|
İMÂM EFENDİ
Harput'ta yetişen meşhur velîlerden. 1858 (H.1274)'de Erzurum'da doğdu. Kars'ta
üçüncü tabur imâmlığı yapması sebebiyle İmâm Efendi lakabıyla tanındı. Asıl
ismi, OsmanBedreddîn'dir. Babası Seyyid Selman Sükûtî'dir. Küçüklüğünde
babasının eğitim ve terbiyesi altında kıymetli bir cevher ve edeb timsâli olarak
yetişti.Dokuz yaşında Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekle şereflendi. Sonra Erzurum
medreselerinde; sarf, nahiv dersleri alarak Arabî öğrenmeye başladı. Kısa
zamanda akranı arasında seçkin ve sevilen bir talebe oldu. Arabî'de âlet
ilimlerini öğrendikten sonra; tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi ilimlerde temel
metinleri okudu. Hucurât sûresinin tefsîrini okuyunca, orada buyrulduğu üzere
yaptığı amellerin bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle silinmesinden, boşa
gitmesinden korkarak çok az konuşmaya başladı. Bu sessizliği üzerine hocaları ve
arkadaşları kendisine; "Sessizce Hâfız Osman Bedreddîn." dediler. Üstün hâlleri,
kâbiliyeti ve meseleleri kavrayışı, etrâfındakilerin dikkatini çekiyor ve çok
seviliyordu.
Hocalarından Mehmed Tâhir Efendi bir gün ona; "Molla Hâfız! Bütün bildiklerimi
sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilmediklerimi sana
öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbûr kaldım. Bundan ötesine gidemiyorum.
Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hocanın dersine devâm etmen gerekiyor.
Bu günden îtibâren ders veremeyeceğim." dedi.
Bunun
üzerine İmâm Efendi; "Dertliyim derdim derin, derdime derman için sana geldim yâ
Muîn." diyerek, Allahü teâlâya duâ etti ve medreseden ayrıldı. İlimde daha
yüksek bir müderris arıyordu. Aslında zâhirî ilimlerde yetişmiş, bâtınî,
tasavvuf ilminde yetiştirecek bir rehber arıyordu. Onun bu arayışı sırasında
Buhârâ'dan bir büyük âlim onu yetiştirmek için gelmek üzereydi. Şöyle ki;
Buhârâ'daki Câmi-i kebîrde halka vâz ve nasîhat eden Seyyid Ahmed Merâmî, âni
olarak ve habersizce Buhârâ'dan ayrılıp Erzurum'a gitmek üzere yola çıktı.
Sevenleri bunun farkına varınca çok üzüldü. Fakat bu işin mânevî bir işâretle
olduğunu anlayanlar halkı tesellî ettiler.
Uzun,
ince boylu, beyaz sakallı ve mübârek bir zât olan Seyyid Ahmed Merâmî, Erzurum'a
varınca, Hasankale'nin Bevelkâsım köyüne gidip, bu köyün imamlık vazîfesini
üzerine aldı. Hoş sohbetiyle çok sevilip, sayıldı. İlmi ve şöhreti kısa zamanda
bütün çevreye yayıldı. Bu arada yana yana kendisine rehberlik edecek bir hoca
arayan İmâm Efendi, o zâtın ismini ve medhini duyunca, huzûruna kavuşmak için
derhâl yola çıktı. Bevelkâsım köyüne varınca, aradığı zâtı bir namaz vaktinde
câmide buldu. O, câmiye girer girmez, Seyyid Ahmed Merâmî bu gencin, kendisine
yetiştirmesi için işâret edilen genç olduğunu anladı. Namazdan sonra; "Merhaba,
hoşgeldin Hâfız Osman Bedreddîn!" dedi. Bunun üzerine Osman Bedreddîn hazretleri
birdenbire ürpererek, hayretler içinde yaklaşıp elini öptü. Sonra kendisinden
ders almak istediğini arzetti. Bu arzusuna; "Buhârâ'dan kalkıp buraya kadar
geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez miyiz?" cevâbını
verdi. Sonra onu yanına alıp evine götürdü. Eve varınca, Osman Bedreddîn'in
ilimdeki derecesini anlamak için bir kaç ibâreArapça metin ve hadîs-i şerîf
okuyup bunların mânâsını sordu. Aldığı fevkalâde cevaplar üzerine çok memnun
olup, onu ve yetiştiren hocasını medhetti. Sonra şöyle buyurdu:
"Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu, netîcede insanı Hakk'a ulaştırır.
