CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

HOCAZÂDE

Fâtih Sultan Mehmed devri Osmanlı âlimlerinin en büyüklerinden. İsmi Mustafa bin Yûsuf bin Sâlih, künyesi Hocazâde'dir. Bursa'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1488 (H.893) senesinde Bursa'da vefât etti.

Babası, ticâretle meşgûl olan büyük servet sâhibi bir tüccar idi. Âilesi ve çocukları son derece bolluk ve refah içindeydi. Hocazâde, babasının mesleğini terk edip ilim öğrenmeye yöneldi. Babası bu isteğine râzı olmadı. Bu yüzden babasının gözünden düştü. Kardeşlerine harcamaları için bol bol para verirken, Mustafa'ya günde bir akçe verirdi. Bu sebeple onlar bolluk ve nîmetler içerisinde yaşadığı halde, küçük Mustafa sıkıntı ve yokluk içinde ilim tahsîline devâm etti. Kitap almaya bile parası yoktu. Babası ona hiç yardım etmiyordu. Buna rağmen o, zor bir geçim içinde de olsa günlerini ilim yolunda koşturmak ve bilgi dağarcığını genişletme gayreti içerisindeydi. Elbiseleri yırtık ve yamalı idi, ama güzel huyla bezenmiş üstün olgunluğuyla gün gibi parıldamaktaydı.

Bir gün babası ve kardeşleriyle birlikte Emir Sultan hazretlerinin talebelerinden Şeyh Velî Şemsüddîn'in konağına gitmişlerdi. Şeyh hazretleri; "Bunlar kimlerdir?" diye sorunca, babası; "Oğullarımdır." dedi. Sonra iyi giyimli ve neşeli çocukların yanında sefil giyimli ve üzüntülü bir halde duran Mustafa'ya bakarak; "Ya bu kimdir?" diye sordu. Babası; "O da oğlumdur." cevâbını verince, Şeyh hazretleri onun bu tutumunu beğenmedi. "Neden çocuklarına eşit şekilde davranmıyorsun?" diye sordu. Babası; "Bu benim işimi bıraktı, ticârî işlerimle ilgilenmiyor, başka bir yol tuttu. Onun için bunu gözümden çıkarmışım." diye cevapladı.

Şeyh Şemsüddîn, elbette bu çocuğun yaptığı doğrudur diye pekçok nasihatler ettiyse de, Hoca Yûsuf kabûl etmedi. Onlar giderlerken Mustafa'yı yanına çağırıp tatlı nasîhatlerle yüreğinde yumaklaşan kırgınlıkları giderdi ve; "Bu perişan hâline bakıp sakın ilim yolundan ayrılma, çünkü doğrusu senin yaptığındır. Babanın düşündüğü doğru değildir. Bu yolda bütün iyi hasletleri, güzellikleri ve kemâlâtı kendinde toplamak vardır. İlmin şerefi seni öyle bir mertebeye ulaştıracak ki, baban, makâmının yüceliğinden şaşıracak, kardeşlerin de kapında hizmetine duracaklardır." diye teselli etti.

Bu nasîhatler Molla Mustafa'nın okuma ve ilim öğrenme aşkını kat kat artırdı. İçi bu arzu ve hevesle doldu. Kitap almaya parası olmadığından en ucuz kâğıtlardan alarak derslerini kendi eliyle yazıp çalıştı. Kâdı Ayasuluğ'dan usûl, meânî ve beyân ilimlerini okudu ve onun hizmetinde bulundu. Daha sonraHızır Bey bin Celâl'in hizmetinde yetişip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Hızır Bey bin Celâl onun olgunluğuna ve diğer talebeleri arasındaki üstünlüğüne bakarak muidliğe, asistanlığa getirdi. Hızır Bey Çelebinin derslerine devamla ilimdeki üstünlüğü daha da arttı. Hızır Bey onu çok sever ve iltifat ederdi. Hattâ kendisine sorulan bâzı suâller için "Akl-ı selîme mürâcaat ediniz." diyerek Hocazâde'ye havâle ederdi. Sonra Sultana onun ilimdeki üstünlüğünden bahsederek ona bir medresede görev verilmesini istedi. Böylece Hocazâde, Kestel kâdılığına tâyin edildi. Daha sonra Bursa'da Esediyye Medresesi müderrisliğine getirildi. Bu medresede altı sene ilim öğretti. Bu müddet içinde Şerh-i Mevakıf'ı baştan sona kadar inceleyip ezberledi. Ancak parasızlıktan bir türlü kurtulup rahata kavuşamadığı için ev işlerini de kendisi görüyordu.

