İBN-İ HAFÎF
Büyük
velîlerden. İsmi Muhammed bin Hafîf eş-Şîrâzî, künyesi Ebû Abdullah, lakabı
İbn-i Hafîf'dir. Babası sultan idi. 889 (H.276) senesinde Şîrâz'da doğdu. 981
(H.371)'de Şîrâz'da vefât etti. Zâhir ve bâtın ilminde zamânının en meşhûr âlimi
ve büyük velîsi idi. Hakîkatlara dâir geniş bilgiye sâhipti ve büyük bir ifâde
gücü vardı. İbn-i Hafîf, Ebû Tâlib Hazrec-i Bağdâdî'nin talebesiydi. Kettânî,
Yûsuf bin Hüseyin er-Râzî, Ebü'l-Hüseyin Müzeyyen, Ebû Amr Dımeşkî, Hallâc-ı
Mansûr, Cüneyd-i Bağdâdî ve birçok âlimin sohbetlerinde bulunmuş, onlardan ilim
öğrenmiştir. Kelâm ilmini İmâm-ı Eş'arî'den öğrenen İbn-i Hafîf, Şâfiî
mezhebindeydi.
Kendisinden ise, Ebü'l-Fadl Muhammed bin Câfer el-Husâî, Hüseyin bin Hâfız
Endülüsî, Muhammed bin Abdullah Bakuya, Ebû Bekr Bâkıllânî ve daha birçok âlim
hadîs-i şerîf rivâyet edip, ilim öğrenmiştir.
İbn-i
Hafîf hazretlerinin gıdâsı her gece sâdece yedi kuru üzümdü. Hizmetçisi yedi
tâne üzüm hazırlar ve onu yerdi. Bedenen hafîf, rûhen yüksek bir hâle sâhipti.
Hizmetçisi bir gece sekiz üzüm verdi. Farkına varmadan bu sekiz kuru üzümü yedi.
Kendinde önceki ibâdet ve zikir zevkini bulamayınca, hizmetçisine sorup yedi
yerine sekiz verdiğini öğrendi. Hizmetçiye; "Bundan sonra sen benim dostum
değilsin! Dost olsaydın bunu yapmazdın!" diyerek, hizmetinden uzaklaştırdı. Bu
vazîfeyi başka bir talebesine verdi.
Tasavvufta yetişmesini şöyle anlatmıştır: "Karşılaştığım ve elinde tövbe ettiğim
ilk zât, Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Yahyâ hazretleridir. Önce bana hadîs-i şerîf
yazmayı emretti. Sonra tasavvufta yetiştirdi. İlk muâmelesi şöyle oldu: Beni
çarşıya götürdü. Bir mescidin önünde oturup, et satan bir kasap geçinceye kadar
bekledi. Kasaptan bir parça et satın aldı. Eti benim elime verip; "Bunu bizim
eve götür, bırak gel." dedi. Eti elime aldım. Fakat insanlardan utanıyordum.
Mescide girdim eti önüme koyup, bir hamal tutup onu taşıttırsam mı diye düşünüp,
Allahü teâlânın yardımı ile; "Şeyh hazretlerine muhâlefet etmeyeceğim. Emrini
yerine getireceğim." diyerek eti alıp götürmek için dışarı çıktım. İnsanlar bana
bakıp; "O ne?" diye sordukça, utancımdan bir şey söylemiyordum. Eve varıp eti
bırakıp geri döndüm. Utancımdan iyice terlemiştim. Hocamın yanına gelince, bana;
"Ey evlâdım! İnsanlar seni melik çocuğu olarak bilip hürmet gösterirler. Nefsin
o eti taşımaktan ne hâle geldi?" diye sordu. Ben de hâdiseyi aynen anlattım.
Tebessüm edip; "Ey evlâdım! Senin işinden dolayı Allahü teâlâya hamdettim. Bunun
karşılığını ilerde göreceksin." buyurdu.
İbn-i
Hafîf, Allahü teâlâya çok ibâdet ederdi. Bâzan nâfile namazlarda bir rekatte on
bin İhlâs-ı şerîf okurdu. Genellikle sabahtan akşama kadar bin rekat namaz
kılardı, çok sadaka dağıtırdı. Bâzan halkın yanına çıkacak elbisesi kalmazdı.
Her sene kırk defâ uzlete, yalnızlığa çekilirdi. Vefât ettiği sene de kırk defâ
uzlete çekilmiş, bunların sonuncusunda vefât etmişti.