İlmin muhtelif sahneleri ve safhaları vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana
vereceğimiz ilim, tasavvuf ilmidir. Meâlen; "Üzülme!.. Şüphesiz Allahü teâlâ
bizimledir" (Tevbe
sûresi: 40) buyrulan âyet-i kerîmenin tefsîrine göre hâlık ile mahlûk arasında
kavuşturucu bir râbıta vardır. Bundaki mânâ ve hikmet; kul, Hâlık'ını unutmazsa
bitmez tükenmez nîmetlere kavuşur. Bu mânânın tekâmül (gelişmesi) ve tesânüdü
(dayanağı) ise, huzûrdur. Huzûr, Allahü teâlâyı hiç unutmamak demektir." Hâfız
Osman Bedreddîn'in bunları büyük bir dikkat ve şevkle dinlediğini gören o zât,
onun istek ve meylini iyice anladı. Bundan sonra ders alacağı günleri tesbit
etmek istedi. İmâm Efendi her gün gelip ders almayı arzû ve teklif edince, her
gün gelip ders alması kararlaştırıldı. Sonra Erzurum'a döndü. Her gün
Erzurum'dan Bevelkâsım köyüne gidip ders alıyor sonra dönüyordu. Şöyle ki,
Erzurum ile Alvar köyü arası üç saatlik mesafe idi. Gece yarısı kalkıp yola
düşer, sabah namazını Alvar köyünde kıldıktan sonra Bevelkâsım köyüne gider ders
alırdı. Yaz, kış, tipi, fırtına, yağmur ve kar demeden her gün muntazaman derse
devâm etti. Feyz ve ilham aldığı bu hocasının derslerine devâmı yıllarca sürdü.
Erzurum ile Bevelkâsım köyü arası ona hiç mesâbesinde idi. Bu yolda karşılaştığı
meşakkatlere ve zahmetlere hiç aldırmıyordu.
Bir kış
günü yine bu yolda giderken, Nebiçayı dolaylarında âniden şiddetli bir tipiye
tutuldu. Son derece bunalıp, çâresiz kaldı. Tipi gittikçe şiddetleniyor, bir
adım ilerisi görülmüyordu. İmâm Efendi hazretleri bu dehşet verici durum
karşısında, Allahü teâlâya sığınarak yere diz çöküp oturdu. Annesinin kendisine
ninni yerine okuyarak büyüttüğü şu ilâhîyi yavaş bir sesle tevekkül içinde
okumaya başladı:
Hak
şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Ârif
ânı seyreyler,
Mevlâ
görelim n'eyler,
N'eylerse güzel eyler.
Çâresiz
bir hâlde şiddetli tipi arasında oturmakta iken, âniden karşısına beyaz at
üzerinde nûr yüzlü bir genç çıktı. Selâm verdikten sonra terkisine bindirdi.
Sonra; "Yolcu kardeş çok üşümüşsün" dedi. Meşin bir kırbadan, su kabından şerbet
içirdi. "Dağarcığımızda nasîbiniz ne varsa ondan da arzû ettiğiniz kadar
yiyiniz" diyerek dağarcığı uzattı. Hâfız Osman Bedreddîn dağarcığı tutup içinden
bir hurma aldı. Kendisine yardımcı olan beyaz atlı, Hızır aleyhisselâm idi. Bu
kanâatkâr hâlini görüp, sırtını okşayarak; "Nasîbin açık olsun. Feyzin bereketli
olsun. Sana gelen misâfirler senin gibi kanâatkâr olsun. Sofran mübârek olsun.
Hocana selâm söyle!" dedi ve gözden kayboldu.
İmâm
Efendi ise, kendini hocasının kapısı önünde buldu. Tipi hâlen ortalığı kasıp
kavurmaktaydı. Bu sırada hocası Seyyid Ahmed Merâmî onu düşünüp duâ ediyordu.
Âniden kapı çalındı. Hocası onu karşısında görünce Allahü teâlâya çok şükretti.
