MUHAMMED ÇELEBİ SULTAN
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velilerden. Eğridir'de doğdu ve 1494 (H.900) de
orada vefat etti.
Babası,
Pîrî Halîfe Sultandır. Seyyid olup nesebi yirmi üçüncü batında hazret-i
Hüseyin'e ulaşır. Babası Pîrî Halîfe Sultan, mânevî bir işâret üzerine genç
yaştayken İran'ın Hoy şehrinden, hocası Şeyhülislâm Berdeî hazretleriyle
birlikte Anadolu'ya göçmüştür. Anadolu'ya gelince, büyük bir mürşid-i kâmil olan
hocası Şeyhülislâm Berdeî'nin kızıyla evlenmiş ve bu evlilikten Muhammed Çelebi
Sultan doğmuştur. (Bkz. Berdeî Sultan, Pîrî Halîfe Sultan)
Daha
küçük yaşta iken, babasının ziyâretine gelenler içerde iken, ıslahı mümkün
olmayan kimselerin ayakkabılarını ters çevirir; iyi kimselerinkini ise düzgünce
koyardı. Küçük yaşında günahkar ve sâlih insanı ayırır ve söylerdi. Melekleri
görür ve gördüğü şeyleri söylerdi. Babası çarşıdan alınan çörekten yedirince bu
hali kırk gün kaybolur kırk gün sonra yine görürdü. Niçin gördüklerini
söylüyorsun? dediklerinde, bana; "Gördüklerini söyle sana zararı yoktur
diyorlar." derdi. On yaşına kadar bu hali devâm etti.Sonra gizledi.
İlim ve
feyz ocağında gözlerini açıp küçük yaştan îtibâren ilim ve edep öğrenmeye
başladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Babasından ve babasının
hocası Şeyhülislâm Berdeî'den ilim öğrendi, onların bereketli sohbetlerinde ve
derslerinde yetişti. Tasavvufta kemâle erdi. İcâzet aldı. Şeyhülislâm Berdeî
hazretlerinin vefâtından sonra dâmâdı ve Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî
Halîfe, Muhammed Çelebi Sultan'ın halîfesi olarak dergâhta senelerce halka
rehberlik yapıp insanlara, Eshâb-ı kirâmınPeygamber efendimizden naklen
bildirdiği ve asırlar boyunca kıymetli İslâm âlimleri tarafından büyük bir
dikkatle nakledilegelen Ehl-i sünnet îtikâdını ve doğru din bilgilerini anlattı,
öğretti. Bunlara uygun yaşamalarını sağladı. Ömrünü bu mübârek hizmetlerle
geçirdi. Vefâtından sonra ilim ve feyz menbaı olan dergâhda oğlu MuhammedÇelebi
Sultan, yolunu şaşırmış olanlara rehberlik vazîfesi yaptı. O da aynen babası
gibi ilim ve feyz saçtı, nice sâlih ve velî zâtlar yetiştirdi. Pekçok insanın
saâdete kavuşmasına vesîle oldu.Vefâtından sonra yerine torunu Şeyh Burhâneddîn
hazretleri geçti.
Muhammed Çelebi Sultan hazretlerinin pekçok kerâmeti ve menkıbeleri olup bir
kısmı şöyledir:
Daha
yedi yaşındayken rüyâsında bütün âlem bir deryâ, büyük bir deniz olmuş, doğudan
batıya bütün insanlar şaşkın bir vaziyettedir. Muhammed ÇelebiSultan deryâ
üzerinde uzanıp köprü olur. Bütün mahlûkat üzerinden geçer... Bu rüyâsını
babasına anlattığında, babası; "Şeyhimiz Abdüllatîf Kudsî hazretleri birazdan
geliyor. Ona soralım." der. O gelince, oğlunu huzûruna çıkarıp rüyâsını
anlattırdığında, Şeyh Abdüllatîf Kudsî hazretleri, Muhammed Sultan Çelebi'yi
kasdederek; "Bu benim oğlum zamânın kutbudur." dedi. Bu sözü söyleyip üç defâ
sayha yaptı, haykırdı. Bu sayhası sırasında sarığı başından yere düştü. Muhammed
Çelebi Sultan, Abdüllatîf Kudsî'nin huzûrundan ayrılınca, babasına; "Şeyh
hazretlerinin kutb-ı zaman dediği nedir?" diye sordu. Babası; "Oğul! Şeyh
hazretleri senin kutup olacağını müjdelediler." dedi.
Eğridir'in Kışlıcak köyü imâmı Nâsuh Fakîh şöyle anlatmıştır:
Babam
anlattı: "Bir gece evimde yatıyordum. Kapı çalındı. Çıkıp baktığımda, Muhammed
Çelebi Sultan hazretleri olduğunu gördüm. Elinde içi dolu ve çıkınlanmış bir
sofra ve bir de nacak vardı. Sofrayı bana verip; "Peşimden gel." buyurdu.
Giderken önümüze bir deryâ (deniz) çıktı. Bana; "Yürü korkma!" dedi ve önümden
deniz üzerinde yürüdü. Ben de tâkib ettim. Deniz üzerinde yürümeye başladım.
Tahtaya basar gibi su üzerinde yürüyordum. Kısa bir zaman sonra bir hisara
vardık. İslâm ordusu hisarın etrâfını sarmış beklemekteydi. Muhammed Çelebi
Sultan elindeki nacakla hisarın kapısına vurunca, bir râhip kapıyı açtı. Önümüze
düşüp evine götürdü. Evine varınca bir dehlize girdik. Merdivenle aşağı indik.
