FERÎDÜDDÎN GENC-İ ŞEKER
Hindistan'da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden. Adı Ferîdüddîn
Mes'ûd'dur. Ferrûh Şâh Kâbilî neslinden, Celâleddîn Süleymân'ın oğludur. Baba ve
annesi şerefli, asîl âilelerden olup, nesebi hazreti Ömer'e ulaşır. 1174 (H.569)
yılında Hindistan'da Delhi'de dünyâya geldi.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in dedesi âilesi ile birlikte Afganistan'daki siyâsî
durumlar yüzünden Hindistan'ın Mültan yakınındaki bir köye yerleşmişti.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in babası burada, Abbâs bin Abdülmuttalib'in soyundan,
ilmi derin ve mübârek bir zât olan Mevlânâ Vecîhüddîn Hicvandî'nin kızı Bibi
Gülsüm Hâtun ile evlendi. Babası Celâleddîn Süleymân'ın bu evlilikten üç oğlu ve
bir kızı oldu. Erkek çocuklarından Ferîdüddîn Genc-i Şeker doğuştan velî idi.
Ferîdüddîn Mes'ûd, daha doğmadan kerâmet gösterdi. "Annesi Ferîdüddîn Mes'ûd'a
hâmileyken, bir gün komşusunun ağacından izinsiz erik koparmak istedi. Fakat
karnındaki bebek öyle bir karın ağrısına sebeb oldu ki, bu ağrı annesini erik
toplamaktan vazgeçirdi. Doğumundan birkaç sene sonra, annesi ona; "Sevgili
oğlum! Seni beklerken aslâ haram yemedim." dedi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker
gülümsiyerek; "Ama anneciğim, komşunun ağacından izinsiz erik toplamak
istemiştin de, seni rahatsız ederek mâni olmuştum." dedi ve annesinin şaşkın
bakışları altında evden dışarı çıktı. O güne kadar oğlunun hâlinden ve o andaki
cevâbından, annesi onun bir gün büyük bir velî olacağını anladı.
"Ferîdüddîn
Mes'ûd, Şâban ayının 29'u ile Ramazan ayının birinci günü arasındaki gece
doğmuştu. Şâban'ın yirmi dokuzuncu gecesinin bulutlu olması sebebiyle Ramazan
hilâlini görememişler ve ertesi gün oruç tutup-tutmamak konusunda tereddütte
kalmışlardı. Ferîdüddîn'in babası Cemâleddîn Süleymân'dan fetvâ sormaya
geldiler. O da; "Hilâlin görünmesinde bir şüphe varsa, oruca başlamak uygun
değildir." dedi. O esnâda bir zât ortaya çıktı. Bu mevzuda onun fikrini
sorduklarında; "Niye merâk edip şüphede kalıyorsunuz? Bu gece Cemâleddîn
Süleymân'ın evinde bir çocuk doğdu. O, zamânın kutbu olacaktır. Eğer çocuk bu
gece yarısından sonra annesini emmemişse, hilâl görünmüştür ve Ramazan ayı bugün
başlayacaktır." dedi.
Nitekim
seher vakti Cemâleddîn Süleymân'ın evine gidip, bu zâtın sözlerinin doğru olup
olmadığı hakkında annesine sorduklarında, yeni doğan bebeğin gece yarısından
sonra annesini emmediğini öğrendiler. Bunun üzerine oruca başlandı. Daha sonra o
gün, Mültan'dan ve diğer yerlerden hilâlin göründüğü ve o günün Ramazan olduğu
haberi geldi. Ramazan ayı boyunca bu bebek, gündüzleri annesini hiç emmedi.
Sadece iftar zamanı birinden, sahur zamânı da diğer memesinden emiyordu.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri kendisini ilim ve tasavvufa verip, evliyâlık
yolunda ilerlemek için çok gayret gösterdi. İslâmın mârifet bilgilerini
Hindlilere öğreten, feyzlerini bu kıta müslümanlarına sunarak, onlara çok büyük
hizmet eden Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin halîfesi Kutbüddîn-i
Bahtiyâr'ın bereketli feyzleri ile yetişmişti. Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in
Mültan'daki tahsîli sırasında, Kutbüddîn-i Bahtiyâr Mültan'a geldi. Namaz kılmak
için Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in bulunduğu câmiye girdi. O sırada Ferîdüddîn Genc-i
Şeker kitap okuyordu. Kutbüddîn-i Bahtiyâr onu görür görmez, hâlinden ve
kalp gözüyle fark ettiği
fevkalâde üstün özelliklerinden hayli etkilendi ve kendini alamayarak; "Ey genç
ne okuyorsun?" diye sordu. O da; "Nâfi okuyorum" dedi. Kutbüddîn-i Bahtiyâr; "İnşâallah bu kitap, senin için nâfi, faydalı olur."
buyurdu. Bu sözdeki tatlılık ve yapılan duâ çok hoşuna gitti. Görünüşündeki
heybet, onun büyük bir zât olduğunu gösteriyordu. Ferîdüddîn, o zâtın ellerini
öpüp, talebeliğe kabûlünü istirhâm etti. O da kabûl etti.
Bundan
sonra ona çok bağlanıp, yanından hiç ayrılmadı. Her şeyden el çekip, büyük bir
muhabbetle ona tâbi oldu. Kutbüddîn hazretleri ise ona, dînî ilimleri okumasını,
araştırmasını, tahkîk etmesini işâret buyurup, aynı zamanda tasavvuf ile de
meşgûl olmasını teşvîk etti. Böylece, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükselmesini,
iki kanatlı olmasını sağlamak istedi. Ferîdüddîn, hocasının nasîhatlerini can
kulağıyla dinleyip tatbik etti. Nefsinin tezkiyesi ile uğraştı. Bu uğurda çok
gayret gösterdi. Her zorluk ve şiddete katlandı. Hocası Mültan'da kaldığı
müddetçe, derslerini hiç kaçırmadı. Kutbüddîn-i Bahtiyâr tekrar Delhi'ye
döneceği sırada, Ferîdüdîn Genc-i Şeker de gitmek istedi. Hocası ona, tahsîlini
tamamlamasını ve bunun için çeşitli memleketlere seyahat etmesini söyledi. Bunun
üzerine Genc-i Şeker; Gazne, Bağdât, Sevastan, Bedahşan, Kudüs, Mekke ve
Medîne'ye ilim öğrenmek için seyâhatler yaptı.
