FAKÎRULLAH
|
|
|
|
İsmâil Fakîrullah Hz. - Tillo - Siirt |
|
|
|
|
|
Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, İsmâil, babasınınki Kâsım'dır.
Fakîrullah diye tanınır. 1656 (H.1067) senesinde Siirt'in Tillo kasabasında
dünyâya geldi.
Dedesi
Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası Hazret-i Abbâs'ın
torunlarındandır. Zâhirî ilimlerde âlim olup Tillo'da müderristi. Oğlu Mevlânâ
Kâsım'ı yetiştirerek âlim olmasına vesîle oldu. Kâsım da babasının vefâtından
sonra yerine geçerek talebe okutmaya başladı. 1656 (H.1067) senesinde Receb-i
şerîfin ilk Cumâ gecesi, yâni Regâib gecesi bir oğlu dünyâya geldi. İsmini
İsmâil koydu. Annesi ona, besmelesiz süt emzirip, yemek yedirmedi. Babası
Mevlânâ Kâsım onu küçük yaşta yetiştirmeye, ilim öğretmeye başladı. İsmâil
Fakîrullah yirmi dört yaşına kadar zâhirî ilimlerde âlim ve bâtınî ilimlerde
mütehassıs bir velî olarak yetişti. İbâdetlerinden büyük bir lezzet alır, zevk
ile yapardı. Anne ve babasının hukûkunu gözetir duâ ve rızâlarına kavuşmak için
çok gayret gösterirdi.
1660
senesinde babası Mevlânâ Kâsım hazretleri vefât edince, yerine geçerek
müderrislik yapmağa başladı. O sene evlendi. İsmâil Fakîrullah hazretleri
haramlardan çok sakınır, hattâ şüpheli korkusuyla mübahların dahî fazlasından
kaçınırdı.
Tarlasını abdestli eker biçer, hasadını kaldırır, öşrünü verdikten sonra un
hâline getirmek için el değirmeninde bizzat kendisi çalışırdı. O undan hamur
yoğurup ekmek yapar, böylece yiyeceklerine hiçbir şüphe karışmamasına çok dikkat
ederdi. Üzüm bağının işlerini dahî kendisi görür, olgunlaşan üzümleri
hayvanların hakkı geçer korkusuyla bizzât kendi sırtında taşırdı. Yiyecek olarak
tâze veya kuru üzüm ile iktifâ ederdi. Her Cumâ günü gusl abdesti almayı yaz,
kış hiç aksatmazdı. Gecelerini hep ibâdetle, gündüzlerini oruçlu olarak
geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an unutmaz, gâfil olmazdı. Rabbini hatırlamak onun
gıdâsı ve en büyük zevkiydi. Kırk yaşına kadar böyle devâm etti. Kırk
yaşındayken latîf mîzâcı değişip kırk gün yemedi, içmedi ve konuşmadı. Kendinden
habersiz olarak yattı. Kırk gün sonra mübârek gözünü açıp bir tas su içti ve
ekşi nar isteyip ekmekle yedi. Ondan sonraki günler her çeşit yemekten orta
derecede yiyerek kırk sekiz yaşına kadar böyle devâm etti.
Kırk
sekiz yaşında olduğu 1702 senesi Şâban ayının ilk Cumâ gecesiydi. Akşam
namazından sonra komşularından birine tâziyeye gitmişti. Yatsı olmadan câmiye
gitmek için ayrılan İsmâil Fakîrullah hazretleri karanlıkta evin avlusuna çıktı.
Avluda, içinde su olmayan on beş metre derinliğinde içi boş ve ağzı açık bir
kuyu vardı. İsmâil Fakîrullah, karanlıkta bu kuyuyu takdîr-i ilâhî fark
edemeyerek içine düştü. Fakat Allahü teâlânın koruması ile bir şey olmadı ve
incinmedi. Sâdece sol kaşının üzerinde ince bir sıyrık vardı. Burada kendisini
Allahü teâlânın celâl sıfatıyla imtihân ettiğini anlayan İsmâil Fakîrullah, bu
kadar yüksekten bir sıyrık ile kurtulmasına hamd ederek Allahü teâlâya secdeye
kapandı, hulûs-ı kalp ile rabbine sığındı.
O anda
etrâfında mânevî bir meclis kuruldu. Hızır aleyhisselâm, Abdülkâdir Geylânî,
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri gibi pekçok velînin rûhları orada hazır oldular.
Kuyunun içi genişleyip yemyeşil bir nûra gark oldu. Evliyâlıkta Gavs makâmı
denilen derecelere kavuştuğu müjdelendi. Kendisine muhabbet şerbeti içirdiler.
Böylece zamânın velîlerinin sultânı oldu.
O, bu
hâldeyken saatler geçti. Câmide yatsı namazını kılmak için bekleyen cemâat,
İsmâil Fakîrullah hazretlerinin gelmediğini görünce evinden ve komşularından
soruşturdular. Bulamayınca da aramaya başladılar. Dokumacılık yapan bir usta,
kuyunun içinden tatlı bir sesin geldiğini fark edince komşularına haber verdi.