Hocası hâlinden ve başından geçenlerin farkındaydı. Sorup anlattırdıktan sonra,
bunu gizlemesini söyledi. Sonra da; "Şunu bilesin ki, ilm-i zâhir ile ilm-i
bâtın birleşerek âid olduğu kalbde merkezleşti. Allahü teâlâya hamd ve senâ
olsun, size de mübârek olsun. Benim vazîfem burada tamam oldu. Ben irşâda memûr
değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkâmı size bildirmekle
vazîfeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de bizi arzûluyor. Vâris-i enbiyâ
meşârık-ı evliyâ (Peygamberlerin vârisi ve velîler güneşi), olarak bir mürşîd-i
kâmil aramaya hak ve selâhiyet kazandınız. Cenâb-ı Hak hayırlısıyla muvaffak
buyursun." dedi ve derslerine son verdi.
İmâm
Efendi hocasından ayrıldıktan sonra hayâtında yeni ve bambaşka bir safha
başlatacak olan bir mürşîd-i kâmil aramaya başladı. Bu arayışı sırasında
içindeki aşkın aleviyle yanıp tütüyor ve yalnız kaldıkça ağlayarak Allahü
teâlâya yalvarıyor, içli göz yaşları döküyordu. Annesi çevrenin bir takım
sözleri sebebiyle onun hâlinden endişe ediyordu. Kocasına bu durumu anlatınca;
"Oğlumuz, Allahü teâlânın ve Resûlullah'ın aşkıyla yanıyor. Bırak ağlasın. Böyle
bir evlâdımız olduğu için iftihâr et. Kendini üzme. Osman, selâmet ve seâdet
üzeredir. Allahü teâlâ onu murâdına erdirsin" dedi.
İmâm
Efendi, kendisine rehberlik edecek âlim bir zât aradığı sırada yirmi yedi
yaşındaydı. Bu sıralarda Erzurum, Rusların hücûmuna uğradı. 8 Kasım 1877'de vukû
bulan bu savaş, târihte Doksanüç Harbi adıyla bilinir. Azîziye tabyalarının
düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silâhlanıp, düşmana karşı
kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum
mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı.
Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline
alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câmii şerîfi minâresinden sabah
ezânı okunmaya başladı. Bu ezânı İmâm Efendi okuyordu. Ezân, ihlâs ve sadâkatle
öyle okunuyordu ki, Erzurum'un dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları
sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp,
ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve cesâret vermişti. Okuyanda
bir başka hâl vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük
bir heyecan ve cesâretle Allah Allah nidâlarıyla, Azîziye tabyalarını işgâl
etmiş olan Moskofların üzerine hücûm etti. İlk hücûmda Moskof dağılmaya başladı.
Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırıyor; "Urun
kardaşlarım, dadaşlarım urun!" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Azîziye
tabyalarını Ruslardan boşalttılar.
Gâzi
Ahmed MuhtarPaşa, halkı bu derece heyecana getiren ezân-ı Muhammedî'yi kimin
okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yâverlerine emretti.Etrâfa dağılan
yâverler ve çavuşlar ezânı okuyan zâtı arayıp buldular. Bu zât, Erzurum'un
Abdurrahmân Ağa mahallesinden HocaSelman Sükûtî Efendinin oğlu Hâfız
OsmanBedreddîn (İmâm Efendi) idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arzedilirken,
orada bulunan cephe kumandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri
çıkıp heyecanla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezânı okuyan zâtı
tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Beyin kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli
hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silâh
yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir
düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak
bir hâldi. Çok dikkatle seyrediyordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye
düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazâya katılan iki Erzurumlu kadının
konuşmaları geldi.Nene Abla adında bir kadın; "Hadîce bacı, bak görüyor musun?
Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci
bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline
yükseliyor o da atıyor" diyordu. Bu sözü duyunca daha dikkatli baktım. Söylenen
gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline
geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın velî bir zât olduğunu
anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm."
Gâzi
Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; "Bre paşa
kardaş niçün demezsiniz ki bu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle
berâberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsânıdır." dedi. Bunun
üzerine Kurt İsmâil Paşa şöyle ilâve etti: "Şu anda o, şehîd düşen kumandanı
kahraman miralay Bahri Beyin başındadır." dedi. Bundan sonra daha çok tanınıp
sevilen İmâm Efendi hazretleri yirmi sekizinci alayın üçüncü taburu imâmlığına
tâyin edildi ve artık "İmâm Efendi" diye tanındı.
