de; "Yorgunsun, birazcık dinlen, sonra
ziyâret edersin." dedik. Fakat o; "Önce ziyâret edeyim sonra dinlenirim."
cevâbını verdi. Bunun üzerine türbeyi gösterdik. O gidip kabrin başında bir
müddet Kur'ân-ı kerîm okudu. Ziyâretten sonra yanımıza gelip oturdu ve şöyle
anlatmaya başladı: "Bu fakîr, seyahatim esnâsında bir vilâyete uğradım.
Birisine; "Burada talebelerin, gariplerin kaldığı bir dergâh var mıdır?" diye
sordum. O da; "Filân yerde bir dergâh var. Aradığını orada bulabilirsin." dedi.
Oraya gidip misâfir oldum. Dergâhın idâresini yapan, mübârek kâmil bir zât imiş.
Onunla tanıştık, o gece berâber sabaha kadar sohbet ettik. Bana seyahatimin
sebebini ve nereye gideceğimi sordu. Ben de anlattım ve İstanbul'a gideceğimi
bildirdim. Bana; "Oğlum, bir ricâda bulunsam acabâ yerine getirebilir misin?"
dedi. "Elbette gücüm yeterse yaparım, emrediniz." dedim. O da; "İstanbul'a
gitmek için, Üsküdar'dan geçmen lâzım. Üsküdar'ın Doğancılar semtinde Nasûhî
hazretlerinin türbesi vardır. Oraya uğradığında bizim hürmetimizi bildirip,
mübârek rûhuna Yâsîn-i şerîf, üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyup sevâbını hediye eder
misin?" dedi. "Peki, inşâallah emrinizi yerine getiririm." dedim. Sonra ona;
"Efendim! İstanbul'da pek büyük velîler, âlimler olduğu hâlde, niçin önce Nasûhî
Efendiye gitmemi arzu ettiniz?" diye sormaktan kendimi alamadım. O da: "Babam
Kâdiriyye yolunda olgun bir velî idi. O hayatta iken kıymetini bilemeyip
nefsimin hevâsı peşinde koştum. O vefât ettikten sonra da huzûrum iyice kaçtı.
Birgün babamın yerine bakan halîfesi bana; "Ey mübârek hocamın yâdigârı!
Kıymetli ömrünüzü böyle geçirip giderseniz sonunuz hüsrân olur. Mübârek
hocamızın bize bir emânetisiniz. Zararın neresinden dönerseniz kârdır. Geç de
olsa bir medreseye gidip ilim tahsîl etseniz, bir velî kulun hizmetine girip
kalb ilimlerini öğrenip buraya gelseniz ve babanızın yerine geçseniz ne güzel
olur. Size elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz. Size yakışan budur." dedi.
"Peki, nereye gideyim." diye sorduğumda da; "Edirne'de tanıdığım âlimler var.
Oraya gidebilirsin." deyince, hazırlığa başladım. İhtiyaçlarımı tedârik edip
yola çıktım. Yolculuk uzun ve yorucu oluyordu. Vakti gelince namazlarımı
kılıyor, akşamları da uygun yerlerde uyuyup dinleniyordum. Bir gün dinlendiğim
bir handa, önümüzdeki yolu eşkıyâların kestiğini, geçenleri soyduklarını
söylediler. Ben onların bu sözlerine aldırmayıp Allahü teâlâya tevekkül ederek
yoluma devâm ettim. Yol kesicilerin bulunduğu mahalle yaklaştım. Karşı tepenin
üzerinde hareket eden bâzı karartılar görülüyordu. Belli ki onlardı. Gitsem mi,
gitmesem mi diye tereddüd içinde yürürken, karşıdan siyah bir at üzerinde nûr
yüzlü, sakallı ve heybetli bir zât göründü. Yanıma geldiğinde; "Evlâd! Korkma,
gel benimle." diyerek geri döndü. Peşinden yürümeğe başladım. Eşkıyânın
bulunduğu yerden geçtikten sonra bana dönerek; "Bundan ötesi selâmettir. Yolun
açık olsun, Allahü teâlâ yardımcın olsun." dedi ve kayboldu. Cenâb-ı Hak, ilim
öğrenmek niyetimin bereketiyle, beni eşkıyânın şerrinden bu tanımadığım mübârek
zâtın vesîlesiyle kurtarmıştı.
