|
MUÎNÜDDÎN-İ ÇEŞTÎ
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn, lakabı
Muînüddîn'dir. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. 1136 (H.531)
senesinde Horasan'da doğdu. 1236 (H.634) yılında Ecmîr'de vefât etti. Kabri
oradadır.
Horasan'da büyüyüp yetişen Muînüddîn-i Çeştî'nin babası Gıyâsüddîn Hasan,
aslen Senceristanlı olup, sâlih ve müttekî bir zât idi. Üç evlâdı vardı.
Muînüddîn on bir yaşında iken babası vefât edince, kalan mîrâs üç kardeş
arasında taksim edildi. Bu taksimde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ
düştü. Bağla meşgûl olduğu bir gün, İbrâhim Kunduzî adında bir velî yanından
geçiyordu.Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına dâvet
edip gölgeye oturttu, üzüm ikrâm etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip,
koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Muînüddîn-i
Çeştî'ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr hâsıl
oldu. Dünyâdan tamâmen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl
oldu. Sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim
öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Önce Horasan'a gidip orada Kur'ân-ı kerîmi
ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand'a geçti. Irak'a gitmek için
yola çıktı. Yolu Hârun kasabasına uğradı ve zamânının en meşhûr velîsi
Osman Hârûnî hazretlerini tanımakla şereflenip talebesi oldu.
Muînüddîn-i Çeştî'ye çok alâka gösteren HâceOsman Hârûnî bir gün ona; "Muînüddîn,
abdestini tâzele!" buyurunca, tâzeledi. Sonra; "Kıbleye karşı otur, Bekara
sûresini oku!" dedi. Dediklerini hemen yaptı. Sonra; "Yirmi defâ salevât oku"
buyurdu. Bu emri de yerine getirdi. Sonra başına sarık sarıp, hırka giydirdi ve
buyurdu ki: "Bir gece bir gün mücâhede yap ve İhlâs sûresini bin defâ oku!"
Muînüddîn-i Çeştî, hocasının bu emrini de yerine getirip, tekrâr huzûruna
gelince, hocası; "Muînüddîn! Başını yukarı kaldır bak!" buyurdu.Kaldırıp
bakınca; "Ne görüyorsun?" diye sordu. Cevâbında; "Yedi kat semâyı veArş'ı
görüyorum." dedi. "Tekrar bin İhlâs sûresi daha oku!" buyurdu. İhlâs sûresini
bin defâ daha okudu. Sonra, "Başını semâya kaldır bak!" buyurdu. Kaldırıp baktı;
"Ne görüyorsun?" deyince, "Azamet perdesine kadar her şeyi görüyorum" cevâbını
verdi. Sonra; "Gözlerini yum!" buyurdu. O da gözlerini kapattı. "Tekrar oku!"
buyurdu, emri yerine getirdi. "Ne görüyorsun?" deyince, "On sekiz bin âlemi
seyrediyorum" dedi. Bunun üzerine hocası; "Ey Muînüddîn, senin işin tamam oldu"
buyurdu. Önlerinde bir kerpiç duruyordu. "Bunu al!" buyurdu. Alınca, kerpiç
altın oldu. "Bunu, burada bulunan dervişlere paylaştır." deyince, hemen
paylaştırdı. Yirmi sene bu hocasının hizmetinde ve sohbetinde bulunup, pek çok
feyze kavuştu ve tasavvufta yükseldi.
Bir
defâsında hocası ile birlikte Kâbe-i muazzamayı ziyârete gitmişlerdi. Kâbe
yanında el açıp duâ ettiklerinde, "Muînüddîn bizim dostumuzdur" diye bir ses
işitildi. Sonra buradan Medîne-i münevvereye, Peygamberimiz server-i kâinâtın
mübârek kabr-i şerîfini ziyârete gittiler. Kabrin başına vardıklarında, hocası;
"Muînüddîn, selâm ver!" buyurdu. O da selâm verdi. Kabirden; "Ve aleykesselâm ey
şeyhlerin kutbu!" diye ses gelip, selâmına cevap verildi. Ziyâretten sonra
Bağdât'a döndüler.
Senelerce hocası Osman Hârûnî'nin derslerine ve sohbetlerine devâm edip,
tasavvufda yükseldi ve halîfesi oldu. Elli iki yaşına gelince, seyâhatlere
çıktı. Bağdât'a gidiyordu. Yolculuğu sırasında, Sencer kasabasında büyük âlim
Necmüddîn-i Kübrâ ile tanışıp, birlikte Bağdât'a geldi. Bir müddet kalıp,
Hemedan'a geçti.Hemedan'da, mürşîd-i kâmil Yûsuf Hemedânî'yi tanıyarak
sohbetlerinde bulundu ve çok istifâde edip, feyz aldı. Buradan da Herat'a ve
Belh'e giderek ilimde ve tasavvufta çok yükselip pek çok talebe yetiştirdi.
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Hindistan meşâyihi arasında Çeştî tarîkatının
imâmı sayılır. Çünkü Hindistan'da İslâmiyet, onun gayreti ve hizmetleri ile
yayılmıştır. Sohbetinde bulunan kimseleri çok kısa zamanda tasavvuf hâllerinde
yükseltirdi. Bir kimse üç gün onun sohbetine devâm etse, yükselir, kerâmet ve
mârifet sâhibi olmakla şereflenirdi. Mübârek nazarları kime tesâdüf etse, doğru
yola kavuşurdu. Yedi günde bir, beş miskal (24 gr) kuru ekmeği suya batırır ve
öyle yerdi. Hırkasını yamayıp giyer, eskidikçe yine eski yamaları temizleyip,
tekrar yamardı. Her gece ve gündüz bir hatim okurdu. Kur'ân-ı kerîmi hatmedince,
gâibden; "Ey Muînüddîn! Hatmin kabûl edildi" diye bir ses işitilirdi.
