FUDAYL BİN İYÂD
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Fudayl bin İyâd bin Mes'ûd bin Bişr, künyesi Ebû
Ali'dir. 726 (H.107) senesi Horasan'ın Ebîverd kasabasında doğdu. 803 (H.187)
senesi Mekke-i mükerremede vefât etti. Kabr-i şerîfi Mekke'de Cennet-ül-Muallâ'da
hazret-i Hadîce vâlidemizin kabri civârındadır.
Fudayl
bin İyâd hazretleri, tövbe edenlerin önde gelenlerinden emsâli az bulunan bir
zâttı. Tövbe etmezden önce gençlik yıllarında Ebîverd ile Serahs arasında eşkıyâ
reisi olup, yol kesicilik yapar, kervanları soyardı. Böyle olmasına rağmen
namazlarını bırakmaz, oruçlarını tutardı. Soygun esnâsında kervanda kadın
olursa, ona dokunmaz, borçlu ve sermâyesi az olanların mallarını almazdı.
Adamları arasında namaz kılmayan olursa onu kovardı.
Bir gün
yine bir kervanı soydular. İşlerini bitirince yemek yemek için oturdular.
Kervanın sâhiplerinden birisi gelip; "Reisiniz kimdir?" diye sordu."O, burada
değil! Şu ağacın altında namaz kılıyor." dediler. "Niçin sizinle berâber yemek
yemiyor?" deyince; "O, oruçludur." dediler. Gelen adam iyice şaşırdı ve yanına
gitti. Huzur içinde namaz kıldığını gördü. Namaz bitince; "Namaz, oruç ve
eşkıyâlık bir arada nasıl bulunur?" dedi. Fudayl bu suâle, Kur'ân-ı
kerîmdeki meâlen;
"Diğer bir kısım insanlar daha vardır ki, günahlarını îtirâf ederler ve
yaptıkları iyi amelleri, sonradan yaptıkları kötü amellerle karıştırırlar..."
(Tövbe sûresi: 102) âyet-i kerîmesini okudu. Adam hayret etti. Fakat niçin
tövbe etmiyorsun diyemedi.
Bir gün
büyük bir kervan geldi. Fudayl bin İyâd'ın arkadaşları kervanı fark edince,
yolunu kesmek üzere hazırlanmaya başladılar. Kervan içinde bulunan zengin
birisi, eşkıyâları fark etti ve; "Altınlarımı öyle bir yere saklayayım ki,
eşkıyâlar eşyâlarımızı alırsa geriye bunlar kalsın." düşüncesiyle kervandan
ayrılıp uygun bir yer aramaya başladı. Bir çadır gördü, hemen oraya koştu.
Orada, sırtında abası, başında külâhı olan biri namaz kılıyordu. Ona, bir miktar
parası olduğunu ve emânet etmek istediğini bildirdi. Fudayl bin İyâd, çadırın
içine girip bir köşeye bırakıvermesini işâret etti. Gelen kimse altınları
bırakıp kervanın yanına dönünce, eşkıyâların kervandaki eşyâları alıp
götürdüklerini gördü. Orada kalan eşyâlarını da toparlayıp tekrar çadırın yanına
döndü. Baktı ki, eşkıyâlar kervandan aldıkları malları paylaşıyorlar. Adam
şaşırdı ve; "Demek altınları eşkıyâların reisine vermişim" deyip geri dönmek
istedi. Fudayl, adama niçin geldiğini sordu. Gelen kimse şaşkın vaziyette;
"Emânet bıraktığım altınları almak için!" deyince, Fudayl; "Bıraktığın yerden
al!" dedi. Adam gidip altınlarını alınca diğer eşkıyâlar; "Biz hiç para
bulamadık, sen ise bunları geri veriyorsun!" dediler. Fudayl; "O, bana hüsn-i
zan etti. Ben deAllahü teâlâya hüsn-i zan ediyorum. Ben o kimsenin, benim
hakkımdaki iyi niyetini doğru çıkardım. Ola ki, Allahü teâlâ da benim kendisi
hakkındaki hüsn-i zannımı doğru çıkarır." dedi.
Bir gün
yoldan bir kervan geçiyordu. Kervandan biri, Kur'ân-ı kerîmin;
"Îmân edenlere vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen Kur'ân-ı
kerîme saygı ile yumuşasın!.." (Hadîd sûresi: 16) meâlindeki âyet-i
kerîmesini okudu. Bu âyet-i kerîme kendisine öyle tesir etti ki, gönlünden yaralandı. İçinden; "Geldi,
geldi. Hattâ geçti bile!" diyerek kendinden geçmiş bir halde şaşkın ve mahcup
olarak bir harâbeye sığındı. Bu sırada kervan yola çıktı. Giderlerken,
kervandakiler; "Fudayl yolumuzun üzerinde bulunuyor. Acaba nasıl gideceğiz?"
diye birbirleri ile konuşurlarken, bu konuşmaları duydu ve; "Size müjdeler
olsun! Şimdi o, yaptıklarına pişman olup tövbe etti. Bundan önce, nasıl siz
ondan kaçmışsanız, o da bundan sonra sizden kaçmakta, aynı işleri yapmaktan
uzaklaşmakta, sakınmaktadır." diyerek tövbe ettiğini bildirdi. Bundan sonra, her
tarafı gezerek, üzerinde hakkı olanları buldu ve fazlasıyla ödeyerek hepsi ile
helallaştı.