Herkes kuyunun başına mumlarla birikti ve kuyuya inerek İsmâil Fakîrullah'ı
çıkardılar.
İsmâil
Fakîrullah, kuyuda içtiği muhabbet şerbetinin tesiriyle sekiz sene istigrâk
hâlinde, dünyâyı unutarak kendinden geçip, devamlı mest olup, kaldı. İnsanlardan
tamâmen uzlet edip, hanım ve evlâdından bile ayrı kalmaya başladı. Sâdece büyük
oğlu Abdülkâdir Efendi huzûruna girip hizmetiyle şereflendi.
İsmâil
Fakîrullah, bu istigrâk hâlindeyken söylediği bir kasîdede kuyuda olanları şöyle
anlattı:
"Allahü
teâlânın aşkı ile kendimden geçmiş bir haldeyken, duvarı mermer taşlarla örülmüş
kuyuya düştüm.
On beş
metre kadar derin olduğu hâlde, kendimi bir karış yerden düşmüş gibi hissettim.
Düştüğüm an, kuyudan ilâhî yeşil bir nûr yükseldi. Öyle ki, verdiği aydınlığı
birçok nûrlar veremezdi.
O gece,
benim için Kadr gecesi kadar kıymetlidir. Çünkü, Allahü teâlâ bana orada pekçok
lütuf ve ihsânlarda bulundu.
Bu
lütfun bereketiyle okyanusların dibinde ve semâvâtta bulunan her şey gözlerimin
önüne getirilerek gösterildi.
Allahü
teâlâ bana o gece öyle büyük nîmetler ihsân etti ki, onu, daha önce yaşıyan
evliyâsının çoğuna vermedi.
Bir
anda etrâfımda kurulan mânevî mecliste, Hızır ve İlyas aleyhimesselâm,
Abdülkâdir Geylânî, Ahmed Rıfâî veCüneyd-i Bağdâdî hazretleri bana çok
ikrâmlarda bulundular ve müjdelerverdiler.
Şeyh
Hamza Kebîr hazretleri elinde yeşil âsâsıyla, arkasında da ona mensûb olanların
hepsi geldi ve hâlimin güzelliğine hayrân kaldı. Yanında yıldız gibi parlayan
oğlu Şeyh Mücâhid, Şeyh Mûsâ ve Şeyh Muhammed Radî de vardı.
Çok
sevdiklerimden ve makamları yüksek olan Şeyh Bürhân, Şeyh Alemeyn ve Halil Ferd
dahî yanıma gelerek bu meclisin sonuna kadar bana izzet ve ikrâmlarda
bulundular. Önlerinde Şeyh Hasan'ın bulunduğu Fatîriyyûnlar da ziyâretime geldi.
Hepsi cübbelerini giymişlerdi.
Ayrıca
Veysel Karânî hazretleri, Şeyh Hasan Hutvî, Şeyh Mustafa Kürdî ve Şeyh Neccâr
bin Neccârî de hazır oldular.
Hâlid
bin Velîd hazretleri elinde demir bir âsâ ile teşrîf buyurdu. Hepsi de bana
ihsân edilen nîmetlere hayrân oldular.
Etrafıma saf saf dizilip ellerinde ilâhî şerbetle dolu kadehler tutuyorlardı.
Ben ise, onların ortasında ve bakışları altında olduğum hâlde, Allahü teâlânın
zikri ile meşgûl olup tefekkür ediyordum. Hepsi de, ellerindeki şerbeti içmemi
bekliyorlardı."
İsmâil
Fakîrullah hazretleri, istigrâk hâlini bıraktıktan sonra dostlarıyla görüşmeğe
başladı. Onlara, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yoluna çok benziyen kendine
mahsûs "Üveysiyye" yolunun âdâbını öğretmeye başladı. Pekçok talebeleri arasında
ençok sevdiği ve hizmetine müsâade ettiği İbrâhim Hakkı hazretlerinin babası
olan Molla Osman ile Molla Muhammed'di. Bu talebeleri kendisine on sene hizmet
etmekle şereflendiler. Molla Osman, hocasıİsmâil Fakîrullah hazretlerinin
teveccühlerine kavuşması ve onun duâsını alıp talebesi olmakla şereflenmesi için
henüz küçük olan oğlu İbrâhim Hakkı'yı da getirtti. O da hizmet etmeye başladı.
Molla Osman ile Molla Muhammed hocalarına hizmetin onuncu yılında bir hafta
içinde vefât ettiler. Cenâze namazlarını hocaları kıldırdı.
Onlardan sonra daha küçük yaşta olan İbrâhim Hakkı, İsmâil Fakîrullah'a hizmet
etmeye, onun hasta kalplere şifâ olan sözleri ile olgunlaşmaya ve yetişmeye
başladı.