Orada bir mescid gördük. Mescidde rahleler, Kur'ân-ı kerîmler vardı ve mumlar
yanıyordu. Bizi oraya götüren râhip, papaz kıyâfetini çıkarıp, müslüman kıyâfeti
giydi ve yanımıza oturdu. Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bana taşıdığım sofrayı
açmamı söyledi.Sofradaki yiyecekleri çıkardım. Yedikten sonra duâ ettiler. Sonra
râhibe; "Artık hisarı verin!" deyince, "Emir sizindir!" karşılığını verdi. Sonra
oradan çıkıp gittik. Bir müddet sonra şafak söktü. Sabah namazının vakti
girmişti. Benim abdestim yoktu.Bana bir yer târif edip; "Falan ağacın altında
arı ve tatlı bir su vardır. Var orada abdest al." dedi. Gidip abdest aldım.
Kendisi imâm oldu sabah namazını kıldık. Sonra tekrar yürüdük. Daha önce
üzerinden geçtiğimiz denize geldik. Yine deniz üzerinden yürüyerek geçtik. Henüz
güneş doğmadan Mezar-ı Şerîf denilen yerdeki dergâha ulaştık. Ben; "Sultanım bu
garib haller, gezip gördüğümüz yerler nedir?" dedim. "Gittiğimiz hisar Kefe
Hisarıdır. İslâm askerleri onu almaya varmışlardı. Bugün hisar kapısını
açarlar." buyurdu. Târih koydum. İşâret ettiği gün o saatte Kefe Hisarı
fethedildi."
Muhammed Çelebi Sultan'ın meşhur hallerinden biri de, Hızır aleyhisselâmla çok
görüşüp, sohbet etmesidir. Bâzan evinde otururken karşıda bulunan Eğridir Gölüne
dikkatle bakar ve birini bekler gibi dururdu. Hızır aleyhisselâm göl üzerinden
yürüyerek yanına gelirdi. Görüşüp sohbet ederler, sonra yine geldiği gibi su
üzerinden giderdi. Bu hâli çok görülmüştür. Halîfelerinden Âlimi Rabbânî Dâvûd
Efendi; "Hızır aleyhisselâmla böyle görüştüklerine defâlarca şâhid oldum." diye
anlatmıştır.
Şeyh
hazretlerinin çiftliğinde değirmeni olan bir ortağı vardı. Köyünde bu değirmeni
çalıştırarak geçimini temin ederdi. Köyün ileri gelenlerinden birinin de
değirmeni vardı. Bu kimse sâdece benim değirmenim çalışsın diye o kimsenin
değirmeninin oluğuna taş bırakır çalışmasına mâni olurdu. Bu durumu Muhammed
Çelebi Sultan hazretlerine birkaç defâ açıp zulme uğradığını söyledi. Adam da bu
işinden bir türlü vaz geçmedi. Bir gün gene şikâyet etti. Muhammed Çelebi Sultan
hazretleri; "Ayruk (gayrı) etmesün." buyurdu ve başka söz söylemedi. Şikâyette
bulunan kimse bu sözden pek bir şey anlayamadı. Hattâ talebelere şeyh hazretleri
fazla bir şey söylemedi ve kâdıya (hâkime) göndermedi diye yakındı. Talebeler
şeyh hazretleri sana ne buyurdu diye sordular. O da; "Ayruk etmesün." dediğini
söyledi.Talebeler bu sözü duyunca; "Öyleyse söz tamam oldu. Artık kurtuldun. Var
git sen artık işin sonunu gözle." diye teselli etti. O kimse değirmenine gidip
baktığında, değirmenin suyunun taştığını ve dışarı aktığını gördü. Yine taş
bırakıldı zannederek oluğu yokladı. Değirmenin çalışmasına mâni olan kimse yine
bir taş bıraktırmak için bir adam göndermiş, bu adam da taş bırakırken oluğa
kendi düşüp ölmüştü. Bu hâdiseye çok şaşıp köye döndü. Köye gidince de,
değirmenin oluğuna taş bıraktıran kimsenin de âniden öldüğünü öğrendi. Zâlimin
elinden kurtulduğu içinAllahü teâlâya şükretti. Muhammed Çelebi Sultan'a
muhabbeti ve bağlılığı arttı.