Başka
bir rivâyette tövbe edişi şöyle anlatılır: "Fudayl bin İyâd
bir câriyeye âşık olmuştu. Câriyenin bulunduğu evin duvarına çıkar, onu görmek
ümidiyle sabaha kadar beklerdi. Bir gün duvarın üzerindeyken önünden,
arkasından, sağından, solundan
insanı ürperten bir ses duydu. Sesin sâhibi Kur'ân-ı kerîmdeki meâlen; "Îmân
edenlere vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen Kur'ân-ı kerîme
saygı ile yumuşasın!.." (Hadîd sûresi: 16) âyet-i kerîmeyi okuyordu. Fudayl, bu sesin tesiriyle uzun süre sarsılarak duvarın üzerinde hareketsiz
kaldı ve kendinden geçti. Sonra kendine geldiğinde gözlerinden yaşlar boşandı
ve; "O zaman geldi. O zaman geldi yâ Rabbî!" diye inledi ve tövbe etti.
Hazret-i Fudayl, yaptıklarına çok pişman olmuştu. Yanındakilerden birine; "Allah
rızâsı için beni bağla ve sultanın huzûruna götür. Benim pekçok cezâm vardır.
Sultan beni cezâlandırsın da cezâmı çekeyim. Böylece hakkımdaki dînî hüküm
neyse, o yerine getirilmiş olur." dedi.
Sultanın yanına gittiler ve durumunu bildirdiler. Sultan kendisine çok izzet ve
ikrâmda bulunarak, evine götürülmesini emretti. Evinin önüne geldiğinde hâlâ
ağlıyordu. Hanımı görüp; "Sana ne oldu? Niçin ağlayıp inliyorsun? Yoksa seni
dövdüler mi?" dedi. "Evet, hem de çok dövdüler." buyurdu. Hanımının merakı daha
da artarak; "Nerene vurdular?" deyince; "Sultan, yaptıklarımın cezâsını vermedi,
fakat ızdırâbım canımı yakıyor ve ciğerimi deliyor." dedi. Sonra hanımına; "Ben
Rabbimin hânesine, Kâbe'ye gidip ziyâret etmeye niyet ettim. İstersen aramızdaki
nikâh bağını çözüp seni boşayayım." dedi. Hanımı; "Allah korusun. Senden nasıl
ayrılırım. Sen nereye gidersen ben de berâber gelir, senin hizmetinde
bulunurum." dedi. Sonra birlikte hac yoluna çıktılar. Allahü teâlâ,
yolculuklarını kolaylaştırdı. Kâbe'de bâzı âlim ve velîlerle görüştü. Kûfe'de
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine katıldı. Ondan ilim ve edeb
öğrendi. Kuvvetli hâfızası vardı. Kısa zamanda çok sayıda hadîs-i şerîf
ezberledi ve hadîs ilminde mütehassıs oldu. Evliyânın büyükleri arasına girip,
şöhreti her tarafa yayıldı. Hikmetli söz ve nasihatlarıyla çok talebe
yetiştirdi. Abdullah ibni Mübârek, İmâm-ı Şâfiî, Sırrî-yi Sekatî talebelerinin
önde gelenlerindendir.
Bir gün
Hârun Reşîd, vezîri Fadl Bermekî'ye; "Beni bir kimsenin yanına götür. Kalbim, bu
göz kamaştırıcı şâşâlı hayattan sıkıldı. Rahatlık, gönül huzûru arıyorum." dedi.
Vezîri onu Süfyân bin Uyeyne'nin evine götürdü. Süfyân kapıyı açıp; "Kim geldi?"
suâline; "Emîrül-müminîn geldi." dediler. "Ne için bana haber vermediniz.
Bilseydim ben huzûruna gelirdim." dedi. Hârûn Reşîd bunu duyunca; "Benim
aradığım kimse bu değildir." dedi. Süfyân bunu duyunca; "Sizin aradığınız kimse,
Fudayl bin İyâd'dır." dedi.
Fudayl'ın kapısına gittiler. O, Kur'ân-ı kerîmdeki meâlen;
"Günah işleyenler, kendilerini îmân edenlerle bir tutacağımızı mı
sanıyorlar?" (Câsiye sûresi: 21) âyet-i kerîmesini okuyordu. Hârûn Reşîd;
"Nasîhat istersek, bu bize yeter." dedi. Kapıyı çaldılar. Fudayl; "Kim o?"
deyince; "Emîrül-müminîn." dediler. Bunun üzerine; "Emîrü'l-müminînin benim
yanımda ne işi var ve benim onunla ne işim var? beni meşgûl etmeyiniz." dedi.
Vezîri; "Ulûl-emre, halîfeye itâat vâcibtir..." deyince Fudayl bin İyâd yine;
"Beni meşgûl etmeyiniz." buyurdu. Vezir; "Müsâdenle mi girelim, yoksa zorla mı?"
dedi. "Müsâdem yok, ama zorla girecekseniz, siz bilirsiniz." buyurdu. Hârûn
Reşîd içeri girdi. Fudayl, kimsenin yüzünü görmemek için kandili söndürdü.