Sultan Mehmed Han (Fâtih) Osmanlı tahtına oturup da onun âlimlere muhabbeti ve lütf-ı ihsânı ün salınca ve çevresine zamânının meşhur âlimlerini toplayınca, Hocazâde de onun yanında olmak şerefini kazanmak istedi. Ne var ki yolculuk masraflarını karşılayacak parası olmadığından bir türlü yola çıkma cesâretini bulamıyordu. Bu sırada derslerine katılan bir talebenin sekiz yüz akçesi olduğunu öğrenince, bu parayı ödünç alıp yola çıktı. Talebe de yanında ve hizmetinde idi. Oraya öyle bir zamanda vardı ki, pâdişâhın otağı İstanbul'dan Edirne'ye gidiyordu.Pâdişâh-ı âlem, bir yanında Molla Seyyid Ali, diğer yanında Molla Zeyrek olduğu halde ilmî konularda münâzara yaparak ilerliyordu. Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde'yi görünce; "Hoş geldin. Ben de seni Pâdişâha anlatmıştım. Gel hemen onunla görüş." diyerek önüne düşüp Pâdişâhın yanına yaklaştılar. Hocazâde hükümdârı selâmlayıp elini öptü. Mahmûd Paşa onun Hocazâde olduğunu bildirerek ilmini övdü. Hocazâde bundan sonra Molla Seyyid Ali'nin yanında at sürerek sohbete katıldı. Zaman zaman en ince meselelerde görüşlerini açıklayıp ilimdeki üstünlüğünü ortaya koydu. Bir müddet sonra Seyyid Ali ve MollaZeyrek Pâdişâhın yanından ayrıldılar. Hocazâde ise uzun bir süre Pâdişâhla yan yana sohbete devâm etti. Bu sohbet dolayısı ile Molla Seyyid Ali ve Molla Zeyrek'e Pâdişâhın ihsânları geldiği halde Hocazâde'ye bir pul bile verilmedi. Bu bakımdan Hocazâde gönlü kırık olarak üzüntü içerisine düştü. Onun hâline vâkıf olan talebesi, hakkında ileri geri konuşmaya ve hizmetini görmemeye başladı. Mola verildiği bir gün Hocazâde atını kendisi timar ettikten sonra bir ağacın gölgesinde dinlenmekteydi. O sırada dergâh-ı âlî kapıcılarından üç kapıcının, Hocazâde'nin çadırı nerededir? diye sorarak geldiklerini gördü. Kimileri Hocazâde şu ağaç altında oturan eski giysili kişidir diye mollayı işâret ediyorlardı. Ancak kapıcılar onun da herkes gibi bir çadır ve çardağı olacağını düşünerek bu söze îtibâr etmediler. Hattâ birkaç kişiyi bizimle alay etme, aradığımız kimseyi âlemlere gölge olan Pâdişâh istiyor, diyerek azarladılar. Ancak her kime sordularsa, hep orası gösterilince, mecburen Molla'nın yanına gelip selâm verdiler. "Hocazâde siz misiniz?" diye sordular. Evet cevâbını alınca, hürmetle eğilip elini öptüler ve Devletlü Pâdişâha hoca oldunuz deyip tebrik ettiler. Hocazâde onların sözlerini, davranışlarını alaya yorarak önce inanmadı. Fakat o sırada Pâdişâh konakçılarının hızla gelip büyük bir çadır kurduklarını gördü. Ayrıca birkaç at ve katır, binek, yatak ve değerli giysiler ile on bin akçe para da getirdiklerini öğrenince şüphesi kalmadı. Onlar cins atlardan birini hemen koşumlarla donatıp yanına getirdiler ve buyurun yüce Pâdişâh sizi bekler dediler.