Bu
vazîfede iken evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerinin oğlu
ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin
halîfelerinden Kufrevî Şeyh Muhammed ve Gümüşhâneli Anmed Ziyâeddîn ve
Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhûr Şeyh Hayyât'ın talebelerinden Hacı Fehmi
efendiler ile sohbet etti. 1882'de vazîfeli olduğu tabur Palu'ya taşındı. Burada
asıl hocasına kavuştu. Bu mübârek zât Mahmûd Sâminî idi. Daha İmâm Efendi
gelmeden önce, onun hâllerini kapalı olarak talebelerine bildirdi. Zaman zaman
işâretler vererek; "Mâşallah dokuz yaşında hâfız ve fakih olmak her kulun kârı
değildir." derdi. Yine bir gün; "Fesübhânallah, ilme olan gayreti hocalarını
çalışmaya mecbûr ediyor." Aradan bir müddet geçince onun hakkında yine şöyle
buyurmuştur: "Hikmet-i Hüdâ onu okutmaya Buhârâ'dan âlim, fâdıl ve mutasavvıf
bir hoca memur edildi. Allah Allah, bu ne saâdet bu ne bahtiyârlıktır ki, Hızır
aleyhisselâmın kırbasından şerbete, dağarcığından lokmaya kavuşmak. Moskof'un
kafasına taşla darbe vurmak..." Talebeleri hayretle dinledikleri bu sözlerde
kime işâret edildiğini merak ediyorlardı. Fakat açıklamıyor, sâdece işâret
veriyordu.
Mahmûd
Sâminî hazretleri bu işâretleriyle, birgün kendi sohbetine kavuşacak olan İmâm
Efendinin hayâtını ve başından geçen önemli hâdiseleri safha safha anlatıyor ve
onun gelmesini bekliyordu. O günlerde İmâm Efendi bir rüyâ gördü. Rüyâsında hiç
tanımadığı bir zât şöyle dedi: "Hâfız kurban! Ben seni bekliyorum. Sen de bizi
arıyorsun. Sana verilmesi gereken emânetin altında kudret ve kuvvetim azaldı.
Gözüm yoldadır. Bu kadar saklanmaya ve naz etmeye sebep nedir? Yeter artık gel
bana!" Bu rüyâdan sonra merakla, rüyâ Rahmânî mi diye düşünmeye başladı. Kendini
dâvet eden zât kimdi ve neredeydi? Ertesi gün bir rüyâ daha gördü. Rüyâsında
dört mübârek zât ile karşılaştı. Bunlar, Behâeddîn Buhârî, Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî, Ali Sebtî ve Vehbî-yi Hayyâtî yâni Terzi Baba hazretleri idiler. Ona
şöyle buyurdular: "Aradığını Palu'da bulacaksın. Palulu Şeyh Mahmûd Sâminî'nin
dâvetine icâbet et!" Bu işâret üzerine Palu'ya hareket etti. O yolda iken Mahmûd
Sâminî hazretleri de dergâhındanPalu'ya gidip, beklediği talebenin kendisine
gelmekte olduğunu söyleyerek talebeleri ile birlikte karşılamaya çıktı.
Karşılaştıkları yerde onu şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Sonra onu
dergâhına götürüp misâfir etti.
Burada
Mahmûd-ı Sâminî hazretlerinin sözlerini ve sohbetlerini çok dikkatli dinleyen
İmâm Efendi, vaktinin nasıl geçtiğini anlamadı. Mahmûd-ı Sâminî'nin huzûrunda
önceki sıkıntılarını unuttu. Kendinden geçmiş bir vaziyette sohbeti dinlerken,
Mahmûd-ı Sâminî birden; "İmâm Efendiye bir kahve getirin, bir kahvemizi içsin."
buyurdu. Kahveyi getiren talebeye birisi çarpınca kahve Osman Bedreddîn'in
beyazŞam hırkasının üzerine döküldü. Giyimine ve temizliğe son derece titiz olan
ve îtinâ gösteren İmâm Efendi içinden; "Eyvah bu elbise çok berbat oldu. Artık
giyilmez." dedi.Mahmûd-ı Sâminî hazretleri; "Hâfız, kalbin incinmesin. Bizim
Mustafa çok da güzel çamaşır yıkar. Hırkanı çıkar ver de bir güzel yıkasın."