Karanlıkta Hârûn Reşîd'in eli Fudayl'ın eline değdi. Fudayl; "Bu el ne
yumuşaktır, Cehennem'den kurtulursa..." buyurunca, Hârûn Reşîd ağladı ve nasîhat
olacak bir söz daha söylemesini istedi. O şöyle buyurdu: "Senin büyük baban
hazret-iAbbâs, Peygamber efendimizin amcasıydı. Peygamberimize; "Beni bir kavme
emir (başkan) yapınız." demişti. Peygamberimiz de; "Ey amcam! Seni nefsin
üzerine emir ettim." yâni nefsinin Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle meşgûl
olması, insanların bin senelik tâatından iyidir, buyurdu. Çünkü; "Bir emirlik
(başkanlık) kıyâmette pişmanlıktır." buyurmuştur. Hârûn Reşîd; "Biraz
daha söyle." dedi. O yine; "Ömer binAbdülazîz'i
halîfe yaptıkları zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin
Kab'ı çağırdı ve; "Ben bu işe düştüm, kurtuluş çârem nedir?" diye sordu. Onlar
da; "Yarın kıyâmet gününde azaptan kurtulmak istiyorsan, müslümanlardan
yaşlıları baban yerine koy, gençleri kardeş kabûl eyle, çocukları da kendi
çocukların gibi düşün! Kadınları ise kız kardeşin ve annen kabûl eyle. Onlara
babana, annene, kardeşine ve çocuklarına yaptığın gibi muâmele eyle!" dediler."
Hârûn;
"Biraz daha söyle." deyince yine; "İslâm ülkesi senin evin gibidir. İnsanları ev
halkın gibidir. Babalarına lütufla, kardeşlerine ve çocuklarına iyilikle muâmele
eyle!"buyurdu. Sonra devâm ederek; "Korkarım şu güzel yüzün ateşle yanar ve
çirkinleşir. Güzel yüzlerden niceleri Cehennem'de çirkinleşir ve emirlerden
(başkanlardan) niceleri orada esir olur." buyurdu.
Hârûn;
"Biraz daha söyle." dedi ve hüngür hüngür ağlayıp feryâd etti. Fudayl
hazretleri; "Allahü teâlâdan kork ve O'na ne cevap vereceğini düşün cevaplarını
şimdiden hazırla! Çünkü kıyâmet günü, Allahü teâlâ sana müslümanların hepsinden
tek tek soracaktır. Hepsi için adâlet isteyecektir. Eğer bir gece bir ihtiyar
kadın, evinde bir şey yemeden yatarsa, yarın senin eteğine yapışır ve sana hasım
(düşman) olur." buyurdu. Hârûn Reşîd, ağlamaktan kendinden geçti.
Sonra
Hârûn Reşîd, Fudayl bin İyâd'a; "Birisine borcun var mıdır?" dedi. O; "Evet,
Allahü teâlâya borcum var. O da itâattır, huzûruna böyle borçlu çıkarsam vay
hâlime." buyurdu. Hârûn Reşîd; "İnsanlara borcun var mı demek istiyorum." dedi.
"Allahü teâlâya şükür olsun ki, bana çok nîmetler verdi, hiç şikâyetim yoktur."
buyurdu.Bunun üzerine Hârûn, onun önüne bin altın koyup; "Bunlar helâldir.
Annemin mîrâsındandır." dedi. Fudayl hazretleri; "Bütün bu nasîhatlerimin sana
hiç faydası olmadı." buyurdu ve yanından kalkıp gitti. Hârûn Reşîd de çıkıp
gitti. İsmi anıldığında, Hârûn Reşîd; "Ah! Ne insandır o! Hakîkaten mert
kimsedir." derdi.
Bir gün
küçük çocuğunu kucağına aldı, okşayıp bağrına bastı. Çocuk; "Babacığım beni
seviyor musun?" dedi. Fudayl hazretleri; "Evet." dedi. Çocuk; "Peki Allahü
teâlayı seviyor musun?" dedi.Hazret-i Fudayl; Tâbiî seviyorum." dedi. Çocuk;
"Peki kaç tane kalbin var?" dedi.Fudayl; "Bir tane." deyince, çocuk; "Ey
babacığım! Bir kalbe iki sevgiyi nasıl sığdırabiliyorsun?" dedi.Hazret-i Fudayl,
küçük çocuğunun bu derin mânâlı sözleri, kendi kendine söylemediğini, Allahü
teâlânın söylettiğini anlayarak yavrusunu kucağından bırakarak eliyle başını
dövmeye başladı ve bundan sonra her an Allahü teâlâ ile meşgûl olacağına söz
verdi. Oğluna da; "Ey oğlum! Sen ne güzel vâizsin." deyip bağrına bastı ve;
"Seni hakîki sevgilinin izni ve emri ile seviyordum." buyurdu.
Bir gün
Fudayl hazretleri; "İnsanlar, doğruluk ve helâl rızıktan daha fazîletli bir şey
ile süslenmemiştir." buyurdu. Bunun üzerine oğlu; "Babacığım, helâl
kıymetlidir." deyince; "Ey oğlum! Helâlin azı da Allahü teâlânın katında
çoktur." buyurdu.
Fudayl
bin İyâd hazretlerinin oğlu Ali, Kur'ân-ı kerîmden bir sûreyi sonuna kadar
okuyamaz ve dinleyemezdi. Biraz okuyunca veya dinleyince âyet-i kerîmelerin
tesiri ile düşüp bayılırdı. Sonuna kadar tahammül edemezdi. Bir gün Fudayl bin
İyâd hazretlerine bir kârî (Kur'ân-ı kerîm okuyan) geldi. Onu oğlunun yanına
gönderdi ve; "Oğluma Kur'ân-ı kerîm oku. Dinlemekten çok hoşlanır. Zilzâl ve
El-Kâriâ sûrelerini okuma, çünkü kıyâmet sözünü dinlemeye tahammül edemez, takat
getiremez." buyurdu. O kârî gitti. Unutarak, El-Kâriâ sûresini okudu. Dördüncü
âyet-i kerîmeye gelince, Fudayl'ın oğlu Ali; "Allah!.." deyip düştü. Baktılar ki
rûhunu teslim etmişti. Fudayl bin İyâd, oğlu vefât edince tebessüm etti. Halbuki
otuz yıldır hiç gülmemişti. "Ey Fudayl! Bu gün gülünecek gün müdür?" diye
sordular. Bunlara cevâb olarak; "Ben şu anda, Peygamber efendimizin de tatmış
olduğu evlâdın ölümü acısını tatmış bulunuyorum. Anladım ki, Allahü teâlâ
evlâdımın ölümüne râzıdır. Mâdem ki oğlumun ölümünde Allahü teâlanın rızâsı
vardır. Ben de Allahü teâlânın rızâsına râzı oldum. Onun için güldüm." buyurdu.