Uzun
seyahatler sırasında Buhârâ'ya da uğradı ve zamanın büyük velîlerinden Seyfüddîn
Bâherzî ile karşılaştı. Bâherzî onu dergâhına dâvet etti ve yanına oturttu.
Yüzüne defâlarca bakarak; "Bu genç zamânın büyük bir velîsi olacak." dedi. Daha
sonra sırtındaki siyah hırkayı ona verip, giymesini isteyince o da giyerek
günlerce yanında kaldı. Hergün binden fazla insan, Seyfüddîn Bâherzî'nin
yiyeceğini paylaşırlardı. Bir gün bir kişi Seyfüddîn Bâherzî'nin huzûruna geldi
ve; "Zenginim ama, son birkaç senedir ticârette zarara uğruyorum. Ayrıca
sağlığım da bozuk." dedi.Seyfüddîn Bâherzî de; "Bir müslüman, malının zekâtını
dürüstçe vermez, hasislik ederse, zarara uğrar. Hastalığa gelince, bu insanın
îmânının kuvvetlendiğinin işâretidir." buyurdu.
Aradan
beş sene geçtikten sonra, hocası Kutbüddîn ve onun hocası Muînüddîn hazretleri
ile Delhi'de bir araya geldiler. Ferîdüddîn, bu iki büyük zâtın yüksek
makamlarının âşığı olduğundan, onlara olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.
Kendisindeki aşk istidâdının yüksekliği ve fazlalığı sebebiyle, hocaları
yetişmesi için ona kucak açtılar. Husûsî ihsânlarla yüksek derecelere kavuştu.
Muînüddîn hazretleri bir çok defâ; "Ferîdüddîn, yuvası Sidret-ül-müntehâda
bulunan bir kartaldır." buyurdu.
Kendisine ŞekerGenc denilmesi ile ilgili dört ayrı rivâyet vardır. Birinci
rivâyet şöyledir: "Ferîdüddîn, Kutbüddîn-iBahtiyâr'ın mânevî eğitimi
altındayken, Ferîdüddîn'den yedi gün ard arda oruç tutması istendi. Oruç tuttuğu
sırada bir gün, hocasının yerleştirdiği Guzini kapısındaki hücresinden çıkıp,
Kutbüddîn-i Bahtiyâr'ın dergâhına giderken, yolda ayağı kaydı ve çamur dolu bir
çukura düştü. Buradaki çamurdan bir mikdâr ağzına kaçtı. Allahü teâlânın lütfu
ile, bu çamur, şeker hâline geldi. Hocasının huzûruna gelip durumu anlattığında,Hâce
Kutbüddîn ona; "Çamur senin ağzında şeker hâline geldiğine göre, Allahü teâlâ
seni tatlı bir kimse yapacak, halkın iyiliği için tatlı dilli olacaksın."
dedi.Bu hâdiseden sonra, insanlar onu Şeker Genc diye anmaya başladılar. (Fârisîde
genc, hazîne demektir.)
İkinci
rivâyet şöyledir: "Ferîdüddîn Mes'ûd devamlı oruç tutuyor ve iftar zamânında
orucunu açmak için yiyecek bir şey bulamıyordu. Bir gece açlığı had safhaya
ulaşınca, ağzına küçük taş parçaları koydu. Bunlar, bir anda şeker parçaları
hâline geldi. Bu haber hocasına ulaşınca; "Ferîd bir şeker hazînesidir." dedi.
Üçüncü rivâyet:
Hazînet-ül-Asfiyâ kitabının yazarı, Tezkiret-ül-Âşıkîn'den alarak
şöyle
rivâyet ediyor: "Tüccarın biri, Mültan'dan Delhî'ye, şeker çuvalları yüklü bir
deve kervanı götürüyordu. Şimdiki adı Pak Patan olan Acûzân'dan geçerken,
Ferîdüddîn Genc-i Şeker, develerle ne taşıdığını tüccara sormuştu. Tâcir alay
edercesine; "Tuz." diye cevap verdi. Bunun üzerineFerîdüddîn; "Evet, tuz
olabilir." diyerek tasdîk etmişti. Tâcir Delhi'ye ulaştığında, bütün çuvalların
tuz hâline geldiğini görüp şaşkına döndü. Hemen Acûzân'a döndü. Derhâl
Ferîdüddîn Genc-i Şeker'den, develeri şeker taşıdığı hâlde, tuz taşıdıklarını
söylemekle yaptığı edepsizlikten dolayı özür diledi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker de;
"Eğer şeker idiyse, o hâlde şeker olsun." dedi. Tâcir Delhi'ye döndü ve
tuzların, Allahü teâlânın lütfu ile şekere döndüklerini görüp sevindi. Bundan
dolayı ona Şeker Genc (Şeker Hazînesi) dendi."
Dördüncü rivâyet: "Ferîdüddîn Genc-i Şeker, mücâhede yaparken ve dağlarda
gezerken, bir gün çok susamıştı. Biraz su içmek için bir kuyunun kenarına gitti.
Fakat kuyudan su çekecek kovası ve ipi yoktu. Şaşkın ve çâresiz bir hâlde
dururken, iki ceylanın oraya geldiğini ve suyun, kuyunun en üstüne kadar
yükseldiğini gördü. Ceylanlar su içip oradan ayrıldılar. Ferîdüddîn Genc-i Şeker
kuyunun yanına varınca, su aşağı çekildi. Bu hâdiseyi görüp şaşırdığında; "Yâ
Rabbî! Hayvanlara suyu verdin ama insanları sudan mahrum etmenin bir sebebi
vardır?" dedi. O anda ilâhî bir nidâ işitildi. Şöyle diyordu: "Hayvanlar bana ve
benim rahmetime güveniyorlar ve suya kavuşuyorlar. Ama sen, ipe ve kovaya
güvendiğin için, sudan mahrum kalıyorsun." Bunu duyunca, Ferîdüddîn Mes'ûd çok
üzüldü. Bir damla su içmeden, tövbe için kırk gün orucuna başladı. Bu oruçları
bittiğinde, ağzına biraz toz aldı ve toz derhâl şekere döndü. Bu anda, şu ilâhî
nidâ işitildi: "Yâ Ferîd! Tuttuğun kırk gün orucunu kabûl ettik ve seni
sevdiğimiz dostlardan biri olarak seçtik. Seni tatlı dilli, bağlılarımız arasına
dâhil eyledik ve seni Genc-i Şeker yaptık."