Aldığı
mânevî işâret üzerine Medîne-i münevvereden ayrılan Muînüddîn-i Çeştî hazretleri
derhal Hindistan'ın yolunu tuttu. Kendisini sevenlerden kırk kişi de birlikte
idi. Bir müddet yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştılar. Ecmîr'e
yaklaştıklarında, bölgenin racası (prensi), Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin
Ecmîr'e gelmekte olduğunu öğrenince; onu târif ederek, görüldüğü yerde
öldürülmesini emretti.
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri ise, yanında kırk kişi ile birlikte açıkça
yollarına devâm ettiler. Geldiklerini duyan ve öldürmek üzere Ecmîr racasından
emir alanlar, Muînüddîn-iÇeştî'yi yolda gördükleri hâlde, hiç biri kendinde onun
yanına yaklaşmak cesâret ve gücünü bulamadı. Böylece Muînüddîn-i Çeştî yola
devâm edip, Ecmîr'e girdi. Yanındakiler ile birlikte, bir ağacın altına oturup,
istirâhat etti. Oturdukları yer, Ecmîr racasının develerinin yattığı bir meydan
idi. Orada bir müddet oturduktan sonra, bir kervancı (deveci) geldi. Kalabalık
bir cemâatin oturduğunu gördü. Ey fakirler, bu oturduğunuz yer sizin değildir.
Burada Mihrâce'nin (Ecmîr prensinin) develeri yatar dedi. Oradakiler hiç
karşılık vermediler. Bunun üzerine adam şiddetle yanlarına yaklaştı. Muînüddîn-i
Çeştî hazretleri adamın bu davranışı karşısında ayağa kalktı ve; "Biz buradan
gidiyoruz, fakat sizin develeriniz buradan kalkamazlar" dedi. Sonra hoşa giden
güzel bir havuzun başına kondular. Burada ibâdetle meşgûl olup, sohbet
ederlerken, ilk oturdukları yerden kalkmalarını söyleyen deve bakıcısı yanlarına
geldi. Muînüddîn-i Çeştî'ye; "Sizi kaldırdığımız yere akşam develer
bırakıldı.Sabah olunca, kervancı, develeri kaldırmak için çok uğraştı. Fakat
kaldırmak mümkün olmadı. Develer aslâ kalkmıyor" dedi. Muînüddîn-i Çeştî'yi ilk
oturduğu yerden kaldırmaları sebebiyle bu iş başlarına gelmişti.
Muînüddîn-i Çeştî, havuz başında iken, bir şahıs; "Ey muhterem zât! Bu
oturduğumuz yer Mîr Seyyîd Hüseyin'in makâmıdır. Zamânında bu diyâr, onun
emrinde idi" dedi. Muînüddîn-i Çeştî bunu öğrenince; "Allahü teâlâya hamd olsun
ki kardeşimin mülkünde bulunuyorum! Ecmîr şehrinde putperestlere âit pek çok
puthâne vardır. İnşâallah Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın işâret ve
yardımı ile bunları yıkacağım." buyurdu.
Muînüddîn-i Çeştî geldiği bu yerde oturuyordu. Hizmetçileri arada bir, inek
satın alıp kesiyor ve birlikte yiyorlardı. Bu durum ineğe tapanlar ve
putperestler tarafından öğrenilince, şiddetli bir kızgınlık ve düşmanlıkla
kıvranmaya başladılar. Toplanıp, Muînüddîn-i Çeştî ve talebelerini oradan
çıkarmayı kararlaştırdılar. Nihâyet büyük bir kalabalık hâlinde, ellerinde taş,
sopa ve silâhlar olduğu hâlde üzerlerine saldırdılar. Putperestler yanlarına
geldikleri sırada, Muînüddîn-i Çeştî namaz kılıyordu. Namazda iken, kocaman bir
değirmen taşını üzerine yuvarladılar. Taş üzerine gelmek üzere iken talebeleri
haber verdiler. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeştî selâm verip namazdan çıktı.
Ayağa kalktı ve yerden bir avuç toprak aldı. Âyet-el-kürsî'yi okuyup avucundaki
toprağı gelen putperestlere doğru attı. Atılan toprağın isâbet ettiği her
putperest, olduğu yerde kaskatı kesilip, hareket edemez hâle geldi.Ne
yapacaklarını şaşırıp perişân oldular.
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kerâmetleri karşısında tutunamayan putperestler,
savaşmaktan vazgeçtiler. Puthânelerine dönüp gittiler ve âciz kaldıklarını
belirterek râhiplerinden yardım istediler. Râhib bir müddet susup, sonra; "Ey
dostlarım! Sizin o karşılaştığınız zât, kendi dîninde kemâlâta ulaşmış bir
kimsedir. Onu ancak sihir ve efsun yaparak yenerim." dedi. Bildiği bütün
sihirleri yeniden tâlim edip okudu. Sonra putperestlerin önüne düştü. Muînüddîn-i
Çeştî'nin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Muînüddîn-i Çeştî'ye durum
bildirilince; "Onun sihri bâtıl bir iştir, hiç tesiri olmaz. İnşâallah onların
râhibi doğru yola girecek" buyurdu. Sonra namaza durdu. Yanlarına geldiklerinde,
namaz kıldığını gördüler. Hiç birinin yürümeye tâkatı kalmadı. Oldukları yerde
donup kaldılar, yaklaşamadılar. Muînüddîn-i Çeştî, namazını bitirince dönüp
onlara baktı. Önlerine düşüp gelen râhipleri, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin
mübârek yüzünü görünce, söğüt yaprağı gibi titremeye başladı. Bu hâlden
kurtulmak için, her ne kadar putlarının ismini söylemek, râm, râm demek
istediyse de, ağzından hep Rahîm, Rahîm, sesi çıkıyor, Allahü teâlânın ismini
söylüyordu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, yanındakilerden birine bir bardak su
verip, râhibe vermesini söyledi. Râhip, verilen suyu alıp şevkle içti. İçer
içmez gönlü temizlenip müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî, râhibin ismini Şâdî
koydu.