Muhammed Çelebi Sultan zamânında Isparta'nın Barla kazâsından iki tüccar ticâret
için Bursa'ya gitmişler. Bunlardan birinin eceli gelip paralarını kesesine
koyarken vefât etmiş. Hacı İvaz adındaki diğer arkadaşı onun böyle dünyâ sevgisi
içinde öldüğünü ibretle görüp ağlayarak o zaman Bursa'da bulunan evliyânın
meşhurlarından Şeyh Tâceddîn hazretlerinin huzûruna gitti. Dünyâ malına ve
dünyâya düşkünlüğünden dolayı gafletine tövbe edip, Şeyh Tâceddîn hazretlerinin
dergâhında kalbini toparlamak için halvete girdi. Şeyh Tâceddîn hazretleri onun
bu hâline bakıp, talebelerine; "Hacı İvaz'a siz de yardım edin. Kelime-i tevhîd
okurken ona da niyet edin. Onun çok oturmaya gücü yoktur. Kendisi bir
tüccardır." dedi. O gece Hacı İvaz şöyle bir rüyâ gördü. Bir dere içinde kendini
kanalizasyon pisliği, çöpler ve süprüntüler arasında buldu. Pislikler dağ gibi
yığılmış. Çöpler ve pislik arasında boğazına kadar gömülmüş, boğulmasına az
kalmış! Bu haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bir dağ üzerinden kendisini
seyretmektedir. Talebelerinin de pislikleri ve çöpleri kendi üzerinden alıp
attıklarını gördü. Böyle perişan haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bulunduğu
dağ üzerinden elini uzatıp Hacı İvaz'ın elinden tutarak dağ üzerine çekip
kurtardı. Hacı İvaz sabahleyin uyanıp rüyâsını Şeyh Tâceddîn hazretlerine
anlattı. Ona; "Üzerinde olan o pislik kalbindeki dünyâ sevgileridir. Allahü
teâlânın inâyetiyle bunlar kalbinden gitti. Artık bütün dünyâ senin olsa, ona
hiç sevgin olmasın. Asıl sevgi ve muhabbet, Allahü teâlânın sevgisidir. Sevgi,
muhabbet, Allahü teâlâya ve Allah dostlarına olmalıdır. Allah adamları olan
evliyâ ile birlikte bulunmaktan gâfil olma!" diye ona nasîhat etti. Sonra da
memleketine dönmesi için müsâde etti. Hacıİvaz ayrılıp giderken; "Sultanım!
Bizim memlekette bir Allah adamı yoktur. Kiminle berâber olayım!" dedi. Şeyh
Tâceddîn hazretleri,Pîrî Halîfe Sultanın kıymetli oğulları Şeyh Muhammed Çelebi
Sultan ne oldu?" deyince,Hacıİvaz; "Efendim! Ona îtikâdım yoktur. İyi yünden
elbise giyer. İyi cins atlara biner. Kılıç kuşanır. Onda öyle dervişlik
görmedim." dedi. Şeyh Tâceddîn hazretleri, Hacı İvaz'ın bu sözleri karşısında;
"Bre öyle deme şimdi o sultan kutb-ı âlemdir. İnkâr etme yoksa belâya düşersin!"
dedi. Hacı İvaz bu tavsiye üzerine memleketi Barla'ya varır varmaz hemen
Eğridir'e gidip Mezâr-ı Şerîf denilen yerde Muhammed Çelebi Sultanın ziyâretine
gitti. Oraya yaklaştığında Muhammed Çelebi Sultan'ı Eğridir Gölü kenarında
oturur halde gördü. Hızır aleyhisselâmı bekliyormuş. Yanına yaklaşınca; "Bize
îtikâdın ve inancın olmadı. Bu evlâmıdır?" dedi. Hacı İvaz ağlamaya başlayıp
ayaklarına kapandı. Yaptıklarına pişman olup, tövbe etti.Sonra Muhammed Çelebi
Sultan hazretlerine talebe oldu. Tasavvufta yetişmek üzere sohbetlerini can
kulağıyla dinleyip, emirlerini severek yerine getirdi. Bir müddet dergâhında
kalıp, nefsini ıslah ile meşgûl oldu. Büyük bir azim ile cânu gönülden bu işe
sarıldı. O mübârek zâtın himmetiyle tasavvufta ilerleyip yüksek derecelere
kavuştu. Kendisine halîfelik de verildi. Hacı İvaz'ın bir hizmetçisi vardı.
Yanında kalıp tasavvufta yetişmek için çalıştı. Muhammed Çelebi Sultanın
himmetiyle o da velîlerden oldu. Bu hizmetçi öyle hallere kavuşmuştu ki, bâzan
yemek pişirir, uzun mesafelere kısa zamanda giderek yemek götürürdü. Bayram
günlerinde bir çömlek yemek pişirir bu az yemeği dört yüz kişi yiyip doyardı. Bu
kerâmetleri o diyarda meşhurdu.
Bursa'da Şeker Hoca denilen bir kimse şöyle anlatmıştır: "Biz üç arkadaş, Şeyh
Muhammed Çelebi Sultan için kutup diyorlar. Eğer gerçekten böyle büyük biri ise
bir tecrübe edelim dedik. Ziyâretine gittik. Birimiz; "Eğer kutupsa biz huzûruna
varınca, önce duâ etsin." dedi. Bir arkadaş; "Bursa'da Ulu Câmide ricâl-i gayb
(Allahü teâlânın sevdiği ve gizli olan velî kulları) hangi safta namaz kılarlar
bunu biz sormadan cevap versin." dedi. Bir diğerimiz de; "Ricâl-i gayb Ulu
Câmiye hangi kapıdan girerler. Bunu da bize söylesin." dedi. Nihâyet huzûruna
vardık. Biz vardığımızda kapısının önünde duruyordu. Elini öpüp karşısında
durduk. Önce duâ etsin diye niyet eden arkadaşımızı göstererek; "Evvelâ şu
mollanın niyeti üzereEl-Fâtiha." dedi. Sonra; "Ricâl-i gayb, Ulu Câmiye doğu
kapısından girerler ve üçüncü safta namaz kılarlar." dedi.
Onun
zamânında Osmanlı paşalarından Mesih Paşa, Hamid ilinin (Isparta'nın) beyiydi.
