|
EMÎR SULTAN
Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa'da yaşayan büyük velî. İsmi Muhammed, lakabı
Şemsüddîn'dir. Babasının adı Ali'dir. 1368 (H.770) senesinde Buhârâ'da doğdu.
Soyu, Peygamber efendimize dayanır. Ona, Buhârâ'da doğduğu için Muhammed Buhârî,
Seyyid olduğu için Emîr Buhârî, Yıldırım Bâyezîd Hanın dâmâdı olduktan sonra da
Emîr Sultan denilmiştir.
Emîr
Külâl ismiyle tanınan babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir velî idi.
Buhârâ'da sevilir ve duâsını almak için kendisine sık sık başvurulurdu.
Nakşibendiyye tarîkatının Nurbahşiye koluna mensuptu. Emîr Külâl oğlunu
yetiştirmek için büyük gayret gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri
üzerinde yetiştirmeye çalışan Emîr Külâl, oğluna, bir mesleğe sâhib olması için,
çömlekçiliği de öğretti. Emîr Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz
kaldı. Babası onun annesizliğini aratmayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı
kurdu. Babasının ona sık sık verdiği nasîhatlardan biri şöyle idi:
"Ey
oğlum! Peygamber efendimizi, babandan, anandan daha fazla sevmelisin. Soyunla
öğünmemelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı. Her günü ömrünün son günüymüş gibi
tamamlamaya çalışmalısın. İlim öğrenmekte aslâ erinip üşenmemelisin. Ak sakallı
da olsan, düşmanla cihâdı bırakmamalısın. Selâm vermeden hiç bir topluluğa
girmemelisin. Nikâhsız bir kadınla oturmamalısın. Kur'ân-ı kerîm rehberin,
hadîs-i şerîfler ise yol göstericin olacaktır.
Ey oğlum! Hayat her yönü
ile senin için bir mekteptir. Hayıra koş, kötülükten kaç. En büyük silâhın,
Allahü teâlâya ettiğin duândır. Bunu aslâ unutma!"
Babasının bu şekildeki nasîhatları ile yetişen Emîr Sultan ayrıca, birçok
tasavvuf ehlinin sohbetlerine de devâm etti.
Muhterem pederleri ile bir gün tenhâ bir yerde sohbet ediyor ve bir âyet-i
kerîmenin tefsîri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzûn, çok çocuk
sâhibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişân hâlini; "Buhârâ'da bir
bahçem vardı. Onun mahsûlü, her sene çoluk çocuğumun nafakasını karşılıyor ve
ben de helâlinden geçiniyordum. Takdîr-i ilâhî, birgün bir fırtına esti.
Bahçemde bulunan tâze ağaçları ve yeni bitmiş sebzelerin çoğunu kuruttu. Bu
durumda geçinmeğe gücüm olmadığı için, çoluk çocuğumu terk ettim. Ey
Resûlullah'ın evlâdı! Allahü teâlânın zayıf ve bîçâre kulu olan bana, inâyet
gözüyle bak. Ayağına düştüm, bana yardımcı ol." diye anlattıktan sonra, yüzünü
Emîr Sultân'ın babası Ali'nin ellerine sürdü. Emîr Sultân'ın mübârek pederi de;
"Cenâb-ı Hak inşâallah seni arzuna kavuşturacaktır." diyerek onu tesellî etti. O
ânda Emîr Sultan hazretleri, o ihtiyara merhamet etmeyi ve şefkatli davranmayı
aklından geçirdi. O gece Emîr Sultan, bu muhtâç ihtiyarın bahçesine gizlice
varıp, gönülden Allahü teâlâya duâ ederek yalvardı ve; "Ey nîmetler veren ve
rızıkları taksim eden Allah'ım! Bu fakîrin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve
meyvelerini eski canlılığına kavuştur." deyip, mübârek ellerini yüzlerine sürdü.
