|
MÛSÂ KÂZIM
Eshâb-ı
kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve
velîlerin büyüklerinden. Oniki imâmın yedincisidir. Câfer-i Sâdık'ın oğlu,
İmâm-ı Ali Rızâ'nın babasıdır. Resûlullah efendimizin torunu olup, hazret-i Ali
ile hazret-i Fâtıma'nın evlâtlarındandır. Hazret-i Hüseyin'in çocuklarından
olduğu için "seyyid"dir. Asıl adı, Mûsâ bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır
binAli Zeynel'âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir. Künyesi, "Ebü'l-Hasan"
ve "Ebû İbrâhim"dir. Kâzım, Sâbir, Sâlih, Emîn... gibi birçok lakabları vardır.
En meşhûru "Kâzım"dır. Hilminin (yumuşaklığının) çokluğundan, kendisine kötülük
yapanlara dahi kızmayıp bağışladığından, gazabına hâkim olduğundan "Kâzım"
lakabı verilmiştir.
İmâmlığı, tasavvufda feyz vermesi yirmi beş sene üç ay sürmüştür. Erkek
çocukları, Ali Rızâ, Zeyd, İbrâhim, Ukayl, Hârun, Hasan, Hüseyin, Abdullah Ekber,
Abdullah Asgar, Muhammed, Ahmed, Câfer, Yahyâ, İshâk, Abbâs, Ebü'l-Kâsım, Hamza,
Abdurrahman Kâsım, Câfer-i Ekber, Câfer-i Asgar'dır. Kızları ise on sekizdir.
Herbiri zamânının en çok ibâdet edenleri ve kerîmeleri idiler.
Annesi
câriye idi. Adı, Humeyde-i Berberiyye'dir. Mûsâ Kâzım hazretleri, Mekke ile
Medîne arasında bulunan "Ebvâ" denilen yerde, 745 (H.128) senesi Safer ayının
yirmi üçüncü Pazar günü doğdu. 802 (H. 186) senesinde, Bağdat'ta hapishânede
vefât etti. Bağdat'ın on kilometre kuzeybatısında "Kâzımiyye" mahallesinde
defnedilmiştir. Bu mahalle, Dicle Nehrinden beş kilometre içerdedir. Büyük ve
çok süslü bir türbesi ve hemen yanında büyük bir câmii vardır. Müslümanların en
çok ziyâret ettiği türbelerden biridir. İmâm-ı A'zam hazretlerinin türbesi de
Dicle kenarındadır.
Mûsâ
Kâzım hazretleri yüksek bir âlim ve büyük bir velîdir. Din bilgilerinde ictihad
derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet
ederdi. Geceyi hep namazla geçirirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine "Sâlih
kul" adını vermişlerdi. Tasavvuf ilminde, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Bu ilme
âit mârifetleri, isteyen müslümanların kalblerine akıtan bir kaynaktır.
Resûlullah efendimizin üç vazifesinden biri de, tasavvuf mârifetlerini,
bilgilerini öğretmek ve kalblere yerleştirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden sonra
dört halîfesi tam olarak yerine getirdiler. Dört halîfeden sonra İslâmiyet her
yere yayılmış ve müslümanların sayısı çoğalmıştı. İslâm âlimleri, Resûlullah'ın,
sallallahü aleyhi ve sellem vazifelerini yerine getirmekte aralarında vazife
taksimi yaptılar. Kelâm, akâid, îmân bilgilerini "Mütekellimîn" adı verilen
âlimler yaydılar, öğrettiler. Fıkıh yâni amel, ibâdetleri ve işleri öğreten
âlimlere"Fukahâ" denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm ve diğer tasavvuf
âlimleri öğretip kalblere akıttılar. Oniki imâmın her biri, Ehl-i sünnet
îtikâdındaki müslümanların gözbebeği olmuştur. Onları ve bu âileye mensub
olanların hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin sermâyesi bilmişlerdir.
Mûsâ
Kâzım hazretleri, hadîs-i şerîf ilminde sika, güvenilir bir râvidir. Büyük bir
hadîs imâmıdır. Oğulları Ali Rızâ ve İbrâhim, İsmâil, Hüseyin ile kardeşleri Ali
ve Muhammed, ondan
hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûlullah'a kadar varan bir rivâyet
ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Yemekten önce el yıkamak,
fakirliği yok eder. Yemekten sonra yıkamak da, üzüntüyü giderir..."