Fudayl
bin İyâd hazretlerinin birçok kerâmetleri ve güzel halleri görüldü.
Bir gün
Mina Tepelerinden bir tepenin üzerinde bulunuyordu. "Allahü teâlânın
evliyâsından bir velî şu dağa, sallan dese, dağ derhal sallanır." buyurdu.
Fudayl hazretleri böyle söyler söylemez, dağ sallanmaya başladı. Hazret-i Fudayl
dağa; "Sâkin ol, ben bu sözümle seni kasdetmedim." dedi ve dağ sâkinleşti.
Bir gün
Arafat Meydanında insanları seyrediyordu. Müslümanlar feryâd ediyorlar, Allahü
teâlâya yalvarıp, inliyorlardı. Bunları bir müddet seyrettikten sonra; "Sübhânallah.
Şu kadar insan, kerîm bir zâtın kapısına gitse, bu şekilde yalvararak bir dank
(0,801 gr) yâni çok az altın isteseler, o zât bu insanları ümitsiz ve eli boş
geri çevirmez. Yâ Rabbî! Sen kerîm ve gaffârsın. Bu insanların hepsini affetmen,
kerîm ve ganî olan bir zâtın bir dank altın vermesinden daha kolaydır. Yâ Rabbî!
Senin ihsânların o kadar çoktur ki, bu insanların hepsini affetsen, senin
ihsânından hiçbir şey eksilmez." dedi. Fudayl bin İyâd bunu söyledikten sonra,
gâibten bir ses; "Ey Fudayl! Senin bu hüsn-i zannın hürmetine hepsini affettim."
diyordu.
Hikmetli sözleri çoktur. Mekkeliler yanına gelir, onlara vâz ve nasîhat verirdi.
Kendisine küçük günahlardan soruldu. O zaman; "Günah kişinin yanında ne kadar
küçük görülürse, Allahü teâlâ katında o derece büyük olur. Günah kişinin yanında
ne kadar büyük görünürse, Allahü teâlânın katında da o derece küçük olur."
buyurdu.
Bid'atten ve bid'at sâhiplerinden nefret eder, insanları bunun zararlarından
sakındırırdı. Bu hususta; "Bid'at sâhibi ile oturan onunla görüşen kimseden
sakınınız. Bid'at sâhibini seven kimsenin amellerini Allahü teâlâ kabûl etmez,
kalbinden İslâmın nûrunu çıkarır. Müslüman, müslümanın yüzüne bakınca, kalbi
parlar. Müslümanın bid'at sâhiplerinin yüzüne bakması ise, kalbini karartır.
Yolda bid'at sâhibine rastlarsan, yolunu değiştir. Bid'at sâhibine iltifat edip
yükseltme. Bid'at sâhibine yardım eden, İslâmın yıkılmasına yardım etmiş olur."
buyurdu.
İnsanlara dünyânın fâni geçici ve değersiz, âhiretin bâki, kalıcı ve paha
biçilmez olduğunu anlatırdı ve; "Dünyânın tamâmı altından olsaydı, yine yok
olurdu. Âhiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine bâkî olurdu.
Akıllı kimse, geçici olan dünyâyı, altın da olsa reddeder. Bâkî olan âhireti,
çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabûl eder. İşin aslı, âhiret bâkî ve altın
gibi kıymetlidir. Dünyâ ise, fâni ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir." buyurdu.
Sevdiklerine bir gün; "Pişman olmadan önce tefekkür edip amel işleyiniz. Dünyâya
aldanmayınız. Çünkü, dünyâda sağlam ve sıhhatli olan, hastalanır. Yeni olan
eskir. Nîmetleri yok olur. Gençler ihtiyarlar." buyurdu.
Farzların önemini anlatırdı: "Farzlar, insan için sermâye, nâfileler ise kâr ve
kazanç gibidirler. Kâr, sermâye olduktan sonra meydana gelir."
Birisi;
"Ey Fudayl! Bana nasihat et." dedi. Ona dönüp; "Sen kendi nefsine nasihat edici
ol. Kendine muhakkak lâzım olan şeyleri sağ iken görüp yapmaya gayret et.
İnsanları kendine tavsiye ve nasihat edici eyleme. Kendin dünyâda gâfil ve
durgun olup da, öldükten sonra senin için, iyilik ve sevap yapacaklarını ve
senin için çalışacaklarını sanma. Zîrâ sen, dünyâdayken kendine, âhiretin için
lâzım olacak işlere can çıkarcasına, çok gayret göstermediğin halde,
başkalarının senin için iyilik yapacaklarına, sevap işleyeceklerine nasıl
inanabiliyorsun?!" buyurdu.
