CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

GAVS-ÜL-MEMDÛH

Osmanlılar zamânında Anadolu'da yaşayan evliyânın büyüklerinden. Asıl ismi Mahmûd, babasınınki Abdürrahmân'dır. 1760 (H.1174) senesinde Tillo'da doğdu. İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunlarından olan Mahmûd bin Abdürrahmân, büyük âlim olup İbrâhim Hakkı Erzurûmî'nin talebesidir. Gavs-ül-Memdûh ismi ile şöhret buldu. Pekçok kimsenin hidâyete kavuşup Allahü teâlânın sevdiği kullar arasına girmelerine vesîle oldu.

Küçük yaşta, İbrâhim Hakkı Hazretlerinden ilim ve mârifet öğrenmeye başladı.Keskin bir zekâya sâhib olan Gavs-ül-Memdûh, ısrarlı ve düzenli bir çalışma ile, kısa zamanda hocasından tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamânın matematik, edebiyât, astronomi ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim oldu. Ayrıca kalb ilimlerini de tahsîl ederek, mârifetullah sâhibi olan velîler arasına girdi.

Gavs-ül-Memdûh, talebe arkadaşlarıyla zaman zaman hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin yanında, Tillo'nun Cebel-i Re's-il-Kuvâ ismindeki tepesine çıkarlardı. İbrâhim Hakkı hazretleri talebelerine; "Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır." dedi. İbrâhim Hakkı, bu tepeye bir musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhireti ve hesâbı düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd idi. Onlara; "Sübhânallah! Hepinizin de adı Mahmûd. Her biriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sâhib olup; "Memdûh" lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe istifâde için gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp, herkesin hidâyete kavuşmasına vesîle olacaktır." buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; "Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam." diye temennî ettiler. Bir müddet sonra içlerinden ikisi ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd'a; "Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme." buyurdu. Bu müjdeye çok sevinen Gavs-ül-Memdûh, hocası sağ olduğu müddet içinde bunu kimseye söylemedi.

Gavs-ül-Memdûh, hocasının sık sık iltifâtlarına mazhar olur, "Bârekallahü fîke yâ Memdûh" (Allahü teâlâ sana bereketini ihsân etsin) duâsını almakla şereflenirdi. Gecesini gündüzüne katarak hocasının hizmetinde bulunur, ona hizmeti büyük nîmet bilirdi. Onun huzûrunda lüzumsuz hiç konuşmaz, ancak sorulan bir suâle kısa ve öz cevap verirdi. Yüksek edeb sâhibi olup, arkadaşları arasında parmakla gösterilirdi. Yumuşak huyu ile herkesin dikkatini çeker, aklının kemâlini ve edebini takdir etmeyen kalmazdı. onun sohbetine kavuşan, tatlı sözlerine kendini kaptırır, ondan ayrılmak istemezdi.

Gavs-ül-Memdûh, yirmi yaşına girdiğinde, amcası Şeyh Mustafa'nın kızı Zemzem-il Hassa ile evlendi. Bu hanım da Allahü teâlânın rızâsına kavuşan kadın velîlerdendi.

Gavs-ül-Memdûh, hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtından sonra, yerine geçip, talebe okutmaya başladı. Her geçen gün talebesi ve ziyâretçileri çoğaldı. Öyle ki, artık dergâha sığmaz hâle geldi. Bâzan günde bin beş yüz kişiden fazla ziyâretçi gelirdi. Bu izdihâmın kalkması için hocasının işâret buyurduğu Re's-il-Kuvâ Dağının bir tepesine büyük bir dergâh ve yanına ev yaptırdı. Burada insanlara feyz ve bereketler yağdırıp, hidâyete kavuşmalarına sebeb oldu.

Gavs-ül-Memdûh'un torunu ve talebelerinden Halîl Efendi bir gün mübârek hocasının hizmetiyle şerefleniyordu. İçeri tanımadığı birisi girerek, Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin elini öpmeye başladı. Sonra hürmetle; "Muhterem efendim! Tâ Sivas'tan sırf size teşekkür edip, müstecâb ve makbûl duâlarınızı almak için geldim. Çünkü hayâtımı kurtardınız. Eğer müsadeniz olursa hâdiseyi anlatayım." dedi. Gavs-ül-Memdûh da gülümseyerek müsâade etti. O kimse başından geçen hâdiseyi şöyle anlattı:

"Bir deniz yolculuğuna çıkmıştım. Gemimiz bir müddet yol aldıktan sonra, şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Koskoca dalgalar gemiye çarptıkça, gemi bir sağa bir sola yatıyor, tahtaları gıcırdayarak kırılmamak için direniyordu. Gemidekiler, kurtulmak için duâ ediyor, kurbanlar adıyordu. Nihâyet dalgaların şiddetine dayanamayan gemimiz battı. Hepimiz suyun üzerinde durabilmek için çabalıyorduk. Yüzmek için uğraşırken aklıma âniden zât-ı âliniz geldi ve; "İmdât yâ Gavs-ül-Memdûh hazretleri!.." diye yardım istedim. O anda önümde geniş bir tahta belirdi. Ona yapışarak su üzerinde kalabildim. Uzun uğraşmalardan sonra sâhile çıktım, fakat açlıktan ve yorgunluktan hâlsiz düşmüştüm. Gözümün önünü görecek durumum yoktu. Birden nûr yüzlü bir kimsenin, bana, içinde ekmek ve peynir bulunan bir paket uzattığını gördüm. Verilenleri yemek için çabalarken o mübârek zât oradan kayboldu. Yemin ederek söylüyorum ki, benim denizde boğulmaktan ve açlıktan ölmekten kurtulmama sebeb olan sizden başkası değildi."

Gavs-ül-Memdûh'un akrabâlarından Ali Efendi birkaç arkadaşıyla hacca gitmişti. Dönüşte Lazkiye civârına geldiklerinde yiyecekleri bitti. Lazkiye'ye giderek orayı idâre eden Osmanlı paşasına durumu anlattılar ve yardım talebinde bulundular. Onların Tillolu olduğunu öğrenince, Gavs-ül-Memdûh hazretlerini sordu. Yeğeni olduğunu söyledi. Paşa buna çok sevindi ve hocalarının evsâfını sordu. O da tek tek anlattı. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna oldukça şaşırdı. Acabâ paşa, hocamı nereden tanıyordu? Dayanamayıp sordu. Paşa da cevap olarak şöyle anlattı:

Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir almıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı, gerek silâh, gerekse asker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransızların üzerine yürüyerek gâlip gelmemizi emretti. Başüstüne, diyerek tekrar asker topladım. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere namazlarını geçirmemeleri için tekrâr tekrâr tenbih ettim. Sonra helallaşmalarını, âmirlerine mutlak itaat edip zamanın velîlerinden imdâd istemelerini söyledim. Böylece maddî ve mânevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sabahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakk'a çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamânın Gavs'ından da yardım istedim.Fecr vaktinde askerimi uyandırdım. Ezân-ı Muhammedî okundu. Cemâatle sabah namazını kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerimle helâllaştım. Güneş doğarken, karşı tepede ordugâhını kuran Fransızlar üzerine; "Allah Allah!.." nidâlarıyla hücûma geçtik. Önce top atışları ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çarpışmaya döndü. Her iki tarafın da bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflarımıza katılıp düşmana hücûm ettiğini gördük. Bu gelen nûr yüzü, yeşil sarığı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli görünüyordu. Elinde kılıcı ile; "Allahü Ekber" nidâlarıyla hücûm üzerine hücûm tâzeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyecana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık. Öyle ki, herbirimiz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş koparıyorduk.

Bizim bu ânî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya başladılar. Peşlerine düştük, pek çoğunu öldürdük, bir kısmını esir aldık. Pek azı kaçabilmişti. Topları, cephâneleri hep elimize geçti.  Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük. Önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Nihâyet geldiklerinde esiri yere bıraktı ve; "Paşa! Bu papaz, Fransızları galeyana getirerek, müslümanlara saldırtıyordu. Bu İslâm düşmanını iyi zaptet!" buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sarıldım. Doya doya öptükten sonra; "Canım size fedâ olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz?" diye sordum. "Tillolu Memdûh'um." diyerek atını mahmuzladı. Önce şâha kalkan at, hızla yanımızdan uzaklaştı.

O günden beri bu zâtı tanıyan biriyle karşılaşmak içinAllahü teâlâya duâlar ettim. Nihâyet kabûl olmuş. Sizinle görüşmek, ondan haber almak devletine kavuştum. Lütfen Tillo'ya vardığınızda, benim yerime mübârek ellerinden öp, selâm ve hürmetlerimi bildir. Kıyâmet günü bize şefâat etmesini istirhâm ettiğimi de bildir.

Paşanın anlattıklarını heyecanla dinlediler. Sonra onlara çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. İhtiyaçlarını giderdi. Sonra yola koyuldular. Tillo'ya geldiklerinde Ali Efendi doğruca Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin huzûruna gidip durumu anlattı. Selâmını söyledi. "Ve aleyküm selâm. Paşa doğru söylemiş." diyerek, Allahü teâlânın kendisi için ihsân ettiği bu nîmete şükretti.

Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin akrabâlarından Molla Hâmid, yaya olarak Erzurum'a gidiyordu. Bir gece Çakmak isimli bir köyde, Yûsuf Efendi isminde iyiliksever birisine misâfir olmuştu. Nereden gelip nereye gittiğini, kim olduğunu sordu. Gavs-ül-Memdûh'un akrabâsı ve Tillolu olduğunu söyledi. Gavs-ul-Memdûh'un ismini işiten Yûsuf Efendi birden heyecanlandı ve başından geçen şu hâdiseyi anlattı: "Birisi bana bir iftirâ atarak hapsettirmişti. Hiçbir suçum olmadığı hâlde verilen cezâya üzülmüştüm. Oradan kurtulmak için nice çâreler düşündüm, plânlar kurdum. Fakat hiçbirinden netîce alıp, hapisten kurtulamadım. Bir gece iki rekat namaz kılıp Allahü teâlâya gözyaşları arasında kurtulmam için duâ ettim. O duâdan sonra hâtırıma cenâb-ı Hakkın velî kulları geldi. Onlar, darda kalanlara yardım eder düşüncesiyle; "Ey zamânımızın Gavs-ı âzamı! Ne olur buradan kurtulmam için himmet buyurunuz, istirhâm ediyorum." diyerek, imdâd istemeye başladım. Bu şekilde geç saatlere kadar hep Allahü teâlânın sevdiği kullarını yardıma çağırdım. Derken uyumuşum. Birisinin müşfik ve heybetli sesiyle uyandım. "Yûsuf Efendi! Haydi kalk" diyordu. Kalktım Başucumda herbirinin yüzü nûr gibi parlayan üç kişi duruyordu. "Kimsiniz? Ne için geldiniz?" der gibi yüzlerine bakınca, içlerinden biri; "Sen bizi imdâda çağırmamış mıydın? İşte geldik" buyurdu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Fakat kapılar kilitliydi, üstelik nöbetçiler sabahlara kadar kapı önlerinde gezinip duruyorlardı. Nasıl çıkıp gidecektim. Daha böyle düşünceler aklımdan geçerken o heybetli zât tekrar; "Vesveseyi bırak, cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir. Yürüyerek evine git." buyurdu. "İsm-i âliniz nedir?" diye arz ettiğimde de; "Tillolu Memdûh'um. Allahü teâlâ darda kalan kullarına yardım etmekle bizi vazifelendirdi." deyip bir anda gözden kayboldular. Korka korka kapıya vardım. Koluna bastığımda, kapı açılıverdi. Nöbetçi oturmuş uyukluyordu. Kaçırılmayacak bir fırsattı. Süratle yanından uzaklaştım. Sevincimden kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Hapishâneden çıktıktan sonra sanki arkamdan beni çağıracaklarmış gibi korkuyla sık sık arkama bakıyordum. Nihâyet eve vardım. Ertesi günlerde beni hiç arayan soran olmadı. Böylece Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin himmeti, bereketi ve yardımıyla kurtuldum."

1847 (H.1263) senesinde Tillo'da hastalanan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, talebe, akrabâ, ahbapları ve çocukları ile helâllaştı. Bir Pazartesi günü öğleye doğru Kelime-i tevhîd söyleyerek vefât etti.Cenâzesini, yerine bıraktığı oğlu İbrâhim yıkadı ve namazını kıldırıp kalabalık bir grup ile Tillo'da defnetti.Mübârek kabri, âşıkları tarafından ziyâret edilmekte, onun feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

HAYIRDIR İNŞÂALLAH

Gavs-ül-Memdûh, bir gece rüyâda Mûsâ Kâzım hazretlerinin kendisine; "Ey Memdûh, kalk! Kalb gözünün açılacağı, ilâhî tecellîlerin zâhir olacağı zaman yaklaştı." müjdesini aldı. "Hayırdır inşâallah." diyerek yatağından fırlayan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, ilâhî bir cezbeye kapıldı. O anda bütün vücûdunda şiddetli bir harâret meydana geldi. O günden sonra şiddetli kış günlerinde bile dışarda durduğu hâlde harâreti sönmedi. Bu rüyâdan sonra, daha önce konuşmadığı lisânlarla Allahü teâlânın izniyle konuşup, o dillerde şiirler, kasîdeler söyledi.

Ondan sonraki üç senede, üzerindeki bu harâret hâli kalkıp yerini tam tersine bir soğukluk hâli aldı. Öyle ki soğuktan durmadan titrerdi. Dördüncü senede bu hâlden kurtulup, normale döndü. Bundan sonra artık talebe okutmaya devâm etti.

 

ALAY ETMENİN CEZÂSI

Gavs-ül-Memdûh hazretleri, bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da; "Gitmedim efendim" deyince; "Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığında, yemyeşil bahçeleriyle, Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca, rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına; "O köy buraya uzaktır, görünmez efendim." diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Doğu tarafına bak!" buyurdu. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebelerle alay ediyordu. Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu. O da; "Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu. Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle, ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı, fakat Gavs-ül-Memdûh;

"Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca, durdu. Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.

Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; "Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı. Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.

 

KAYNAKLAR

1) Kenz-ül-Fütûh fî Menâkıb ve Ahvâl-il-Gavs-il-Memdûh.

2) Tillo Evliyâları; s.119

3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.21