Tillo
kasabasının kuzey tarafında dört saatlik mesafede bir kale vardı. Şirvan Beyi bu
kaleyi müdâfaa ediyordu. Van Paşası itâatsizliği sebebiyle Şirvan Beyine cezâ
vermek için bin kadar askerle kaleyi kuşattı. Topa tutmak istiyordu. Şirvan Beyi
durumu hazret-i Fakîrullah'a bildirerek Paşaya mâni olmasını istirhâm etti ve
duâ talebinde bulundu. Bunun üzerine Fakîrullah hazretleri paşaya bir mektup
gönderdi.Mektupta:
"Ümmet-i Muhammed'in fukarâsına merhamet edesin. Bağlarını yağma etmeden çekip
gidesin. O âsî olan beyin cezâsını âhirete bırakasın." yazıyordu.
Mektup
paşaya ulaştığında kuşluk vaktiydi. Paşa mektubu okudu, fakat İsmâil
Fakîrullah'ın ricâsına aldırış etmeyip:
"Ben
buraya sultânın emriyle gelmişim. Kaleyi, bu âsî beyin başına yıkmalıyım."
diyerek söz tutmadı.
Paşa,
topçularına ateş emri verdi. Atılan toplardan bir tânesi kale duvarına çarpınca
parçalandı. Parçalardan biri geri teperek paşanın atına isâbet etti. O anda
altındaki at öldü. Arkasından gökyüzünde bulutlar toplanmaya, kısa bir müddet
sonra da şiddetli ve iri iri dolu yağmaya başladı. İki saat aralıksız yağan
dolu, kale dışında ne kadar insan varsa perişan etti. Doludan hayvanlar kaçacak,
sığınacak yer aramaya başladılar. Askerler, kaçan atlarını yakalamak için
peşinden koştu. Bu sırada kabarıp büyüyen seller askerlerin çadırlarını söküp
götürdü.
Bu
hâdiselerden sonra paşanın aklı başına geldi.Yakaladıkları atlardan birine binip
yanına sekiz asker alarak Tillo'nun yolunu tuttu. Maksadı Fakîrullah
hazretlerinin huzûruna kavuşmaktı. Akşama doğru kasabaya giren Paşa, Molla Osman
ileFakîrullah hazretlerinin huzûruna çıktı. Paşa kan ter içinde, perişan bir
haldeydi. Boynu bükük bir vaziyette İsmâil Fakîrullah'tan özür dilemeye başladı,
fakat hiç iltifât görmedi. Sâdece; "Ey zâlim! Sen Allahü teâlâdan korkmaz
mısın?" buyurdu.
Paşa
sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı ve Molla Osman'ın işâreti ile geldiği
gibi perişan bir halde huzurdan çıktı. O gece Molla Osman'ın hücresinde kaldı.
Sabaha kadar hiç uyumadılar. Bir ara Paşa dedi ki: "Ben, Sultan AhmedHanın
sohbetinde bulunur, hizmetiyle şereflenirdim. Yemin ederim ki, sizin hocanız
gibi heybetli bir zât görmedim." "Bir musîbet, bin nasîhattan daha tesirlidir."
sözüne uygun olarak sabahleyin geldiği gibi geri gitti. Hocamızın himmeti ve
duâları bereketiyle Şirvan Beyi, bu kuşatmadan kurtuldu. Paşa da, Allahü
teâlânın sevdiği bir velî kulunun sözünü dinlememenin cezâsını fazlasıyla çekti.
Mevsim
sonbahardı. Evlerin damlarında bulgurlar serilmiş, kurutuluyordu. Ayın on ikinci
gecesi mehtaplı bir havada herkes Cumâ gecesi yatsı vaktini bekliyordu. Vakit
girince Erzurumlu İbrâhim Hakkı minâreye ezân-ı Muhammedî'yi okumak üzere
çıktığında Tillo'nun doğu tarafının yağmur bulutları ile kaplanmış olduğunu ve
herkesin kendi zâhirelerini damlardan toplamak için acele ettiklerini gördü.
Ezân-ı şerîfi aceleyle okudu. Hocasının bulgurlarını toplamak için yardıma
gitmek istiyordu. Minâreden aşağı indiğinde hocası erkek çocuklarını,
torunlarını, hizmetçilerini toplamış bekliyorlardı. Onlara; "Efendim! Yukarı
mahalledekiler yağmur yağabilir korkusuyla bulgurlarını topluyorlar." dedi.
Hizmetçilerden biri yavaşça; "Biz de o tedbire başvurmak istedik. Fakat hocamız
bize mâni olup; "Bulguru, yağmuru bırakıp câmiye gidiniz, Cumâ gecesine tâzim
edip hürmet gösteriniz." buyurdu." dediler.
Hep
birlikte câminin sofasında yatsı namazını kıldılar. Sonra gökyüzünü incelemeye
koyuldular. Tillo üzerinde bulut ikiye ayrıldı. Evlerin bulunduğu kısımda zerre
kadar bulut kalmadı. Biraz sonra şiddetli bir yağmur başladı. Tillo'nun
etrâfında seller aktığı halde kasabanın üzerine bir damla bile düşmedi.