Birisi
yine kendisinden nasihat istemişti. Ona; "Baban sağ mı!" diye sordu. O da;
"Vefât etti." dedi. Bunun üzerine Fudayl hazretleri; "Evlâdım! Haydi beni terk
et. İyi bil ki babasının vefâtından sonra başkalarının nasihatlarına muhtaç
birine hiç bir nasihat fayda vermez." buyurdu.
Allahü
teâlâya itâat etmenin lüzumundan anlatır kendinden misâl verirdi. "Ben Allahü
teâlâya karşı itâatsizlik ettiğimi merkebimin ve hizmetçimin huyundan ve bana
itâatsizlik etmesinden anlarım."
Lüzumsuz konuşmaktan sakındırırdı. Bu sebeple; "Sözünü(hesâbını vereceği)
amelinden sayan bir kimse kendisini ilgilendiren hususlar dışında pek az
konuşur." buyurdu.
Bir gün
ona; "NiçinAllahü teâladan korkanı göremiyoruz?" diye sordular. Bunun üzerine;
"Şâyet siz korksaydınız, korkanı görürdünüz. Korkanı, korkanlardan başkası
görmez. Nitekim evlâdını kaybeden anne, evlâdı ölen bir anne görmek ister..."
buyurarak dertlinin hâlinden dertli olanlar anlar demek istedi.
Tevâzunun önemi hakkında da şöyle anlattı: "Allahü teâlâ dağlara; "İçinizden
birisi üzerinde bir peygamberimle mükâleme edeceğim, konuşacağım." diye vahyetti.
Bunun üzerine bütün dağlar başlarını kaldırıp yükselttiler. Sâdece Tûr-ı Sinâ
boyun eğdi, tevâzu gösterdi. Gösterdiği tevâzu sebebiyle Allahü teâlâ,
peygamberi Mûsâ aleyhisselâm ile bu dağ üzerinde konuştu."
İnsanları riyâ ve şirkten sakındırır, ihlâsla amel etmeye teşvik ederdi.
Kendisine bedbahtlık alâmetleri nedir? dediler. Bunun üzerine;
"Şu beş husus şekâvet, bedbahtlık alâmetidir: Kalp katılığı, ağlamayan göz,
hayânın azlığı (yokluğu), dünyâya rağbet etmek, ihtiras ve tûlu emel arzusu."
"Fütüvvet nedir?" dediler. O; "Dostların kusurlarını hoş görmektir." buyurdu.
İyilik
ve ihsân husûsunda ise; "İnsan, ihsân ve iyiliğin her şeklini yerine getirse,
fakat sâdece kümesindeki tavuğa kötülük etse, yine de muhsin denilen iyi
insanlardan olamaz." buyurdu.
Kötü
huylu kim olursa olsun, onun zararından sakındırır, iyi kimselerle görüşmeye
teşvik için; "Kötü huylu birinin bana arkadaş olmasından ziyâde, güzel huylu
günahkâr birisinin arkadaş olmasını arzu ederim." derdi.
Fudayl
bin İyâd hazretleri mahallesindeki satıcılardan alış-veriş ederdi. Kendisine;
"Çarşıya gitsen ihtiyaçlarını daha ucuz alabilirsin." dediler. O zaman; "İyi ama
bunlar bizden faydalanmak ve sebeplenmek ümidi ile yakınlarımızda
dolaşmaktadırlar." buyurdu.
Kendisi
ve başkaları hakkında duâsı makbuldü. Hizmetçisi Ebü'l-Abbâs anlatır: "Bir zaman
Fudayl bin İyâd hazretlerinin oğlu idrarını yapamazdı. Büyük bir ızdırap içinde
kaldı. O zaman ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Sen biliyorsun. Muhabbetim sana
ziyâdedir." buyurdu. Çok geçmeden duâsının kabûl olduğu, oğlunun şifâya
kavuştuğu görüldü.
İlim
sâhibi bir kimsenin dünyâ peşinde koşmasını iyi görmez ve ona acırdı. Bu
hususta; "Bir âlimin dünyânın oyuncağı olduğunu gördüğüm zaman, kendisine acır
ve ağlarım. "Nafakası falanca tüccara âid olmak üzere hacca gitti." denilmesi ne
kadar acıdır." buyurdu.
İlim
öğrenmeye teşvik eder, niyetin hâlis olmasının önemini belirtir, bu hususta;
"İlim tahsîli doğru bir niyet ve temiz bir gâye ile olursa, bundan daha yüksek
amel olmaz. Fakat çokları ilmi, gereğini yapmak için tahsîl etmiyor. Bilakis
ilmi dünyâlık elde etmek için bir ağ gibi kullanıyor." buyurdu.
Fudayl
bin İyâd hazretleri, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in yüksek derecelerini
anlatır ve ağlardı. Hazret-i Muâviye için de; "O, dünyâyı âhirete vesîle kılmak
için uğraşırdı." buyurdu.
Yolda
giderken insanların neşe ve sevinç içinde olduklarını görünce; "Nice neşeli ve
sevinçli kimseler vardır ki, onlara nasib olacak kefenlikler dokunup satışa
çıkarılmıştır bile." buyurdu.
Kendisine; "Belâ ve musîbete uğramış kimseler hakkında ne yapmamız uygundur?"
denildi. O zaman; "Onların acılarını paylaşarak ağlayınız. Sizin de onlar gibi,
belki de daha şiddetli bir şekilde, günahlarınızın karşılığı olarak belâ ve
cezâya çarpılmanız muhtemeldir." buyurdu. Fudayl hazretleri çoğu zaman yanında
bulunan yemek ve paradan hapishânedekilere gönderir ve onlar için; "Bunlar
muhtaç ve çâresiz kimselerdir." der, merhâmet ederdi.