Raca,
bu hâdiseden sonra, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine karşı, Hindistan'ın en meşhûr
sihirbâzı olan Ecipâl'ı, Ecmir'e çağırdı. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî'ye doğru
giderken yapmak istediği sihri düşünüp hazırlamak istiyor, fakat aklına gelen
sihiri hemen unutuyordu. Bir türlü zihnini toplayıp, sihir yapma gücünü kendinde
bulamadı. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî'nin yanına gelince, Muînüddîn hazretleri
Şâdî'yi yanına çağırdı ve bir bardak vererek; "Ey Şâdî! Şu bardağı al ve şu
havuzdan doldur. Doldururken, "Yâ Bedûh, de!" buyurdu. Şâdî "Yâ Bedûh!" diyerek
bardağı havuzun içine daldırdı. Bardak doldu, havuzda hiç su kalmadı. Bu kerâmet
karşısında putperestler, hayretler içinde kalıp, şaşkınlıklarından ne
yapacaklarını bilemediler.
Muînüddîn-i Çeştî'nin kerâmeti karşısında âciz ve çâresiz kalındığını gören
sihirbaz Ecipâl, geri dönüp Raca'ya; "Bütün sihirbâzlar âciz kaldılar. Bu iş
benim işimdir. Ancak ben bu işi tek başıma başarırım." dedi. Fakat o da âciz
kaldı. Sonunda, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin verdiği bir bardak suyu içince,
hemen değişti, gönlü aydınlanıp küfür ve sapıklıktan kurtuldu. Kelime-i şehâdet
söyleyerek müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî'nin teveccühü ile yüksek makâmlara
ve üstün derecelere kavuştu.
Bütün
bu hâdiseler, Ecmir racası ve Hindistan'ın diğer racaları tarafından hayret ve
şaşkınlıkla tâkib edildi. Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin karşısında âciz ve
çâresiz kaldılar. Müslüman olup, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine uymakla
şereflenen Şâdî ve Ecipâl, hocalarına; "Efendim, Ecmîr şehrinin ortasında bir
yere yerleşmenizi, böylece bütün halkın sizden istifâde etmesini arzu ediyoruz"
dediler. Bu teklifleri kabûl edildi. Muînüddîn-i Çeştî, Muhammed adında bir
talebesine; "Git, şehrin ortasında bizim için münâsib bir yer hazırla, oraya
yerleşeceğiz." buyurunca, emri yerine getirildi. Muînüddîn-i Çeştî, hazırlanan
bu yerde dergâhını kurup, talebeleriyle birlikte oraya yerleşti. Sonra,
talebelerinden bir kaç kişiyi Raca'ya gönderdi. Ona; "Ey katı kalbli kimse!
Putperestliği bırak! Allahü teâlâya îmân edip, müslüman ol! Yoksa hakîr, zelîl
ve çok pişmân olur, âh edersin" demelerini tenbîh etti. Talebeleri emir üzerine,
Raca ile görüştüler. Söylenilen sözleri aynen bildirdiler. Fakat Raca'nın
kalbindeki zulmet kilidi açılmadı ve aslâ îmân etmedi, müslüman olmaktan mahrum
kaldı. Gelenleri geri çevirdi.
Raca'yı
İslâma dâvet etmek için giden talebeler, Raca'nın kabûl etmemesi üzerine gelip,
durumu Muînüddîn-i Çeştî'ye bildirdiler. Bunun üzerine gözlerini yumup, bir
müddet murâkabeye daldı. Sonra gözlerini açıp; "Eğer bu bedbaht kimse, Allahü
teâlâya îmân etmezse, onu İslâm ordusunun askerlerine teslim ederim." buyurdu.
Aradan kısa bir müddet geçti. Gerçekten İslâm ordusu Ecmîr'e geldi.
Sultan
Muizzüddîn (Şihâbüddîn) Gûrî, Horasan'da bulunduğu sırada, rüyâsında Muînüddîn-i
Çeştî hazretlerini gördü. Onun huzûrunda edeble ayakta duruyordu. Muînüddîn-i
Çeştî ona; "Şihâbüddîn! Allahü teâlâ sana Hindistan sultânlığını ihsân etmiştir.
Hemen bu tarafa doğru harekete geç! Bedbaht Raca'yı tutup, cezâsını ver."
buyurdu. Uyanınca hayrete düşen Sultan Şihâbüddîn, rüyâsını fazîlet sâhibi
âlimlere anlatıp, tâbirini sordu. Âlimler; "Sana müjdeler olsun ey Sultan
Şihâbüddîn, oraları fethedeceksin! Endişelenme, gönlünü hoş tut. Muînüddîn-i
Çeştî hazretleri sana himmet edecek" dediler. Bunun üzerine SultanŞihâbüddîn,
ordusunu alıp, Hindistan'a hareket etti. Hindistan'da Ecmîr racasının ordusuyla
karşılaştı. Şiddetli savaşlar yapıldı. Netîcede, Sultan Şihâbüddîn gâlip geldi
ve Raca yakalanıp esîr edildi. Sultan Şihâbüddîn ve ordusu, Muînüddîn-i Çeştî
hazretlerinin himmetiyle zaferden zafere koştu. Ecmîr'den Dehli üzerine yürüyen
İslâm ordusu, Dehli racası Pethûra'nın ordusunu mağlûb edip, kendisini esir
aldılar. Sultan Şihâbüddîn, Dehli'de saltanat tahtına oturdu. Dört-beş sene
kadar Hindistan'da kaldıktan sonra Gazne'ye döndü. Muînüddîn-iÇeştî
hazretlerinin himmet ve tasarruflarıyla, İslâmiyet, Hindistan'da her tarafa
yayıldı. Pekçok insan küfür hastalığından kurtulup, müslüman olmakla şereflendi.
Muînüddîn-i Çeştî'nin talebeleri ve bunların da talebeleri, Hindistan'da
asırlarca İslâma hizmet ettiler.