BöyleceAllahü teâlâ, o sevdiği kulunun hürmetine kasabanın halkına aydınlık ve
rahatlık ihsân eyledi.
Bir
bahar günüydü. Aklî dengesini kaybetmiş deli bir bey, otuz kadar hizmetçisiyle
İsmâil Fakîrullah'ı ziyârete geldi. Dergâhın kapısından izin almadan içeri girip
edebi gözetmeden, Fakîrullah'a; "Güzel cânım! Seni nasıl bulacağımı merak eder,
dururdum. Meğer ki buradasın. Allah rızâsı için bir kalk da güzel boyunu
göreyim. Sonra bu tatlı cânımı sana kurban edeyim." dedi.
O
mübârek zât Allahü teâlânın ism-i şerîfini duyar duymaz ayağa kalktı. Bey ise
hemen İsmâil Fakîrullah'ın ellerine sarıldı, öpmeye başladı, sonra düşüp
bayıldı. O da hizmetçilerine işâret edip; "Bu emîri misâfir odasına götürüp
yatırınız. Üzerine de çok yorgan örtünüz, uyusun ve aklı başına gelsin."
buyurdu.
İsmâil
Fakîrullah'ın emrini derhal yerine getirdiler. Günlerdir uyku uyumayan bey, altı
yorgan altında altı saat uyudu. Bu sırada İsmâil Fakîrullah bir tabak içinde
kuru üzüm getirtti. Üzümlere Kur'ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler ve duâlar
okudu. Sonra da talebelerindenErzurumlu İbrâhim Hakkı'ya; "Mollaİbrâhim! O
mecnûnun yatağının baş ucuna otur. Uyandığında ne isterse onu sana verelim, gel,
götür." buyurdu. Bunun üzerine misâfirin odasına girdiğinde o da uyandı ve;
"Ben, Şeyh'in önünde tabak içinde bulunan kuru üzümleri isterim." dedi.
Fakîrullah hazretlerinin huzûruna gidip, durumu arz etti. Tabağı verdiler,
götürdü. Hepsini yiyip bitirdi. Sonra kalkıp abdest aldı. Aklı başına geldi.
Altmış gündür namaz kılmayan mecnûn, o günün öğle namazını kıldı. O gece
talebelerle berâber kaldı. Sabahleyin Fakîrullah hazretlerinin huzûruna, vedâ
etmek üzere gitti. Fakat cesâret edip içeri giremedi. Utancından içeri bile
bakamayıp, ayak üzerinde kararsız bir halde durdu. Bir müddet sonra kapının
eşiğini öpüp, sürûr ile memleketine gitti. Fakîrullah hazretlerinin himmeti ve
duâsı bereketiyle aklı başına gelip beyliğini devâm ettirdi.
Bir yaz
günü Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât elli iki talebesiyle
hacdan geldi. Öğleye yakın İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdi. Ali
Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsafehâ yapmadı.
Edeple bir köşeye oturdu, başını önüne eğip öğle namazına kadar huzurda kaldı.
Namazdan sonra da Allah'a ısmarladık demeden, selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve
bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip
oturdu. İkindiye kadar Molla Osman ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında her
yemekten birer lokma veya kaşık aldı. Molla Osman, Ali Efendiye çok hürmet
gösterdi ve hizmet etti. Gece Molla Osman ile sabaha kadar murâkabe edip iç
âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ ettiler. Sabahleyin yine İsmâil
Fakîrullah'ın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet
sonra ayağa kalktı. İsmâil Fakîrullah da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali
Efendi el öpüp, konuşmadan dışarı çıktı. İsmâil Fakîrullah'ın talebeleri de Ali
Efendiye hürmet edip, elini öptüler. Atına bindirerek Tillo'dan çıkıncaya kadar
arkasından gidip onu uğurladılar. Orada uğurlayanlarla vedâlaştı ve
talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince İbrâhim Hakkı babasına; "Efendim!
Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuştur?" dedi.
Babası
da; "Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup gönül
sâhibidir. Bizim muhterem hocamızın hal ve şânına yakın bir derecesi vardır.
Zîrâ bu hâlini merâk ettiğin zât; "Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok
memleketler gezdim. Elli seneden beri pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde
bilinmeyen evliyâ ile mânevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın
cümlesinden üstün derecelere sâhip, Gavs-ı âzam makâmında olduğunu müşâhede
ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-i şerîfiniAllahü teâlânın aşkı yakmıştır.
Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi
onun gönül aynasında gördüm. İşte benim seyâhatim tamam oldu ve murâdıma
kavuştum." dedi."
İbrâhim
Hakkı babasına; "Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi?" diye
sordu. Cevâbında; "Biz kalplerimizle konuştuk. Hatta bundan başka daha pekçok
hikmetler üzerinde uzun uzun sohbet ettik." dedi.