Fudayl
hazretleri bir zaman hastalanmıştı. Arkadaşları ziyâretine geldiler ve ona; "Bir
arzunuz var mı?" diye sordular. O; "Evet! Çok sevdiğim din kardeşim Yûsuf
binEsbât'ı ölmezden önce bir defâ daha görmek istiyorum." buyurdu. Din kardeşini
unutmamak lâzım geldiğini yanındakilere göstermek istedi.
Kendisine mümin ve münâfığın hâli soruldu. O; "Mümin, tatlı tatlı meyvesini
versin diye hurma diker, fakat onun diktiği hurmada diken bitmesinden de korkusu
vardır. Münâfık ise, hurma yerine dikenli bir ot diker ve bundan tâze hurma
bitmesini bekler." buyurdu.
Fudayl
bin İyâd hazretlerinin kalbi yufka, gözleri yaşlıydı. "Ağlamak, gözün ağlaması
değil, kalbin ağlamasıdır. Adam var ki gözleri ağlar, fakat kalbi hastadır.
Çünkü münâfıkların ağlaması, kalpten ve içten değil, sâdece baştaki gözden
gelir." buyurdu.
Bir
arefe günü Arafat'ta vakfe yaptı. Öğleden akşama kadar ağladı. Hem de günâhları
düşünüp; "Şu günde bağışlanmış olsa bile vah yaptığım çirkin işlere, vah
günâhlarıma." deyip dururdu.
Kendisinden kötü âlimlerden soruldu. Buyurdu ki: "Ümmetlerin herbiri, Rahmânın
yolu üzerine oturmuş kötü âlimler yüzünden helâk olurlar. Onlar habis amelleri
ile Allahü teâlânın yolunu kesmiş, insanlara engel olmuş olurlar."
Ona;
"Şeytan insanı ne ile tuzağa düşürür?" dediler. O; "İblis, üç şeyden biri ile
âdemoğlunu tuzağına düşürür. Birincisi kendini beğenmesi, ikincisi amelini
gözünde büyütmesi, üçüncüsü günahlarını unutmasıdır."
İbâdetlerin, farzlarına, vâciplerine ve sünnetlerine uygun olarak yerine
getirilmesini söylerdi. Bu hususta; "Kulun amelini güzelce edâ etmesi kadar
şeytanın belini kıran bir şey yoktur. Zîrâ Allahü teâlâ meâlen; "Hanginizin
daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için..." (Mülk sûresi: 2) buyurdu.
Kul, kırk yaşına bastığı zaman bütün isyân ve günahlardan tövbe etmezse, şeytan onun
alnını sığar durur ve; "Felah ve kurtuluştan uzak kalan bir yüze feda olayım."
der." buyurdu.
İnsanları haram ve şüphelilerden sakındırırdı. Bu hususta; "Sakın şüpheli bir
şeyle Mekke yoluna koyulayım demeyiniz. Biliniz ki haram ve şüpheli şeylerden
bir dirhemin altıda biri kadar bir hakkı sâhibine iâde etmek, içinde şüpheli
kazanç bulunan malla yapılacak beş yüz nâfile hacdan Allah yanında daha
kıymetlidir." buyurdu.
Bir gün
sevdiklerine şu hikmetli sözleri söyledi: "Azarlaması çok olanın arkadaşı az
olur. Kim fâcir, zâlim kimseye yardım ederse, onu günahlara karşı kamçılamış
olur. Kim alçak kişiden meded umarsa, kendisine ihânet etmiş olur. Kim ilmiyle
âmil olmayandan ilim öğrenmek isterse, câhilliğini arttırmış olur. Kim ahmak
adama ilim öğretmeye çalışırsa, şüphesiz ömrünü faydasız bir şeyle geçirmiş
olur. Kim nanköre iyilik ederse, nîmeti zâyi etmiş olur." buyurdu.
Bir
zaman mücâhidler savaşa gitmek istediklerinde ona uğrayıp duâ istediler. O; "Ey
Allah yolunda cihâda çıkanlar! Günahlarınızdan tövbe ediniz.Çünkü bu elinizdeki
kılıçlardan daha çok size siper olur." buyurdu.
Ona;
"Ey Allah'ın veli kulu! Kişinin estağfirullah demesinin mânâsı nedir?" diye
sordular. O; "Yâ Rabbî! Beni günahlarımın yükünden kurtar demektir." buyurdu.
Dünyâdan ve dünyâ malından nefret ederdi. Bu sebeple; "Dünyâ bütün her şeyiyle
bana arz olunsa, hiç düşünmeden rahat ve kolay bir şekilde dünyânın murdarlığına
hükmederim." buyurdu.
Birisi
ona; "Nasıl sabahladın?" diye sordu. O; "Hayır üzere sabahladım." dedi. Adam
tekrar; "Nasılsın?" dedi. Fudayl hazretleri; "Hangi hâlimi soruyorsun? Dünyevî
hâlimi soruyorsan, dünyâ bize meyletti de biz onun bütün yollarını geçtik.
Âhireti soruyorsan, günâhı çok, ameli az, ömrü tükenmek üzere, âhirete ve ölüme
hazırlığı olmayan birinin hâli nasıl olur ki!" diye cevap verdi.
Fudayl
bin İyâd hazretleri üzüntülü birini gördü ona; "Senin için Allahü teâlânın
dediğinden başka bir şeyin olmasından mı korkuyorsun?" dedi. O; "Hayır efendim."
dedi. Bunun üzerine; "Öyleyse neye üzülüyorsun? Dünyâ insanı kendine kul
yapmadıkça veya insan dünyâya kul olmadıkça yol kolaydır." buyurdu.