Genc-i
Şeker Mültan'da ikâmet ederken, Celâleddîn Sühreverdî oraya geldi. Genc-i
Şeker'in medhini duyarak, onu ziyâret etmeye gitti. Genc-i Şeker onu lâzım gelen
hürmet ile karşıladı. Celâleddîn Sühreverdî de, elinde bulunan bir narı Genc-i
Şeker'e verdi. Genc-i Şeker o anda oruçlu olduğu için, narı orada bulunanlara
dağıttı. Celâleddîn Sühreverdî, Genc-i Şeker'in üzerindeki elbisenin tâmir
edilemez derecede eskiliğini gördü. Bunun üzerine, îmâ yoluyla yedi sene boyunca
bir elbiseye bile sâhib olamayan ve avret yerlerini sâdece uzun gömleği ile
örten, Buhârâlı bir velînin hikâyesini anlattı. Gâyesi, Genc-i Şeker'in
kanâatini övmekti. Celâleddîn Sühreverdî oradan ayrıldıktan sonra, Genc-i Şeker,
bir nar tânesinin yerde durduğunu gördü. Onu aldı ve akşam orucunu açmak için
yedi. Bir tâneyi yer yemez, mânevî âlemin yeni yeni manzaralarını görmeye
başladığını fark etti. Narın hepsini kendisinin yemediğine pişmân oldu. Hocası
Hâce Kutbüddîn Mültan'a geldiğinde, Genc-i Şeker durumu hocasına anlattı. O da;
"Bütün nardan sâdece senin yediğin bir tâne, ilâhî sırların esrârını hâvi idi."
dedi.
Hocası,
Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî el-Ûşî, kerâmet ve yüksek firâseti ile vefâtının
yaklaştığını anlayıp, kendisine vekîl, yerine halîfe olacak zâtın Ferîdüddîn
olduğunu bildiren haber ve eşyâlarla, bir talebesini ona gönderdi. Bu günlerde
Ferîdüddîn hazretleri de hocasını rüyâda görüp, kendisini Delhi'ye çağırdığını
anlayınca hemen yola çıktı. Yolda, kendisine haber getiren talebe ile
karşılaştı. Delhi'ye geldiler. Hocasının vefâtını öğrenince, elem, üzüntü ve
derd içinde hocasının cenâze namazını kıldı. Sonra kendisine bırakılan hırka,
sarık ve nalinleri giyip, hocasının makâmına oturdu. Çeştiyye yolunun rehberi
oldu. İnsanları irşâda, doğru yolu anlatmaya başladı.
Bu
sırada, Bedreddîn-i Gaznevî isminde birisi, Kutbüddîn hazretlerinin vefâtından
sonra vekîl olarak yerine geçecek zâtın kendisi olduğunu bildirerek, bu haksız
iddiâyı insanlar arasına yaydı. Genc-i Şeker, bu hâle çok üzülüp, Acûzân isimli
beldeye gitti. Oranın ahâlisi müslüman değildi. Orada küçük bir kulübeye çekilip
uzlete yalnızlığa devâm etti. Konuşup sohbet edecek kimse bulunmadığından,
insanlar arasına karışmazdı. Kulübesinde ibâdet ve tâat ile meşgûl oluyordu.
Oranın ahâlisi, zamanla Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in kulübesine yönelir bir hâl
aldılar. Bu zâta çok muhabbet ettiler. Kendisinde bulunan güzel ahlâka hayrân
olup, îmân edenler oldu. Zamanla çoğaldılar. Böylece, İslâmın girmediği bir
yerde, İslâmın emir ve yasaklarına uyan, Ehl-i sünnet îtikâdını kabûl eden bir
İslâm cemiyeti hâsıl oldu. Yirmi beş sene kadar orada ibâdet, tâat ve irşâdla
meşgûl olup, yalnız Acûzân halkı değil, artık Pencab kabîleleri de irşâd
dâiresinin içine girdi. O havası, suyu iyi olmayan yerde, o sert tabiatlı
kişileri, sabırla, sıkıntı çekerek yumuşatıp, İslâmın güzel ahlâk sınırları
içine çekti. Sözleri kılıçtan tesirli oldu. Huzûrunda şehzâde ile dilenci bir
tutulurdu. Bir mal verseler almaz, fakirce yaşamayı tercih ederdi. Onun bu
hâlini gören binlerce insan müslüman oldu. Sâdece civâr kabîlelerden on altısı
toptan İslâma girdi.
Genc-i
Şeker Acûzân'a tamâmen yerleşince, annesini Hotval'dan getirtmek için, kardeşi
Necîbüddîn Mütevekkil'i gönderdi. Kardeşi, annesini ata bindirip, kendisi yaya
olarak Acûzân'a doğru yola çıktı. Yolda, vahşî hayvanlarla dolu bir ormandan
geçmek zorunda kaldılar. Yaşlı kadın, ormandayken oğlundan su istedi. Necîbüddîn,
annesini bir ağaç gölgesine bırakarak su aramaya gitti. Bir süre sonra, su ile
berâber annesini bıraktığı yere geldiğinde annesi yoktu. Bütün aramalara rağmen
bulamadı. Çok kötü bir vaziyette Acûzân'a döndü. Olanları ağabeyine anlattı.
Bunun üzerine Genc-i Şeker, talebelerini de kardeşiyle birlikte oraya gönderdi.
Onlar da aradılar, bulamadılar, Necîbüddîn aramadan dönüşte, bir çantanın içinde
birkaç insan kemiği getirdi. Genc-i Şeker çantayı seccâdesinin üzerine koydurdu.
Fakat çanta açıldığında hiçbir şey görülmedi. Necîbüddîn Mütevekkil ise,
kemikleri dikkatle sardığını ve sâlimen getirdiğini söyledi. Kemiklerin çantadan
kaybolmasının ilâhî bir hâdise olduğu kabûl edildi. Bu olay üzerine, Genc-i
Şeker, Allahü teâlânın takdîrine sığındı. Annesinin rûhuna Fâtiha okunmasını ve
fakirlerin doyurulmasını istedi.