Tillo'ya üç saat mesâfedeki bir köyde İsmâil Fakîrullah'ın çok sevdiği bir
talebesi vardı. Onun bağında misbak üzümü bulunurdu. Bu çeşit üzüm,
diğerlerinden yirmi gün önce olgunlaşırdı. O kimse ilk olgunlaşan üzümleri bir
sepete doldurup, hiç kimseye vermeden getirip önce İsmâil Fakîrullah'a ikram
etmeyi âdet edinmişti. O sene bir hafta sonra geldi ve geç gelmesinden dolayı
özürler dileyerek şunları söyledi:
"Muhterem efendim! Âdetim üzere ilk olgunlaşan üzümü zât-ı âlinize getirirdim.
Bu sene de üzümleri toplayıp yola çıktım. Yolda komşu köyden çoban bir dostumla
karşılaştık. Bu tarafa geldiğimi anladı ve benimle bir müddet yol aldı. Bir su
kenarına geldiğimizde; "Gel şu suyun yanında biraz istirahat edelim." dedi.
Oturduk. Konuşma sırasında:
"Anan-baban hayrına şu sepetten bir-iki salkım üzüm ver de yiyeyim!" dedi.
Vermemek için ne kadar mâzeret gösterdiysem baş edemedim. Nihâyet isteğini
yerine getirmek için sepeti önüne koydum. Yarısına kadar yedikten sonra beni
azarlayıp hakâret etti ve; "Allah sana mal vermiş, fakat akıl vermemiş.
Çoluk-çocuğunu bundan mahrûm edip, malını lâyık olmayanlara bu kadar zahmet
çekerek götürüp vermen doğru mudur? Benim akılsız dostum, şeyh olmak kolay
mıdır? Şeyhin bir sürü dostu vardır. Ona herkes izzet ve ikramlarda bulunur,
üzüm getirirler. Onu, senin bir sepet üzümüne muhtaç mı sandın. Zaten yarısı
bitti. Gel şu yarım sepet üzümü bu fakir çobana ver ki, sevâbı ananın-babanın
canına değsin." deyip üzümü tamâmiyle aldı.
Ben de
mecbur kaldım, üzümü verip boş sepetle köye dönmeye karar verdim. Oturduğumuz
yerden bir yokuşu tırmanıyordum. Bir ara; "İmdât! Kurtarın!" feryadını işittim.
Geri dönüp baktığımda, o çobanı kendi köpeği yatırıp altına almış sivri
dişlerini sâhibinin boğazına geçirmişti. Süratle koştum, çobanı köpeğin elinden
kurtardım. Fakat çok geç kalmıştım. Çoban çok yara almış, beni hocama hizmetten
alıkoymanın cezâsını bulmuştu. Köyü halkına haber verdim. Yarasına bâzı ilâçlar,
merhemler yaptılar. Yara iyi olmaya yüz tuttu. Bu sebeple hizmetinizden bir
hafta geciktim. Kusurumun affını istirhâm ediyorum efendim."
Fakîrullah hazretleri bu talebesinin özrünü kabûl buyurup ona; "Allahü teâlânın
yolunda olana, Allahü teâlâ yardımcıdır. Cenâb-ı Hak sana hayırlı karşılıklar
ihsân eylesin." diyerek duâ etti.
"Bir
gün Tillo'ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur'ân-ı kerîmi
ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim bir şahıs geldi. Bu zât, İsmâil Fakîrullah
hazretlerinin bâzı hâl ve hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak
beğenmezdi. Huzurdayken ona:
"Ey
Şeyh! Sen niçin câmiye gitmiyorsun?" diye sordu. O hilim deryâsı, yumuşaklık
denizi olan Fakîrullah hazretleri lütfederek; "Ey hâfız! Bizim bu dergâhımız
mescid niyetiyle yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur." diye
cevap verdi.
O zât;
"Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak istemezsin." diye tekrar sordu. Fakîrullah;
"Beş vakit namazda evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla berâber edâ
ediliyor." diyerek cevap verdi.
"Ezâna
niçin riâyet etmiyorsun?" sorusuna da; "Bu mescidin minâresi şu kerpiç kadar
taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezân okunuyor. Burada okunan ezân-ı şerîfe
icâbet ediyorum. Cumâ namazını ise gidip câmide kılıyoruz." buyurdu.
O zât; "Niçin çok cemâatin
fazîletine kavuşmak istemezsin." diye sorunca; hocam, tebessüm ederek; "Kuyu
hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet bilir ve o sevâba kavuşurdum.
Ancak kuyu hâdisesiyle kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzursuz oluyorum. Bundan
dolayı mâzurum.
Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm etmiyeceğini umarım. Çünkü, sevgili
Peygamberimiz; "Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır." buyurdu. Bu
hadîs-i şerîften ümitliyiz." O zât edebe riâyet etmeyerek sorduğu bu sorulardan
aldığı cevap üzerine huzurdan ayrılıp gitti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat
sabahleyin uyandığında Kur'ân-ı kerîmi
ve fıkıh ilmini tamâmen unuttuğunu fark etti. İkinci günü abdest almayı ve namaz
kılmayı da unuttu. Üçüncü gün ise göz nîmeti elinden alınıp kör oldu. Dördüncü
günde aklı başına gelip, yanına birkaç kişi alarak doğru Fakîrullah'ın huzûruyla
şereflendi. Merhamet menbâı olan Fakîrullah Efendi, onu, kör olarak görünce çok
ağladı ve gözünün açılması için duâ etti. Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O
anda Allahü teâlânın izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür
hâle geldi. İsmâil Fakîrullah'dan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı.
