MUHAMMED MA'SÛM FÂRÛKÎ
Evliyânın meşhûrlarından, büyük İslâm âlimi. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi
İmâm-ıRabbânî hazretlerinin üçüncü oğludur. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru
yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine; "Silsile-i aliyye" denilen
büyük âlim ve velîlerin yirmi dördüncüsüdür. Mecdüddîn ve Urvet-ül-vüskâ
lakablarıdır. Urvet-ül-vüskâ; sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir.
1599 (H. 1007) senesinde Hindistan'ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan
Mülk-i Haydar mevkıinde doğdu.
Muhammed Ma'sûm hazretleri doğduğu zaman babası; "Muhammed Ma'sûm'un dünyâya
gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından bir kaç
ay sonra yüksek hocamın (Muhammed Bâkî-billah'ın) huzûruna kavuştum, ona talebe
oldum. Gördüklerimi orada gördüm." buyurmuştur. Daha üç yaşında iken, tevhîd
kelimesini söylerdi. Kur'ân-ı kerîmi kısa sürede ezberledi. İlim tahsîl ettiği
sırada, on bir yaşında iken, zikr ve murâkabe yolunu babasından aldı.
İmâm-ıRabbânî hazretleri onun hakkında;
"Muhammed Ma'sûm'un günden güne ân-be-ân bizim nisbetimizi elde etme hâli;
dedesinin yazdığı Vikâye kitabını, o yazdıkça
arkasından ezberleyen Şerh-i Mevâkıf sâhibinin hâline benzer." buyurdu. Babası
İmâm-ı Rabbânî hazretleri yine onun için; "Bu oğlum, sâbikûndan (bu ümmetin
büyüklerinden) dir." buyurdu.
O daha
küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İstidâdının
yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidâdının
altında gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi. Buyurdu ki: "Hâl, ilimden sonra
olduğu için, ilim okumaktan başka çâre yoktur." Bu sebeple oğluna aklî ve naklî
ilimleri okutmağa başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak
yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma'sûm hazretleri, ilim tahsîline
başladı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; "İlim tahsîlini çabuk bitir ki, seninle
büyük işlerimiz vardır." buyururdu. Daha on dört yaşında iken babasına; "Ben
kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan
aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur." diye
arzedince, babası; "Sen zamânının kutbu olursun." buyurarak müjde verdi. Nitekim
daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir: "Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun.
Vâd edilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum."
Muhammed Ma'sûm, ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Bu tahsîli
sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle
yazmıştır: "Bu günlerde oğlum Muhammed
Ma'sûm, Şerh-i Mevâkıf'ı bitirdi. Bu aradaYunan felsefecilerinin kusur ve
hatâlarını iyi anladı. Nice faydalara
kavuştu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun." İlminin bir
kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sâdık'tan ve babasının halîfelerinden olan
büyük âlim MuhammedTâhir-i Lâhorî'den öğrendi. Ayrıca başka âlimlerden de ilim
öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet, diploma aldı.
On altı
yaşında iken, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Bundan sonra tamâmen tasavvufa
yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek
kemâlâta kavuştu. Kendinden önce yaşayan büyük velîlerin bir ömür harcayarak
elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti. Bu durumu kendisi şöyle ifâde
etmiştir: "Bu fakîr, (yâni Muhammed Ma'sûm) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum.
O yüksek efendim (İmâm-ı Rabbânî), dâimâ bu fakîrin hâlini kontrol ve teftiş
ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyururdu. Gizli hakîkatleri
beyân eyledikleri zaman bu fakîrden başkası, şerefli huzurlarında yoktu.
Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifât eylediler. Yüksek hâllere
kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allahü teâlâya bunun ve verdiği nîmetler için
hamd ü senâlar olsun."
Muhammed Ma'sûm, mübârek babasının feyzleri ve teveccühleriyle çok çabuk kemâl
derecelerine ulaştı. Kavuşma yolu pek kısa oldu. Bir ömür boyunca elde
edilenler, günler ve aylara sığdırıldı. Öyle yetişti ve yükseldi ki, onun
bereketi ve feyzleri bütün âleme yayıldı.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri ömrünün son günlerinde onu husûsî odasına çağırıp buyurdu ki:
"Benim bu dünyâya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle
idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlûkât tam bir şevk
ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fânî dünyâda kalmak için sebep bulamıyorum. Bu
denî, aşağı ve hakîr dünyâdan göç etmem yaklaştı." Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî
buyurdu ki: "Bu fakîr, bu gizli müjdeyi duyduğum hâlde kalbim parçalandı.
Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde
konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı. Bendeki bu değişmeyi
görünce, şefkât ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işâret
edip; "Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun
yerine oturtur." buyurdu.
Muhammed Ma'sûm, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vâz ve
irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak
insanları doğru yola dâvet etti. İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar
yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup
elinde tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini evliyâlık mertebelerine
kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil, tam ve olgun bir âlim olarak yetişip,
irşâd ile emrolunmuştur. Talebeleri onun huzûrunda bâzan bir ayda, bâzan bir
haftada evliyâlık kemâlâtına ererler
di.
Bâzılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin yetiştirdiği mürşid-i kâmillerden herbiri,
bulunduğu yerlerde insanlara feyz vererek, onları irşâd ettiler, hak olan doğru
yolu anlattılar. Böylece onun feyz ve mârifeti her tarafa yayıldı. Yapılan bu
mükemmel hizmetler, îzâh edilemeyecek kadar umûmileşti, yaygınlaştı ve asırlar
sonrasına aksetti. Talebelerinin meşhûrlarından olan Murâd-ı Münzevî
hazretlerinin kabri İstanbul'dadır. İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç
evliyâdan biridir.
Muhammed Ma'sûm hazretleri 1657 (H.1068) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp
mukaddes beldelere varınca buyurdu ki: "Bu yerlerin her tarafını Peygamber
efendimizin nûrları ile dolmuş buluyorum." Mekke ve Medîne'de bulundukları
müddetçe, beyâna sığmaz hâller müşâhede eyleyip, bir kısmını yakınlarına
anlatmıştı. Buyurdu ki: "Mekke-i mükerremeye geldiğim zaman tavâf-ı kudûm
yaptım. Melekler ve hûrilerin Kâbe'yi tavaf ettiklerini, böyle şevk ve kavuşma
hasretinin insanlarda olamayacağını gördüm. Her defâsında Kâbe'yi üç defâ
medhederlerdi. Kâbe'nin etrâfından göğe kadar her yeri kaplamışlardı."
Yine
şöyle buyurdu: "Mekke'den Arafat'a gitmek için yola çıktım. Mina'ya varınca,
namaz kılmak için Mescid-i Hîf'e girdim. Peygamber efendimiz o mescidin
yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada Mûsâ ve Hârûn
aleyhimesselâmın makamları vardı. Bu mescidde oturduk. Allah'ın Peygamberi tam
bir heybet ve celâl ile geldi. O'nun o mübârek latîf vücûdu sebebiyle yer gök
nûr ile doldu. Her şey o nûrun içine gömüldü."
Mekke-i
muazzamada bulunduğu sıralarda, büyük kardeşiHâce Muhammed Saîd hastalanmıştı.
Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için duâ etti.Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allahü
teâlâya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli duâ eyledi. Sonra buyurdu ki: "Duâ
esnâsında müşâhede eyledim ki; huşû ile ellerimi kaldırıp, Allahü teâlâya duâ
ettiğim sırada, mahlûkatdan milyonlarcası, bana uyarak ellerini kaldırdılar.
Murâdımın hâsıl olması için, duâma iştirak ettiler. Böylece duâm kabûl oldu.
Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu."
Yine
buyurdu ki: "Kâbe'de idim. Hazret-i İbrâhim'i, makâm-ı İbrâhim'de gördüm. Onun
yakınında inanılmıyacak zuhûrlar ve garîb hâller buldum."
Peygamber efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri Rebî'ul-evvel ayının on ikinci
gecesi, Kabe'de Mültezem'in yanında iken, irşâd ile meşgûl olayım mı, yoksa bu
işi bırakıp uzlette, kendi başıma mı ibâdetle meşgûl olayım diye Resûlullah
efendimize tazarrû, yalvarma ve ilticâda bulundum. Çok kıymetli olan irşâd ile
meşgûl olmam için emrolundum. Allahü teâlânın rızâsının tamâmen bu işte olduğunu
ve bu işe gayret etmemi bildirdi. Hattâ bunu terketmemin hiçbir şekilde rızâsına
uygun olmadığı anlaşıldı.
Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretleri Mekke-i mükerremeden ayrılıp, Cidde'ye
geldiği zaman buyurdu ki: "Nûrlar ve esrâr, Harem-i şerîfin dışında,
içindekilerden daha çok görünmeğe başladı. Zîrâ, huzurda iken, nûrların
ziyâsının çokluğu, onlara bakmamıza mâni oluyordu. Bu yüzden hiçbir tarafa
bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nûrların azalması, bakmayı
kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor." Sonra Medîne'ye gitmek üzere
yola çıktı.
Medîne-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebînin
nûrlarının eserlerinin, dalgalarının görünmesi, duyulmağa başlaması, bir an
evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu. Bunun gibi Sahâbe-i kirâmın
mübârek mezârlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vâdisine gelince,
Sugra'da yatan Bedir muhârebesi şehîdlerinden hazret-i Abdülhâris'in mezârını
ziyârete gitti. Yanındakilerle berâber, bir müddet mezârın başında murâkabe
eyledi. Sonra; "Onun mezârının başında teveccüh ettim. Kendisini bulamadım. Bir
müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neşe ile beni karşıladı."
buyurdu.Sonra Medîne'ye girdiler. Medîne'de Peygamber efendimizin kabrini
ziyâret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgûl oldu ve; "Peygamberlerin
sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanıma
geldi.Lütf ve inâyet buyurup beni kucakladı. O kadar nîmete kavuştum ki, bunun
gibisine bu zamâna kadar kavuşmamıştım." buyurdu. Orada bulunduğu müddetçe
Peygamber efendimizi bu şekilde defâlarca görmüştür.