dediğinde, İmâm Efendi utanarak hırkasını Mustafa Efendiye verdi. Bir müddet
sonra Mustafa elinde hırka ile geri döndü. İmâm Efendi hırkayı üzerine giyince
kendisini bâzı haller kapladığını hissetti. Kahve dökülen yerde hiç bir iz
yoktu. Karşılıklı sohbetlerini dinleyen diğer talebelerin kalblerindeki; ihlâs,
muhabbet, teslimiyet, huzûr, sabır artıyordu. İmâm Efendi önce inâbeye (ondan
tasavvufu almaya) yaklaşmadı.Mahmûd Sâminî hazretlerinin tütün içmesi ve
rahatsızlığı sebebiyle gözlerinin çapaklanması dikkatini çekmişti. Sabırla
bekliyordu. Hocası onun bu sabrı karşısında artık zâhirî perdeyi kaldırıp bir
gün şöyle buyurdu: "Hâfız, misâfirlik üç gündür. Senin misâfirliğin on günü
geçti. Yemek için çalışmak lâzımdır. Haydi bakalım bostanımızı sulama sırası
sendedir." Bu bostan, Sâminî hazretlerinin eliyle yetiştirdiği ve helâl lokma
kazandığı bir bostandı. Burada kendi emeği ile sebze yetiştirir, misâfirlerine
ikrâm ederdi.
İmâm
Efendi, verilen emir üzerine bostanı sulamaya gitti.Havuzun suyunu saldı. Fakat
daha bir evlek sebze sulamadan havuzun suyunu bitmiş gördü. Gidip durumu
hocasına bildirdi. Mahmûd Sâminî hazretleri; "Hâfız, kocaman havuzun suyu bir
evlek de mi sulamadı? Dikkat et hâfızım, gören gözle bak. Havuz dolu duruyor.
Git vazîfeni yap!" dedi. Tekrar havuzun başına gitti. Bir de baktı ki havuz su
ile dolu. Bu işte hocasının kerâmeti olduğunu anladı. O gün bostanı tamâmen
suladı.
Aynı
gün ikindi vakti hocası; "Hâfız, yarın çok misâfirimiz gelecek. Bostana git
biraz patlıcan topla, mutfağa bırak" dedi. Bu sefer aldığı emir üzerine patlıcan
toplamaya gitti. Ancak bostandaki patlıcanların henüz çiçek açmış ve yetişmemiş
olduğunu gördü. Geri dönüp durumu hocasına bildirdi. Patlıcan yetişmemiş
deyince, hocası; "Hâfız, Murat suyuna gitsen kurutup gelirsin. Tekrar git
patlıcanları yetişmiş bulacaksın." dedi. Gidip bakınca gerçekten çuval çuval
patlıcan yetişmiş olduğunu gördü. Bu işte de hocasının kerâmeti olduğunu anladı.
Ancak bir taraftan da neden tütün içiyor diye düşünüyor, bir türlü teslim
olamıyordu. Bu düşüncesi ve tereddüdü o dereceye vardı ki, artık ayrılıp gitmeye
karar verdi. Bu karârı verdiği günün sabahı, Mahmûd Sâminî hazretleri sabah
namazını kıldırdıktan sonra, aralarında İmâm Efendinin de bulunduğu cemâate
karşı dönüp oturdu. O gün hâli değişik, üzgün ve biraz da celâlli bir hâldeydi.
Mihrâbda bir müddet o hâlde durduktan sonra şöyle söze başladı: "Azîz
kardeşlerim, bir dertli derdini tabîbe anlatmayıp gizlerse, derdine dermân
bulamaz. Bir âşık, aşkını mâşûkuna açmazsa o mâşuk (sevgili) aşkını bilemez.
Tasavvufda gurur yasaktır. Teslimiyet şarttır. Aşkın mecâzi köprüsünü geçenler,
aşk-ı hakîkîye erenlerdir. Buna erenler ise, Hakk'a inanıp bir rehbere
bağlananlardır. Size bir misâl vereyim. Bir zât hazret-i Hızır elinden şerbet
içmekle, bir kaç hocadan icâzetsiz izin almakla, erenler imtihânına mânen
katılıp beline kemer bağlamakla yolu katedemez. Bu gibiler aşılanmamış bir ahlat
ağacına benzer. Meyvesi acımtırak ve lezzetsiz olur. Onu aşılamak lâzımdır. Bâzı
insanlar işte böyledir. Kendi hâlinde yetişen bir çiçek misk gibi kokar fakat ne
yazık ki ormandadır. Ondan kimse faydalanamaz. Beşeriyete hizmet lâzımdır.