Ona;
"Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i mârûf eyledin. Allahü teâlâ gayretini makbûl
eylesin." diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddini bilip bu büyük
velînin Allahü teâlâ katında makbûl biri olduğunu anladı. O gece talebelerin
odasında yattı. Sabahleyin kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına
yeniden geldiğini gördü. Sevinçten uçuyordu. Allahü teâlâya hamdü senâ edip
şükür secdesine kapandı. Hocamıza duâlar ederek oradan ayrıldı.
Tillo'da medfûn büyük velî Şeyh Hamza-ı Kebîr'in neslinden bir hanımın
Fakîrullah hazretlerine karşı hürmetsizliği ve hakkında kötü düşünceleri vardı.
Erkek çocuğa sâhib olmayan bu hanım rüyâsında dedesi Şeyh Hamza-ı Kebîr ve Şeyh
İbrâhim el-Mücâhid hazretlerinin bir yere doğru gittiklerini gördü. Yanlarına
gelerek, gittikleri yeri sordu. Onlar da Şeyh İsmâil Fakîrullah'ın ziyâretine
gittiklerini, çünkü onun büyük bir velî olduğunu söylediler. Daha sonra; "Ona
su-i zan besleme. Huzûruna varıp tövbe et. Bir erkek çocuğunun olması için duâ
iste." dediler.
Ertesi
gün büyük bir sevinçle Fakîrullah hazretlerinin evine varıp gördüğü rüyâyı
hanımına anlatarak tövbe etti. İsmâil Fakîrullah hazretleri hanımından durumu
öğrenince onu affetti ve erkek çocuk vermesi için Allahü teâlâya yalvardı. Bir
müddet geçtikten sonra o hanımın dileği yerine geldi ve bir oğlu oldu.
İsmâil
Fakîrullah hazretleri tevekkül sâhibi olup, kazâya rızâ gösterirdi. Allahü
teâlâdan gelen derd ve belâları sevgilinin kemendi olarak kabûl eder, severek
karşılardı. Bütün yaptığı işleri Allahü teâlânın rızâsı için yapar, dünyâya hiç
meyletmezdi. Dînin emirlerinden kıl ucu kadar ayrılmazdı.
Orta
boylu, buğday benizli, çok güzel bir görünüşü vardı. Kaşları yay gibi olup,
arası açıktı. Gözlerinin görünümü güzel, yüzü nûrlu ve mütebessimdi. Burnu düz
ve ince olup dişleri beyaz ve sağlamdı. Sakalının tamâmı ak olup, sünnet-i
şerîfe uygun uzunluktaydı. Avucunun içi yumuşak, parmakları uzundu. Teri güzel
kokardı.
İsmâil
Fakîrullah hazretleri, sultânın adâlet ve insâf üzere olması ve düşmana gâlip
gelmesi için duâ ederdi. Çocuklarına dînî ilimleri öğretir ve akrabâlarına
ziyârete giderdi. Ziyâretine gelemiyenlerin kusurlarına bakmaz, gelenlere dînin
emirlerini bildirir, yasaklardan sakınmalarını emrederdi. Tebessüm ederek
konuşur, suâl soranların cevaplarını gâyet açık olarak îzâh ederdi. Ziyâretine
gelenlerin yüzüne, bir geldiğinde, bir de giderken bakardı. Edebinden
karşısındakinin yüzüne pek bakmazdı.
Çoğu
zaman vecd hâlinde bulunur, başını önüne eğip, gözlerini yumar, sessiz kalırdı.
Bütün bid'atlerden sakınır, sünnetleri eksiksiz yapardı. Beş vakit namazını
kendi dergâhında ezân ve cemâatle edâ ederdi. İşrâk, kuşluk, evvâbin ve teheccüd
namazlarına devâm ederdi. Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. Her Cumâ
günü namazdan önce Kehf sûresini okurdu. Her sözü, hareketi, ahlâkı ve tavrı
Peygamber efendimize uygundu. Temizliğe çok dikkat eder, gösterişe süse
bakmazdı. Mührünün taşı Yemenî, şekli bâdemî, halkası gümüştü. Her an öleceğini
düşündüğü için zemzemle yıkanmış kefenini ve diğer buhur ve levâzımı bir
sandıkta hazır bulundururdu. Cumâ akşamları odasında buhur yakarlardı. Abdest ve
gusl etmek için beyaz topraktan yapılmış dört ibriği vardı. Yanında devamlı
misvak ve tesbih bulundururdu.