Kendisi
şöyle anlatır: "Tasavvufta ilerlediğim ilk sıralarda hacca gitmek için yola
çıktım. O zaman kendimi bir başka görüyordum. Bağdât'a geldiğimde,Cüneyd-i
Bağdâdî'yi bile ziyâret etmedim. Çöl yoluna çıktığımda çok susamıştım, yanımda
bir ip ve su kovası vardı. Bir kuyu gördüm. Bir ceylan bu kuyudan su içiyordu.
Kuyunun başına geldim ve suyun dibe çekildiğini gördüm. Susuzluğa dayanamayarak;
"Yâ Rabbî! Bu kulunun şu ceylan kadar da mı değeri yoktur?" dedim. Sonra bir ses
duydum. "O ceylanın yanında, ipi ve kovası yoktu. O bize güveniyordu." Bunun
üzerine ipi ve kovayı attım ve yoluma devâm ettim. Bir süre gittikten sonra yine
bir ses; "Ey İbn-i Hafîf! Biz seni nasıl sabredeceksin diye imtihan ettik. Şimdi
geri dön ve suyunu iç!" dedi. Geri döndüğümde, kuyunun ağzına kadar dolu
olduğunu gördüm ve suyumu içip abdest aldım. Medîne'ye varıncaya kadar hiç
susamadım. Mekke'den geri dönüşümde Bağdât'a uğradım. Cumâ günü câmiye
gittiğimde Cüneyd-i Bağdâdî'yi gördüm. Bana; "Eğer sabretseydin, su, ayaklarının
altından fışkıracak ve arkandan akacaktı." dedi.
Yine
şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde bir zâtın yanına gitmiştim. Bende açlık eseri
görünce, evine yemeğe dâvet etti. Önüme pişirilmiş, fakat tadı tuhaf bir et
getirdi. Onu yemekten tiksinip yiyemedim. Bu halden o zât mahcûb oldu, ben de
utandım. Sonra bir cemâatla yola çıktım. Bir ara yolumuzu kaybettik. Yanımızda
yiyecek bir şey kalmamıştı. Birkaç gün açlığa sabrettikten sonra dayanamaz
duruma geldik. En sonunda yiyemiyeceğim bir şey temin ettim. Tam bir lokma
alacağım sırada, o zâtın evindeki yemek aklıma geldi. Kendi kendime; "Bu, o
zâtın mahcûb olmasına sebep oluşumun cezâsıdır." dedim. Derhâl tövbe edip geri
döndüm ve o zâttan özür diledim."
Kendisi
şöyle anlatır: "Horasanlı bir genç, hacılara yoldaşlık ediyordu. Şirâz'a gelince
hastalandı. Yanımızda sâlih bir zât ile hanımı vardı. O genci, bakmaları için
onların evine gönderdim. O zât, bir gün ansızın geldi.Rengi değişmişti. Bana;
"Allahü teâlâ ecrini yükseltsin. O genç vefât etti." deyince, ben; "Senin rengin
niye böyle değişti?" diye sordum. "Genç dün gece bize, benim yanımdan
ayrılmayınız. Bu gece benim işim tamamdır." dedi. Ben de evde bulunan yakınıma;
"Gecenin ilk yarısı sen başında bekle, gecenin ikinci yarısı ben bekleyeyim."
dedim. Nöbet sırası bana geldiğinde seher vaktine kadar gencin durumunu kontrol
ettim. Birara uyuya kalmışım. Âniden bir ses; "Uyuyor musun? Halbuki Allahü
teâlâ senin evine, akıl almaz şeyler göndermiştir." dedi. Titreyerek uyandım.
Evimde bir takım sesler ve muazzam nûrânî bir aydınlık vardı. O genç, son
nefesini vermek üzereydi. Elini ayağını uzattım. Genç, rûhunu teslim etti." diye
anlattı. Bunun üzerine o zâta; "Bunları kimseye söyleme." dedim. Sonra techiz ve
defin işleriyle uğraştık."
Şöyle
naklederler: "Bir gün iki kişi uzak bir yerden İbn-i Hafîf'i ziyâret için
dergâhına geldiler. Dergâhda bulamayınca nerede olduğunu sorup, Adudüddevle'nin
sarayına gittiğini öğrendiler. Böyle bir evliyânın sultanların sarayında ne işi
var? Ne yazık ki, bu zât hakkındaki kanâatımız çok iyi idi." dedikten sonra;
"Çarşıyı şöyle bir dolaşalım." diye gittiler. Çarşıya vardıklarında, yırtık
elbiselerini diktirmek için bir terziye gittiler. O sırada terzinin makası
kaybolmuştu. Onlara, siz çaldınız dedi. Daha sonra onları zâbıtaya teslim etti.