Bir gün
Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in yanına birisi geldi. Genc-i Şeker ona bir şey verdi
ve gitmesini söyledi. Fakat o kimse, Genc-i Şeker'in yanından uzun zaman
ayrılmadı ve kullanmakta olduğu tarağı almak istedi. Bunun için Genc-i Şeker'i
çok rahatsız etti. Sonunda dayanamayan Genc-i Şeker ona; "Gidin beni rahatsız
etmeyin. Allahü teâlâ seni cezâlandırsın." dedi. O kişi oradan ayrıldı ve
yıkanmak için bir dereye girdi. Suya daldı ve bir daha çıkmadı.
Yine
bir gün, Genc-i Şeker namaz kıldığı sırada, bir kimse dergâha girdi. Çok
edepsizce ve tâciz edici bir şekilde Genc-i Şeker'e hitâben, yüksek sesle;
"Nedir burada yaptığın sahte gösteri? Kendini bir ilâh ilân ediyor ve insanları
kendine ibâdet ettiriyorsun." dedi. Genc-i Şeker bu kişiye çok kibâr ve mütevâzî
bir sesle; "Kardeşim, kendimi aslâ ilâh ilân etmedim ve insanlara bana tapın
demedim. Ben, Allahü teâlânın önemsiz ve mütevâzî bir kuluyum. Dilediğine şeref
ve şöhret veren yalnız O'dur. Bu âcizin bütün şöhreti, Allahü teâlânın ihsânı
sebebiyledir." dedi. Şahıs, bu tatlı ve yumuşak sözler karşısında saygısızlığına
pişmân oldu, tövbe etti ve özür diledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker onu affetti.
Bir
zaman Genc-i Şeker, Bağdât'ta Şihâbüddîn Sühreverdî ile kalıyordu. Şihâbüddîn
Sühreverdi, çok şiddetli bir diş ağrısına tutuldu. Ferîdüddîn Şeker'den, bu
ağrının geçmesi için duâ etmesini istedi. O da; "Yâ Rabbî! Şihâbüddîn'in
ağrısını tamâmen geçir ve onun ağrısını bana ver!" diye duâ etti. Duâsı kabûl
oldu ve diş ağrısı kendisine geçti. O zaman Şihâbüddîn Sühreverdî; "Yâ Rabbî!
Ferîd benim hakîkî dostum ve arkadaşımdır. Onu diş ağrısından kurtar!" diye duâ
etti. Bu duâ da kabûl edildi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker de iyileşti.
Bir gün
Muhammed Şâh adında bir talebesi, Genc-i Şeker'in yanına geldi. Çok üzüntülü bir
hâli vardı. Genc-i Şeker sebebini sorunca kardeşinin komada olduğunu söyledi.
Bunun üzerine Genc-i Şeker; "Ama kardeşin şimdi çok iyi, boşuna
endişeleniyorsun." dedi. Muhammed Şâh eve döndüğünde, kardeşini, sapasağlam
buldu.
Genc-i
Şeker'i görmek için, bir gün Arabistan'dan birkaç fakir geldi. Yabancı
olduklarını, bütün paralarının bittiğini Genc-i Şeker hazretlerine bildirdiler.
O da, bunlara o anda önünde duran kuru hurmalardan biraz verdi ve; "Bunları alın
ve gidin, Allahü teâlânın izniyle yolculuğunuzu tamamlarsınız." dedi. Onlar
şaşkın ve bu ucuz hediyeyi büyük velîye yakıştıramaz bir hâlde dergâhtan
çıktılar. Hurmaları atmak istediler, o anda hurmaların altına döndüğünü görüp
hayrette kaldılar.
Nizâmüddîn Evliyâ iyileşmez bir hastalık sâhibine Genc-i Şeker'e gitmesini
tavsiye etti. O kişi Ferîdüddîn Şeker'e gitti. O da bir kâğıda; "Allah Kâfî,
Allah Şâfî." yazıp, gelen kişiye vererek boynuna takmasını söyledi. O kişi bu
yazılı kâğıdı takar takmaz, tutulduğu ve uzun zaman geçmeyen hastalıktan
kurtuldu.
Şeyh
Ârif Sevastânî, Genc-i Şeker'in talebelerinden biriydi. Lahor vâlisi,
Acûzân'daki Ferîdüddîn Genc-i Şeker'e verilmek üzere, Ârif Sevastânî'ye yüz
dînâr verdi. Şeyh Ârif, Acûzân'a varınca, hocasına sâdece elli dînâr verdi.
Büyük velî, gülümseyerek; "Ârif, sen çok hoş bir arkadaşsın, bu hediyeyi yarı
yarıya bölüştürerek tam kardeş payı yaptın." dedi. Bunun üzerine Ârif Sevastânî
çok şaşırdı ve sarardı. Kalan elli dînârı da çıkardı ve hatâsı için özür diledi.
Genc-i Şeker; "Sûfî her zaman dürüst olmalıdır. Yoksa mükemmelliğe erişemez."
dedi. Bu îkâzdan sonra yüz dînârın hepsini Ârif Sevastânî'ye verdi ve
tövbesinden sonra onu yeniden talebeliğe kabûl etti.
Delhili
bir genç, talebe olmak üzere Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in aşkıyla Acûzân'a
gidiyordu. Yolda bir kadın, gence âşık oldu. Başlangıçta genç, kadından sakınmak
için elinden geleni yapmasına rağmen, kadın onu kendisine meylettirmeye muvaffak
oldu. Delikanlı tam elini kadına uzatacağı sırada, bir adam âniden gelip gencin
suratına bir tokat attı. "Ferîdüddîn Genc-i Şeker'e tövbeni arz etmeye giderken,
burada bu günahı işlemeye hazırlanmaktan hiç utanmıyor musun?" dedi ve kayboldu.