Muhammed Çelebi Sultanın ziyâretine gider, hürmet gösterirdi. Vezir olması için
duâ ve himmet etmesi için yalvarıp yakarırdı. "Eğer vezir olursam, sizi ve
talebelerinizi gazâya götürürüm." diye söz vermişti. Hayreddîn Halîfe adında bir
halîfesi, talebesi vardı. Ona; "Var rüyâya yatıp istihâre eyle. Bakalım Mesih
Paşa vezir olur mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâreye yatıp gördü ki: Hocası
Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bir kuşak getirdi. Onu Mesih Paşanın başına sarması
için kendisine verdi. Fakat Hayreddîn Halîfe onu bir türlü saramadı. Bunun
üzerine şeyh hazretleri kendisi alıp sardı.Sabahleyin Hayreddîn Halîfe gördüğü
rüyâyı anlatmak üzere huzûruna gitti. Huzûruna varınca daha anlatmadan;
"Hayreddîn! MesihPaşa kuşağı sardı. İnşâallah vezir olur." dedi. Kısa bir müddet
sonra Mesih Paşa vezir oldu. Rodos seferine çıktı. Fakat Muhammed Çelebi Sultan
hazretlerine verdiği sözü yerine getirmedi. Sefere çıkarken onlardan hiç
bahsetmedi. Bunun üzerine halîfesi Hayreddîn'e dedi ki: "O Mesih Paşa bizim
sakalımıza güldü. Murâdı hâsıl olup, vezirliğe kavuştu. Bizi ihmâl edip,
ismimizi bile anmadı. Yine istihâre eyle bakalım kal'ayı alıyor mu?" dedi.
Hayreddîn Halîfe istihâre edip gördü ki: Rodos kalesini asker kuşatmış. Rodos'un
kalesinin içinde Şeyh Muhammed Çelebi Sultan oturmuş. Bir yanında dedesi
Şeyhülislâm Berdeî bir yanında da Bursa'daki Emir Sultan hazretleri bulunmakta.
Hızır aleyhisselâm da oradaydı.Bunlar ona; "Oğul kerem eyle hisarı ver!"
diyorlardı. Muhammed Çelebi Sultan ise; "Bu sefer olmaz! Vezir bizi maskaralığa
aldı." dedi. Hızır aleyhisselâma; "Merdiveni komayın." dedi. Hızır aleyhisselâm
Mesih Paşanın hisara kurduğu merdivene bir kamçı vurup parçaladı. Rodoslular
çiftlerini sürmek için sahraya dağıldılar. Hayreddîn Halîfe bu istihâresinde
gördüğü rüyâyı anlatmak üzere Muhammed Çelebi Sultan'ın huzûruna gitti.Varır
varmaz daha o anlatmadan; "Kâfirler kurtuldu gibi. Birkaç gün daha yürüsünler.
Ahde muhâlefet, sözünde durmamak nasıl olur! Mesih Paşa da görsün." dedi.
Gerçekten Mesih Paşa bu seferinde Rodos Kalesini fethedemedi. Kaleyi fethetmek
için kurulan merdiven kırıldı.
Muhammed Çelebi Sultan bir defâsında Kûnân yakınında Gökse köyüne gitmişti.
Orada halka sohbet ve nasîhat etti. Orada bulundukları sırada talebeleri söz
arasında; "Efendim! Bize bir halîfe bulup, reis yapsanız." dediler. Bunun
üzerine halleriyle çevresinde sevilmeyen birisi olan Alâeddîn adındaki kimseyi
kasdederek; "Size Alâeddîn'i reis edelim." dedi. Talebeler; "Efendim! O şahıs
tarîkat ehline kâfir der. Tarîkat ehline çok karşıdır. Ondan başka ilim ehli bir
kimse vardır. Âlim ve ilmiyle amel eden birisidir. Onu bize reis yapsanız."
dediler. Talebelerine; "Allahü teâlâ inâyet eyleye!" diye cevap verir. Başka bir
şey söylemez. O gece Alâeddîn rüyâsında kendini gayr-i müslim kıyâfeti içinde,
belinde de kâfirlere mahsus bir kuşak olan zünnâr görür. Bunları üzerinden
çıkarıp atmak için çok uğraşır, fakat bir türlü atamaz. Huzursuz bir halde
uğraşırken karşısına Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî Halîfe Sultan çıkar.
"Ey Alâeddîn! Senden bu elbiseyi oğlum Şeyh Muhammed'den başkasının çıkarmaya
gücü yetmez." der. Bu sözleri işitince uyanır. Bu rüyânın tesiriyle gece yarısı
kalkıp Muhammed Çelebi Sultan'ın evine koşar ağlayıp yalvararak kapıyı çalar.
Şeyh hazretleri kapıyı açıp içeri almalarını söyler. Alâeddîn huzûruna girer
girmez daha o bir şey söylemeden; "Ey Alâeddîn! Ben sana babam gibi bir şâhidi
her zaman nasıl bulayım!" der. Alâeddîn daha rüyâsını anlatmadan haber verdiğini
görerek şaşar. Bu kerâmetini de görünce artık tasavvuf ehline düşmanlık
yapmaktan vazgeçer. Büyük bir muhabbetle Muhammed Çelebi Sultan'ın hizmetine
girer, talebesi olur.