Mûsâ
Kâzım hazretlerinin yaşadığı devirde, Ehl-i beytten olanlara maalesef birçok
haksızlıklar yapılmıştır. Zamanın sultanları tarafından birkaç kerre hapse
atılmış ve hapiste iken vefât etmiştir. Halbuki dünyâya düşkün değildi. Zühd ve
takvâsı çoktu. Affı ve ihsânı, kerem ve cömertliği ile meşhûrdur. Medîne-i
münevverede otururdu. Siyâsete hiç karışmadığı haldeAbbâsî halîfelerinden
Muhammed Mehdî kendisini Medîne'den Bağdât'a getirterek hapsetmiş,
bir müddet sonra hazret-iAli'yi
rüyâsında görüp, kendisine Kur'ân-ı kerîmden meâlen; "Demek ki, idâreyi ele
alırsanız, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabâlık bağlarını kesip
atacaksınız" buyurulan Muhammed sûresi yirmi ikinci âyet-i kerîmesini okudu.
Bunun üzerine ertesi gün hemen Mûsâ Kâzım'ı hapisten çıkararak, kendisine ve
evlatlarına karşı isyân etmeyeceğine yemin etmesini teklif etmiş, İmâm-ı Mûsâ
Kâzım da; "Bu işi aslâ yapmam ve şânıma da yakıştırmam" buyurunca, doğru
söylediğini tasdik etmiş ve bu teminât üzerine, Medîne'ye dönmesine izin
vermişti. Sonra Halîfe Hârun Reşîd, 795 yılında Umre'den dönerken, Medîne'ye
uğramış, İmâm hazretlerini yanına alıp Bağdat'a getirmiştir. Ardı arkası
kesilmeyen hâdiselerin yatışması sona erdirilmesi düşüncesi ile Onu tekrar
hapsettirmiştir. Bağdât Târihi kitabının
yazarı Hatîb-i Bağdâdî'nin rivâyetine göre, ölünceye kadar hapiste tutmuştur.
Diğer bir rivâyete göre, Hârun Reşîd de gördüğü korkulu bir rüyâ üzerine, onu
hapishâneden çıkarıp, Medîne'ye göndermişti. Ancak Bağdât'ta vefât etmiş olması,
Hatîb-iBağdâdî'nin rivâyetini kuvvetlendirmektedir. Hattâ zehirletilerek vefât
ettiği de rivâyet olunur. Yedi sene zindanda kaldı.
Hapishânede iken Hârun Reşîd'e yazdığı mektupta şöyle dedi: "Benden belâ ve
musîbet son bulmayacak, buna karşılık, sen de dâima rahat ve genişlik içerisinde
olacaksın. Yalnız şunu unutma; sonu gelmeyen âhirete sen de, ben de gideceğiz."
Yahyâ
bin Hâlid Bermekî tarafından hurma içinde zehir verilerek öldürüldüğü rivâyet
olunmaktadır. Zehir verildiği gün Mûsâ Kâzım hazretleri; "Bana bugün zehir
verdiler. Yarın vücûdum sararacak, sonra yarısı kızaracaktır. Ertesi gün de
siyah olacaktır. O zaman vefât ederim" buyurmuştur. Dedikleri aynen olmuştur.
Mûsâ
Kâzım'ın hayâtı, fazîlet ve üstünlüklerle doludur. Sevdiklerine ibret veren ve
yol gösteren kerâmet ve menkıbeleri çoktur. Ruhlara gıdâ olan sözleri o kadar
çoktur ki, bâzıları kitaplara geçirilmiş, bâzıları da dilden dile, gönülden
gönüle akıp gelmiştir.
Onu
seven ve ondan istifâde eden âlimlerden Şakîk-i Belhî"kuddise sirruh" şöyle
anlatıyor:
"Hacca
gidiyordum. Fâriziyye'ye vardım, orada, güzel yüzlü, buğday benizli, yün
elbiseli, başı sarıklı ve ayağında nalını bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan
ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime; "Bunun tasavvuf talebesinden
olması lâzımdır, bu yolda müslümanlardan ayrı duruyor, gidip biraz ağır
konuşayım da bu işten vazgeçsin" dedim. Yanına yaklaşınca,
bana: "Ey Şakîk" diye hitâb ederek, meâlen;
"Zandan çok sakınınız, zîrâ bâzı zanlar günâhdır" buyrulan Hucurât sûresi
on ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Bir tarafa doğru gitti. Kendi kendime; "Bu
bir sâlih kişi olmalı, adımı ve kalbimdekini bildi" dedim. Arkasından,
helâllaşayım diye gittim. Ne kadar hızlı yürüdüysem yetişemedim. Başka bir konak
yerinde onu yine gördüm. Namaz kılıyordu. Bütün âzâları titriyor, gözlerinden
yaşlar akıyordu. Namazını bitirsin de helâllaşayım dedim. Namazını bitirdi.