Uzun
yolculuktan sonra Üsküdar'a geldim. Oradan İstanbul'a sonra da Edirne'ye
gidecektim. Üsküdar'da yürürken iki kimse yanıma sokuldu; "Ey efendi! Seni
üstâdımız dergâhına dâvet ediyor. Lütfen oraya buyurunuz." dedi. Beni burada
kimse tanımazdı. Üstelik benim de tanıdığım bir kimse yoktu. Yine Rabbimize
tevekkül edip; "Peki geleyim." diyerek peşlerine düştüm. Dergâha geldik.
Dinlenmemi söylediler. "Beni huzûruna dâvet eden üstâdınızla görüşeyim."
dediğimde; "Üzülme, vakti gelince o sizi çağırır, görüşürsünüz." dediler. O gece
sabaha kadar uyuyamadım. Kur'ân-ı kerîm okuyup, namaz kıldım. Allahü teâlâya;
"Yâ Rabbî! Bana ilim, amel ve ihlâs ihsân eyle." diye çok yalvardım. Sabah
namazını kıldıktan sonra bana; "Şeyhimiz seni huzûruna bekliyor." dediler. İçeri
girdiğimde, beni eşkıyânın elinden kurtaran o nûr yüzlü zât karşımda duruyor,
bana tebessüm ediyordu. Hayretimden dona kalmışım. Aklım başıma geldiğinde hemen
eğilip elini öptüm. Sonra da; "Muhterem efendim! Tehlikeye girdiğimde hayâtımın
kurtulmasına sebeb oldunuz." derken, sözümü kesti ve; "Oğul! Ne garip kelâm
edersin. Seninle ilk defâ karşılaşıyoruz. Orada senin gördüğün kimse bu vücûd
değildir. Cenâb-ı Hak meleklerinden birini benim sûretimde oraya gönderip, seni
tehlikeden kurtarmış." diyerek hâllerini gizledi. Üç gün dergâhta kalıp
istirahat etmemi emretti. Dışarı çıktıktan sonra, bu zâtın kim olduğunu sordum.
Nasûhî Efendi olduğunu söylediler. Üç gün cana can katan, kalb hastalıklarına
şifâ olan sohbetleriyle şereflendim. Bereketli teveccühleri ile kalbim
aydınlandı, haller sâhibi oldum. Üç gün sonra huzûruna çıktığımda buyurdular ki:
"Evlâdım! Şimdi memleketine geri dön. Pederinin dergâhında makâmına otur. Bu
yolun âdâbına uyarak talebeleri yetiştirmeye çalış. Silsile-i aliyye
büyüklerinin rûhâniyetleri seni terbiye ederler. O zaman yüksek haller, zevkler
sâhibi olursun. Sana duâ ediyorum. Başın dara düştüğü zaman bizi hatırla." Bu
sözleri can kulağımla dinledim. Mübârek ellerini öptükten sonra vedâlaştım.
Memleketime gelip, gördüğün gibi burada talebelerin başında, onlara yardımcı
olmaya çalışıyorum. İşte yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı Nasûhî Efendiyi
ziyâret edip okumanı istedim." dedi."
İlimde
ve fazîlette yüksek bir zât olan Muhammed Nasûhî hazretleri, güzel ahlâk
sâhibiydi. Riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin
istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışırdı.
Uzun müddet halvette kalırdı. Recep ayının başında halvete girip, Ramazân-ı
şerîf bayramında halvetten çıkardı. İki erbaîn (kırk gün) ve bir îtikâf müddeti
(on gün) halvette kalırdı. 1696 (H. 1108) senesinde on erbaîn müddeti yâni dört
yüz gün müddetle erbâinde kalmıştı. Ramazan ayının son on günündeki îtikâfdan
başka olan halvet ve erbaînlerinde yirmi dört saatte bir yemek yerdi. Yağlı ve
tuzlu yiyeceklerden sakınırdı.Yediği tuzsuz çorba ve tuzsuz ekmeğin hepsi otuz
dirheme (yaklaşık 150 gr) ulaşmazdı. Erbaîn ve halvetlerde oruçlu olduğu gibi,
diğer zamanlarda Pazartesi ve Perşembe günleri ve Arabî ayların 13, 14 ve 15.