Şeyh
hazretleri târifi mümkün olmayacak derecede ihtiyaç hâli üzere geçinirdi. Çok az
yer ve yaptığı riyâzetlerini ev halkına aslâ duyurmaz, belli etmezdi. Yemek
vakti gelince evinden dışarı çıkar, dergâha giderdi. Dergâhdakiler yemeği evde
yedi zannederdi. Dergâhda ve dışardan yiyecek getirseler eve giderdi. Evdekiler
de dergâhda yedi zannederlerdi.
Mânevî
âleme öyle dalmıştı ki, meleklerle cinler dediklerini yaparlardı. Hızır
aleyhisselâmla da çok görüşürdü. Ne kadar altın ve akçe lâzım olsa seccâdesinin
altında bulunurdu. Masraflara ve harcama işlerine bakan talebesi onun seccâdesi
altında altınlar görür, emri üzere lâzım olduğu kadar alıp harcardı. Fakat
altınlar hiç eksilmez aynen dururdu.
Şeyh
hazretleri Uluborlu'da Hacı Sinan adında birine misâfir olup, on beş gün kadar
kalmıştı. Ayrılıp gideceğine yakın; "Hacı Sinan! Hastalık salgını gelmek üzere.
Senin ev halkına bir şey olmaz. Ben buradan ayrıldıktan sonra Allahü teâlânın
emrini görürsün." dedi. O sırada Uluborlu'da tâûn hastalığından epey hasta
vardı. Muhammed Çelebi Sultan'ı, sevenleri Ahurlu denilen yere kadar
uğurlamışlardı. Uluborlu'ya döndüklerinde, her taraftan feryad sesleri
duyuluyordu. Kimi oğlum, kimi kızım, anam, babam, kardeşim... diye ağlıyordu.
Tâûn hastalığından pekçok kimse ölmüştü. Şeyh hazretlerini misâfir eden Hacı
Sinan'ın evinden hiç kimse tâûndan ölmedi. Korkunç salgından kurtuldular.
Acem
diyârında, İran taraflarında bir beldede Turâbî adında ilim ehli ve müderris bir
kimseye rüyâsında Muhammed Çelebi Sultan gösterilir ve senin şeyhin bu zâttır
denir. Bu rüyâ üzerinde müderrisliği ve medreseyi bırakıp kendisine rüyâsında
gösterilen mübârek zâtı bulup ona talebe olmak için yollara düşer. Yemeden
içmeden kesilir, sâde kuru ekmek gibi bâzı şeyler yer. Kâbe'ye varır orada arar.
Rüyâsında; "Senin mürşidin Rum diyârında (Anadolu'da) sen oraya git." diye
işâret olunur. Günlerce yolculuk yaparak ulaştığı Mekke'den ayrılıp Medîne'ye
doğru yola çıkar. Medîne'de bir müddet kalır. Orada da; "Rum diyarına git!" diye
işâret olunur. Oradan da ayrılıp yollara düşer. Kudüs yakınlarında Halîlürrahmân
denilen beldeye ulaşır. Orada da Rum diyârına gitmesi işâret olunur. Senelerce
bir diyardan bir diyara gezer durur. Kalbi yanık ve mahzun bir halde hep
kendisine işâret edilen zâtı arar. Bu hal üzere otuz sene dolaşır. Nihâyet
Anadolu'ya ulaşıpBurdur yakınlarında bir köye gelir. Bu sırada Muhammed Çelebi
Sultan da o köyde dâvetlidir. Artık aradığına kavuşmuş ve işâret edilen
mürşidini bulmuş olmanın sevinciyle huzûruna gidip elini öper. Hâlini anlatır ve
talebeliğe kabûl edilir. Şeyh hazretleri Eğridir'e dergâhına dönerken, o da
peşlerinden gelir. Dergâha varınca talebeler hocalarını karşılarlar. Sonra da
sofra hazırlayıp yemeğe otururlar. Turâbî de sofraya dâvet edilir. Muhammed
Çelebi Sultan ona iltifat edip kendi sofrasına alır. Fakat Turâbî yemeklerden
yemez. Şeyh hazretleri niçin yemediğini sorunca; "Efendim! Sizi rü-
yâmda
göreliden beri otuz senedir hayvânî gıdâ yemedim. Bu perhizimi bozmamak için
yemiyorum." der. Bunun üzerine Şeyh hazretleri: "Şimdi kalbinde bu kadar zaman
riyâzet çektim diye düşünürsün. Nefsini put edinmişsin. Allahü teâlâ katında
makbul olmaz." dedi. Bunun üzerine Turâbî tövbe istiğfâr edip, karnı doyuncaya
kadar yemeklerden yedi. Gece vakti olunca, Muhammed ÇelebiSultan, seccâdesini
Turâbî'ye gönderdi. "Bu gece seccâdemiz üzerinde otursun! Allahü teâlânın
kudretini görsün." buyurdu. Turâbî o gece Şeyh hazretlerinin seccâdesi üzerinde
oturdu. Bir ara uyudu ve rüyâsında Peygamber efendimizi ve Ricâl-i gayb denilen
evliyâyı gördü. Pekçok kerâmete şâhid olup mânevî ikramlara kavuştu.