Adudüddevlenin sarayına getirdi. Ellerinin kesilmesi için Adudüddevle emir
verdi. Fakat orada bulunan İbn-i Hafîf, bunlar o işi yapmamıştır, diyerek onları
kurtardı ve o zâtlara dönerek; "Sizin kanâatiniz doğrudur. Fakat benim saraya
gelmem, böyle işler içindir." dedi. O iki zât, sonra İbn-i Hafîf'in talebesi
oldular.
Ebû
Abdullah Muhammed bin Ber'a hazretleri diyor ki: Babam ile Mekke'de parasız
kaldık. Ebû Abdullah bin Hafîf de yanımızdaydı. Güç hâl ile Medîne'ye geldik.
Ben çocuktum, acıktım diyerek ağlardım. Babamı çok üzdüm. Babam dayanamadı.
Hücre-i seâdete gelip; "Yâ Resûlallah! Bu gece sana misâfiriz." dedi. Bir yana
oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra ağladı.
Gözünü açıp; "Resûlullah elime para verdi." dedi. Avucunu açtı. Paraları gördüm.
Bunları hem kullandık, hem sadaka verdik. Rahatça Şirâz'daki evimize geldik.
Kendisi
rüyâlarından birini şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm.
Yanıma geldiler ve mübârek ayağının ucuyla beni uyandırdılar. Kendisine bakınca;
"Bir kimse Allahü teâlâya giden yolu öğrenir, sonra bu yoldan ayrılırsa, Allahü
teâlâ bu kişiyi, âlemde hiçbir kimseye vermediği bir azap ile cezâlandırır."
buyurdular.
Vefât
etmeden önce on yedi gün hiçbir şey yemedi. Ağzından misk gibi güzel bir koku
yayılıyordu. Huzûrunda bulunanlar; "Böylesine güzel kokuya hiç rastlamadık."
dediler.
Ahmed
bin Muhammed şöyle anlatmıştır: Bir defâsında kulunç hastalığına yakalanmıştım.
Sıhhatime kavuşmak için tabiblere gidip ilac aldım. Ne kadar uğraştıysam
hastalıktan bir türlü kurtulamadım. Bir gece rüyâmda İbn-iHafîf hazretlerini
gördüm. Bana; "Sana ne oldu?" diye sorunca; "Bu hastalık beni âciz bıraktı.
Tabibler de çâre bulamadı." dedim. Bunun üzerine; "Üzülme. Yarın o hastalıktan
kurtulacaksın. Artık acı çekmeyeceksin." buyurdu. Uyanınca, üzerimde hastalıktan
eser kalmamıştı. Tam sıhhate kavuştum."
İbn-i Hafîf'in
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; "Eğer Allahü teâlânın
katında, bütün dünyânın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirlere bir
yudum su vermezdi." buyurdu.
İbn-i
Hafîf buyurdu ki: "Nefsin kırılması, Allahü teâlânın dînine hizmet etmek ile
olur."
"Dört
şey talebeye zarûrî lâzımdır: "Birincisi; bir binek hayvanıdır, bu sabırdır.
İbâdetlere yönelmede, günahlardan sakınmakta ve musîbetlere tahammülde ona
binilir. İkincisi; oturup rahat edebileceği ve korunup barınacağı bir evdir, bu
akıldır. Onunla şeytanın vesvesesinden ve nefsin helâk edici muhâlefetinden
korunmak mümkün olur. Üçüncüsü; görenin beğeneceği güzel bir elbisedir, bu
hayâdır. Bununla kötü iş ve sözlerden korunulmuş olur ve nefsi terbiye etmek
mümkün olur. Dördüncüsü; aydınlatıcı bir kandildir, bu da faydalı ilimdir. Bu,
talebeyi doğru yolda hidâyet nûruna ulaştırır."
"İnsanlara vasiyetim, şu altı şeyi muhâfaza etmeleridir: Birincisi; ahdi
(anlaşmayı) muhâfaza etmektir. Ahde uymamak alçaklıktır. İkincisi; söz verince
tutmaktır. Üçüncüsü; Allahü teâlâdan gelen bütün belâ ve musîbetleri, nefsine
lâzım bilip tahammül etmektir. Dördüncüsü; her hâlde ve her durumda, Allahü
teâlâyı unutmamak ve O'na ibâdet etmektir. Beşincisi; fakirliğine sabredip,
gizlemektir. Altıncısı; Allah yolunda, O'na kulluk etmek için bulunmaktır."