Muhammed Ma'sûm hazretleri Medîne-i münevverede bulunan Eshâb-ı kirâmdan birçok
zâtın ve diğer büyük zâtların medfûn bulunduğu Bakî' kabristanını da ziyârete
gitti.Bu ziyâreti sırasında da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin rûhâniyeti ile
görüştü. Bakî' kabristanında vedâ ziyâreti yaparken, hazret-i Osman'ın nûr saçan
mezârı başında oturdu. Diğer mezârları da ziyâret için oradan ayrılırken,
hazret-i Osman'ın rûhâniyeti gözüküp onu uğurladı ve üç defâ öptü. Ayrıca
hazret-i Abbâs'ın, hazret-i Âişe'nin, hazret-i Fâtıma'nın, Peygamber efendimizin
küçük yaşta vefât eden mübârek evlâdı İbrâhim'in ve diğer büyüklerin
rûhâniyetini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine kavuştuğunu,
herbirinden ayrı ayrı hâller gördüğünü bildirmiştir.
Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin yüksek talebelerinden olan
MuhammedHanîf-iKâbilî, gençlik yıllarında Kâbil şehrinde bulunurken, rüyâsında
iki büyük zâtı görür. Kim olduklarını merak edince biri gelip; "Her ikisi de
Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ıRabbânî hazretlerinin oğludur. Biri rahmetler
hazînesi Muhammed Saîd, diğeri Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm'dur." dedi. O da
beni Muhammed Ma'sûm'un huzûruna götür deyince, o şahıs da; "Ben senin yanına
onun işâreti ile seni götürmek için geldim." dedi. Onu alıp MuhammedMa'sûm
hazretlerinin huzûruna götürdü. Muhammed Hanîf, büyük müjdelerle dolu olan bu
rüyâsından uyanınca, gördüklerini yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye
kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil'den Serhend'e gitti.Serhend'e varınca Muhammed
Ma'sûm hazretlerinin huzûruna girip, aynen rüyâsındaki gibi gördü. Ona talebe
olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Hocasının büyüklüğü,
ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların
duymadığı, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet
alarak memleketi olan Kâbil'e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı.
Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp
karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf'e
geldiler: "Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze
inanmayız." dediler. Ve; "Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet
ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend'den Kâbil'e gelmesini bekliyoruz.
Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz." diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası
ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce
kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının
çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve;
"Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer.
Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim." dedi.
Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını
hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf'e; "Yatsı vakti oldu. Artık yemek
yiyelim." dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de; "Yemeği getirin, üstâdımın
yemek yeme zamânı bu zamandır." buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin
getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! MuhammedMa'sûm hazretleri
altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder
üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde
oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne
yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "Yalnız MuhammedHanîf'in hatırı için
geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa
maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet
istemeyiniz. Büyük zarar ve ziyanlara düşersiniz." Hep berâber yemeğe
başladılar. Hem yediler, hem de konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı.
Orada bulunanlar, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek
kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete
erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma'sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını
istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma'sûm
hazretleri; "Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize
bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur." buyurup, ayrıldılar.
Sofî
Pâyende Tılâ Kâbilî anlatır: "MuhammedMa'sûm hazretleri bana icâzet verdikten
sonra, memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Bunun üzerine;
"Efendim, irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim
ise sarfedecek bir şeyim yoktur." dedim. Bu sözler üzerine bana; "Ey Sofi! Bir
parça kırmızı ve bir parça da siyah kâğıt getir." buyurdu. Hemen gidip getirdim.
Mübârek elleri ile o kâğıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi.
Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi
kendime; "Bu tasarrufu bana ihsan etselerdi, ne iyi olurdu" dedim. Kalbimden
geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki: "Peki bu tasarrufu Hak teâlânın izniyle
sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak
yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kağıdı ıslatırsan gümüş olur."Sonra izin
alarak, memleketime gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi
yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile
gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazifesine devâm ettim. Halk tarafından çok
sevildim ve böylece onlara hizmet ettim." Bu talebesinin ismi, altın yapan
Kâbilli Sofi mânâsında; "Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî" diye meşhûr olmuştur.
Hüdâperest Hân adında bir vâli, vâliliği bırakıp, Muhammed Ma'sûm hazretlerine
talebe olmuştu. Bir gün evine altı misâfir gelmişti. Onlara yedirecek ve ikrâm
edecek bir şeyi yoktu. Sohbet ve hatmi kaçırmamak için hocası Muhammed Ma'sûm'un
huzûruna gitti. Hocası Muhammed Ma'sûm hazretleri sıkıntısını kerâmetiyle
anlayıp, sohbetten sonra, kendisine ve altı misâfirine onar tâne olmak üzere
yetmiş tâne, "Enbe" denilen yemiş verdi. Ayrıca altı misâfiri için, "Eşrefî"
denilen altı altın para verdi ve; "Sen bizim oğlumuz yerindesin, burada
bulunduğun müddetçe, sana misâfir gelirse hiç çekinmeden bize haber ver."
buyurdu.
MuhammedMa'sûm hazretlerinin, Sofî Pâyende Kerbâs adında bir talebesi, huzûrunda
yetişip halîfelerinden oldu. Yanından ayrılıp memleketine giderken, ona biraz
kumaş vermişti. Verirken de; "Bu kumaşta bereket vardır." buyurmuştu. Sofî
Pâyende uzun zaman o kumaştan bir parça keserek satıp ihtiyaçlarını temin etti.
Kumaş hiç eksilmiyordu. Hayâtının sonuna kadar böyle devâm etti. Vefâtından
sonra da vasiyeti üzerine o kumaş kendisine kefen yapıldı. Bunun için, kumaş
yapan Sofî mânâsında "Sofî Pâyende Kerbâs" ismi ile meşhûr olup anıldı.