günlerinde oruç tutardı. Her gün evvâbîn, tesbih, teheccüd, işrak ve duhâ
namazlarını devamlı kılardı. Halvet ve erbaînlerde Peygamber efendimizin rûhuna
bir Fâtiha üç İhlâs okurdu. Diğer peygamberlerin, dört halîfenin, Aşere-i
mübeşşerenin diğer Eshâb-ı kirâmın, müctehid imâmların, tasavvuf büyüklerinin de
ruhlarına üç İhlâs bir Fâtiha okurdu. Özellikle Hasan-ı Basrî, Cüneyd-i Bağdâdî,
Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî, pîri ve mürşîdi Karabaş Ali Efendinin
ruhları için okur, her birinin rûhu için ayrı ayrı duâ ederdi.
Nasûhî
Efendinin, Ali Alâeddîn Efendi, Fadlullah Efendi, Fahreddîn Muhammed Efendi
isimli oğullarından nesli devâm etmiştir. Fadlullah Efendinin kızının oğlu
İbrâhim Affet Efendinin neslinden Nasûhîzâdeler diye ulemâdan bir âile devâm
etmiştir.
Nasûhî
Efendinin tasavvufta tâkib ettiği yola kendisinden sonra gelen talebeleri ve
sevenleri tarafından Nasûhiyye adı verildi.
Nasûhî
Efendinin tasavvuftaki yolu olan Nasûhiyye yolunu devâm ettiren halîfeleri ise
şunlardır:
1) Oğlu
Şeyh Alâeddîn Efendi. 2) Şâbân Efendi. 3) Şâbân Efendinin oğlu Mustafa Efendi.
4) Konurapa şeyhi Muhammed Efendi. 5) Mudurnu şeyhi Muhammed Efendi. 6) Serezli
el-Hac Ömer Dede. 7) Mudurnu şeyhi Abdullah Reşîd Efendi. 8) Ankara şeyhi Derviş
Hasan Efendi. 9) Arâkiyeci Mustafa Dede. Bunlar Nasûhî hazretlerinin icâzetli
halîfeleridir. Vazîfe verilmemiş olan pekçok talebesi vardı.
Nasûhî
Muhammed Efendinin belli başlı eserleri şunlardır:
1) Tefsîr-i Şerîf:
On cildlik bir eserdir.
2) Risâletü'l-Fahriyye, 3) Risâletü'r-Rüşdiyye, 4) Risâletü'l-Velediyye, 5)
Şuabü'l-Îmân, 6) Şerh-i Gazel-i Niyâzî-i Mısrî.
Nasûhî
hazretlerinin Peygamber efendimize muhabbet ve sevgilerini ifâde eden pekçok
şiirleri vardır. Bunlardan birisi şöyledir:
YÂ RESÛLALLAH!
Eyleyen
Uşşâk-ı şeydâ dâimâ
Tal'atındır yâ Resûlallah senin
Derd
ile âh ettiren subh u mesâ
Hasretindir yâ Resûlallah senin!
Rûz ü
şeb kârım benim efgân eden
Nâr-ı
hasretle dilim sûzân eden
Dembedem bu gözlerim giryân eden
Furkatındır yâ Resûlallah senin!
Asfiyânın gördüğü Lutf-i hüdâ
Evliyânın sürdüğü zevk ü safâ
Enbiyânın bulduğu rifa't şehâ
Devletindir yâ Resûlallah senin!
Merhamet kıl ben garîb âvâreye
Mücrimim rahm eyle yüzü kâraya
Şefkat
etmek bîkes ve bîçâreye
Âdetindir yâ Resûlallah senin!
Eş
Şefîü'l-müznibîn nûr-ı ahad
Kendi
bendendir Nasûhî kılma tard
Bâb-ı
lutfundan kerem kıl etme red
Ümmetindir yâ Resûlallah senin!