Delikanlı çok utandı ve kadından uzaklaştı. Yoluna devâm ederek Acûzân'a vardı
ve Genc-i Şeker'in huzûruna çıktı. O zaman Ferîdüddîn hazretleri; "Sevgili
oğlum, bir kadının ağına düştün. Ama Allahü teâlâ seni günahtan korudu."
deyince, delikanlı hayrete düştü. Cânı gönülden tövbe ederek, Ferîdüddîn Genc-i
Şeker'in talebelerinden oldu.
Bir gün
Ferîdüddîn Genc-i Şeker'e ihtiyar bir kadın geldi. Ne istediği sorulduğunda,
kadın ağlıyarak; "Ey mübârek velî, biricik oğlum yirmi senedir eve uğramadı.
Onun sağ olup olmadığını bile bilmiyorum. Fakat ayrılık acısı beni yarı ölü
yaptı." dedi. Kadının bu acıklı durumu, Ferîdüddîn Genc-i Şeker'i çok üzdü. Bir
müddet murâkabeye daldı. Sonra kadına; "Git, oğlun geldi." dedi. İhtiyar kadın
eve doğru giderken oğluyla karşılaştı. Sevinçle evlerine gittiler. Kadın oğluna
nerelerde olduğunu sordu. Oğlu; "Anneciğim! Buradan 2500 km uzaktaydım. Bugün
hiç arzum olmadığı hâlde, âniden şiddetli bir şekilde içime seni görme isteği
düştü. Nehrin kenarına dikilip düşünürken, çok güzel ve muhterem bir simâ önümde
göründü ve çâresizliğimin sebebini sordu.Sıkıntımı anlatınca; "Eve döndüğünü
düşün." dedi. Ona inanmadım. Ama o, gözlerimi kapayıp elimi eline vermemi
istedi. İsteksizce denilenleri yaptım. Sonra gözlerimi açtığımda, kendimi burada
buldum." diye anlattı. İhtiyar kadın, oğlunun başından geçenlerle Ferîdüddîn
hazretleri arasındaki bağı anlayıp, sevinç göz yaşları içinde ona teşekkür etti.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker, bu dünyâya, Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılık içinde
geldi ve o halde vefât etti. Vefâtından birkaç gün önce, talebelerinden olan
Şems Dâbîr, Nizâmî'nin meşhûr Farsça mesnevîsinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker'e bir
beyt okudu. Bu beyt, Genc-i Şeker'i kendinden geçirdi. Kendine gelince gömleğini
Şems Dâbîr'e verdi. Büyük velî, sonraki günlerde tam bir suskunluğa büründü.
Sâdece Kur'ân-ı kerîm okumak ve namaz kılmak için konuşurdu. Talebeleri
hastalandı zannettiler. Çağırılan doktoru kabûl etmedi ve Emîr Hüsrev'in şu
beytini tekrarladı: "Ey câhil hekim! Yatağımdan git. Aşk kurbanları için
sevgiliye kavuşmaktan başka ilâç yoktur."
Genc-i
Şeker'in, Muharrem ayının beşinde durumu ağırlaştı. Yatsı namazından sonra
şuûrunu kaybetti. Tekrar kendine geldiğinde, orada bulunanlara; "Yatsı namazını
kıldım mı?" diye sordu. Oradakiler kıldığını söylediler. O tekrar abdest alıp;
"Belki bir daha namaz kılmaya fırsat bulamam." diyerek nâfile namaz kıldı. Sonra
tekrar sekerât hâline geçti. Bir süre bu hâlde kaldıktan sonra, tekrar kendine
geldi.Yine abdest alıp nâfile namaz kılmak için namaza durdu. Secdedeyken,
duyulacak şekilde; "Yâ Hayyû, yâ Kayyûm." dedi ve 1265 (H.664) senesinde rûhunu
teslim etti. O anda şöyle bir nidâ duyuldu: "Dost, dosta kavuştu." Ferîdüddîn
Genc-i Şeker'in vefât haberi Hindistan'da büyük bir yangın gibi yayıldı.
Cenâzesi çok kalabalık oldu.
Mültan'daki türbesi, günümüze kadar ziyâretgâh olup, onu sevenler tarafından
ziyâret edilerek, rûhâniyetinden feyz alınmaktadır. Türbesi, bilhassa, vefâtının
sene-i devriyesi olan Muharrem ayının beşinci gününde, Pakistan'ın ve
Hindistan'ın çeşitli şehirlerinden gelen binlerce ziyâretçi ile dolup
taşmaktadır.
Hocası
gibi vefât edeceğini anladığı zaman, kendisine çok bağlı olan talebelerinin en
yükseği Alâüddîn AliSâbir'i halîfe olarak bıraktı. Bu büyük velî, hocası Genc-iŞeker
hazretlerinin vefâtından sonra Delhi'ye gelip, Çeştiyye yolunu yaymaya devam
etti.
Genc-i
Şeker'in vefâtından sonra geriye kalan beş oğlu ve üç kızının her birisi, sâf
kalpli, evliyâ yolunda yüksek derece sâhibi temiz kimselerdi.
Kızlarından birini, talebelerinden ve
Esrâr-ül-Evliyâ kitabının yazarı olan Bedreddîn İshâk bin Ali Buhârî
Dehlevî ile evlendirmişti. 1293 (H.692) yılında vefât eden Bedreddîn İshâk
Buhârî, Şeker Genc hazretlerinin pek kıymetli sözlerini, bahsi geçen Esrâr-ül-Evliyâ
kitabında
güzel bir şekilde yazıp, nice
kimsenin duâsına kavuştu. Genc-i Şeker'in soyundan gelenler, hâlâ mevcûd olup,
kıymetlerini bilenler tarafından hürmet edilmekte, hatırları sayılmaktadır.
Genc-i
Şeker'in sohbetlerine doyum olmazdı. Konuşmaları ve dersleri, sâdece
talebelerini değil, kendine düşman olanları bile cezbederdi. Allahü teâlânın
kendisine verdiği yüksek makâma rağmen hiç kibirlenmez, köylü, sultan, dilenci,
kim olursa olsun, herkesi aynı şekilde, nezâket ve güler yüzle karşılardı. Onu
dinlemek şerefine kavuşanlar, tatlı sohbetinden hiç bıkmaz ve sıkılmazdı. Lakabı
gibi tam bir şeker hazînesi idi.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker, Allahü teâlâdan başka kimseden korkmazdı. Kalbi çok
yumuşak olup, Allah korkusu ile doluydu. Allahü teâlânın korkusu, hayâtına
hâkimdi. İlâhî gerçeklerden bahs edilince çocuk gibi ağlamaya başlar ve Allah
korkusundan saatlerce baygın kalırdı.