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından ve halîfelerinden
olan Hâce Muhammed Sıddîk'a, Peşâver'de irşad, talebe yetiştirme vazifesi
verilmişti. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretlerini
çok özlemiştim. Mübârek yüzünü görüp, sohbetinde bulunmak için Peşâver'den,
Serhend'e gitmek üzere yola çıktım. Bir katıra binip yola devâm ediyordum. Yolda
katır birden bire ürküp kaçmaya başladı. Sonra da beni düşürdü. Ayağım üzengiye
takıldı, bir türlü kurtaramadım. Katır, beni sürüklemeye başladı. Yanımda ve
çevremde beni bu hâlden kurtaracak hiçbir kimse de yoktu. Tam bir çâresizlik
içinde iken hocam Muhammed Ma'sûm hazretlerini hatırladım. Allahü teâlânın izni
ile hocamın imdâdıma yetişmesini istedim. Daha böyle düşünür düşünmez hocam
âniden gözüküverdi. Katırı tutup durdurdu. Ben ayağımı üzengiden kurtarıp,
yerden kalkıncaya kadar bekledi. Ayağa kalkınca hocamın ayaklarına kapanıp, bu
yardımından dolayı memnûniyetimi ve muhabbetimi arzetmek istedim. Fakat ben
ayağa kalkar kalkmaz hocam gözden kayboldu, onu orada göremedim."
Yine,
talebelerinin büyüklerinden HâceMuhammedSıddîk şöyle anlatmıştır: "Hocam
MuhammedMa'sûm hazretlerinin sohbetine ve derslerine devâm ettiğim sırada,
memleketime gidip gelmek üzere izin almıştım. Yola çıkıp bir müddet gittikten
sonra, yolda derin bir su kenarında durdum. Gömleğimi yıkamak istedim. Fakat bu
sırada ayağım kaydı. Birden bire suya düşüp batmaya başladım. Su beni
boyluyordu. Yüzme de bilmiyordum. Bir batıyor bir çıkıyordum. Ölmek üzereydim.
Tam bu sırada hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri gözüküp elimden tuttu ve beni
boğulmaktan kurtardı. Sonra da gözden kayboldu."
Yine bu
talebesi şöyle anlatmıştır: "Bir gün kendimden geçip muhabbet ateşiyle yanarak
sahralara düşmüştüm. O kadar gitmişim ki sahraya dalıp şehirden çok
uzaklaşmışım. Sahrada öyle susamıştım ki, neredeyse susuzluktan ölecektim. Ben
bu hâlde çâresiz iken, hocam Muhammed Mâ'sûm hazretleri uzaktan gözüküverdi.
Hemen şevk ile sevinerek hocamın yanına koştum. Tam huzûruna varınca hocam
gözden kayboldu. Fakat hocamın bana gözüküp, sonra da gözden kaybolduğu yerde
bir pınar buldum ve suyundan içtim. Böylece şiddetli susuzluktan ve helak
olmaktan kurtuldum."
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce
Muhammed Sıddîk'ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında
hayvanıma odun yükleyip getirirken yük devrilip yıkıldı. Yalnızdım ve tekrar
yüklemek için yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada
Muhammed Ma'sûm hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın
üzerine koydu ve gözden kayboldu."
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle
anlatmıştır: "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri bana, icâzet-i mutlaka ve hilâfet
verip; "Size itâat ederler, sözünüzü dinlerler." buyurup, memleketime dönmemi
söylediği zaman kendisine; "Bizim memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle
şeyleri bilmezler, zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler.
Hattâ böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sert tabiatlı ve sıkıntı
vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itâat etsinler.
Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve muhlislerden olurlar." diye
bildirdim. Bunun üzerine hocam; "Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat
ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin.
Oradaki bütün insanlar sizi severler." dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi
oldu."
Sa'dullah Hân, Şâh Cihân'ın yanındayken, Muhammed Ma' sûm hazretlerinin büyük
bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O
anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin,
Muhammed Ma'sûm hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına
vardı. Pişmân oldu ve MuhammedMa'sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın
parası) ve bâzı hediyeler gönderdi. "Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin."
diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya
okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma'sûm hazretleri bunları aslâ kabûl
etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki: "Yalan
söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi." O Hânın
adamlarına; "Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor." buyurdu.
Sa'dullah'ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler.
Sa'dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.
Berekât-ı Ma'sûmî kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Evrengzîb'in
oğlu, zamânın pâdişâhı Muhammed Muazzam Şâh'ın meclisindeydim. MuhammedMa'sûm
hazretlerinin tasarruflarından bahsediliyordu. Muhammed Muazzam Şâh dedi ki:
"Sultan Evrengzîb, Keşmîr'e giderken, irşâd diyârı olan Serhend'den geçiyordu.
Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretlerini ziyâret ile şereflendi. O sene,
pâdişâh olmasının beşinci senesiydi. Ben de babamın yanındaydım. Muhammed Ma'sûm
hazretleri; "Baban vefât ettikten sonra, pâdişâhlık sana geçecektir." buyurdu.
Kırk beş sene sonra bu müjdesi doğru çıktı. Evrengzîb'in pâdişâhlık müddeti elli
sene idi."