Barla'dan HacıDede anlatır: "Bir gün MuhammedÇelebi Sultana yalvarıp, bana
hazret-i Hızır'ı göster." dedim. Bu konuşmamızdan sonra bir gün dağdan çıra
kesip merkebime yükledim. Hayrât sâhibi merhum RüstemPaşanın tâmir ettirdiği
sarp bir yol vardı.Bu yoldan Barla'ya gidiyordum. Sarp bir yerden geçerken
merkebim yüküyle birlikte yardan aşağıya uçtu. Ben merkebimden ümidi kestim.
Yaşlı idim. Yürümeye de tâkatim yoktu. Ne yapacağım diye düşünürken, karşıma
atlı biri çıka geldi. Merkebimi düştüğü yardan tutup yüküyle birlikte çıkardı ve
yola bıraktı. Beni de yükün arasına bindirdi.Merkebim hayret edilecek derecede
kuvvetlendi ve hızlı yürüdü. Bu hâdiseden sonra bir gün yine Şeyh hazretlerinin
ziyâretine gitmiştim. Bu sefer de; "Sultanım! Hazret-i Hızır'ı bana göster."
dedim. Bana; "Merkebini kurtarıp, seni ona bindiren Hızır'dı. Ben sana onu
gösterdim. Fakat sen tanımadın." dedi.Ben bu sözleri işitince hayret ve
şaşkınlık içinde ağlamaya başladım ve ayaklarına kapandım. Sonra bir müddet daha
berâber oturduk. Bir de baktım ki birisi bize doğru geliyordu. Bu gelenin
hazret-i Hızır olduğunu anladım. Hemen çıkıp karşıladım ve onun da ayaklarına
kapanıp himmet istedim. Bana bakıp buyurdu ki: "Bizi istersen tuttuğun elden
gâfil olma! Beni Şeyh Muhammed Çelebi'de bulasın." deyip gözden kayboldu.
Yine
Barlalı Hacı Dede anlatmıştır: "Merkebimin uçuruma düştüğü o sarp yola büyük bir
kaya yuvarlanıp yolu kapatmıştı.Geçmek mümkün değildi.Kayanın büyüklüğü âdetâ
bir ev kadardı. Muhammed Çelebi SultanBarla'ya bir düğüne dâvetli olarak
gelmişti. Huzûruna varıp yolu kapatan o kayadan bahsedip; "Sultanım, cemâate
emir buyursanız da o taşı hep birlikte yoldan kaldırsak." dedim. Bana; "Sen
gidedur." dedi. Ben de yanıma halktan bâzılarını aldım. Kayanın yanına vardık.
Kayanın yoldan atılabilmesi için etrâfını kazmaya başladım. Bu sırada Şeyh
hazretleri yalnız başına oraya geliverdi. Kocaman kayaya dayanıp dağdan tarafa
bıraktı. Bana; "Gördün mü?" dedikten sonra, gözden kayboldu. Ben çok şaşkın bir
halde oradan ayrılıp Barla'ya döndüm. Baktım Şeyh hazretleri kalabalık bir
cemâatle sohbet ediyordu. Halka; "Şeyh hazretleri buradan hiç dışarı çıktı mı?"
dedim. Sen görüşüp gittikten sonra yerinden hiç kalkmadı." dediler. O hayatta
oldukça bu sırrı kimseye açmadım."
Emir
Ali Çelebi, Radmos köyünden bir dervişten naklen şöyle anlatmıştır: "Bir gece
hocam Muhammed Çelebi Sultan hacca gitmek üzere yola çıktı. Yanında Hızır
aleyhisselâm da vardı. Hazret-i Hızır'ın önünde bir lamba asılıydı. Bana; "Bir
balta al." dediler, aldım. Beni de yanlarına aldı ve virâne bir yere gittik.
Virânede bir yeri kazmamı emrettiklerinde, kazdım. Bir altın hazînesi çıktı.
Bana da verseler diye düşünürken hocam bana bir akik taşı verdi ve; "Derviş!
Bunu İstanbul'da sat! Başka yerde satma." dedi.Sonra benden ayrılıp, hacca
gittiler. Bu hâdiseden sonra bir işim sebebiyle İstanbul'a gittim.
İstanbul'dayken param kalmadı. Aklıma Şeyh hazretlerinin verdiği akik taşı
geldi.Bunu beş-on akçeye satabilsem diye düşündüm. Bir yahûdînin dükkanına
girip; "Satılık bir şeyim var." dedim. Beni yalnız bir köşeye çekip; "Ne
satıyorsun? Çıkar göreyim." deyince, çıkarıp gösterdim. Akik taşını görünce; "Ne
vereyim?" diye sordu. Beş akçe mi, on akçe mi desem diye düşünmeye başladım. Bir
türlü fiyat söyleyemedim. Hocamın himmetiyle; "Sen söyle." deyiverdim. Önce elli
bin akçe verdi. Alay ediyor zannederek akik taşını geri istedim. Hemen yüz elli
bine çıktı ve satmam için ısrar etti. Ben de kabûl ettim. Beni evine götürüp
parayı keseler içinde verdi. Bu taşın çok kıymetli olduğunu söyleyip; "Şimdi ben
bunu iki yüz elli bin akçeye bile satmam." dedi. Muhammed Çelebi Sultan'ın bu
talebesi, aldığı paralarla köyünde bir hamam yaptırdı ve zengin oldu."
Muhammed Çelebi Sultan'ın vefâtından sonra talebelerinden biri onu rüyâsında çok
görür, rûhâniyetiyle irtibât kurardı.Bu talebesi bir defâsında üç meselede
tereddüde düşer. Bunlardan biri o sene Ramazanın başlangıcı ile ilgiliydi.