Genc-i
Şeker, Peygamber efendimizin tam âşığı idi. Mübârek sözlerinden ve hayâtından
bahsedildiği zaman, ekseriya ağlamaya başlardı. Peygamber efendimizin sünnet-i
seniyyesine sıkı sıkıya sarılır ve bütün müslümanlara da Resûl-i ekremin
sünnetine uymalarını nasîhat ederdi. Peygamber efendimizin vefâtından bahsedilen
bir mecliste, Ferîdüddîn Genc-i Şeker derin bir nefes alarak; "Allahü teâlâ,
bütün kâinâtı O'nun için yarattığı Sevgili Peygamberini bu dünyâda tutmadığı
hâlde, benim ve sizin değeriniz nedir, neyimize güvenip de kendimizle övünürüz?
Hayattayken, kendimizi bizden öncekilerle karşılaştırmalı, gözlerimizden dünyâ
hayâtının yalancı maskesini sıyırmalı, kendimizi her an ölüme hazır tutmalıyız.
Öyle ki, kıyâmet gününde yüzümüz kara çıkmasın." buyurdu.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker canlı bir tevâzu timsâliydi. Kendisinden; fakîr, âciz,
diye bahsederdi. Bu ifâdeleri sâdece konuşmaya mahsus olmayıp, bütün
yazışmalarında da kullanırdı. Genc-i Şeker'in talebeleri arasında güçlü
sultanlar, tanınmış hâkimler ve zenginler de vardı. Bunlar, devamlı ziyâretine
gelirdi. Hepsine karşı en ufak bir büyüklük veya küçüklük hissi vermeden muâmele
ederdi. Genc-i Şeker çok misâfirperverdi. Dergâhına bir gün bir sûfî geldi. Evde
mısırdan başka yiyecek yoktu. Misâfiri çok sevdiğinden, Genc-i Şeker mısırları
öğütüp un yaptı ve ekmek pişirdi. Sonra misâfirine ikrâm etti. O sûfî çok memnun
olarak: "Saâdetine ve zenginliğine duâcıyım. Hayâtımın en değerli hazînesi
olarak sakladığım mânevî zenginliğimi sana verdim." dedi.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in çok zengin talebeleri olmasına rağmen, kendisi
devamlı fakirlik içinde yaşadı. Ömrünü basit bir çatı altında geçirdi. Kendisi
ve yakınları günlerce aç kalmışlar, o civarda yabânî bir ağacın yaprağını
yıllarca yemişlerdi. Genc-i Şeker, borç almaktansa aç dolaşmayı tercih ederdi
ve:
"Bir
borçlu, borçlu olduğu hâlde ölürse, kıyâmette alacaklısının önünde mahcûb olur.
Borçlu ile kanâat arası, doğu ile batı kadar uzaktır. Sûfînin, ödünç almaktansa
ölmesi daha iyidir." derdi. Bir gün evde hiç tuz kalmamıştı.Talebesi Nizâmüddîn
Evliyâ, hırkasını bakkala rehin bırakıp, hocasına tuz almıştı. Genc-iŞeker
hazretleri çorba kâsesine elini uzatıp bir lokma alır almaz, elinin
ağırlaştığını hissedip geri çekti ve; "Bu yemek isrâf kokuyor." dedi. Nizâmüddîn
Evliyâ korkudan titremeye başladı ve; "Bu yemeğin tuzu hâriç, hepsini her
zamanki gibi ormandan topladık, ama tuzu borçla aldık." diye îtirâfta bulundu.
Bunun üzerine Genc-i Şeker; "O hâlde hiçbirimiz bundan yiyemeyiz. Borçla yemek
yapıp yemek sûfîlerin âdetine ve prensiblerine aykırıdır" dedi ve o yemeği
fakirlere dağıttı.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker, yerde yatardı. Kıyâfeti çok sâde ve yamalıydı. Bir
defâsında gömleği yamanamayacak hâle geldiğinden, talebeleri ona yeni bir gömlek
getirdiler. Bunu giyince; "Bu yeni gömlekte eskisinin rahatlığı ve zevki yok."
dedi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker, kendisine verilen hediyelerin hepsini fakirlere
dağıtırdı.
Yine
bir gün dört şahıs gelerek, sebepsiz yere Ferîdüddîn Genc-i Şeker'e iftirâ
etmeye, saçma sapan iddiâlarda bulunmaya başladılar. Büyük velî Genc-i Şeker,
bunlara aldırış etmeden, onlarla tevâzu ile kibarca konuşmaya, onları memnun
etmeye çalıştı. Ayrılmak istediklerinde, onlara belli bir yoldan gitmemelerini,
onlar için bu yolun tehlikeli olacağını haber verdi. Onlar gittikten bir müddet
sonra, Ferîdüddîn Genc-i Şeker orada hazır bulunanların merak nazarları altında
ağlamaya başladı. Sonradan anlaşıldı ki, o kimseler, onun îkâzına uymayarak,
gittikleri yolda büyük bir fırtına sonunda helâk olmuşlar. Genc-i Şeker ise bu
tâlihsizlere acıdığı için ağlıyormuş.
Fârisî 68 sahifelik
Râhat-ül-Kulûb kitabı ve başka eserleri vardır. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretlerine; "Hangi kitapları yazdınız?" diye suâl edildiğinde, talebelerini gösterip; "Benim mürîdlerim (talebelerim) benim kitaplarımdır."
buyurdu. İşte Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker de öyleydi. Herbiri çok kıymetli ve
yüksek birçok talebe yetiştirdi. İfâde ve mânâ bakımından çok güzel şiirler
yazardı. Şu kıta onun şiirlerindendir:
Hiçbir
gece yoktur ki, kalbim kan ağlamasın,
Hiçbir
gündüz yoktur ki, yüzden nâmus akmasın.