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin, vefât ettiği sene, Şa'bân ayının on beşinci
gecesi, yâni duâların kabûl olduğu, ecellerin takdir edildiği Berât gecesinde,
talebelerinden bâzı hâdiseleri sorup cevap aldı. Sonra da; "Bir kutbun ismini
yaşayanlar defterinden sildiler." buyurarak, vefât edeceğine işâret etti.Yine
vefâtına yakın bir zamanda bir yerde durup; "Pek yakında kemâl sâhiplerinden
birinin mezârı burası olur." buyurdu. Vefât edince kabrinin orası olduğunu
görenler bu sözdeki işâreti anladılar. Yine o günlerde babası İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin kabrini ziyâret ettiği sırada ondan âhiretin hâllerini sorduğunu
ve babasının cevâbında; "Burada her şey rahmet iledir" buyurduğunu bildirdi ve
ertesi gün vefât etti.Vefâtları 1668 (H.1079) senesi Ağustos ayının on yedinci
günü öğle vakti idi. Cenâzesini, Ahund Sücâdil yıkadı. Mübârek ağzını yıkamaya
sıra gelince, yıkayıcı; "Bu mübârek ağzı açmaya tâkat getiremiyorum." dedi.
Bunun üzerine Muhammed Ma'sûm hazretleri kendisi, hayatta olanlar gibi ağzını
açtı, suyu ağzına aldı ve ağzını çalkaladı. Orada bulunanlar bu hâli görünce
şaşırdılar. Namazını en küçük kardeşi, Şeyh Yahyâ kıldırdı. Mezârı, hayatta
iken; "Burada kemâl mertebelerine kavuşan bir fakîrin mezârı bulunur" buyurduğu
yer oldu. Bâbür sultânı ve talebesi olan Evrengzîb Âlemgir, kabri üzerine yüksek
kubbeli bir türbe yaptırdı. Türbesi, babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Mektûbât'ında, bu oğluna yazdığı mektuplar vardır.
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin kıymetli neslinden pekçok veli yetişmiş ve
zamanlarının kutbu olmuşlardır. Bütün İslâm memleketlerine feyzleri yayılıp
nûrlandırmıştır. Ecdâdlarının vârisleri ve yeryüzünün meşhûrları olmuşlardır.
Hidâyet ve irşâdda yüksek derece kazanmışlardır.
Muhammed Ma'sûm hazretlerinin üç ciltlik;
Mektûbât-ı Ma'sûmiyye adlı bir eseri vardır. Bu üç cildde toplam altı yüz
elli iki mektup vardır. Son olarak 1976 (H.1396) senesinde Pakistan'ın Karaçi
şehrinde bastırılmıştır. Fârisî olan bu mektuplar arasından yüz kırk bir adedi
seçilerek; Müntehâbât-ı Ma'sûmiyye adı ile İhlâs Holding A.Ş. tarafından
bastırılmıştır. Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri Mektûbât-ı Ma'sûmiyye'sinin
1. cild 4. mektubunda
şöyle
buyurmaktadır:
"Bu bir
köşede unutulmuşu hatırlıyarak, kardeşim Mevlânâ Muhammed Hanîf ile
gönderdiğiniz mektup geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmayan
cenâb-ı Hakk'a bağlılığınızı ve O'nun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı
okuyunca, sevincimiz kat kat arttı. Bu âhir zaman fitne ve zulmeti içinde,
Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleştirir ve kendi hicrânı,
ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük nîmettir! Bu nîmetin kıymetini bilip, şükrünü
yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son
derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül
bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i
emmârenin azgınlığından, yükselmesinden meydana gelen,
izzet-i nefs perdesini tamâmen yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi
aydınlatmalıdır. "Nîmetlerime şükrederseniz, onları arttırırım." (İbrâhim
sûresi: 7) buyrulmuştur.
Ey
mes'ud ve bahtiyâr kardeşim! Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek
arzusunda isen, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce,
sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden sakınmak lâzımdır. Çünkü Allahü
teâlânın sevgisine ulaştıran yolun esâsı bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve
ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitaplarına
uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda,
yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip, orta derecede olmalısınız. Seher vakti
(yâni gecelerin sonunda) kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istigfâr
etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayı
ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle berâber olmayı aramalısınız. "İnsanın dîni,
arkadaşının dîni gibidir." hadîs-i
şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhireti, seâdet-i ebediyyeyi
isteyenlerin, dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.
Mübâh
olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden
kaçınınız. Böylece âhirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş
eşyânın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını, topraktan,
tarladan, ağaçtan alınan mahsüllerin öşrünü de her hâlükârda vermek lâzımdır.
Bunların verilecek mikdârları, fıkıh kitaplarında bildirilmiştir.
Zekâtı
ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı
ziyâret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını
gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı,
İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcetmemeli, izin verilen yere de, isrâf
etmemelidir. Bunlara dikkat edince, mal zarardan kurtulur ve dünyâlıklar,
âhiretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.
İyi
biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş
olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına
ve edeblerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir.
Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa
çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip, birinci safa
geçmek için, safları yarmak, cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri
yapılmazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan
çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur.
Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla
yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete girerek, burada nasîb olan devletten
hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz
çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk
sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında
vuslatın
(matlûba kavuşmanın) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın sevgili
Peygamberi buyurdu ki: "Bir mümin namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları
onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennet'te
olan hûriler onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder."
Bu
yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar; Kur'ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri
yaparak, kıymetli kitaplarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen duâları,
tesbihleri okuyarak vakitlerinizi mâmûr ediniz! Bu duâ, tesbîh ve ibâdetlerden
bir kısmını bu fakîr, toplamıştım. Mevlânâ MuhammedHanîf almıştı. Zamânınızın
çoğunu; "Lâ ilâhe illallah" kelimesini söylemekle geçiriniz. Kalbi temizlemekte
çok tesirlidir. Her gün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz
söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeyi saâdetin sermâyesi biliniz! Bu yolda
ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz.Fârisî beyt
tercümesi:
Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!
Belki
sen kavuşursun, biz varamadıksa da!
Allahü
teâlâ size ve doğru yolda gidenlerin hepsine selâmet ve rahatlıklar versin!"
(Birinci cild, on dördüncü mektup.)
Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri buyurdu ki: "Âdet olarak, riyâ, gösteriş
olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip, sevâblarını
meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur."
"İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa
zikr olur."
"Belâların ve şiddetli şeylerin kalkması için istigfâr, tövbe etmek çok
faydalıdır."
"Kulun
ıslah olması, kalbinin ıslah olmasına bağlıdır. Fesâdı da kalbin fesâdına
bağlıdır."
"Sâlih
amellerin sevâbını bütün müminlerin rûhuna hediye etmek iyi ve makbûldür. Her
birine ayrı sevâb ulaşır. Hakkında hediye etmek için niyet edilip okunan ve
hediye edilen meyyitin sevâbı hiç eksilmez."
"İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."
"İnsan
her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."
"İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri
yapmasıdır."
"Allahü
teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini
yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun!O, emirlere uymakla ve
yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka
çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup,
Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar."
"Vakitleri zikr ve tefekkür ile mâmûr etmek lâzımdır. Vakti en mühim işler ile
geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku)
üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir."
"Allahü
teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikr ve
tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile
aydınlatmalı(geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında)
âhiret azığını hazırlamalıdır.
"Bid'atler yayılıp sünnetler terkedildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin
tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini
yaymak en büyük maksattandır."
"Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde
yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."
"Tövbe
kapısı açıktır. Allahü teâlâ raûf ve rahîmdir. Kimse kusurdan hâli değildir.
Ümidli olmalıdır."
"Kur'ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) olur."
"Cennet'e girmek ancak rahmet-i ilâhî iledir."
"Ömrün
en kıymetli zamânı gençlik zamânıdır. En kıymetli şey ise mârifetullahdır.
Gençliğini en kötü şey olan hevâ ve heves peşinde harcayıp, mârifetullahı, ömrün
en kötü zamânı olan ihtiyârlık zamânına bırakanlara yazıklar olsun!"
"Kıymetli ömrünü bu fânî ve denî, alçak olan dünyâ için sarf eden kâbiliyetli
gençlere çok yazık! Onlar gençliklerini dünyâ için harcamakla, aldatıcı bir
kahpeye âşık olmuşlar, kıymetli cevherleri saksı parçaları ile değişmişlerdir!"
"Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını
geciktirmez."
"Dünyâ
hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti
unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır."
"Dünyâ
hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli
kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb
olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır."
"Son
nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr
olmuşlardır."
"Dünyâ
hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın
rızâsını kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp,
âhireti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için
çalışmalıdır."
"Rızık
mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması,
Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur."
"Sadakanın sevâbını evvelâ Resûlullah efendimizin rûhuna, sonra da diğer
meyyitin rûhuna hediye etmelidir."
"Seher
vakitlerinde ağlamayı ve istigfâr etmeyi ganîmet bilip, en büyük iş olarak
addetmelidir."
"Seher
vaktinde uyanık olmayı mümkün olduğu kadar elden bırakmamalı ve ağlayarak namaz
kılıp istigfâr etmeyi ganîmet bilmelidir."
"Attâr-ıŞiblî kırk sene ağladı ve başını kaldırıp semâya bakmadı. Ağlamasının
sebebi sorulunca; "Kabrin korkusundan ve kıyâmet gününün heybetinden
ağlamaktayım" dedi. Semâya neden bakmıyorsun? diye sorulunca da; "Meclislerde
kahkaha atarak çok güldüm. Bu yüzden utanıp başımı kaldırıp bakamıyorum."
buyurdu."
"İslâmiyete uymadıkça, hiçbir vakit mârifet-i ilâhî hâsıl olmaz."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BOL NÎMET
VE BEREKET
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: Peygamber efendimizin mihrâbının yanında
öğle namazını kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği
hüzün ve elemin tesiriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken,
kabr-i seâdetten, o temiz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa nûr saçılmağa
başladığını gördüm. Peygamber efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasından
göründü. Mübârek kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının
çokluğundan, benzerini hiçbir zaman göremediğim, sultanların tâcı ve hil'atı
gibi, bir tac ve hil'atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve pek kıymetliydi. O
anda bana bildirdi ki: "Mübârek vücudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana
verdikleri bu hil'at, diğerlerine benzemez." Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan,
gece gündüz devâm üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler nehir gibi
akıyor. Nitekim, onun
hakkında Kur'ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; "Biz seni ancak, âlemlere
rahmet olarak gönderdik" buyuruyor.