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ARZU EDEN
GELSİN
Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle sevenlerinden birinin dâveti
üzerine hava değişikliği için Çamlıca civârındaki Bulgurlu'ya gitti. Bulgurlu'ya
gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra
yanında bulunanlara; "Bize bugün Üsküdar'a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine
getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir." buyurdu.
Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar'a gelmek üzere yola çıktı.Yolda
karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve; "Ben duâcınız da efendime
gidiyordum. Dergâhınıza vardım. Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu'dadır."
dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size gelişimin sebebi,
Üsküdar'da Bülbülderesi denilen yerdeki bir mağarada, Nakşibendiyye yolu
mensuplarından Şâh Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine
karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden
biriydi.Ömrünün sonuna doğru bana; "Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât
ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkînimi vermek
üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi
unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi ona
bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir." buyurdu.Lâkin duâcınız
işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti."
dedi. Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha
gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle
birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını
kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi.
ACELE TÖVBE ET
Sarayda
vazîfeli Mehmed Ağa anlattı: "Sarayda, Enderûndan yetişmiş bir ağa, Üsküdar'daki
konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeliydim. O günlerde,
Doğancılar'da Nasûhî Efendinin vefât ettiği duyuldu.Cenâze namazı kılınmak üzere
câmiye götürülüyordu.Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları
arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmeyeyim diye
pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Nasûhî hazretlerinin büyüklüğüne
inanmazdı. Ağa, o gece rüyâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hanı
beklediğini gördü. Halk, yolun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının
aşağı başından Ahmediye Câmiine kadar yollar doluydu. Herkes heyecanla
bekleşiyordu. Bâzılarına niçin beklediklerini sorduğunda, onlar; "Pâdişâhımız,
Nasûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz."
dediler. Bu sırada Nasûhî Efendi, Pâdişâhın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir
at üstünde göründü. Etrafında talebeleri vardı. Nasûhî Efendi, Ağanın önünden
geçerken durdu. Ona dönüp; "Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helâk
olur. Bu düşmanlık, onların perişân olmalarına kâfidir. Sen acele tövbe et ki,
kurtulasın!" buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sıkıntıdan ter içinde kaldığını
gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki rekat namaz kılıp Kur'ân-ı kerîm
okudu. SevaplarınıNasûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Bir müddet durdu. Hiç
âdeti olmadığı halde dışarı çıkıp tek başına sokak kapısını açtı ve yola çıktı.
Hanımı onun alışılmamış bu hâli sebebiyle beni (Karakulak Mehmed Ağayı) çağırdı.
Ağa nereye gidiyor acabâ tâkib et dedi. Ben de ağanın arkasınca gittim. Ağa
Doğancılar'a geldi. Nasûhî Efendinin dergâhına girdi. Ben de varıp bir köşeye
gizlendim. Ağanın hareketlerini tâkib ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra,
Nasûhî hazretlerinin türbesine girdi. Kabr-i şerîfinin başında bir mikdar
durduktan sonra, Kur'ân-ı kerîm okudu. Oradan çıkarak evine döndü. Ben de geri
dönüp gördüklerimi hanımına anlattım. Hanımı Ağaya, bilmiyormuş gibi gece nereye
gittiğini sordu. Gittiği yeri ve gidiş sebebini anlattırdı. Hanımı Ağadan
dinlediklerini daha sonra bana nakletti."
Bu
zamandan sonra, Nasûhî hazretlerinin sevenlerinden olan Ağa, dergâhının
devamlılarından oldu.
KAYNAKLAR
1)
Vekâyiü'l-Füdelâ; c.2, s.432
2)
Sicilli Osmânî; c.4, s.557
3)
Mu'cemü'l-Müellifîn; c.12, s.80
4)
Esmâü'l-Müellifîn; c.2, s.314
5)
Sefînetü'l-Evliyâ; c.4, s.31
6)
Tezkire-i Sâlim; s.669
7)
Osmanlı Müellifleri; c.1, s.176
8) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1129
9)
Îzâhü'l-Meknûn; c.2, s.438
10)
Üsküdar Târihi; s.239, 373
11)
Menâkıb-ı Nasûh-i Üsküdârî
|