Bir gün
Muînüddîn-i Çeştî'nin rahmetullahi, aleyh huzûruna biri geldi. Edebli bir
tavırla oturup; "Çoktan beri sizin sohbetinize kavuşmak isterdim, hamdolsun ki
bugün bu büyük saâdet nasib oldu." dedi. Adamın bu sözü üzerine, Muînüddîn-i
Çeştî ona doğru bakıp tebessüm etti. Bir müddet durduktan sonra da; "Haydi,
buraya ne maksatla gelmişsen onu yapsana!" dedi. Adam bu sözü işitince,
maksadının anlaşıldığının farkına varıp, şiddetle titremeye başladı. Başını
yerlere koyup durmadan yalvarıyordu. Sonra şöyle dedi: "Ey efendim! Beni bir
kimse buraya sizi öldürmem için gönderdi. Siz onu da kerâmetinizle bilirsiniz.
Benim, aslında size bir kastım ve düşmanlığım yoktu." dedi. Sonra elini koynuna
sokup bir bıçak çıkardı ve orada bulunanların önüne attı. Ortaya çıkıp,
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı ve; "Bana dilediğiniz cezâyı
verin!" dedi. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeştî; "Bizim yolumuzda, bize kötülük
yapana biz iyilik yaparız!"buyurdu. Sonra yerde perişân bir hâlde ezilip,
büzülen, pişmanlığından ne yapacağını şaşıran adamı tutup kaldırdı. "Seni buraya
gönderen kimsenin de ismini açıklama" buyurdu. Sonra; "Ey yüceAllah'ım! Bu
kuluna iyilikler ve muvaffakiyet ihsân eyle." diyerek, ona duâ etti. Bu adam,
tövbe edip Muînüddîn-iÇeştî hazretlerinin duâsını aldıktan sonra ona talebe
oldu. Aldığı duânın bereketiyle, çok nîmetlere kavuştu. Kendisine kırk beş defâ
hac yapmak nasîb oldu. Nihâyet Kâbe'nin civârında vefât etti ve Mekke-i
mükerremede mücâvirlerin defnedildiği kabristana defnedildi.
Muînüddîn-i Çeştî bir defâsında Şeyh Evhadüddîn Kirmânî ve Şihâbüddîn
ÖmerSühreverdî ile birlikte oturmuş sohbet ediyorlardı.Bu sırada, henüz o zaman
küçük yaşta olan SultanŞemsüddîn Türkmânî, elinde ok ve yay olduğu hâlde ava
gidiyordu. Yanlarından geçti. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri ona dikkatle
baktı.Sonra birden şöyle buyurdu: "Ey dostlar, bana keşf olundu ki, şu küçük
çocuk Dehlî şâhı olacak ve Dehlî sultanlığı yapmadan bu dünyâdan göçmeyecek."
buyurdu. Neticede işâret ettiği gibi Şemseddîn Türkmânî bir müddet Dehli
sultanlığı yaptı.
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri sevenleriyle ve talebeleriyle birlikte olduğu zaman
buyurdu ki:
"Sâdık
talebe, hocasının, rehberinin söylediği sözleri, onun nasîhat ve tavsiyelerini
can kulağı ile dinler. Onun sözünden dışarı çıkmaz. Riyâzet ve mücâhede yâni,
nefsin istemediği şeyleri yapar, istediği şeyleri yapmaz. Büyük âlimlerin
yolunda gidip çalışır ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri, on dört
şeyi usûl edinmişler ve yapmışlardır. Maksada kavuşmakta bunu zarûrî görmüşler
ve bunları yapanlar maksada kavuşmuşlardır. Bu on dört makam şunlardır:
1.
Tövbe, tövbekârlar makamıdır. Bu, Âdem aleyhisselâmın makâmına işârettir.
2.
İbâdet makâmı. Bu makam, İdrîs aleyhisselâmın makâmıdır.
3.
Zâhidlik, dünyâya ve dünyâlığa düşkün olmamak. Bu makam, Îsâ aleyhisselâmın
makâmıdır.
4. Rızâ
makâmı. Kadere rızâ göstermek. Bu makam, Eyyûb aleyhisselâmın makâmıdır.
5.
Kanâatkârlık. Bu makam, Yâkûb aleyhisselâmın makâmıdır.
6. Cehd,
gayret ve nefsin isteklerine uymamak. Bu makam, Yûnus aleyhisselâmın makâmıdır.
7.
Sıddîklık makâmı. Bu makam, Yûsuf aleyhisselâmın makâmıdır.
8.
Tefekkür makâmı. Bu makam, Şuayb aleyhisselâmın makâmıdır.
9.
İrşâd makâmı. Bu makam, Şist aleyhisselâmın makâmıdır.
10.
Sâlihler makâmı. Bu makam, Dâvûd aleyhisselâmın makâmıdır.
11.
Muhlisler makâmı. Bu makam, Nûh aleyhisselâmın makâmıdır.
12.
Ârifler makâmı. Bu makam, Hızır aleyhisselâmın makâmıdır.
13.
Şükredenler makâmı. Bu makam, İbrâhim aleyhisselâmın makâmıdır.
14.
Makâm-ı Muhibbandır (muhabbet makâmıdır). Bu makam, Peygamberlerin en üstünü
olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ'nın makâmıdır.
Bir
defâsında; "Tövbekâr mürid kime denir? diye sorulunca; "Şu hâle gelen kimsedir
ki, amelleri yazan melekler, onun hiç günahını bulup yazmazlar. Hiç günah
işlemezler. Hocam Osman Hârûnî'den işittim. Buyurdu ki: Bir kimsede şu üç haslet
bulunursa, o kimseAllahü teâlânın dostudur, sevgili kuludur. Birincisi;
cömertliktir, çünkü cömertlik bir deryâdır. İkincisi, şefkattir. Şefkat, güneş
gibi aydınlatıcıdır. Üçüncüsü, tevâzudur. Tevâzu, toprak gibidir (toprakta gül
biter)."
Çeşitli
zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:
"Muhabbetin alâmeti itâat etmektir. Muhabbette gevşeklik olmaz."
"Derviş
o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez,
ihtiyaçlarını karşılar."