Yanına yaklaştım. Bana; "Ey Şakîk!" diyerek, meâlen; "Ben tövbe eden, îmân
edip sâlih ameller işleyen ve sonra doğru yolu bulan kimseleri elbette
affederim" buyrulan Tâhâ sûresi seksen ikinci âyet-i kerîmesini okudu.
Beni bırakıp
uzaklaştı. Kendi kendime; "Bu genç yüksek bir velî olmalı, ikinci defa ismimi ve
kalbimdekini bildi." dedim.
Başka
bir konak yerinde yine onu gördüm. Bir kuyunun başında, elindeki kısa ipli kova
ile su çıkarmak istiyordu. Kova suya düştü. Ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Sen
benim Rabbimsin, su aşağıdadır. Kuvvet sendedir, su içmek istiyorum." diye duâ
etti. Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp kovasını doldurdu. Abdest alıp dört
rekat namaz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumları kovanın içine
döktü. Çalkalayıp içti. Yanına gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. "Hak teâlânın
sana ihsân ettiği nîmetlerin fazlasından bana da tattır."dedim. "Hak teâlânın
nîmetleri açık veya gizli her zaman bize gelir. Hak teâlâya hüsn-i zanda bulun!"
deyip, kovasını bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Kovanın
içine koyup çalkaladığı kum onun kerâmeti ile yiyecek hâline gelmişti. Ondan
daha lezzetli bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke'ye gelinceye kadar onu
bir daha göremedim. Mekke'de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşû ile
inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devâm etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip
dışarı çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. "Bu
zât kimdir?" diye sordum. "Mûsâ bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin'dir"
dediler. "Yolda bu zâttan şöyle şöyle acâib hâller gördüm" dedim. "Bu hâller bu
seyyid için acâib değildir dediler."
Onu
seven Hâlid ez-Zabbâlî şöyle anlatıyor: Halîfe Mehdî, İmâm Kâzım'ı ilk defâ
çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı için çarşıdan bâzı şeyler almamı
buyurdu. Yüzüme baktı ve; "Seni üzüntülü görüyorum, ne oldu?" diye sordu. Ben
de; "Niçin üzülmeyeyim, bir zâlimin yanına gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı
belli değildir." dedim. "Hiç korkma, falan ay, falan günde geri döneceğim.
Akşamleyin beni beklersin." buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurduğu gün
geldi. Güneş batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi. Şeytan da içime vesvese
düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Çok sıkıldım. O sırada
Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım hazretleri bir katıra binmişti.
"Ey falan!" diye seslendi. "Buyurun efendim buradayım" dedim. "Az kalsın,
kalbine şüphe geliyordu değil mi?" buyurdu. "Evet öyle olacaktı." dedim. Sonra;
"Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu zâlimden kurtuldun." dedim. "Beni bir daha
oraya götürecekler o zaman kurtulamayacağım." buyurdu.
Menkıbeleri çeşitli kitaplarda toplanmıştır. Nûr-ul-Ebsâr
da anlatılan menkıbelerden
bâzıları şunlardır:
Bir gün
Mûsa Kâzım hazretlerinden, zamanın halîfesi Hârûn Reşîd sordu:
"Sizler, kendinizin Ehl-i beytten olduğunuzu söylüyor veResûlullah'ın
zürriyetindeniz diyorsunuz. Halbuki aslında biz dedem Abbâs'dan dolayı
Resûlullah'ın soyundanız, siz de hazret-i Ali'nin evlâtlarısınız. İnsanların
nesebi ve soyu baba ile devam eder."
Cevâbında buyurdu ki:
"Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde En'âm sûresi seksen dördüncü âyet-i
kerîmesinde meâlen buyuruyor ki:
"İbrâhim peygamberin zürriyetinden olan Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve
Hârun! Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız. Ve ey Zekeriyyâ ve Îsâ!"