İş böyle gelişince, Hocazâde o bin türlü naz ve saygısızca davranan uykucu talebenin yanına vardı ve uyandırmak istedi. Fakat o eski huysuzluğu ile sözünü sakınmayıp; "Bir parça istirahata bırakmaz mısın?" diye bağırdı.Talebe, bin bir ısrardan sonra gözünü açtı ve büyük bir devlete erişmiş olan Molla'nın hemen ayaklarına kapanıp özürler dilemeye başladı. Hocazâde onu teselli ederek Pâdişâhın ihsânından ona olan borcunu fazlasıyla ödedi ve gönül rahatlığı ile pâdişâhın mutlu katına varıp elini öptü. Pâdişâh, Hocazâde'den sarfla ilgili İzzî adlı eseri okudu. Zaman geçtikçe Hocazâde'nin Pâdişah katında değeri gittikçe arttı. Bu durum bâzı kimselerin hasedine yol açtı. Hattâ Fâtih Sultan Mehmed Han Edirne'de bulunduğu sırada, Vezir Mahmûd Paşa, Hocazâde'nin kazasker olmak istediğini Sultana bildirdi. Sultan da; "Bizi sohbetinden mahrûm etmek mi istiyor?" diyerek üzüldü. Ancak, daha sonra onu Edirne'ye kazasker tâyin etti.

Hocazâde'nin babasına, oğlunun kazasker olduğu haberi ulaşınca önce inanmadı. Daha sonra haber yaygınlaşınca inandı. Diğer oğullarıyla birlikte oğlunu ziyâret etmek için, Bursa'dan Edirne'ye gitmek üzere yola çıktı. Babasının gelmekte olduğu haberini duyan Hocazâde, babasını âlimlerden ve Edirne eşrâfından bir toplulukla karşıladı. Baba-oğul kucaklaştılar. Babası Hocazâde'den özür dileyip eski kusurlarının affını isteyince; "Olsun, siz öyle yapmasaydınız, biz böyle olmazdık." diyerek, babasına güzel muâmelede bulundu. Babası için çok güzel bir ziyâfet hazırladı. Ziyâfet sofrasına babasıyla berâber oturdu. Diğer ileri gelenler ve âlimler rütbelerine göre oturunca, kardeşlerine sofrada yer kalmayıp, fakirlik ve ihtiyaç hâlinde olmadıkları halde, hizmetçilerle birlikte ayakta kaldılar. Bu vesîleyle, ilim ehline verilen önem ortaya çıktı. Molla bu hâli görünce, Velî Şemseddîn'in sözlerini hatırladı.Cenâb-ı Hakk'a şükretti.

Hocazâde bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından Bursa Sultaniye Medresesine, daha sonra da İstanbul'daki Sahn-ı Semân Medresesine müderris tâyin edildi. İstanbul'da Fâtih Sultan Mehmed'in emriyle Tehâfüt-ül-Felâsife adlı eseri yazdı. Sonra Edirne kâdılığı ve İstanbul müftîliği yaptı. İznik müftîliğine ve müderrisliğine tâyin edildi. Fâtih Sultan Mehmed vefât edinceye kadar İznik'te kaldı. Sultan İkinci Bâyezîd tahta geçince, İstanbul'a geldi. Bursa Sultâniye Medresesine müderris tâyin edildi. Orada iki ayağı ve sağ eli felç oldu. Sol eliyle yazı yazabiliyordu. Bu halde, Sultan İkinci Bâyezîd'in emriyle Şerh-i Mevâkıf adlı esere bir hâşiye yazdı. 1488 (H.893) senesinde vefât eden Hocazâde, Bursa'da Emir Sultan medreseleri karşısına defnedildi.