"Senelerce ilim ve mârifet taleb edip, dergâhta kaldım. Neticede, hayret ve
heybet buldum. Böylece kurb, Allahü teâlâya yakınlık menziline ulaştım. Dünyâ
ehlini, dünyâya düşkün olanları, dünyâ ile meşgûl buldum. Âhıreti düşünen âhiret
ehlini mahcûb buldum. Tasavvuf ehli ve takvâ sâhibi olduğunu iddiâ eden
sahtekârlardan uzak durup, yüz çevirdim."
"Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de
olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin
sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp yükselir."
"Hakîkat ehli olmak için şu on şarta uymak lâzımdır:
1. Tam
bir mârifete sâhip olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak. 2. Hiç kimseyi
incitmemek ve hiç kimse hakkında kötülük düşünmemek. 3. Dâimâ hak yolu gösterip,
insanlarla hep faydalı şeyler konuşmak. 4. Tevâzu sâhibi olmak. 5. Uzlet. 6.
Bütün müslümanları iyi bilip,kendini herkesten aşağı görmek. 7. Rızâ, kadere
râzı olmak ve teslimiyet. 8. Sabır ve tahammül. 9. Yanıp erimek, acz ve niyâz
içinde olmak. 10. Kanâat ve tevekkül üzere olmak.
Yine
buyurdu ki: "Rabbini tanıyıp seven kimse, her ân O'nun aşkıyla kendinden geçer.
Ancak Allahü teâlânın zikri ile ayakta durur ve yürüyebilir. Çünkü o, Allahü
teâlânın azameti karşısında kendini unutmuş, kaybetmiştir.
Hâce
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, vefâtından kırk gün evvel, Dehli'de bulunan
talebesi Hâce Kutbüddîn'in âcilen Ecmîr'e gelmesini istedi. Bu haber Hâce
Kutbüddîn'e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı.Ecmîr'e geldi. Bir gün talebelerine;
"Ey dervişler! Biliniz ki ben bir müddet sonra bu dünyâdan ayrılırım" buyurdu.
Bu söz talebelerine ve kendisini tanıyıp sevenlerin üzerine bir üzüntü bulutu
gibi çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Sencerî'ye,
Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî'nin, Dehli'ye gitmesini emreden bir fermân
yazdırdı. "Onu, vekîl tâyin ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştiyye yolu
büyüklerinin) mukaddes emânetlerini (bunlara mahsus olan bâzı eşyâyı) ona
verdim" buyurdu ve Hâce Kutbüddîn'e hitâben; "Senin yerin Dehli'dir." buyurdu.
Hâce Kutbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: "Dehli'ye gitmek
üzere Ecmîr'den ayrılacağım zaman hocamın huzûruna çıktım. Külâhını başıma
koydu. Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası Osman Hârûnî'nin âsâsını,
kendi okuduğuKur'ân-ı kerîmi, seccâdesini, nalınlarını verdi ve; "Bunlar, bana
hocam Hâce OsmanHârûnî tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden
ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetlerdir. Şimdi bunları sana
veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların
yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık
olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim ettiğim için kıyâmet
günü Allahü teâlânın, Resûlullah'ın ve bu emâneti bizlere ulaştıran mübârek
büyüklerimizin huzûrunda mahcûb olurum" buyurdu.
Bundan
sonra, Hâce Kutbüddîn, bu nîmetlere şükür olarak ve çok mesûliyetli olan
vazifesinde kolaylık vermesi için Allahü teâlâya niyâz ile iki rek'at namaz
kılıp göz yaşları içinde duâ etti. Sonra, Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, bu
kıymetli halîfesinin (vekîlinin) elini tutarak; "Kendimde bulunan bütün ilim ve
hâlleri sana vererek, bulunduğum mertebeye seni yükselterek vazifemi yapmış
bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedi. Sonra şöyle buyurdu:
"Biliniz ki, şu dört şey tasavvufun esâslarındandır: 1) Bu yolda yürümek
arzusunda bulunan bir sâlik, aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı,
dışarıdan tok ve hâli vakti yerinde görünmelidir. 2) Fakirleri maddî ve mânevî
olarak doyurmalıdır. 3) Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükredemediği,
O'na lâyık ibâdet yapamadığı ve âkıbetinin nasıl olacağını bilemediği için,
dâimâ üzgün bir hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek için dışarıdan çok
neşeli, mesûd ve memnun görünmelidir. 4) Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri
affetmeli; insanlara karşı lüzumlu olan nezâket ve sevgiyi her zaman
göstermelidir." Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn hazretleri, öpmek için hocasının
ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip, hemen kaldırdı. Muhabbetle
sarıldılar. Hâce Muînüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsiyesi de;
"Büyüklerimizin bildirdiği saâdet yolundan ayrılmayınız! Bu mübârek vazifede
cesûr bir er olduğunuzu isbât ediniz, gösteriniz!" şeklinde idi. Bundan sonra,
muhabbetin ve acı ayrılığın tesiri ile tekrar birbirlerine sarıldılar ve
gözyaşları içinde ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn, Dehli'ye geldikten yirmi gün sonra
da, Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri vefât etti.
Hâce
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, vefât edecekleri gece, yatsı namazından sonra
odasının kapısını kapayıp, içeriye hiç kimseyi, hattâ husûsî eshâbını bile
almadı. Ancak bâzı talebeleri kapının önünde durmuşlardı. Bütün gece odadan
sesler geldi. Sabah namazı vaktinde ses kesildi. Sabah namazına kaldırmak için,
kapısına ne kadar vurdularsa da kapı açılmadı. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde,
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefât edip, Hakk'a kavuştuğunu gördüler.
Peygamber efendimiz, o gece oradaki bir çok evliyâya rüyâlarında; "Biz bugün,
Allah'ın sevgili kulu Şeyh Muînüddîn'i karşılamağa geldik." buyurmuştur.
Ecmîr'de dergâhının bulunduğu yerde defnedildi. Kabri önce kerpiçten, daha sonra
taştan yapıldı. Önce Hâce Hasan Nâgûrî tarafından tâmir ettirildi. Sonra
Şihâbüddîn Muhammed Şâh Cihân tarafından, türbesi yanına mermerden gâyet güzel
bir mescid yaptırıldı.