Beşeriyet latîf ve güzel kokuya muhtâctır.
Bir
fakir derviş, tütün içer diye sevdiği kimse ondan kaçar. Bunlar birer hikmet ve
esrârdır. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Fırsat elden kaçar. Mutlaka olacak olur;
kalbini ister geniş ister dar tut. Gönül ister ki hoş olalım. Bakınız Kaygusuz
Abdal nasıl söylemiş:
Sana
gizli bir sözüm var, gel gönüle gir gönüle.
Sen
senliğini elden bırak, gel gönüle gir gönüle.
Bulalım
dersen feth-i bâbın, gel gönüle gir gönüle.
Bulam
dersen aşk kenânın, gel gönüle gir gönüle.
Siyâhı
ko, akı tut, anma işe şer katanı,
Zikret
müdâm yaradanı, gel gönüle gir gönüle.
Zühd
zâhid duzağıdır, ilim, ilimin bağıdır,
Gönül
evi Hak evidir, gel gönüle gir gönüle.
Kaygusuz bu böyle olur, Hakk'a doğru yola varır,
Bulanlar gönülde bulur, gel gönüle gir gönüle.
Sohbetini dinleyenler, başlarını eğmiş sessiz bir hâlde oturuyorlardı. Asıl
muhâtab ise, İmâm Efendiydi. O da bunu gâyet açık bir şekilde anlamıştı. Çünkü
diğerlerinin bilmediği bir çok hâllerini saymıştı. Bu, hocasının bir kerâmeti
idi. Hocası sohbetten sonra evine gidip, akşama kadar çıkmadı. İmâm Efendi ise
sohbetini dinleyince gitmekten vaz geçip tam bir teslimiyetle Mahmûd Sâminî
hazretlerinin yanında kalmaya kesin karar verdi. Kendi kendine; "Sâminî
hazretleri tütün içebilir bana ne" dedi. Sonra; "Yâ Rabbî! Âciz ve bîçâre kulun
Bedrî'yi gafletten uyandır. Selâmete erdir." diye duâ etti.
O gün
imâmlığı kendisi yaptı. Talebelerden biri, Sâminî hazretlerinin ileri gelen
talebelerinden Miyadinli Mehmed Efendiye; "Hoca efendi mihrâbı neden bu Hâfız
misâfire bıraktı" diyerek sorunca; "O, daha mürşid görmeden ilk devreyi kendi
güzel ahlâkı ve istidâdı ile bir hamlede atlamıştır." cevâbını verdi.
Mahmûd
Sâminî hazretleri, o günü talebelerinden ayrı olarak evinde geçirdikten sonra,
tekrar yanlarına çıktı. Mescidde iken İmâm Efendi de mescide girdi. Bu sırada
bir talebesine; "Mustafa, Mustafa! Hâfızı bana gönder!" diye heybetli bir sesle
bağırdı. Bu heybetli sesi işitenler heyecâna kapıldılar. İmâm Efendi birden bire
titremeye başladı. Telaşla hocasına koştu. Vilâyet heybeti onu titretiyordu.
Huzûruna varınca, onu tutup riyâzet odasına soktu. Artık o, tam bir teslimiyet
içinde hocasının elini öperek bağlılığını arzetti. Sonra; "Burada ne kadar
kalacağım." diye suâl edince, şöyle cevap verdi: "Allahü teâlânın dilediği
kadar, bir an, bir gün, kırk gün, belki kırk yıl. Bu bir harman, bir meydan, bir
devrandır. Devran da meydan da harman da senin. Zaman mahsul zamânıdır. Yiğitlik
şimdi belli olur, mânevî dereceleri katetme zamânıdır. Dikkat lâzımdır.
Hâfız!