"Sâlih
bir insana en zararlı şey, nefsine kolaylık göstermesidir."
"Takvâ, seni Allahü
teâlâdan uzaklaştıran her şeyden uzaklaşmandır."
"Tevekkül; olan şey ile yetinmek ve olmayan şeye râzı olmaktır."
"Kalbin
olgunlaşması, Allahü teâlânın zikri ile olur."
"Îmân,
Allahü teâlânın gayba âit bildirdiği bütün şeyleri, kalbin tasdîk etmesidir."
"Tasavvuf, Allahü teâlâya giden yolu bulmaktır."
"Riyâzet, nefsi hizmetle kırıp, Allahü teâlâya ibâdette gevşeklik göstermesine
mâni olmaktır."
"Kul,
ancak dünyâdan yüz çevirmekle Allahü teâlâya ulaşır."
İbn-i
Hafîf hazretlerinin talebelerine yaptığı vasiyeti şöyledir: "Bir hocaya talebe
olmaya karar vermiş bir kimse, bildireceğimiz hasletlere uyarsa ve onları
muhâfaza ederse, nefsin isteklerinden kurtulup, kulluk vazifesini tam yaparak
Allahü teâlâya kavuşur. Bu da Allahü teâlânın ihsânı ve muvaffak kılması ile
mümkündür. Bu hasletler yirmi beş tâne olup şunlardır:
İlk
haslet nedâmettir. Yâni, gaflet ve günahlarla geçen vakitlerine pişmân olup,
Allah ve kul haklarından borcu olanlara ödeyip tövbe etmek.
İkincisi; kullanacağı faydalı ilimleri öğrenmek.
Üçüncüsü; sükût, halvet ve zikre devamdır. Sükût (susmak), nefsin konuşmasını
(vesveseyi) önler. Halvet (yalnızlık), hislerin dağılmamasını sağlar. Zikir,
kalbin tasfiyesini (saflaşmasını, temizliğini) temin eder.
Dördüncüsü; ayakta durma, oturma ve bütün hâllerinde Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını düşünüp, hareketlerini ona göre düzeltmek.
Beşincisi; her işine, meşveret etmeden (danışmadan) başlamamaktır. Böylece, işin
bozuk ve kötü olmasından korunur.
Altıncısı; bir din kardeşi ile birlikte bulunup, vesveselerden kurtulmak
gerekir.
Yedincisi; her işinde ve sözünde doğru olmaktır.
Sekizincisi; mîde ve dili korumaktır. Çünkü, talebe şehvet sevgisine mübtelâ
olursa, günleri gaflet ve tenbellik ile geçer. Böylece, Allahü teâlâya
ulaşmaktan mahrûm kalır. Dil konuşmaya meylederse, gönlü zikre alışmaz. Zîrâ
dilin günahı (isyânı) diğer bütün günahlardan daha çoktur.
Dokuzuncusu; bütün âzâlar ile, içten ve dıştan edebli olmaktır. Susmalı ve ancak
lüzum olunca konuşmalıdır.
Onuncusu; üç şeye riâyet etmelidir: İlki, çok acıkmayınca yememelidir. İkincisi,
çok susamadıkça su içmemelidir. Böylece uyku basmasından korunulmuş olur.
Üçüncüsü, çok uyku bastırmadıkça uyumamalıdır.
On
birincisi; kadınlarla sohbet etmekten ve bilhassa şehvet uyanmasına sebeb olacak
yerlerde onlarla berâber bulunmaktan sakınmalıdır. Ancak böyle yapmakla nefsin
ve şeytanın şerrinden korunabilirsin.
On ikincisi; lüzumsuz veya
zararlı yerlere bakmaktan gözü korumaktır. Hadîs-i şerîfte; "Müslümanların
odalarına, gizlice ve kötü gözle bakanlar münâfıktır." buyrulmuştur.
On
üçüncüsü, yemek ve uyku öncesi dâhil olmak üzere, devamlı abdestli bulunmaktır.
Bunun faydaları çok olup, bundan gâfil olmamak lâzımdır.
On
dördüncüsü; zarûret hâli hâriç, gaflet ehli, yâni Allahü teâlâyı hatırlamıyanlar
ile berâber bulunmamalıdır ki, onların gafletleri bulaşmasın.
