|
KABAŞA
Köstendil velîlerinden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Aslen İştib
kazasının bir köyündendir. Kabaşa diye meşhur olmuştur. Halîm, selîm, yumuşak
huylu kerâmet sâhibi bir zâttı.
Gençliğinde gâyet cesur bir kimseydi. Bâzı kötü arkadaşlarla berâber olması
sebebiyle bir müddet yol kesiciliğe heves edip gezip dolaşmış, sonra kendisinde
bir hal meydana gelip bütün kötü işleri, sözleri ve hareketleri terk etmiş,
köyündeki mallarını, çoluk-çocuğunu da bırakarak meczûbâne, mecnûnâne ve dîvâne
bir halde dolaşmıştır. Çoğunlukla İştib, Kara Tuvâ ve Köstendil'de kalmıştır.
Büyük küçük herkes kendisini severdi. Dâimâ sükût üzere olup, ağzında dili dâimâ
bir şeyler okur gibi hareket ederdi. Fakat ne okuduğu anlaşılmazdı.
Bir gün
Köstendil sâkinlerinden bir sipâhî, kış günü İstanbul'dan gelirken akşam vakti
hava karlı ve gâyet fırtınalı imiş. Yolda Kabaşa'ya rastlayıp, selâm vermiş.
Selâmını almış ve yol güzergâhını değiştirip Merîc Yalısına doğru gitmiş. Hattâ
o sipâhînin hatırına; "Bu dîvane bu vakitte buralarda böyle yalnız ve yayan
niçin gezer. Bu havada bir yerde helak olur, gider" diye gelmiş. Köstendil'e
gece vakti gelip ertesi günü kahvehâneye gittiğinde Kabaşa'yı orada otururken
görüp, hayretle Kabaşa'ya ne zaman geldin dediğinde; "Ne tûfan, ne bora idi o."
deyip, başka bir şey konuşmamış.
Bahr-ul-Velâya
kitabının müellifi Süleymân
bin Hasan Köstendilî anlatır: "Yazın çoğunlukla çiftliğimizde kalırdım. Bir gün
meczûb Kabaşa yalnız başına çiftliğe gelip,
doğruca harman yerine vardı. İki üç gün harmanda ırgatlar ile sabahtan akşama
kadar çalıştı. Bir sabah âniden ortalıktan kayboldu. Bir gün büyük kardeşim ÇelebiEfendi hazretlerinin konağında, birâderlerim Emîn Ağa, Abdullah Ağa ve bu
fakîr dîvânhânede dururken Kabaşa çıkageldi. Bir direğe yaslanıp, uzun müddet
hepimize baktı. Sonra bana yönelip, hayli zaman gözünü başka tarafa çevirmeden
devamlı baktı. Bu sırada söylediği sözler ile hoş anlar geçti.
Bir gün
Kabaşa, kalabalık bir kahvede oturuyordu. Bu sırada başını kaldırıp; "Bak şuna!
Beyaz tazı tilkiyi tuttu." deyip güldü. Orada bulunanlar, buna hayret edip, bunu
söylemekle ne demek istediğine dâir sözler söylendi. Şeyh Mustafa Efendinin oğlu
da oradaydı. Onun bu sözü boş değildir, diyerek merakla beklediler. O sırada,
dağdan avcılar gelip, kahvehânenin önünden geçtiler. Çantalarında bir tilki
asılı idi. Şeyh Mustafa Efendinin oğlu tilki sâhibine; "Bu tilkiyi hangi tazı
tuttu, ne vakit tuttu." diye sordu. Avcı; "Şu beyaz tazı tuttu". Vakit olarak da
Meczûb Kabaşa'nın o sözleri söylediği vakitte yakalandığını bildirdi.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SİNE
SİNE
Bir
sene yağmur yağmayıp, susuzluktan ekinler neredeyse kuruyup zâyi olacaktı. Halk
perişanlık ve şaşkınlık içerisinde idi. Bir gün Kabaşa'nın bir direk üzerine
binip "Sine sine, sine sine." dediğini görürler. Yanında bulunanlar onun bu
sözünden bir şey anlamazlar ve; "Acabâ bu dîvânenin böyle söylemekten maksadı
nedir?" derler. Bu sırada havada bulut yokken, birdenbire bulutlar görülür ve
sine sine gâyet bol yağmur yağar. Birkaç gün devamlı sine sine yağmur yağıp,
ekinler suya iyice kanmış. Allahü teâlânın izniyle kuraklık sıkıntısı gitmiş.
KAYNAKLAR
1) Bahr-ul-Vilâye
|
|