Hazret-iHızır'ın şerbeti, fadlına; Ahmet Merâmî hocanın emekleri ise, ilmine ve
aşkına sebeb oldu. Büyüğümüz Muhammed Behâeddîn hazretleri ve diğer büyükler
rehberlik ederek senin bize gelmeni işâret ettiler değil mi? Erzurum'daAyaz
PaşaCâmii minâresinde okuduğun ezân-ı Muhammedî, mâneviyât âleminin erenlerini
cihâda dâvet etti. Yer gök sarsıldı. Bütün evliyâ, şühedâ ve sâlihlerin rûhları
Erzurum semâlarında toplandı.
Hâfız!
Moskofları, taşla kovaladığın zaman biz de oradaydık. Bunlar hep evliyâlığın
cilveleridir. Asıl mârifet, hakîkatler ötesindeki hakîkate ermektir. Metin ol.
Allahü teâlâ yardımcındır..."
İmâm
Efendi kısa zamanda tasavvufta yetişip kemâle erdi; on sekiz günde icâzet
aldı.Vazîfesi sebebiyle üç-dört sene Palu'da kaldı. Bu arada hocasının
sohbetlerinde bulundu.
Daha
sonra vazîfesi icâbı askerî taburla birlikte Dersim'e gitti. Taburu Dersim'den
Çemişgezek'e gönderilince, senelerce orada hizmet etti. Buradan Palu'ya sık sık
hocası Mahmûd-ı Sâminî hazretlerini ziyârete giden İmâm Efendi, onun duâsını
alır ve sohbetini dinleyip geri dönerdi.İmâm Efendi 1909 senesinde emekliye
ayrılıp Harput'a yerleşti. Bundan sonra tamâmen ilimle meşgûl oldu.Derslerinde
ve sohbetlerinde bulunan pekçok zâtı tasavvufta yetiştirdi. Pekçok insanı da
cehâletten kurtarıp, sâlihlerden eyledi. İlme, mârifete ve feyze susamış iki yüz
bine yakın kimse onun feyz pınarından kana kana içti. Rüşd, hidâyet ve mârifete
kavuştu.
Sohbetlerinde aslâ siyâsî ve boş şeyler konuşulmazdı. 1911 senesinde Harput'un
ileri gelenlerinden pekçok zâtla birlikte hacca gitti. Bu Hicaz seferinde; Şam,
Mekke ve Medîne âlimleri kendisine çok hürmet ve ikrâmda bulundular.
İmâm
Efendi buyurdu ki: "İnsan Allahü teâlânın nîmetlerini düşünse, bunların şükrünü
nasıl yerine getireceğinden hayret eder. Şükrünü tam mânâsı ile edâ etmek mümkün
değildir. Allahü teâlâ, emirlerine itâat ve yasaklarından kaçma gibi azıcık bir
şeyden râzı oluyor. Pekçok ikrâm ve ihsânda bulunuyor."
"Cehennem iki türlüdür. Hem sıcak, hem soğuk Cehennem vardır. Cenâb-ı Hak kışın
şiddetli soğuğunu yaratmış ki, insanlar Cehennem'in soğuğunu hatırlasınlar da
ondan sakınsınlar. Yazın en sıcak günlerini de yaratmış ki bundan da Cehennem'in
sıcağını hatırlasınlar da ondan sakınma çârelerine yönelsinler."
"Tasavvuf, kitap ve sünnete dayanan ilâhî ve rabbânî hikmetin adıdır. Mevzuu
ise, kişiyi gafletten sakındırıp, Allahü teâlâ ile berâber olmayı
kazandırmaktır. Faydası da; kişiyi nefsin kötü huylarından arındırıp insanı
kâmil ve Mevlâya lâyık bir kul yapmaktır."
İmâm
Efendi hayâtı boyunca dâimâ insanları saâdete kavuşturmak için çalıştı. Vâz ve
nasîhat etti. 1922 (H.1340) senesinde Harput'ta vefât etti. Vefâtından birkaç
gün evvel vasiyetini yazdı. Vefât ettiğinde, halk arasında çok sevildiğinden,
cenâzesinde büyük bir kalabalık toplandı. Harput'ta Meteris kabristanına
defnedildi. Bilâhare kabri üzerine türbe yapıldı. Ziyâret edilmektedir. Gülzâr-ı
Sâminî adındaki mektûbâtı ve Gülbün-i İrşâd ve Mecâlis-i Sâminiyye adında beş
ciltlik kasîdesi vardır. Sohbetleri üç kitap hâlinde basılmıştır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
OSMAN
BEDREDDÎN'İN ÇIRAĞI
İmâm
Efendiden, talebelerinden Ömer NâsûhîArabistan'a gitmek için izin istedi. İmâm
Efendi; "Nâsûh, orada bizi tanıyan çok olur. Sorana selâmımızı söyle!" dedi. O
zât kendi kendine; "Oralarda hocamı kim tanıyacak?" diye düşünme cehâletinde
bulundu. Arkadaşları ile yolda giderken tipiye tutuldular. Perişan bir halde
ilerledikten sonra, bir köye vardılar. Orada büyük bir zât onları misâfir etti.