Şehrin kâdısı Pazar günü diyor, onlarsa Cumartesi olduğunu söylüyorlardı.İkinci
mesele, câmilerinin kıblesinin doğru olup olmadığı husûsunda bir ihtilaf
çıkmıştı. Bir husus da kendisine düşmanlık yapan huzursuz eden bir kimseye
bedduâ etmesi istendiği halde o etmiyordu. Bu hususlarda tereddüdü vardı. Bir
gece rüyâsında kendisini hocası Muhammed Çelebi Sultan'ın türbesinde gördü.
Buraya nasıl geldim diye şaşarken hocası kabrinden çıkıp; "Allahü teâlânın
izniyle biz getirdik." buyurdu. Bunun üzerine; "Efendim size birkaç suâlim var."
deyince, soruları sormadan suâlinin birisi mescidin kıblesi meselesi değil mi?
Kıblesi doğrudur. Kâbe'ye karşıdır. Şüphe etme." dedi. "Bir suâlim daha var."
deyince; "Ramazanın başlangıcı değil mi? Cumartesi günüdür. Kâdı ilim sâhibi
fakat keşif sâhibi olmadığından kalp gözü açık değil." dedi. "Efendim o kâdı
sizin tarîkatınızı seviyor, muhabbeti var." deyince; "Evet muhabbeti var. Fakat
riyâ ve gösterişten geçip meydana gelmeye kâdir değildir." buyurdu. "Sultanım
bir suâlim daha kaldı." deyince, daha o anlatmadan; "Evet o bize mensub olan
şahıs değil mi? Bizim hatırımızı gözeterek ona bedduâ etmediğin için memnun
kaldık. Allahü teâlânın izniyle onu bir terbiye edelim. Islah olmazsa hakkından
geliriz." buyurdu.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BEKLEYEMEDİN
Mİ?
Talebelerinden Hayreddîn Halîfe'nin oğlu Hacı Halîfe şöyle anlatmıştır: "Hacca
gitmeye niyet etmiştim. Kutb-ı âlem Muhammed Çelebi Sultan'dan müsâde ve duâ
almak için huzûruna gittim. Mesciddeydi. Mescide girdiğimde mihrabda kıbleye
doğru oturmuş kendi kendilerine şöyle diyorlardı: "Hey HacıHalîfe! Bir sene daha
sabredemedin mi ki bizimle berâber gidesin!" Sonra geldiğimi farkedip bana döndü
ve; "Hacı Halîfe! Şimdi seni anıyordum. Şeyhülislâm Berdeî Sultanın rûhâniyeti
senin hacca gideceğini haber verdi ve; "Bizim Hayreddîn Halîfe'nin oğlu
HacıHalîfe Mekke'ye gider. Ona himmet ve duâ eyle." buyurdu. Ondan bildim ki
hacca gidersin." dedi. Beni hoş görüp uğurlarken de şöyle dedi: "HacıHalîfe!
Kutbu görmek ister misin?" Ben de; "İsterim Sultanım. Bunun için himmet
buyurun." dedim. Bana; "Arafat'a vardığın zaman sağ tarafında falan yerde bir
çadırda Ricâl-i gaybı (Allahü teâlânın gizlediği sevgili kulları) toplansalar
gerektir. Baş tarafta yüzü örtülü oturan kutb-ı âlemdir. Onu ziyâret edersin."
buyurdu. Arafat'a vardığımda târif ettiği gibi bir çadır buldum. Çadıra girip
Allah adamlarının ayaklarının bastığı topraklara yüzümü sürdüm. İçerisi büyük
zâtlarla doluydu. Baş tarafta yüzü örtülü biri oturuyordu.Târife göre yüzü
örtülü olan kutb-ı zamandı.Yanına yaklaşıp; "Seni yaratan Rabbimin aşkına!
Sultanım lutfeyle, mübârek yüzünüzden örtüyü kaldırıver de yüzünüzü göreyim. Ben
size şeyhimin yüksek himmetiyle eriştim." diyerek hem ağladım hem yalvardım.
Benim ağladığımı ve yalvardığımı görünce yüzünden örtüyü kaldırdı. Mübârek
yüzüne baktım bir de gördüm ki o zât şeyhim Muhammed Çelebi Sultanın kendisidir.
Bu hâli görür görmez bir nâra attım. Aklım başımdan gitmiş. Bir müddet sonra
kendime gelip toparlandım. Kalkıp etrafıma baktım orada kimse yok. Hacdan
döndükten sonra hocamın huzûruna vardığımda; "HacıHalîfe! Kutbu gördün mü? Sakın
ben hayattayken bu sırrı kimseye açma, söyleme." buyurdu.
DOLAŞIP
NEYLERSİN?
Muhammed Çelebi Sultan bir gün Eğridir Gölünün kenarında otururken bir ulak
gelip Afşar yolunu sordu. Şeyh ona; "Afşar, gölün öte yakasındadır. Dolaşıp
neylersin. Hemen göl üzerinden yürüyüver." dedi. Ulak böyle bir zâtın sözünü
severek ve inanarak kabûl edip yürüdü. Suyun üzerinde batmadan gidiyordu.Afşar
halkı onun gölün suyu üzerinde yürüyerek geldiğini görerek; "Hızır mısın?" diye
etrâfına toplandılar. Ulak; "Bende bir şey yoktur. Karşı yakada bir sultan var
onun nefesine uğradım (kavuştum) ve su üstünden yürüyüp geldim!" dedi. Bu
hâdiseye şâhid olan, ulağın sözlerini duyan Afşar halkı, Muhammed Çelebi Sultan
hazretlerinin büyük bir velî olduğunu anlayıp muhabbetle sevdiler.