Bu âyet-i
kerîmede Îsâ aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmın soyundan sayılıyor. Halbuki
Îsâ'nın babası olmadığı, herkes tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte
annesi tarafından İbrâhim aleyhisselâmın zürriyetinden sayılmaktadır. Öyleyse,
bizler de annemiz Fâtıma'tüz-Zehrâ(radıyallahü anhâ) tarafından Resûlullah
efendimizin soyundan sayılırız."
Hârûn
Reşîd, bir gün veziri Ali bin Yektîn'e çok güzel elbiseler hediye etmişti.
Bunlar arasında, siyah ibrişimle dokunmuş, altın yaldızlı gömlek en iyisiydi.
Pâdişâhlara mahsus bir elbiseydi. Ali bin Yektîn, Mûsâ Kâzım hazretlerini çok
sevdiği için bir mikdar daha mal ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzım'a gönderdi.
Gömlekten başka bütün hediyeleri kabûl ettiler. Gömleği geri gönderip, bunu
saklamasını, bir gün lâzım olacağını söylediler. Bir gün Ali bin Yektîn,
kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle, Hârûn Reşîd'e gidip; "Benim efendim
Mûsâ Kâzım'ı imâm edinmiştir. Ona çok mal gönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm
ettiğiniz ibrişimli altın yaldızlı gömleği bile hocasına gönderdi." dedi. Hârun
Reşîd, kızıp, Ali bin Yektîn'i çağırttı; "Sana giydirdiğim gömleği ne yaptın?"
diye sordu. Ali bin Yektîn; "Bendedir ey müminlerin emîri!" dedi. Hârûn Reşîd,
hemen getirmesini istedi. O da kölelerinden birisini çağırıp; "Benim sarayımda
falan odaya git, anahtarını falandan iste, odada bir sandık vardır. Kapağını aç,
içinde mühürlü bir kutu göreceksin. O kutuyu getir" dedi. Kölesi derhal kutuyu
getirdi. Kutuyu açınca, içindeki gömleği gördüler. Güzel kokular da sürülmüştü.
Hârun Reşîd'in öfkesi geçti. Ali bin Yektîn'e; "Bunu yerine gönder, hatırını da
hoş tut! Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam. Bu elbise
yanında olmasaydı, seni cezâlandıracaktım. Fakat işin doğrusu meydana çıktı.
Bundan sonra, bir şeyi araştırmadan hakkında hüküm vermeyeceğim" dedi. Başka
hediyeler ve ihsânlarda bulunarak gönderdi. Fesatlık yapan köleye de gereken
cezâsı verildi.
İshâk
bin Ammâr şöyle anlatıyor: "Mûsâ Kâzım, Hârun Reşîd tarafından hapsedildiği
zaman, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin iki talebesi olan Ebû Yûsuf ile
Muhammed Şeybânî ziyâretine gitmişlerdi.Maksadlarından biri de ilmi hakkında
bilgi sâhibi olmaktı. İlminden sorup denemek istiyorlardı.Tam o sırada
hapishânenin nöbetçisi yanına geldi ve; "Ey mübârek efendim, bugünkü nöbetim
bitti. Yarın dönüşümde, bir ihtiyâcınız varsa, getireyim" dedi. İmâm-ı Mûsâ
Kâzım; "Bir ihtiyâcım yoktur." dediler. Sonra, Ebû Yûsuf ile MuhammedŞeybânî'ye
dönerek; "Ben bu adama hayret ediyorum. Yarın döneceğini zan ediyor ve
ihtiyaçlarımı soruyor. Halbuki onun eceli gelmiştir ve yarın ölecektir"
buyurdular. İmâm-ı A'zam hazretlerinin iki talebesi de Mûsâ Kâzım'ın böyle
söylemesine hayret ettiler ve; "Biz, bu zâtı, zâhirî ilimlerden imtihan etmek
istedik. Bu ise, bâtınî ilimden bize haber veriyor. Bu sözünü deneyelim" diyerek
kalkıp gittiler. Adamın evine yakın bir yere nöbetçi koydular ve ona; "Bu evde
bir şey gördüğün zaman, gelip bize haber ver!" dediler. Gece yarısında evde bir
ağlama sesi yükselmeğe başladı. Nöbetçi gelip hemen haber verdi. İmâm-ı Ebû
Yûsuf ile Muhammed Şeybânî geldiği zaman ev sâhibinin öldüğünü gördüler. Mûsâ
Kâzım hazretleri için olan hayretleri ve onun büyüklüğü hakkında zanları bir kat
daha arttı.