İBRİĞİN
SIRRI
Muhammed Ma'sûm, bir gün abdest alırken abdest aldığı ibriği kuvvetle duvara
fırlattı. Hizmetinde bulunan talebesi gitti ve başka bir ibrik getirdi.Talebesi,
önce verdiği ibriğin böyle atılıp kırılmasına üzüldü. "Acabâ ne kusur ettim."
deyip, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin yakınlarından birine gidip durumu anlattı. O
da, talebesinin bu üzüntülü ve korkulu hâlini Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî
hazretlerine bildirdi. Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "Ona söyleyiniz
korkmasın. O ibriği attığım sırada, bizi sevenlerden birisi sahrada, kana
susamış bir arslana rastladı. Arslan o anda onu orada öldürecek, parça parça
edecekti. O talebem ise tam bir âcizlik içinde bizden yardım istedi. O anda
elimde ve yanımda ibrikten başka bir şey yoktu. Bunun için ibriği arslana
fırlattım ve o zavallıyı kurtardım."
Bu
hâdiseyi yaşayan talebesi başından geçenleri sonra şöyle anlattı: "Sahrâda
âniden bir arslan gördüm. O anda Hocam, İmâm-ı Muhammed Ma'sûm hazretlerini
hatırladım. Hemen baş gözüm ile gördüm ki, İmâm-ı Ma'sûm hazretleri geldi,
elindeki ibriği arslana fırlattı. Arslanda hareket edecek kuvvet kalmadı.Sonra
hocam gözümden kayboldu. Böylece beni o arslandan kurtardı. Sonra, o ibriğin
kırılmış parçalarını yerden topladım. Hâlâ yanımda saklıyorum."
KISA ÖMÜR
Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan
âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır.
Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında,
âhirette iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım
olan şeyleri hazırlar."
"Bir
kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret
ihtiyaçlarını giderir."
BOŞ
HAYALLERDEN VAZGEÇ
Bir
genç, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetine gelirdi. Bu genç, bir kıza âşık
olup, dalgın ve dağınık bir hâldeydi. Muhammed Ma'sûm hazretleri bir gün o
gencin hâlini anlayıp buyurdu ki: "Bu bozuk düşünceden ve lüzumsuz hayâlden
vazgeç! Himmet ve arzu yüzünü hakîkat bahçesine çevir! Mârifet bostanından
meyveler topla! Elbette bu diğerinden daha iyi olacaktır." Bu hâl içerisinde
ezilen ve sıkıntı içinde olan genç, Hâfız-ı Şirâzî'nin bir beytini okuyarak bu
hâlden kurtulması için duâ ve himmet etmesini istedi. Muhammed Ma'sûm hazretleri,
gencin bu sözü üzerine, o hâlden kurtulması için duâ ve himmet etti ve; "Seni bu
hâlden kurtardılar!" buyurdu. Genç bu sözü duyar duymaz, kendini toplayıp aklı
başına geldi. Mecazî olan aşk ve sevgisi, hakîkî aşka döndü. Muhammed Ma'sûm
hazretlerinin sâdık talebelerinden oldu. Hattâ onun feyz ve bereketlerinden o
kadar faydalandı ki, sâlih, velî ve kâmil bir zât oldu.
EHL-İ
SÜNNETİN ŞEREFİ
Bir gün
İran kumandanlarından râfızî îtikâdlı biri, Hindistan'ın başşehrine gitmek üzere
yola çıkmıştı. Serhend şehrinden geçerken, alay edercesine, hizmetçilerinden
birini Muhammed Ma'sûm hazretlerinin huzûruna gönderip, ziyâretine gelmek
istediğini bildirdi. Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Misâfir kâfir de olsa ona
ikrâmda bulununuz." sözü gereğince, misâfir için hazırlık yaptırdı. İkindiye
kadar beklediler. Gelmedi. Sonunda o kumandanın gittiği haberi geldi. Maksadı,
Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden ve koruyucularından olan Muhammed Ma'sûm
ile alay etmek, onu küçük görüp hafife almakmış. O sırada, Muhammed Ma'sûm
hazretlerinin en yüksek halîfelerinden olan Hâce Muhammed Hanîf-i Kâbilî misâfir
geldi. Hazır olan yemekleri onun için getirdiler. Hâce Muhammed Hanîf, hediye
olarak birkaç tâne bıçak getirmişti.Başka hediyeler de vardı. Muhammed Ma'sûm
hazretleri bıçaklardan birini alıp; "Bir salatalık getirin." buyurdu. Salatalık
getirdiler. O bıçakla salatalığı kesti ve buyurdu ki; "Salatalığı keserken,
bizimle alay etmeye kalkışan o râfizînin de başının kesildiğini gördüm."
Hakîkaten buyurduğu gibi oldu.