On
beşincisi; sâliha bir hâtun bulup, bir an önce onunla evlenmektir. Evlenmekte
acele edin ki, akıllarınız bununla meşgûl olup Allahü teâlâdan uzaklaşmayasınız.
On
altıncısı; boş sözleri dinlemekten sakınmalıdır. Kalbin fesat ve dağınıklığı,
çoğu zaman bundan doğar. Boş sözleri çok dinleyenin, dünya sevgisine mübtelâ
olup, helâk olmasından korkulur.
On
yedincisi; "Şöyle yapsaydım, böyle olurdu. Şöyle yapmasaydım, böyle olmazdı..."
gibi sözlerden sakınmalıdır. Bunlar münâfıkların sözlerindendir. "Hakkın
dilediği oldu, dilemediği olmadı. Takdir ettiği olacak. SâdeceAllah bize
kâfidir. O ne iyi vekildir." diye söylemelidir.
On
sekizincisi; kaçınılmaz durumlar hâriç, bozuk fırkalar ve bid'at ehli ile
münâzara etmemelidir. Bunların îtikâdlarını değiştirmeleri, normal olarak mümkün
değildir. İlmi ve aklı az olan biri, bu münâzara yüzünden sapıtabilir.
On
dokuzuncusu; kimseyi azarlamamalıdır. Çünkü Hak yolun tâliplerine bu iş
yakışmaz. İnsanlara Allah için iyi davranılırsa, insanın tabiatı iyi ahlâklara
alışır ve gadablardan yâni olur olmaz şeylere kızmaktan kurtulur.
Yirmincisi; nefsin vesveseye kapılıp, kendisini başkalarından hayırlı (daha iyi)
veya başkalarının bilmediğini biliyor olarak görmesini önlemelidir. Böylece
nefsin, işlerin en hayırlı olanları ile meşgûl olması sağlanır.
Yirmi
birincisi; kibirden sakınmalıdır. Kibrin alâmeti; kendini yüksek veya
başkalarını aşağı görmektir. Çok büyük bir kusurdur.
Yirmi
ikincisi; ucubdan (kendini beğenmekten) sakınmalıdır. Ucbun alâmeti; kendini,
kendi aklını ve fikrini beğenip, kimseden nasîhat kabûl etmemektir. Ucub sâhibi,
çok bildiğini sandığından çok yanılır.
Yirmi
üçüncüsü; hasetten sakınmalıdır. Hasedin alâmeti; Allahü teâlânın bir kuluna
verdiği nîmetlerin, o kuldan gitmesini istemektir.
Yirmi
dördüncüsü; kalbini, Allahü teâlâyı unutturacak hiçbir şeyle meşgûl etmemelidir.
Yirmi
beşincisi; kalbini, diline uygun hâle getirmek ve dünyâ sevgisini kalbinden
uzaklaştırmaktır."
İbn-i
Hafîf hazretleri buyurdu ki: "Akıllı insan, önce îtikâdını düzeltir ve Rabbine
ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar, işlerini temiz kılar. İbâdetini güzel
yapar ve âhiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir.
İlkönce
tevhide, yâni Allahü teâlânın birliğine ve şerîki (ortağı) olmadığına
inanmaktır. İnanır ki: Allahü teâlâ birdir. Fakat bu birlik rakam cinsinden
değildir. O birdir, fakat diğer şeyler (mahlûk olan varlıklar) gibi değildir.
Yarattıklarından hiçbirine benzemez. Mülkünde hiçbir şey O'nun zıddı değildir.
Yarattıklarının hiçbiri O'nun aynı değildir. Cisim ve cismânî değildir. Hiçbir
hâdis (sonradan, yoktan var olanlar) veya hâdise O'nu kaplayamaz ve
kaplayamayacaktır. Eşyâya hulûl etmez. Eşyâ da O'na hulûl edemez. Olmuş ve
olacak her şeyi bilir. Henüz olmamış bir şeyin, nasıl olacağını bilir. Öncelik,
sonralık ve zaman, mekân mahlûklar içindir. O, zamansız ve mekânsızdır.
Allahü
teâlâ vardır. O, alîmdir (bilici), mâlûm (bilinmiş) değildir. O, kâdirdir (gücü
yeten), makdûr (güç yetirilen) değildir. O her şeyi görür, kendisi görülmez.
Rızıkları O verir. Yaratandır, yaratılmış değildir.