Muhammed bin Abdullah el-Bekrî anlatıyor: "Borç istemek için Medîne-i
münevvereye gelmiştim. Bana bu hususta yardımcı olabilecek bir kişiyi çok aradım
fakat bulamadım. En sonunda yorulup, kendi kendime: Ebü'l-Hasan Mûsâ bin Câfer'e
gitsem, durumumu ona anlatsam, iyi olur. Belki bir şeyler elde ederim, diye
düşündüm. Kararımı verip, Negamâ denilen yerdeki bahçesinde onu buldum. Beni
görünce küçük bir hizmetçisi ile yanıma geldi. Elinde bir kalbur, kalburun
içinde hurma vardı. O ve ben hurmadan yedik. Sonra bana bir ihtiyâcım olup
olmadığını sordu. Ona durumumu olduğu gibi anlattım. Bunun üzerine içeri girdi.
Az sonra yanıma geldi. Hizmetçisine sen git dedi. Elini elime uzattı. Bana
içinde üç yüz dinâr olan bir kese verdi ve kalkıp gitti. Sonra bineğime binip,
oradan ayrıldım."
Mûsâ
Kâzım hazretleri çok cömert idi. Birisi ona devamlı içerisinde dinâr bulunan
keseler gönderiyordu. Bu keselerin içerisinde, bâzan üç yüz, bâzan dört yüz,
bâzan iki yüz dinâr bulunuyordu. Mûsâ Kâzım hazretleri eline geçen bu dinâr
keselerini yanında biriktirmez, onları Medîne-i münevvere fakirlerine dağıtırdı.
Kızkardeşi onu şöyle anlatır: "O yatsı namazını kıldığı zaman, Allahü teâlâya
hamd eder ve duâ eder, bu hâli gece bitinceye kadar devâm ederdi. Gece bitince,
tekrar kalkar, sabah namazını kılardı. Sonra, bir mikdar, zikir ile, Allahü
teâlâyı anmakla meşgûl olur, bu durumu güneş doğuncaya kadar devam ederdi.
Sonra, Kuşluk vaktine kadar oturur. Daha sonra hazırlanır, dişlerini misvaklar,
zevâl öncesine kadar uyurdu. Uykudan uyanınca, abdest alır, ikindiye kadar namaz
kılar, namazı bitirince, kıbleye doğru dönerek, akşam namazına kadar Allahü
teâlâyı zikrederdi. Sonra tekrar, akşam ile yatsı arası namaz kılardı. Bu onun
hergünkü âdeti idi."
Mûsâ
Kâzım hazretleri,Resûlullah efendimizin yüksek nesebine sâhib olan Ehl-i beytin
en büyüklerindendir. Nurlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyizlerin çokluğu, akıl
ve dil ile anlatılamaz. İnce mârifetleri bildiren sözleri, nükte ve latîfeleri
çok meşhûrdur. Hikmetli sözlerinden biri şöyledir. Buyurdular ki: "Arkadaşlık
ettiğin biri, önceleri hâli hâline uyar, sonraları kalbine sıkıntı verirse,
hemen kendine bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et. Doğru olduğunu
anlarsan, bilesin ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur, biraz düşün.
Hemen ondan ayrılma! Onu yalnız başına bırakma.Cenâb-ı Hak tarafından bir
düzelme gelinceye kadar bekle."
Rivâyet
edilir ki, Mûsâ bin Câfer el-Hâşimî (Mûsâ Kâzım) hazretleriMescid-i Nebevî'ye
girip, gecenin ilk vaktinde secdeye vardı. Sabaha kadar secdede şöyle dediği
duyuldu: "Yâ Rabbî! Günahım çok, fakat senin affın büyük."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
EVİN YIKILDI
Mûsâ
Kâzım hazretlerini sevenlerden Medâin şehrindeki Îsâ isminde bir zât şöyle
anlatıyor: Hacca gitmiştim. O sene Mekke'de kaldım. Sonra, bir sene de Medîne'de
kalayım diyerek oraya gittim. Musallâ denilen yerde Ebû Zer-i Gıfârî
hazretlerinin evi yanında bir yer kirâladım. Orada devamlı Mûsa Kâzım'ın
ziyâretine gidiyordum. Yağmurlu bir geceydi , yanında oturuyordum. Birdenbire,
bana; "Ey Îsâ, kalk evine yetiş! Evin, eşyâlarının üzerine yıkıldı." dediler.