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinden dört asır sonra Hindistan'da yetişen ve ikinci
bin yılının müceddidi olan, İslâmiyeti Hindistan'a ve diğer beldelere yayan
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, 1623 (H.1033) senesinde Ecmîr'e gittiğinde, Muînüddîn-i
Çeştî hazretlerinin türbesini ziyâret etmiş ve; "Hâce hazretleri merhamet
eyledi. İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdi. Çok konuştuk,
esrâr, sırlar açıldı." buyurmuştur.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri onun kabrini ziyâret ettiği sırada, türbesine hizmet eden
türbedarlar, kabri üzerindeki örtüyü ona hediye verdiler. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri de kabûl ederek; "Hâce hazretleri, en yakın elbisesini bize ihsân
etti. Bunu kefenim olması için saklayalım." buyurdu. Bir sene sonra vefât
edince, o örtüyü kefen yaptılar.
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çırpınır,
talebelerini de bu gâyeye sevk ederek buyururdu ki:
Irmak
akarken zaman zaman gürültü çıkarır ve zaman zaman etrâfını zorlar. Ancak
sonunda denize kavuşarak sükûnete erişir. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak
arzûsu ile yanan kimsenin de hâli böyledir."
Kendisi
hakîkaten Allah adamıydı. Güneş gibi herkesi faydalandıran bir davranış içinde
ve toprağın herkesi kabûl etmesi gibi misâfirseverdi. "İyi olan Allah adamları
ile birlikte bulunmak, hayırlı bir iş yapmaktan daha iyidir, bunun gibi
kötülerle ve İslâm düşmanlarıyla bulunmak, kötü bir iş yapmaktan daha kötüdür.
İnsana en çok zarar veren günâh, kendi gibi olan insanları aşağı görmektir."
buyururdu.
Allahü
teâlânın bütün kullarına nehirler gibi sınırsız yardım ederdi. "Allahü teâlâyı
ibâdetler içinde en çok râzı eden ibâdet, zayıf ve mazlûmları sevindirmek ve
rahatlatmaktır. İhtiyaç sâhibini hayal kırıklığına uğratmayan kimse, hakîkî
derviştir. Cehennem ateşinin söndürülmesinin en iyi yolu, açı doyurmak, susuz
olanın susuzluğunu gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcını görmek ve sefâlet
içinde bulunanla dostluk kurmaktır." buyururdu.
Kendisi
sabırlı olup, sevdiklerine sabırlı olmayı tavsiye ederdi: "Sabır, şikâyet
etmeksizin üzüntüye katlanmak ve sıkıntılara göğüs germektir." buyururdu.
Ölüme
hazırlıklı olmayı tavsiye eder, ölümle ilgili olarak şöyle buyururdu: "Ârif,
ölümü dost, rahatlığı da düşman görür. Allahü teâlâyı devamlı hatırlamayı en
büyük saâdet bilir. Başının üstünde dolaşan ölümü düşünerek son yolculuğu için
hazırlığını tam yapar."
Kendisi
güler yüzlü olup; "Ârifin bir özelliği insanlara karşı devamlı güler yüzlü
olmasıdır." buyururdu.
Ömrü
boyunca pekçok insanın îmânla şereflenmesine vesîle olan Muînüddîn-i Çeştî,
birçok talebe yetiştirdi. Bunların en meşhûrları: Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî el-Ûşî,
kendi oğlu Hâce Ferîdüddîn, Hamîdüddîn Nâgûrî Sûfî, Şeyh Vecihüddîn Sa'd bin
Zeyd, Hâce Burhâneddîn, kızı Bibi Hâfıza-i Cemâl, Şeyh Muhammed Türk, Şeyh Ali,
Sencerî, Hâce Yâdigâr, Abdullah Beyâbânî gibi pekçok kıymetli kimselerdir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MUÎNÜDDÎN ÇEŞTÎ'Yİ ÇAĞIRIN!
Muînüddîn-i Çeştî, gittiği her beldede kabristanları ziyâret eder, orada bir
müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhûr olunca, orada durmaz, kimsenin
haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyâhatlerinden biri de Mekke'ye
olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâbe-i muazzamayı ziyâret etti. Bir müddet
Mekke'de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti. Peygamberimiz server-i âlem
Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bir müddet de Medîne'de
kaldı. Bir gün Mescid-iNebî'de iken, Ravda-i mutahheradan, Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinden; "Muînüddîn'i çağırınız!" diye bir ses
işitildi. Bunun üzerine türbedâr; "Muînüddîn!" diye bağırdı. Birkaç yerden
"Efendim!" sesi işitildi. Sonra; "Hangi Muînüddîn'i istiyorsunuz? Burada
Muînüddîn adında bir çok kişi var" dediler. Bunun üzerine türbedâr geri dönüp,
Ravda-i mutahheranın kapısında ayakta durdu. İki defâ, "Muînüddîn-i Çeştî'yi
çağır!" diye nidâ eden bir ses işitti. Türbedâr bu emir üzerine cemâate karşı; "Muînüddîn-i
Çeştî'yi istiyorlar!" diye bağırdı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü
işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp, gözyaşları dökerek ve salevât
okuyarak Peygamberimizin türbesine yaklaştı ve edeble ayakta durdu. Bu sırada;
"Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel!" diye bir ses işitince; kendinden geçmiş bir
hâlde, Resûl-i ekremin türbesine yaklaştı ve sevgili Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz; "Sen benim dînime hizmet
edicisin. Senin Hindistan'a gitmen gerekir. Hindistan'a git! Hindistan'da Ecmîr
denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan (torunlarımdan) Seyyid Hüseyin
adında biri var. Oraya cihâd ve gazâ niyetiyle gitmişti. Şu anda şehîd oldu.