Ömrümde
hiçbir tatlı şerbet içmedim ki, o,
Gözlerimden yaş diye akıp da damlamasın.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker sohbetlerinde sık sık buyururdu ki:
"İnsanların en akıllısı, dünyâya gönlünü kaptırmayanlardır. En zengini de kanâat
edenlerdir."
"Başkalarının almak istemediği malın satıcısı sen olma!"
"Herkesin yemeğinden yeme! Fakat herkese yemek yedir!"
"Günah
olan bir şeyde kendine karşı sert ol!"
"Kalbini şeytanın oyuncağı yapma"
"İçine,
dışından çok îtinâ göster!"
"Âile
ve yol büyüklerine hürmetkâr ol!"
"Sana
saygı gösterene saygılı davran!"
"Sıhhatinin kıymetini bil!"
"Senden
korkandan kork!"
"Allahü
teâlânın sevgili kulları ile oturup kalkmada, Allahü teâlâyı hâtırından
çıkarma!"
"Hiçbir
şey, kaybedilmiş vakti telâfi edemez."
"Makam
için, ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin!"
"Riyâzet, nefs-i emmâreyi yenmektir. Uzlet ise onu hapsetmektir."
"Bir
kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse kendisini irşâd edecek, kendisine
doğru yolu gösterecek bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını
okusun ve onlara uysun!"
"Hergün
bir fazîlete daha kavuşmaya çalışınız!"
"Başkalarına iyilik yaptığın zaman kendine iyilik yaptığını bil."
"Kalbin
Allahü teâlâya olan bağlılığındaki sevinci gideren şeyi terk et!"
"Düşman
ne kadar emîn ve incitmesiz görünse de, ısırmasından kendini emîn tutma!"
"Maddî
arzuları tatmin peşinde olma! Yoksa, arzu ateşi daha çok alevlenir."
"Kibirlilere karşı kibirli olmak liyâkatini elden kaçırma!"
"Misâfir ağırlamada dahî isrâf helâl değildir."
"Tasavvuf talebesi olan bir sûfîde şu vasıflar bulunmalıdır:
1)
Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılığından dolayı, kendini ve dünyâyı unutmalıdır.
2) Ne kadar ciddî olursa olsun, başkalarının kusûrlarını görmezden gelmelidir.
3) Harama gözlerini kapamalıdır. 4) Bütün istenmeyen şeyleri duymamalı, kötü
şeylere karşı sağır olmalıdır. 5) Dilsiz olmalı, söylenmeyecek sözleri
söylememelidir. 6) Seni, her an arzulanmayan yerlere sürüklemeye çalışan alçak
nefsinin peşinden koşmamalısın.
Eğer bu
sıfatlar bir sûfîde yoksa, o düpedüz bir yalancı sahtekârdır. Dünyâ malına ve
şerefine sâhib olmayı arzulayan bir sûfî, sûfî değildir. O, sûfîlere kötülük
getiren bir aldatıcıdır."
"Altı
çeşit tövbe vardır: 1) Kalp ile tövbe: Kalben bütün kötü arzularını firenler ve
önler. Kıskançlığı ve nefsin diğer arzularını öldürür. Kul ile Allahü teâlâ
arasındaki perdelerin kalkmasına yardım eder.2) Dil ile tövbe: Kötü sözler
söylemekten dili alıkoymak ve onu devamlı Allahü teâlâyı zikre ve Kur'ân-ı kerîm
okumaya alıştırmak demektir. Muhabbet yolunda sâdece diline hâkim olabilen ve
onu zikirde kullananlar muvaffak olurlar. Tek başına kalb ile tövbe, Allahü
teâlâya kavuşmak için yeterli değildir. Kulaklar, gözler eller ve nefs kalbin
kölesidirler. Bu yüzden bunlar, dil ile yapılan tövbe ile kontrol edilebilirler.
3) Göz ile tövbe: Harama bakmamak ve başkalarının kusûrlarını görmemektir. 4)
Kulak ile tövbe: Sûfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka birşey
duymamalıdır. 5) Ayak ile tövbe: Ayakları haramlardan ve kötülüklere gitmekten
korumaktır. 6) Nefs ile tövbe: Nefsin arzularını firenliyerek yapılan tövbedir.
Bu tövbelerin dışında; tövbe-i hâl, tövbe-i mâzi ve tövbe-i müstakbel olmak
üzere üç tövbe daha vardır. Tövbe-i hâl: Yeni işlediği günahlara tövbe etmek ve
ileride işlememeye yemin etmektir. Tövbe-i mâzi: Geçmişte yapmış olduğu günahlar
için tövbe etmektir. Tövbe-i müstakbel: Gelecekte hiç günah işlememek için
Allahü teâlâya yalvarmaktır."
"Sûfîlerde
bulunması gereken husûsiyetlerden bâzıları şunlardır:
1)
Sûfî'nin, kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. 2) Tasavvuf, Allahü teâlâ ile
yakın dostluk demektir. 3) Sûfîler, mutlak suskunluk içindedirler ve ilâhî nûrun
etkisi altında şaşkın bir vaziyettedirler."
"Tasavvuf, bir insanın mânevî ve dînî hayâtının ve işlerinin bir nizâma
bağlanmasıdır. Allahü teâlanın velî kulu, dünyâ ile ilgisi kesik olmasına
karşılık, dünyâ işlerine tepeden bakmaz ve bu işler hakkında kötü konuşmaz. Yâni
dünyâ için ne sevgisi ne de nefreti vardır."
"Sûfî
ne kadar çok üzüntü, acı ve yalnızlık çekerse, Allahü teâlâya o kadar yaklaşır.
Hâce Muînüddîn Çeştî, îmânının kuvvetlenmesi için, Allahü teâlânın kendisine
daha fazla sıkıntı, acı ve üzüntü vermesi için sürekli duâ ederdi."
"İnsana
her ne gelirse, Allahü teâlâdan gelir."
"Nefsi
firenlemek, Allahü teâlâya yaklaşmak demektir."
"İnsana
sıkıntı ve üzüntü gelirse, günahlarından temizlendiğini düşünmelidir.Bütün
muhabbet ve sıkıntıların Allahü teâlâdan geldiğini düşünmelidir."
"Dünyânın aldatıcı güzelliklerinin ve süslerinin peşinde koşmayın. Bunlar, size
sonunda acı getirir."