Koşarak evime geldim. Baktım ki, gerçekten ev yıkılmış, eşyâlar altında
kalmıştı. Birkaç işçi tuttum. Bütün eşyâlarımı noksansız enkâz altından
çıkardım. Yalnız abdest almak için kullandığım ibriğim kayboldu. Ertesi gün
İmâm-ı Mûsâ Kâzım'ın yanına geldim. Bana; "Eşyâlarından kaybolan bir şeyin var
mı?" diye sordular. Ben de; "Hayır efendim, yalnız abdest ibriğim kayıp!" dedim.
İşte o zaman başlarını aşağıya indirip gözlerini yumdular. Bir müddet
bekledikten sonra, başlarını kaldırıp bana dediler ki: "Sen bir gün önce ev
sâhibinin helâsına gitmişsin ve orada unutmuşsun! Şimdi git, ev sâhibinin
hizmetçisinden iste, sana versinler." Ben de hemen koşarak geldim. Ev sâhibinin
hizmetçisinden ibriğimi isteyince, getirip teslim etti.
NE KADAR ZARARIN VAR
Yahyâ
bin Hasan anlattı: "Medîne-i münevverede birisi Mûsâ Kâzım hazretlerine eziyet
edip kırıcı sözler söylüyordu. Onu sevenler, ona devamlı; "Bize izin ver, şuna
haddini bildirelim." diyorlardı. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri böyle bir işe
teşebbüsten onları şiddetle men ediyordu. Bir gün, kendisine hakârette bulunan
şahsın nerede olduğunu sordu. Medîne-i münevverenin civârında bir yerde olduğunu
söylediler. Mûsâ Kâzım, bineğine binerek, onun tarlasının olduğu yere gitti ve
orada buldu.Tarla'ya katırı ile girdi. O şahıs, tarlaya basma diye bağırdı. Mûsâ
Kâzım onun yanına kadar geldi. Yanına oturdu. Ona; "Ne kadar zararın oldu?"
deyince, o şahıs; "Yüz dinâr." deyip; "Sen kaç dinar umuyordun?" diye sordu.
Mûsâ Kâzım "Bilmiyorum. Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Ne kadar, zarara
uğradığını bilmediğim için sana; "Ne kadar zararın olduğunu tahmin ediyorsun?"
diye sordum." Bu söz üzerine o şahıs; "Öyleyse, iki yüz dinâr istiyorum" dedi.
Mûsâ Kâzım ise ona üç yüz dinâr verdi. Mûsâ Kâzım'a daha önce hakâretlerde
bulunan o şahıs, bu cömertlik ve ihsân karşısında hayran kaldı. Kalkıp, Mûsâ
Kâzım hazretlerinin başını öptü ve sonra birbirinden ayrıldılar. Mûsâ Kâzım
oradan ayrılınca, Mescid-i Nebevî'ye (Resûlullah efendimizin mescid-i şerîfine)
gitti. Yine orada o şahısla karşılaştı. Fakat kendisini seven yakınları onu
orada görünce, hemen üzerine yürümek istediler. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri
onlara; "Hangisi hayırlı; sizin yaptığınız mı, yoksa benim istediğim mi? Ben ona
yakınlık göstermek sûretiyle ıslâh olmasını düşünmüştüm" dedi.
KAYNAKLAR
1)
Câmi'u Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.269
2)
Vefeyât-ül-A'yân; c.5, s.308-310
3)
Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.3, s.244
4)
Hadâik-ul-Verdiyye; s.40
5) El-A'lâm;
c.7, s.321
6) Nûr-ul-Ebsâr;
s.142, 148
7)
Târih-i Bağdâd; c.13, s.27
8)
Sıfat-üs-Safve; c.1, s.103
9)
Mîzân-ül-İ'tidâl; c.3, s.201
10) El-Bidâye
ven-Nihâye; c.10, s.183
11)
Tehzîb-üt-Tehzîb; c.10, s.340
12)
Kâmûs-ul-A'lâm; c.6, s.4478
13)
Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1126
14)
Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.364
15)
Şevâhid-ün-Nübüvve; cüz 7, s.19
16)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.321
|
|