Orası kâfirlerin eline geçmek üzere, senin oraya gitmen sebeb ve bereketiyle,
İslâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr olacaklar, güçsüz ve tesirsiz
kalacaklar" buyurdular. Sonra ona bir nar verip; "Bu nara dikkatle bak ve nereye
gitmen gerekiyorsa, görüp, anla!" buyurdu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri,
Server-i âlemin verdiği narı alıp, emredildiği gibi baktı, şark ve garbı tamâmen
gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da görüp dikkatle baktı. Bundan sonra
Peygamberimizi göremedi. Fâtiha okuyup duâ etti ve yardım dileyip, Ravda-i
mutahheradan (Peygamberimizin türbesinden) ayrıldı.
FAZLA ALMA
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin en başta gelen talebesi ve halîfesi Kutbüddîn
Bahtiyâr Kâkî şöyle anlatmıştır: "Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin çok hizmetinde
bulundum. Hiç kimseye îtirâz edip, azarladığını görmedim. Bir gün hocamla
birlikte bir yere gidiyorduk. Yanımızda talebelerinden Şeyh Ali Rızâ da vardı.
Biz yolda giderken bir adam gelip, Şeyh Ali Rızâ'nın yakasından tutarak; senden
alacağım var, borcunu ver diyerek alacağını istedi. Onun ise o anda ödeyecek
durumu yoktu. Bu sebepten çok mahcûb oldu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri adama
yaklaşarak, son derece yumuşak ve gâyet nâzik bir hâlde birkaç gün daha mühlet
vermesini söyledi. Fakat adam diretip, aslâ kabûl etmedi. Bunun üzerine
cübbesini çıkarıp yere serdi ve cübbesinin altı altın ve gümüş ile doldu. O
adama; "Alacağın ne kadarsa onu al, fazla alma." dedi. Fakat adam altınları ve
gümüşleri görünce, tamahkârlık ederek alacağı miktardan fazla aldı. Bunun
üzerine hemen eli kuruyup, tutmaz oldu. Feryâd ederek; "Tövbe ettim, bana duâ
ediniz, bu hâlden kurtulayım" diyerek yalvardı. Muînüddîn-i Çeştî adamın bu
hâline acıyıp lütfederek, kuruyan eline kendi elini sürdü. Adamın eli eski
hâline geldi. Adam, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Bundan
sonra ona talebe olup, ömrünü ona hizmetle geçirdi. Sohbetinden ve derslerinden
ayrılmadı. Böylece saâdete kavuştu."
FELÂKETE UĞRAMASINLAR
Talebesi Hâce Kutbüddîn-i Şîrâzî'ye yazdığı mektubda, Muînüddîn-i Çeştî şöyle
buyuruyor: "Kıymetli kardeşim DelhiliHâce Kutbüddîn. Allahü teâlâ sana her iki
cihân saâdeti nasîb eylesin. Şunu yazmak isterim ki, Hakk'ı arayan hakîkî
talebelerime bildireceğim mânevî bilgileri bildir de, felâkete uğramasınlar.
Allahü teâlâyı tanıyan, O'ndan bir şey istemediği gibi, herhangi bir arzuya
sâhib olmaz. O'nu tanımayanlar bunları anlamaz. Diğer bir nokta ise, aç
gözlülüğü, tamaı
bırakmaktır. Tamaı bırakan, istediği şeylere kavuşur. Allahü teâlâ böyle
kimseler hakkında; "İsteklerine gem vuran, Cennet'e girer." buyurdu.
Kalbini Allahü teâlâdan çeviren ve aşırı isteklere düşen, belâ
kefenine sarılır ve pişmanlıklar mezârına gömülür. Aşırı isteklerini bırakıp,
kalbini Allahü teâlâya çeviren, af kefenine sarılır ve kurtuluş mezârına
gömülür. Allahü teâlânın istediğini kabûl eden, O'nun korumasına kavuşur.
Şimdi,
eğer tasavvufun ne olduğunu bilmek istersen, her türlü rahatlığı bırak, bu yolun
büyüklerinin sevgisini kalbine yerleştir. Eğer bunları yaparsan, tasavvufun
sırları sana açılmaya başlar. Allahü teâlâyı isteyen, bunu, hem kalbi, hem de
rûhu ile berâber yapmalıdır. İnşâallah kalb, şeytanın şerrinden korunur ve her
iki dünyâda isteklerine kavuşur. Benim hocam, Allahü teâlâ ona yüksek dereceler
versin, bir kere bana; "Muînüddîn, Allahü teâlânın huzûrunda bulunan kimseyi
biliyor musun?" diye sordu ve şöyle buyurdu: "O dâimâ itâattedir. Allahü
teâlâdan ne gelirse kabûl eder, verilenlerdeki nîmetleri görür. İşte bu,
bağlılıkta en önemli şeydir. Buna sâhib olan, dünyâ sultânıdır. Selâm ederim."
NASÎHAT
Muînüddîn-i Çeştî hazretleri vâz, nasîhat ve sohbetleriyle insanların kurtuluşu
için gayret ettiği gibi, sultanlara ve devlet adamlarına sözlü ve yazılı
nasîhatlarda bulunurdu. Sultan Şihâbüddîn Gûrî'ye şu vasiyetnâmeyi yazıp
gönderdi. "Allahü teâlâ Delhi hükümdârı Muizzüddîn Sâm'ı mübârek eylesin. Bu
fakîr size ve emriniz altındakilere mânevî ve maddî rahatlık için duâ ettikten
sonra derim ki: Peygamber efendimiz beni, Allahü teâlânın izniyle bu ülkeye
mânevî şefâatçi ve idâreci olarak mâsûm insanları korumak, onların emniyetini
sağlamak, onları hükümdârların ve şeytânî kuvvetlerin baskı ve zulümlerinden
korumak için tâyin etti. Bu fakîr Allahü teâlânın izniyle bu vazîfeyi tam olarak
yapmaya çalışıyorum. Bu vazîfeyi kalbimin bütünüyle, sınıf, inanç ve din farkı
gözetmeksizin hayatta olduğum sürece yapmaya devâm edeceğim.