Lânet
etmekten sakındırırdı. "Her kim bir binek ve yük hayvanına, lânet olsun, derse,
o hayvan (hâl diliyle) der ki: Âmin, lâkin yüceAllah'a hangimiz daha fazla âsi
ise, lânet onun üzerine olsun!" der buyurdu.
Hikmetli sözlerinden bir kısmı da şöyledir:
"Yüce
Allah'ı seviyor musun?" diye sana sorsalar, sükût et. Zîrâ eğer, hayır, dersen
kâfir olursun. Evet, dersen, hareketlerin O'nu sevenlerin hareketlerine
benzememektedir. Onun için sahtekâr olursun."
"Allah'ın öyle kulları vardır ki, Allah'ın azametinden kalpleri parça parça
olur, sonra biter; yine pârelenip tekrar biter. Ve bu hâl yaşadıkları müddetçe
devam eder. Kulun, azâmet-i ilâhiye karşısındaki korku ve saygısı, ilâhî
mârifetten nasîbi mikdarında olur!"
"Kim,
din kardeşi için diliyle sevgi ve hulûs gösterir de içinden ona düşmanlık ve kin
beslerse, Allah ona lânet eder, dilsiz yapar ve kalp gözünü köreltir."
"Rızâ
hâlindeki kişinin dostluğuna inanmam, kızdırdığım bu kişinin gazab hâlindeki
dostluğuna inanırım."
"Hakka
boyun eğ, hakkı tâkib et, kim söylerse söylesin hakkı kabûl et."
"Her
şeyin bir zekâtı vardır, aklın zekâtı da uzun uzadıya hüzünlenmek ve derin derin
düşünmektir. Bu yüzdendir ki, Resûlullah efendimizin hüznü aralıksız ve
kesintisizdi."
"Amellerin en iyisi, en gizli yapılanıdır."
"Allah
korkusu, dilin lüzumsuz şey söylemesine mâni olur. Allahü teâlâdan korkanın dili
söylemez olur."
"Allahü
teâlâdan korkandan, her şey korkar olur. Allah'tan korkmayan, her şeyden
korkar."
"Tevekkül, Allahü teâlâdan başkasına güvenmemek ve O'ndan başkasından
korkmamaktır."
"Akıllılarla kavga etmek, akılsızlarla oturup tatlı yemekten kolaydır."
"Bir
kimsenin kalbine Allah korkusu yerleşti mi, dilinde işe yaramaz bir söz
bulunmaz. Bu korku dünyâ sevgisini ve arzusunu yakar, dünyâya rağbet etme hâlini
gönülden dışarı atar."
"Her
kim dünyâyı dost edinse, iki cihânın şerrini, kötülüğünü başına alır. Zîrâ iki
cihânın saâdeti dünyâyı sevmemekte, felâketi de dünyâyı sevip tapmaktadır."
"İnsanın, yanında bulunanlarla tatlı tatlı sohbet etmesi, onlara güzel ahlâk ile
davranması, geceleri sabaha kadar ibâdet ile, gündüzleri hep oruçlu
geçirmesinden hayırlıdır."
"Duâmın
kabûl olacağını bilsem, yalnız devlet başkanı için duâ ederdim. Çünkü, devlet
başkanı iyi olursa, şehirler ve insanlar kötülüklerden ve belâlardan emin olur."
Fudayl
bin İyâd hazretleri talebelerinden birinin vefâtı yaklaşınca, onun yanına
giderek Yâsîn-i şerîf okumaya başladı. Talebe; "Ey hocam! Bunu bana okuma."
deyince, Fudayl hazretleri sustu. Sonra o talebeye kelime-i tevhîdi telkîn
etti.Talebe; "Ben o mübârek sözü söyleyemiyorum. Çünkü ondan uzağım." dedi ve
vefât etti. Fudayl bin İyâd hazretleri evine dönerek evden çıkmaksızın bir
müddet mahzûn oldu, ağladı. Sonra rüyâsında talebeyi Cehennem'e götürürlerken
gördü ve; "Ey oğul! Sen talebelerimin en iyilerindendin. Neden Allahü teâlâ
senden mârifet nûrunu aldı?" diye sordu. Talebe; "Üç şey sebebiyle Allahü teâlâ
benden mârifet nûrunu aldı. Birincisi, nemîme. Çünkü ben size başka,
arkadaşlarıma başka söyler, söz taşırdım. İkincisi hased. Ben arkadaşlarıma
hased ederdim. Üçüncüsü, içki. Bir defâsında hastalanmıştım. Hastalığımı tedâvî
ettirmek için hekîme gittim. Hekim bana; "Her sene bir kadeh şarap içeceksin,
yoksa iyi olmazsın." dedi. Ben de böylece alışıp gittim." dedi.
Âhirette hesaba çekilmekten çok korkardı. Bu hususta; "İsmâil ve Îsâ
aleyhisselâm gibi sâdıkların sadâkatından sorguya çekildikleri zaman, bizim gibi
kâziblerin, yalancıların hâli nice olur?" derdi.
Fudayl
bin İyâd hazretlerinin yazdığı en önemli
eseri Hicâb-ül-Aktâr kitabı olupParis'tedir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
YAHÛDÎYİ
MÜSLÜMAN YAPAN TÖVBE
Fudayl
bin İyâd tövbesinden önce, hangi kervandan bir mal gasbetmişse, onların üzerine
o kâfiledekilerin isimlerini yazar ve mallarını saklardı. Tövbe ettikten sonra o
malları sâhiplerine götürüp helallaştı ve affını diledi.