Kitapları pekçoktu. Odasında
kendi hattı ile yazdığı Kur'ân-ı kerîmi vardı ve yazısı çok güzeldi. Ayrıca,
Tefsîr-i Meâlim-üt-Tenzîl, Mesâbih-i Şerîf kitaplarını kendi el yazısıyla
yazmıştı. Babasının elyazısıyla yazdığı dört cildlik İhyâ-ı Ulûm ve iki
cild Envâr-ı Fıkh-ı Şâfiî kitapları, dedesinin yazdığı dört ciltlik
Kâmus-ı Ekber, birer ciltlik Şifâ-i Şerîf ve Şir'at-ül-İslâm
kitaplarını yanından ayırmazdı.
Hayâtını insanlara ilim öğretmek, onlara dîn-i İslâmı
anlatmakla geçiren
İsmâil
Fakîrullah hazretlerinin son günlerini talebesi ve yerine bıraktığı halîfesi
Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri Mârifetnâme isimli
kitabında şöyle anlatır:
O temiz
rûh, beden sarayına girip yeryüzüne indi. Kemâle gelip olgunlaştı. Allahü
teâlâyı tanıdı. İnsanlar tarafından da tanındı. Ezelî ihsânlara kavuşup sonsuz
feyzlere menba oldu. İki cihânı da gönül aynasında görüp, yalnız Rabbine döndü.
O'nun emirlerine sarıldı. Böylece bu dünyânın zevk ve safâsına aldanmayıp,
hakîkî âlemde huzurlu olmanın yolunu tuttu. Bu dünyânın zulmetinden usanıp bir
an önce ebedî âleme kavuşmayı arzuladı. Diğer canlılar gibi nöbetini savmak
istiyordu. Zîrâ pâk rûhu beden mezarında mahpus gibi kalmıştı. Yaşı sekseni
geçince 1734 (H.1147) senesinde bir hafta kadar hiç kimse ile görüşmeyip mânevî
âlemin sırlarına ulaşıp bu âlemi seyreyledi. İnsanlar onu hastalıktan dolayı
böyle kendinden geçmiş sandılar. Ancak Cumâ gecesi yatsıdan sonra o hâlden bu
his âlemine döndü. Evlât ve torunlarını yanına çağırıp ilim öğrenmelerini ve
sâlih ameller ile uğraşmalarını vasiyet eyledi. Üzerindeki emânetlerin
sâhiplerine verilmesini istiyerek oradakilerle vedâlaştı. Sonra Yâsîn-i şerîf
okumalarını emretti.
Yâsîn-i şerîf okunurken odanın içine öyle güzel kokular doldu ki, sanki ûd ve
anber yakılmıştı. Çocukları ve torunları üzüntü içindeydiler. Onun için ise o
gece bayram ve sürûr gecesi oldu. Yâsîn-i şerîfin "Selâmûn kavlen..."
âyet-i kerîmesi okunurken "Allah" diyerek cânını Hakka
teslim eyledi.Mübârek rûhu gidip, latîf cismi kaldı.
O huzur
sâhibi bu fânî dünyâyı bırakıp, hakîkî âleme gidince evlâtları babalarının
vasiyetini yaptılar, sabaha kadar yıkayıp kefenlediler. Çevre köylere haberler
gönderdiler. Sabahleyin herkes geldi, çok cemâat toplandı. Oğlu Abdülkâdir
Efendi imâm olup cenâze namazını kıldırdı. Mezârı talebeleri Molla Osman Efendi
ile Molla Muhammed Efendinin türbeleri önüne kazıldı ve oraya defnedildi. Mezârı
üzerine büyük bir sanduka ve güzel bir türbe yapıldı. Günlerce yakın çevreden
gelenler ziyâret edip, kabri başında Kur'ân-ı kerîm okudular.
İsmâil
Fakîrullah hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâya tevekkül et, işini O'na teslim
et. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlâya öyle tevekkül etti ki, ateşe atıldığı
hâlde Cebrâil aleyhisselâm dâhil hiç kimseden yardım istemedi. Cebrâil
aleyhisselâm kendisine; "Bir ihtiyâcın var mı?" diye sorunca, "Sana yok, O'na
var." dedi. "O'ndan iste." deyince, İbrâhim aleyhisselâm; "O hâlimi biliyor, O
bana yetişir, istememe gerek yok." buyurdu. Yûsuf aleyhisselâm, zindandaki
arkadaşından yardım isteyince, Rabbi kendisine; "Âciz bir mahlûka dayandın ve
başından geçenleri ona anlattın, ihtiyâcını ona söyledin. Hâlbuki veren ve
vermeyen benim. Fayda ve zarar veren de benim."
Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, Allahü teâlâya varan
yolun esaslarıdır.
Sabrın
başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır.
Allahü
teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da razıdır. Kazâya rızâ, evliyânın
şânındandır.
Sevgiliden gelen belâ, bahşiştir. Bahşişi kabûl etmemek hatâdır.
Molla
İbrâhim! Allahü teâlâya bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve
duâ ettim. Allahü teâlânın, bütün maksatlarına kavuşturmasına ümid ederim.
Allahü
teâlâ bir kulunun mârifet sâhibi olmasını isterse, kendi nûrunu o kulunun
kalbine koyar ve kul o nûr ile Rabbini tanır.