Bu
fakir size ve arkadan geleceklere iyi bir hükümdârlık için aşağıdaki kâidelere
uymayı tavsiye ve îkâz ediyorum. Hakîkatte bu kâideler bu ülkedeki, hindû olsun,
müslüman olsun, mûsevî olsun, hıristiyan ve mecûsî olsun bütün hükümdârlar için
geçerlidir. Kim bu kâideleri din farkı gözetmeksizin tatbik ederse, Allahü teâlâ
onu muvaffak kılar ve o düşmanlarından korkusu olmaksızın, sağlık ve sıhhatle
tebeasını idâre eder. Her kim ki bu kâideleri gözardı eder onlara uymazsa,
Allahü teâlânın gazâbı onunla olur, ülkelerinde ayaklanmalar ortaya çıkar.
Sağlıklı bir hayat süremez ve netîce olarak ülkesi dağılır, gider. Bu kâidelere
bu sebepten bütün insanlık için uyulması gerekir.
Bu
kâideler şunlardır: Birincisi; Allahü teâlânın sana tebea olarak verdiği
kimselere zulmetme. Çünkü Allahü teâlâ insanları sever ve onlara zulmedenleri
sevmez. İkincisi; günahlar içinde bir hayat yaşayıp hükümdârlık vazîfelerini
ihmâl etme. Üçüncüsü; benim talebelerime ve onların tâbilerine, Allah adamlarına
ve zamânın velîlerine sevgi ve nezâketle muâmeleyi ihmâl etme. Çünkü onlara
böyle muâmele etmeyi Allahü teâlâ ve Peygamber efendimiz sever. Dördüncüsü;
yukarıdaki kâideler aynı zamanda bütün diğer hükümdârlar, vâliler ve devlet
teşkilâtlarında vazîfeli olan bütün vazîfeliler için geçerli ve gereklidir."
BEYİTLER
ATEŞ SİZİ YAKACAK
Muînüddîn-i Çeştî, kendi evinde her gün,
Yemek
yedirir idi, fukaraya her öğün.
Var idi
bu iş için, hizmet eden bir kişi,
Her gün
yemek pişirip, dağıtmaktı tek işi.
Para
lâzım oldukça, bu işte hizmetçiye,
Gelirdi
çekinmeden, Muînüddîn Çeştî’ye.
Namaz
kıldığı yerde, bir çekmece dururdu,
Onu
çeker, içinde, hazîneler bulurdu.
Alırdı
kâfi miktar, günlük ihtiyâcını,
Onunla
erzak alır, yakardı ocağını.
Var idi
o zamanlar, Bağdat’ta yedi kimse
Ateşe
tapıyordu, onların yedisi de,
Çekerlerdi hem dahi, her gün sıkı riyâzet
Yâni
nefislerine, ederlerdi eziyyet.
Öyle
yapmış idi ki, bu riyâzet onları,
Altı
ayda bir lokma, ekmekti gıdâları.
Böyle
açlık, susuzluk, çekerek gün ve gece,
Bir
hayli istidrâca, kavuştular böylece.
Çok
insanlar görerek, onların bu hâlini,
Büyük
zât bilirlerdi, mâlesef herbirini.
Muînüddîn Çeştî’yi, işitip bu kâfirler,
Onun
ile tanışıp, görüşmek istediler.
Geldiler bu maksatla, bulunduğu ülkeye,
Sordular insanlara: “Hânesi nerde?” diye.
Girdiler, oturdular, karşısında bir yere,
Dehşete
kapıldılar ve lâkin birden bire.
Zîrâ
henüz onlara, gelmişti bir nazarı,
O an
büyük bir korku, kaplamıştı onları.
Peşinden bir titreme, aldı bedenlerini,
Hemen
kalkıp öptüler, mübârek ellerini.
Buyurdu: “Siz Allah'tan, hiç utanmaz mısınız?
Hak
teâlâ dururken, ateşe taparsınız?”
Dediler: “Biz ateşe, tapıyoruz elbette,
Ki
yakmasın bizleri, dünya ve âhirette.”
Buyurdu: “Ey ahmaklar, ateş mâbûd olur mu?
Hiç
ateşe tapanlar, yanmaktan kurtulur mu?
Zîrâ
tek Allah vardır, ibâdete müstehak,
Böyle
îmân etmeyen, yanacaktır muhakkak.
Siz
eğer ki Allah'a, koşarsanız böyle eş,
Dünyâ
ve âhirette, yakar sizi bu ateş.
Ben ise
tek Allah'a, inanırım şu anda,
Bu
yüzden ateş beni, yakmaz iki cihanda.”
Onlar
hayret ederek, dediler: “Öyle ise,
Bunun
doğruluğunu, isbât et şimdi bize.”
Onlar
merak içinde, mübâreğe bakarken,
O
içerden getirdi, bir yığın kor, yanarken,
Allah'a
duâ edip, avuçladı közleri,
Açık
kaldı dehşetten, kâfirlerin gözleri.
Hem de
onun elinde, söndü yanan ateşler,
Hayretle şâhid oldu, buna ateşperestler.
Ve
onlar görür görmez, bu müthiş kerâmeti,
Nakşoldu kalblerine, İslâmın muhabbeti.
Ve
duydular gâibden, şöyle söylendiğini:
“Ateşin
gücü var mı, yaksın senin elini.”
Onlar
bütün bunları, işiterek, görerek,
Hepsi
îmân ettiler, şehâdet getirerek.
Oldular
yedisi de, makbûl bir talebesi,
Hattâ
kısa zamanda, evliyâ oldu hepsi.
Nice
kâfir kimseler, bir bakmakla yüzüne,
O anda
îmân edip, inanırdı sözüne.
Kendisinin Bağdat’ta, bulunduğu yıllarda,
Gayr-i
müslim bir kişi, kalmadı o diyârda.
KAYNAKLAR
1)
Siyer-ül-Aktâb; s.100
2) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s. 1122
3)
Hadîkat-ül-Evliyâ; Kısım 3, s.162
4)
Ahbâr-ül-Ahyâr; s.28
5)
Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.304
6)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.171
7) The
Holy Biography of Hazrat Khwaca Muînüddin Chisti. (W.D. Begg. Arizona-1977)
|
|