DÜNYÂDA HAKKINI
ALSIN
Muhammed Çelebi Sultan hazretleri, bir defâsında Uluborlu'ya dâvet edilince,
halkı irşâd, doğru yolu göstermek için bu dâveti kabûl edip gider. Uzun
sohbetler ve vâzlarla halka öğüt verir ve vâzı son derece istifâdeli olur.
Dönecekleri sırada birisi evine yemeğe dâvet eder. Dâveti kabul edip o gece
orada kalır.Ertesi gün vedâlaşıp ayrılır. Bîlköy denilen yere varınca atını
durdurup bir talebesini yanına çağırır; "Git şu evinde kaldığımız kimsenin
kapısını çal!Bir kap iste! Kabın ağzını aç o zaman Allahü teâlânın kudretini
göresin. Ev sâhibine de, şeyh harcadıklarına pişman olmasın. Dünyâda hakkını
alsın âhirete kalmasın dedi, diyesin." der. Talebesi emir üzere, kendilerini
dâvet eden kimsenin evine varıp bir kap ister. Kabı eline alınca dâvet eden
kimse dâvet için ne kadar akçe, para harcadıysa, o kadar akçe kabın içine
gaybden dökülür. Ev sâhibi çok şaşırır. Meğer şeyh hazretleri evinden ayrılınca,
ona ziyâfet vermek için harcadığı parayı hesaplayıp ziyâfet verdiğine pişman
olmuş.
OMUZ VURUP
KALDIRDIM
Muhammed Çelebi Sultan hazretleri Uluborlu Ovasında bulunan Yassıviran köyüne
zaman zaman gidip halka vâz ve nasîhat ederdi. O köyden Bedevî Dede denilen bir
zât şöyle anlatmıştır: Köyümüzün bir değirmeni vardı. Bu değirmeni çalıştıran
akarsu ve içecek sularımız kesildi. Dağdaki menbaı kurudu, akmaz oldu. Halk
içecek suya muhtaç hâle geldi. Şeyh Sultan köyümüze gelmişti. Toplanıp susuz
kaldığımızı, perişan hâlimizi arzedip; "Sultanım siz kutb-i âlemsiniz.
Resûlullah efendimizin hürmetine yaptığınız duâ makbuldür." dedik. Bunun üzerine
başını eğip sessizce oturdu, murâkabeye daldı. O hâle geldi ki teri sakalı
üzerine damla damla aktı. Bir müddet âdetâ kendinden geçmiş bir halde kaldı.
Mânâ âlemine dalıp gitti. Sonra başını kaldırdı. Gözleri iyice kızarmıştı.
Merakla bekliyorduk. Bize bakıp; "Sizin suyunuz Ağras Suyu ile birmiş. Zelzele
olunca bir taş sizin suyun önünü kapatmış. O taşa omuz vurup kaldırdım. Suyunuz
yine sizden tarafa döndü. Varın görün." dedi. Köy halkı gidip baktıklarında
suyun yine dağdan aşağıya doğru çağlayarak akıp geldiğini gördüler. Böylece o
zâtın himmetiyle susuzluktan ve sıkıntıdan kurtuldular.
SAKALINDAN BİR
KIL ALAYIM
Uluborlu'dan Emir Halîfe anlatır: "Muhammed Çelebi Sultanın vefâtından kırk sene
sonra kabrinin bir tarafı çökmüştü. Tâmir etmek için kabrini açmamız îcâb etti.
Kabrini açınca nûra gark olmuş bir halde yattığını gördük. Mübârek yüzü hiç
solmamış, aynen hayattaki gibiydi. Yanımda sevenlerinden biri vardı. Bu kişi;
"Benim bir oğlum var, bir seneden beri sıtma tutuyor, hastadır. Bu zâtın
sakalından bir kıl alayım, şifâ olarak götüreyim." dedi. Biz şimdi durum başka,
gâfil olma, alınca bir belâya düşebilirsin." dedik. Fakat adam dinlemedi yanaşıp
sakalından bir kılı tutarak çekti. Koparamadı. Şeyh hazretleri sanki canlanmış
gibi başını öbür tarafa çevirdi. O kişi yine aldırmayıp sakalından bir kıl
koparmak için tutup çekti. Bu sırada Şeyh hazretleri o kişiye öyle bir tokat
vurdu ki, adam düşüp öldü. Ben de korkumdan kaçıp bir kenara çekildim ve şaşkın
bir halde yığılıp kaldım. Sonra başkaları gelip Şeyh hazretlerinin kabrini
kapattı. Bu hâdisenin tesiriyle altı ay hasta yattım.
KAYNAKLAR
1)
Menâkıb-ı Burhâneddîn Eğridirî (Şerifzâde Muhammed Efendi, Süleymâniye
Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4552)
2)
Mecmûaü't-Terâcîm; s.98
3)
İstanbul Târih Coğrafya Kataloğu; s.507
|