Yalnız
Ebîverd şehrinde bir yahûdî hakkını helâl etmiyordu. Hiçbir teklifi de kabûl
etmiyor, Fudayl bin İyâd'ı zor durumda bırakmak için olmayacak şartlar ileri
sürüyordu. Ona; "Eğer hakkımı helâl etmemi istiyorsan, filân yerde kayalık bir
tepe var. O tepeyi kazarak oradan kaldır. Oralar dümdüz olsun!" dedi.
Fudayl
bin İyâd hakkını helâl ettirmek için buna râzı oldu ve kazmaya başladı. Hazret-i
Fudayl'ın bu gayreti sebebiyle Allahü teâlânın ihsânıyla, bir seher vakti rüzgâr
çıktı ve orayı dümdüz etti. Yahûdî bunu görünce hayretten dona kaldı. Bu sefer
de; "Benden aldığın malımı iâde etmedikçe hakkımı helal etmeyeceğim." diye yemin
etmiştim. Benim yastığımın altında altınlar var. Sana hakkımı helâl edebilmem
için oradan altınları alıp bana vermen lâzım." dedi. Yahûdî yastığın altına
çakıl taşları koymuştu. Fudayl elini yastığın altına soktu. Allahü teâlânın
izniyle, çakıl taşları altın olmuştu. Bir avuç altını yahûdîye verdi. Yahûdî
hayret içindeydi. "Sana hakkımı helâl etmeden önce bana İslâmı anlat!" dedi.
Fudayl; "Bu ne haldir?" diye sorunca yahûdî şöyle anlattı: "Ben Tevrat'ta;
"Tövbesinde sâdık ve samîmî olanın elinde çakıl taşları altın olur." diye
okudum. Aslında yastığın altında çakıl taşları vardı ve ben seni imtihân için
öyle söylemiştim. Elinde, çakıl taşlarının altın olduğunu görünce anladım ki,
senin dînin haktır ve tövbende sâdıksın." dedi ve îmân edip, müslüman oldu.
ASIL BAKILACAK
ŞEY
Fudayl
bin İyâd hazretlerinin yanında birisinden sitâyişle bahsettiler; "O zât ağzına
helva koymaz." dediler. Bunun üzerine Fudayl hazretleri; "Helva yemeyi bırakmak
bir mürüvvet mi sanki? Siz onun akrabâsını gözetip gözetmediğine, öfkesini yenip
yenmediğine, komşularına, dul kalmış kadınlara ve yetimlere karşı nasıl
davrandığına bakınız. Din kardeşleri ile arkadaşlarına karşı huy ve edebi nedir?
İşte hükmünüzü verirken asıl bunlara dikkat edin." buyurdu.
HAYIRLI
VASİYYET
Fudayl
bin İyâd hazretlerinin iki kızı vardı. Vefâtı yaklaşınca hanımına şöyle vasiyet
etti: "Vefâtımdan sonra iki kızımı al ve Ebû Kubeys Tepesine çık. Ellerini
açarak şöyle niyazda bulun: Yâ Rabbî! Fudayl bana vasiyetinde dedi ki: "Ben
hayatta iken bu iki emânete gücümün yettiği kadar baktım. Ama ben ölüp de kabre
girdikten sonra bu emânetleri sana iâde ettim."
Fudayl
bin İyâd hazretleri vefât edip, defn işleri tamamlandıktan sonra, hanımı
vasiyeti yerine getirmek üzere bildirilen yere kızlarını götürdü ve bildirdiği
gibi duâ edip çok ağladı. Bu sırada Yemen hükümdârı, yanında iki delikanlı oğlu
ile beraber oradan geçiyordu. Hanımların ağlayıp sızladıklarını görünce,
yanlarına gidip; "Bu hal nedir!" diye sordu. Hanım hâdiseyi anlatınca, Yemen
hükümdârı dedi ki: "Bu kızları, her biri için bin altın mehir ile oğullarıma
nikâhlıyalım." Fudayl bin İyâd'ın hanımı; "Râzıyım." dedi. Kızların ve oğulların
da rızâsı alındı. Hep berâber Yemen'e gittiler. İleri gelenler toplandı ve
nikâhları kıyıldı, düğün yapıldı.
KAYNAKLAR
1) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1078
2)
Risâle-i Kuşeyrî; s.52, 57, 58, 59, 298
3)
Nefehât-ül-Üns; s.91
4)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.68
5)
Tezkiret-ül-Evliyâ; s.56
6)
Eshâb-ı Kirâm; s.340
7)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.235
8)
Tabakât-üs-Sûfiyye; s.6
9)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.84
10)
Vefeyât-ül-A'yân; c.4, s.47
11)
Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.316
12)
Sıfat-us-Safve; c.2, s.159
13)
Rehber Ansiklopedisi; c.6, s.93, 94
14)
Hadîkât-ül-Evliyâ; s.196
15)
Firdevs-il-Mürşidiyye; s.49, 142, 271
16)
Tabakât-ı Ensârî; s.28
17)
Ravd-ül-Fâik; s.19, 142
18)
Ravd-ür-Reyyâhîn; s.32, 124
19)
Tabakât-ül-Evliyâ; s.266
20)
Fudayl bin İyâd; (Abdülhakîm Mahmûd, Kâhire-1972)
21)
Müsâmeret-ül-Ahyâr; c.1, s.191
22)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.177
|