Mârifet, iki dünyâ saâdetidir. Muhabbet ise göz bebeğidir. Muhabbet, mârifetin
meyvesidir. Mârifet ise ezelî hidâyettir.
Âşıkların kalpleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır. Konuşurlarsa,
dudaklarından nûr saçılır.
Allahü
teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü teâlâ gibi habîbi olan,
başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ gibi dostu olan başkasından nasıl korkar.
Allahü teâlâ gibi sâhibi,
ahbâbı olan, başkasıyla nasıl meşgûl olur! Allahü teâlâ gibi güzeli olan,
başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; "Beni sevdiğini
söyleyip de kalbinde benden başkası olan, iddiâsında yalancıdır." buyurdu.
Allahü
teâlâyı seven, Peygamber efendimizi de sever. Peygamber efendimizi seven O'na
salevâtı çok okur, sünneti ile amel eder.
İbâdetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir. İlimlerin en üstünü de
namaz ilmidir. Çünkü o, müminin mîrâcıdır. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile
berâber kıl. Mümkünse cemâati de kaçırma.
Dünyâ,
çocukların oyuncağıdır, hayâldir, bâtıl bir rüyâdır; harâbdır... Herşeyi bırak
Allah'a dön.
Yemeği ve
içmeği azaltmak sıhhat ve rahatlıktır. Uykuyu azaltmak huzûr ve sürûrdur. Susmak
açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması, kalbin susmasına, kalbin
susması Rabbin mârifetine yardımcı olur.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BENİ AFFEDİN
Fakîrullah hazretlerinin akrabâlarından Abbâs isminde yaşlı biri huzûruna geldi.
Ağzı eğilmiş, dudağının bir tarafı kulağına ulaşmıştı. Sol yüzün cildi kat kat
kırışıp dudağıyla kulağı arasında buruşup görünmez olmuştu. Sağ yüzünün cildi de
aksine gerilip, açılmıştı ve güneşte kalan def gibi gergin ve parlak olmuştu.
Konuştuğu da anlaşılmıyordu.
O
merhamet menbâı olan mübârek İsmâil Fakîrullah, akrabâsının o hâlini görünce
ağladı. Sonra da mübârek eliyle ağzını mesh etti. Fâtiha sûresini okudu, el
kaldırıp, duâda bulundu. Bundan sonra Allahü teâlânın izniyle ağzı düzeldi, eski
hâline geldi. Fakîrullah hazretlerinin elini öptükten sonra:
"Hocam,
beni affetmeni istirhâm ediyorum. Bu gece arkandan uygun olmayan sözler sarf
ederek gıybetini yapmıştım. Uyuduğumda gâibden bir sille gelip, bir vuruşta
ağzımı bu hâle getirdi. Tövbeler olsun." deyip tekrar tekrar af diledi.
Merhameti bol olan İsmâil Fakîrullah da; "Bize karşı olan kusurun bizden yana
helâl olsun. Hak teâlâ sana hidâyet versin. Bundan sonra sakın bir kimseyi
gıybet etmeyesin. Müminin mümini gıybet etmesi kesin olarak haramdır. Bizi
gıybet etme ki, bizim gibi zelîl kulun sâhibi, azîzdir ve intikam alıcıdır.
Dikkatli ol." buyurdu.
İŞÂRETLENEN
GÜMÜŞ
O
civarda İsmâil Fakîrullah hazretlerine muhabbeti olan zengin bir bey vardı. Bir
gün hizmetçilerinden birine, bir kese dolusu gümüş para verip, İsmâil Fakîrullah
hazretlerine hediye götürmesini istedi. Hizmetçi; "Peki." deyip yola koyuldu.
Yolda o büyük velînin, Allahü teâlânın sevdiği kullardan olup olmadığı hakkında
tereddütlere düştü. İsmâil Fakîrullah'ı imtihân etmek maksadıyla keseden bir
gümüş çıkardı. Bir tarafını kendi göreceği kadar işâretledikten sonra; "İsmâil
Fakîrullah eğer Allahü teâlânın velîlerinden ise bu işâretlediğim gümüşü bana
versin." diye kendi kendine söylendi.
Uzun
yolculuktan sonra Tillo'ya gelip, İsmâil Fakîrullah'ın huzûruna çıktı. Beyinin
hürmet ve selâmını bildirdikten sonra hediyesini takdim etti. Fakîrullah
hazretleri hayır duâdan sonra keseyi açtı. İçinden bir gümüş para çıkarıp
hizmetçiye hediye etti. Hizmetçi gümüşe dikkatle baktı ve yolda işâretlediği
para olduğunu görünce çok şaşırdı. Bu zâtın, normal insanlardan olmadığını,
Allahü teâlânın katında yüksek derecelere sâhib olduğunu anladı.
KAYNAKLAR
1)
Mârifetnâme; s.520
2)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.152
3)
Tezkiret-ül-Ahbâb fî Menâkıb-ıl-Aktâb
4)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.318
|