Allahü
teâlâ, ilim sıfatı ile âlimdir. Kudret sıfatı ile kâdirdir. O'nun isim ve
sıfatları mahlûk değildir. Kıyâmet gününde müminler Allah'ı göreceklerdir.
İnsan, amelleri sâyesinde değil, yalnız Allah'ın ihsânı ve takdiri ile Cennet'e
girecektir."
İbn-i
Hafîf'in yazdığı kitapların bâzıları şunlardır:
El-İstizkâr, El-Fusûl fil-Usûl, El-Münkatiîn, Kitâb-ül-Lübs-il-Murakkât,
Kitâb-ül-İ'âne, El-Mi'râc, Kitâb-ül-İ'tikâd, El-İktisâd, El-Levâmî, El-Müfredât,
Kitâb-ül-Belvâ, El-Enbiyâ, Ma'rifet-üz-Zevâl, El-Meşâyih, Şerh-ül-Fedâil.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
NİÇİN
SEVİYORMUŞ?
Şöyle
anlatılır: İbn-i Hafîf'in iki talebesi vardı. Bunlardan birinin ismiAhmed-i Mih,
diğerininki Ahmed-i Kih idi. İbn-iHafîf daha çok Ahmed-i Kih'i severdi.
Sohbetine katılanlar bunu kıskanmışlardı. Bu durumu öğrenen İbn-iHafîf, Ahmed-i
Kih'in daha üstün olduğunu onlara göstermek istedi.Dergâhın kapısının önünde bir
deve uyuyordu. İbn-i Hafîf "Ey Ahmed-i Mih! Şu deveyi dergâhın damına çıkar"
deyince,Ahmed-i Mih; "Hocam deve dama nasıl çıkarılır?" dedi. İbn-i Hafîf "O
hâlde bırak kalsın." deyip, diğer talebesine "Ey Ahmed-i Kih! Şu deveyi dama
çıkar." buyurdu. Bunun üzerine Ahmed-i Kih, peki efendim diyerek hemen dışarı
çıktı ve iki elini devenin altına sokarak kaldırmaya çalıştı, fakat kaldıramadı.
İbn-i Hafîf; "Ey Ahmed-i Kih, iş tamam olmuş ve hâlin öğrenilmiştir." deyip,
sohbetinde bulunanlara dönerek; "Ahmed-i Kih, Ahmed-i Mih'den daha iyi hareket
etti, emre itâat etti ve îtiraz etmedi. Bu iş yapılır veya yapılmaz diye mütâlaa
yapmadı. Ahmed-i Mih ise, uzun uzadıya deliller getirmek istedi ve münâkaşaya
tutuştu. Zâhir hâlden bâtın hâl açıkça anlaşılır." dedi.
DELİLİNİZ
NEDİR?
Kendisi
anlatır: "Ebü'l-Abbâs bin Süreyc'in huzûrunda fıkıh dersi
öğreniyorduk: "Allah sevgisi farz mıdır, yoksa farz değil midir?" diye sordu.
"Farzdır." diye cevap verdik. İbn-i Süreyc; "Delîliniz nedir?" diye sorunca; "Tevbe
sûresi 24. âyetinde Allahü teâlânın meâlen: "Ey Resûlüm, o hicreti terk
edenlere de ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız,
akrabâlarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret,
hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Resûlünden ve O'nun yolunda cihaddan
daha sevgili ise, artık Allah'ın azâbı gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar
topluluğunu hidâyete erdirmez." buyurduğu delîlimizdir. Allahü teâlâ burada,
kendi sevgisini ve Habîbinin sevgisini diğer sevgilere üstün kıldı. Kendi
sevgisine ve Resûlünün sevgisine ortak bir sevgiye karşı azap vâd etti. Allahü
teâlânın azâbı, ancak farzı terk etmek üzerinedir." diye cevap verdik. Ayrıca; "Resûlullah'ın
sevgisi de farzdır. Bunun delîli de, Resûlullah efendimizin şu hadîs-i
şerîfidir: "Sizden birisi beni kendi nefsinden, âilesinden, malından,
çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil îmân etmiş olmaz."
buyruldu." dedik.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-üs-Sûfiyye; s.462
2)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.385
3)
Risâle-i Kuşeyrî; s.116
4)
Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.105
5)
Kıyâmet ve Âhiret; (5. Baskı) s.116
6)
Nefehât-ül-Üns; s.222
7)
Sefînet-ül-Evliyâ; s.110
8)
Tabakât-ül-Evliyâ; s.290
9)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.105
10)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.164
|