İlme rağbeti fevkalâde olup, ilim öğrenmek için, gençliğinde servet nîmetinden mahrum olmayı göze aldığı gibi, sonraları da, bir makamda bulunmaktan daha çok müderrislikle iftihâr ederdi. Belki ilim öğrenmek ve öğretmeye engel olur düşüncesiyle, mevki ve makâmı zorla kabûl ederdi.

Molla Ali Tûsî, Acem diyârına gittiği zaman, Ali Kuşcu ile karşılaştı.Ali Tûsî, Ali Kuşçu'ya; "Nereye gidiyorsun?" dedi. O da; "Rum diyârına gidiyorum." dedi. Ali Tûsî ona; "Orada Hocazâde ile olan münâsebetine dikkat et." dedi. Ali Kuşçu İstanbul'a geldiği zaman, Hocazâde'nin de içinde bulunduğu âlimler onu karşıladılar. AliKuşçu sohbet sırasında, denizde görmüş olduğu med-cezîr hâdisesini anlattı.Hocazâde, med-cezîr hâdisesinin sebebini açıkladı.Sohbet devâm etti. Konu, Tîmûr Hanın huzûrunda Seyyîd Şerîf Cürcânî ile Sâdeddîn Teftâzânî'nin karşılıklı münâzarasına gelince, Ali Kuşçu, Teftâzânî tarafını tercih etti. Hocazâde ise; "Ben bu konuyu tahkik ettim, Seyyid Şerîf Cürcânî'nin haklı olduğu kanâatine vardım." dedi. Ali Kuşçu, Hocazâde'nin yazdığı hususları mütâlaa etti ve haklı olduğunu anladı. Yine Fâtih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu'ya; "Hocazâde'yi nasıl buldunuz?" diye sorunca, Ali Kuşçu; "Rum'da ve Acem'de emsâli yok." cevâbını verdi. Pâdişâh da; "Arap'ta dahi eşi yoktur." diyerek onun ilimdeki üstünlüğünü işâret etti.

Molla Abdurrahmân binMüeyyed, Celâlüddîn ed-Devânî'nin hizmetine kavuşunca, Celâlüddîn ed-Devânî ona; "Hangi hediye ile geldin?" dedi. O da; "Hocazâde'nin Tehâfüt-ül-Felâsife adlı kitabıyla geldim." dedi. Celâlüddîn ed-Devânî o kitabı mütâlaa edince; "Bu konuda bir kitap yazmak istiyordum. Eğer bu kitabı görmeden o kitabı yazsaydım, bu kitabın yanında sönük kalırdı." dedi.

Hocazâde'nin, Tehâfüt-ül-Felâsife adlı meşhûr eserinden başka, Hâşiye-i Şerh-i Mevâkıf, Hâşiye-i Şerh-i Hidâyet-ül-Hikme, Şerhu Tevâli-ul-Envâr, Şerh-ul-İzzi fit-Tasrîf, Hâşiyetü alet-Telvîh fil-Usûl gibi birçok kıymetli eserleri de vardır.

Hocazâde en iyi bildiği meselelerde dahi fetvâ kitaplarını karıştırmadan cevap vermezdi. Hattâ bir günde aynı konu iki defâ sorulsa yine kitâba başvurup açıklamasını öyle yapardı. Yanında duran talebeleri bâzan; "Efendim daha yeni kitâba bakmıştınız. Bu defâ da bakmadan cevap veremez miydiniz." diye sorduklarında; "Eğer ilmime güvenip bakmasam, gönül tenbelliğe alışır." derdi.

 

KAYNAKLAR

1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.12, s.290

2) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi; s.145

3) Şezerât-üz-Zeheb; c.7, s.354

4) Fevâid-ül-Behiyye; s.24

5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.433

6) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.497, c.2, s.1139, 1892

7) Brockelman; Sup.2, s.322

8) Tâcü't-Tevârih; c.5, s.110

9) Kâmûs-ül-A'lâm; c.3, s.2063

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.93