ON İKİ SENE
SONRA
Ekberâbâd şehrinde tasavvufta yetişmiş bir âlim vardı. Hastalanıp ölmek üzere
iken, talebesi olan kız kardeşinin oğlunu istedi. Sonra; "Senin hâllerin
tamamlanmadı. Ben de ölüyorum. Şimdi senin, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin
huzûruna gidip, sülûk eylemen, tasavvufta yetişmen ve böylece kemâl
mertebelerine kavuşman gerekiyor. Zannedersem, bu büyük nîmete ancak, on iki
sene sonra kavuşabileceksin." buyurdu. Bu zât söylenilen müddet içinde, her ne
kadar birçok yere gittiyse de, irşâd diyârı olan Serhend'e yolu düşmedi. Ancak
on iki sene sonra, Serhend şehrine geldi. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin ziyâreti
ile şereflendi. Muhammed Ma'sûm hazretleri onu görünce; "Üstâdının sana
söylediği on iki sene bugün doldu." buyurdu. Gelen talebe hesâb etti aynen
buyurdukları gibiydi. Sonra buyurdular ki: "Bu mânâyı, üstâdının büyüklüğünü
göstermek için izhâr eyledim. Burada bulunanlar da, onun kemâlini böylece
öğrensinler diye söyledim."
BEYİTLER
YETİŞ EY
HOCAM!
İcâzetini verip, talebeden birine,
Gönderdi hizmet için, kendi memleketine.
Hâce
Muhammed Sıddîk, adlı bu talebesi,
Gidip,
Allah yoluna, dâvet etti herkesi.
Lâkin
özlediğinden, pek fazla üstâdını,
Ziyâret
maksadiyle, yaptı hazırlığını.
Sonra
ata binerek, yola çıkıp giderken,
At
ürküp, kendisini, düşürdü üzerinden.
Ve hem
de bir ayağı, takıldı üzengiye,
Başladı
hayvan onu, yerde sürüklemeye.
Etraf
da ıssız olup, kimsecikler yoktu pek,
Nerdeyse ölecekti, yerde sürüklenerek.
Çâresizlik içinde, kapadı gözlerini,
İstedi
üstâdının, yardım ve himmetini.
“Allah’ın izni ile, ey hocam, yetiş hemen,
Çok zor
bir durumdayım, kurtar beni bu hâlden.”
Kalbinden geçirince, hemen bu murâdını,
O, bir
anda yetişti ve durdurdu atını.
Takılan
ayağını, atın üzengisinden,
Çıkarıp
halâs oldu, ölüm tehlikesinden.
Ayağa
kalktığında, düşündü ki o ilkin:
“Teşekkür eyliyeyim, hocama, bu iş için.”
Ve
lâkin göremedi, onu kendi yanında,
Zirâ o,
göz önünden kaybolmuştu ânında.
Aynı
zât anlatır ki, hocamın derslerine,
Muntazaman gittiğim, günlerde bir gün yine,
Âile
efrâdımı, ziyaret etmek için,
Memlekete gitmeye, hocamdan aldım izin.
Hazırlığımı yapıp, yola çıktım nihâyet,
Sonra
bir su yanında, mola verdim bir müddet.
Bir
insan boyundan da, derindi hem de o su,
Gömleğimi çıkarıp, yıkamak ettim arzû.
Ve
lâkin birden bire, ayaklarım kayarak,
Düştüm
suyun içine, yüzü koyun olarak.
Suda
yüzmesini de, mâlesef bilmiyordum.
“Beni
bu vaziyetten, kim kurtarır?” diyordum.
Böyle
çok zor durumda, kalınca en nihâyet,
Yine
ben üstâdımdan, istedim, yardım medet:
“Allah'ın izni ile, çabuk yetiş ey hocam,
Yoksa
bu su içinde, az sonra boğulacam.”
Ben
böyle düşünürken, üstâdım geldi birden,
Beni,
sudan çıkarıp, kayboldu göz önünden.
Yolculuk yapıyordum, bir gün yine sahrada,
Susuzluk tesîriyle, otururdum arada.
Yürüyecek tâkatim, kalmadı en nihâyet,
Hattâ
yoktu etrafta, sudan eser, işâret.
“Ne
yapacağım” diye, düşünürken böyle ben,
Baktım,
yine üstâdım, teşrîf etti âniden.
Beni
tutup, bir suyun, başına götürerek,
Bekledi
baş ucumda, kendime gelene dek.
O sudan
kana kana, içip döndüm ben geri,
Baktım
yine üstâdım, terk eylemiş bu yeri.
KAYNAKLAR
1)
Mektûbât-ı Ma'sûmiyye (Muhammed Ma'sûm (k.s.)
2) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1118
3)
Zübdet-ül-Makâmât; s.315
4)
Hadarât-ül-Kuds; s.262
5)
Umdet-ül-Makâmât; s.251
6)
Hadâik-ül-Verdiyye; s.191
7) Hak
Sözün Vesîkaları; (2. Baskı) s.319
8)
Kıyâmet veÂhiret; (5. Baskı) s.102
9)
İrgâm-ul-Merîd; s.72
10)
Hadîkat-ül-Evliyâ; s.109
11)
Reşehât Zeyli; s.39
12)
Nesîmât-ül-Üns
13)
Ma'den-i Cevâhir
14)
Eşcâr-ül-Huld
15)
Esmâr-ül-Eşcâr
16)
Mahzen-ül-Envâr-ı Sâfî fî Keşfi Esrâr-il-Müceddidî
17)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.199
18)
Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.291
19)
Yevâkît-ül-Haremeyn
20)
Makâmât-ı Ahyâr; s.28
21)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.89
|