Ömer Nâsûhî'ye dönerek; "Gel bakalım Osman Bedreddîn'in çırağı!" dedi. Şaşıran
talebe yine kendi kendine; "Acabâ bu zât burada, hocam orada birbirlerini nasıl
tanıyabilirler?" diye düşününce, o zât başını kaldırıp; "Evlâdım, biz
birbirimizi hiç görmedik ama birbirimizi gâyet iyi tanırız." dedi. Aradan zaman
geçti ve Harupt'a geri döndü. Hocasını ziyârete gidip; "Efendim, sağlıkla gidip
geldik. Orada soranlara da selâmınızı söyledim." dedi. Bunları söylerken yine
merakı geçmemişti. İmâm Efendi ona; "Ömer, biz Allahü teâlânın bildirmiş olduğu
şekilde birbirimizi tanır ve biliriz. Rabbimiz bize hidâyet etmezse hiçbir şey
bilmeyiz." buyurdu.
VASİYETİMDİR
İmâm
Efendi âilesine ve akrabâlarına şöyle vasiyet etti: Ey benim evlâd, birâder ve
akrabâlarım! İslâmiyette ve doğru yolda bulunan kardeşlerim! Benim Ehl-i sünnet
vel-Cemâat mezhebi üzere bir müslüman olduğuma cenâb-ı Hak şâhidimdir.
Lütuf
ve ihsânına karşı Allahü teâlâya hamd ederim. Şâyet ömrüm tamam olup, Allahü
teâlânın emri üzerine âhirete göçüp, ilâhî rahmete nâil olursam, son ömrümde
düşmanımız olan nefis ve şeytan tarafından şaşırtılmak istenirsem, inşâallah ben
onları dinlemem. Ancak, İslâm dîninde olduğumu şimdiden işitip, kıyâmet gününde
müslümanlığıma şâhitlik etmenizi istiyorum.
Allahü
teâlânın birliğine inanıyorum, elhamdülillah. Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur.
Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür. Yalnız Allahü teâlâ vardır. O'nun
ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'na mahsustur. O, her şeye kâdirdir.
Sizden
Allahü teâlânın birliğine olan bu îmânıma şâhid olmanızı istirhâm
ediyorum. Ben âciz ve günahkâr bir kulum. "Allahü teâlânın rahmetinden
ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allahü teâlâ (şirkten tövbe ve îmân etmek
sûretiyle) bütün günahları affeder." (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmesini kendime delil edinip
tövbe ederek, Rabbimin rahmetine sığınıyor, Peygamber efendimizin şefâatına
kavuşmayı ümid ederek gidiyorum. Evliyâullahın, Allahü teâlânın sevdiği
kullarının ve Nakşibendiyye büyüklerinin bu günahkâr kula mânevî yardımlarını
ümid ederim. Bilhassa Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Behâeddîn Buhârî, pîrim
Mevlânâ Hâlid, Şeyh AliSebtî, hocam Mahmûd Sâminî ve babamın mânevî yardımlarını
ve Allahü teâlânın katında bu fakîre şefâatçı olmalarını ihsân ve ikrâmlarından
ümîd ederim. Vefât ettiğimde üzerime Kur'ân-ı kerîm okuyunuz. Allahü teâlâ bu
âcize ve bütün din kardeşlerime îmân ve hüsn-i hatîme nasîb eylesin! Âmin.
KAYNAKLAR
1) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1131
2)
Sohbetnâme (Cemâleddîn Emiroğlu)
3)
Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.11
4)
Osman Bedreddîn Efendi, Hayâtı ve Hocaları (Ethem Ruhî Başaran)
5)
Harput Yollarında; c.2, s.268
|
|