"Allahü
teâlâdan zenginlik istiyorsanız, kendinizi hırs ve kıskançlıktan koruyun."
"Allahü
teâlâ ile konuşmak isteyen, Kur'ân-ı kerîm okumalıdır."
"Kanâatkâr olan, ansızın Allahü teâlânın nîmetlerine kavuşur."
"Allahü
teâlâyı hatırlamayanlar, ölüler gibidirler."
"Dünyâda üç çeşit insan vardır:
1) Her
zaman dünyâyı sevip ona tapanlar. 2) Dünyâyı kendilerine düşman bilip onu terk
edenler. 3) Dünyâyı ne dost, ne de düşman bilmeyip, orta yol tutanlar. Bunlar,
diğer iki sınıftan daha iyidirler."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
KENDİNİ YERDE
BULDU
Ferîdüddîn Mes'ûd Genc-i Şeker, bir gün talebeleriyle bir mecliste otururken,
birçok esrarlı işlerde usta olan bir yogi içeriye girdi. Gâyesi uzun süredir
şöhretini duyduğu velînin mânevî gücünü tesbit etmekti. Genc-i Şeker'i görür
görmez kendini yerde bulan yogi, kalkmak istediyse de kalkamadı. Genc-i Şeker
ona başını kaldırmasını söyledi, fakat yogi ne başını kaldırabildi, ne de
konuşabildi. Genc-i Şeker şiddetle ısrâr edince, yogi büyük bir güçlükle başını
kaldırdı ve titrek bir sesle:
"Sizin
heybetiniz beni o kadar etkiledi ki, konuşamıyorum." dedi. Bunun üzerine Genc-i
Şeker orada bulunanlara hitâben:
"Bu,
kendi gücünün gurûru ile benim karşımda övünmeye gelmişti. Fakat Allahü teâlâ
kibirlenmeyi aslâ sevmez. Kibrine tövbe etmemiş olsaydı, ölünceye kadar bu
durumda kalırdı." buyurdu.
Bu
durumdan sonra, yogi ve adamları müslüman olup Ferîdüddîn Genc-i Şeker'in
talebelerinden oldu.
İSTEDİĞİN BİR
ŞEY VAR MI?
Şems
Dâbîr, zamânının bilgili şâirlerinden biriydi. Genc-i Şeker'den ders almıştı.
Bir gün hocası Ferîdüddîn Şeker'in huzûrunda bir kasîde okudu. Bu kasîde
hocasının çok hoşuna gitti ve ona; "Bu fakirden istediğin bir şey var mı?" diye
sordu. O da; "Efendim, annem çok yaşlıdır ve yardıma muhtaçtır. Fakat ben,
fakirliğim yüzünden ona karşı vazifemi yapamıyorum." dedi. Genc-i Şeker;
"Pekâlâ, biraz Allah rızâsı için sadaka getir." dedi. O da biraz bozuk para
getirdi. Genc-i Şeker bu parayı oradakilere dağıttı. Bundan sonra Genc-i Şeker,
Şems Dâbîr'in zengin olması için duâ etti. Birkaç ay sonra Şems Dâbîr Delhi'deki
Sultan Nâsırüddîn Mahmûd tarafından iyi bir vazifeye tâyin edildi. Daha sonra
Sultânın hazînedârı oldu. Şems Dâbîr, Sultan Nâsırüddîn'in yerine geçen Sultan
Balban zamânında bile bu makamda kaldı ve kalan ömrünü Genc-i Şeker'in
bereketiyle refah içinde geçirdi.
FERİD İÇİN BİR
ŞEYLER YAPIN
Ferîdüddîn Genc-i Şeker herkesi sever ve bağışlardı. Kendisini öldürmeye gelen
en azılı düşmanlarını bile bağışlar ve kimseyi sıkıntı içinde görmeye dayanamaz,
derhâl yardım elini uzatırdı. Acûzân'da bir memur, bir gün Genc-i Şeker'den
hükümetin tâkibâtına karşı yardım istedi. Genc-i Şeker'in yumuşak kalbi
anlatılanlara çok üzüldü. Vâliye bir mesaj yazarak; "Ferîd için bir iyilik yapın
ve bu fakir arkadaşı cezâlandırmayın." ricâsında bulundu. Fakat vâli söz
dinlemedi, aksine o kişiyi daha da sıkıntıya soktu. Genc-i Şeker, vâliye kızacak
veya kendi talebesi ve çok âdil bir insan olan sultâna bildirecek yerde, o
kişiye haber göndererek; "Anlaşılıyor ki, sen de emrin altındaki insanların
sıkıntılarına kulağını tıkamışsın." dedi. Vâli kabahatini anladı ve; "Evet ben
katı kalbliyim, fakat bugün tövbe ediyorum. Bundan sonra kimseye sıkıntı
vermeyeceğim." dedi.
Bir
zaman sonra da vâli memurdan memnun oldu ve onu mükâfatlandırdı. Özür dileyerek,
kimseye sıkıntı vermeyeceğini ifâde etmek üzere Genc-i Şeker'in dergâhına geldi.
Böylece zâlimle mazlumun davranışını, sâdece sevgi ve ihsân yoluyla düzeltmiş
oldu.
KAYNAKLAR
1)
Kâmûs-ul-A'lâm; c.5, s.3404
2)
Siyer-ül-Evliyâ
3)
Râhat-ül-Kulûb (Nizâmüddîn Evliyâ)
4)
Fevâid-üs-Sâlihîn
5)
Delîl-ül-Ârifîn
6) Tam
İlmihâl Seâdet-iEbediyye (49. Baskı); s.1149
7)
Siyer-ül-Aktâb; s.161
8)
Ahbâr-ül-Ahyâr; s.58, 73
9)
Hediyyet-ül-Ârifîn; c.1, s.201
10)
Nesâyim-ül-Mehabbe; s.326
11)
Persian Literature; c.2, s.941
12)
Esrâr-ül-Evliyâ (Bedreddîn İshak Luknov-1876)
13)
Sefînet-ül-Evliyâ; s.96
14)
Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.287
15)
Cevâhir-i Ferîdi (AliAsgar Çiştî, Lahor, 1884)
16) The
Big five of India in Sufism; s.50
17)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.271
|