Daha sonra Allahü teâlânın izni ile o fakîrin bahçesinde bulunan ağaçlar ve
ekili sebzeler yeşerip canlandı. Sabah olunca, ihtiyarın kalbine, ilhâm-ı ilâhî
geldi ve hemen bahçesine gitti. Bahçesine girince ağaçların çiçeklenmiş, tâze
yaprakları çıkmış ve sebzelerin de canlanmış olduğunu gördü. İhtiyar adam bu
durum karşısında hayrete düştü. Bahçenin bir köşesinden bostana baktı ve; "Ey
rızkı veren ve mahlûkâtı yaratan Allah'ım! Yalvarmam ve niyâzım sanadır. Bana bu
garip sırrı bildir. Yoksa bostanıma hazret-i Hızır mı geldi de, bahçemin
ağaçları ölü iken hayat suyunu içip yeşerdi?" dedi. O esnâda Emîr Sultan,
bahçenin bir köşesinden göründü. İhtiyar durumun hakîkatini anlayıp, hemen Emîr
Sultan'ın ellerine sarılmak istediğinde, o gözden kayboldu. Emîr Sultan'ın duâsı
bereketiyle, bahçedeki ağaçlar ile sebzelerin yeşerip, evvelki gibi meyveli
olduğuna şükretti. İhtiyâr, Allahü teâlânın kudretine hayran kalıp, başından
geçenleri Buhârâ halkına anlattı. Halk gelip, bahçenin hâlini görünce, hayret
etti. Bu kerâmeti görünce insanlar, Emîr Sultan hazretlerinden duâ talebinde
bulundular.
Emîr
Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefât etti. Babasının vefâtından sonra
bir müddet Buhârâ'da kaldı. Sonra aldığı ilâhî emîr üzerine Mekke'ye gitti. Hac
farîzasını yerine getirdikten sonra Medîne'ye geçti. Niyeti, ceddi Resûlullah
efendimizin mübârek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar
orada kalmaktı.
Medîne'ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyyidler için ayrılmış bir
oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyyid olduklarını ve
odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emîr Sultan'ı yanlarına almak
istemediler. Emîr Sultan onlara; "Ben de seyyidim." dedi ise de dinlemediler.
Hattâ; "Senin seyyid olduğunu burada kim bilir? Seyyid olsaydın hâlinden belli
olurdu." dediler. Emîr Sultan onlara; "Ben de burada, Allah'ın garib bir
kuluyum. Bizim yolumuzda gurûr ve kibir yoktur. Gelin berâber kâinâtın efendisi
Resûlullah efendimizin türbesine gidelim. Selâm verelim. Hangimizin selâmına
cevap verirse, onun nesebinin sahîh olduğu belli olsun." dedi. Bu teklif
üzerine, onlar türbeye dahî gitmeden, yüzlerini Resûlullah efendimizin türbesine
dönerek; "Esselâmü aleyke yâ ceddî!" dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi.
Emîr Sultan, ihlâs ve şevkle; "Esselâmü aleyke, yâ ceddî!" dedi. Resûl-i ekrem
mübârek sesiyle; "Ve aleyküm selâm, yâ veledî!" diye cevap verdi. Bunun üzerine
orada bulunanlar, görünüşte fakîr ve hakîr gibi olan Emîr Sultan karşısında
büyük bir mahcûbiyet duydular ve af dilediler.
Emîr
Sultan hazretleri, Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar
orada kalmak niyetinde iken, bir rüyâ gördü. Rüyâsında Peygamber efendimiz ve
hazret-i Ali yanyana oturmuş hâlde idiler. O da gidip edeble yanlarına diz çöküp
oturdu. Hazret-i Ali ona; "Ey Oğlum! Sana cenâb-ı Hak tarafından ceddin
Muhammed'in sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işâret
olundu. Senin önünde, ilerliyen nûrdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede
gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak." dedi. Emîr
Sultan uykudan uyanınca; "Demek ki takdîr-i ilâhî böyle." diyerek yola çıktı.
Hazret-i Ali'nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.
Emîr
Sultan, Medîne'den yola çıkıp Bursa'ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu,
Emîr Sultan'ı gördü ve kalbi ona talebe olmaya meyletti. Hemen silâhlarını
bırakıp, Emîr Sultan'ın yanına gitti. Ondan kendisini talebeliğe kabûl etmesini
istirhâm etti. Emîr Sultan onu talebeliğe kabûl etti. Bir süre sonra bir yol
kavşağına vardılar. Oranın yerlisi olan bir kişi, yolun birinde, geçit vermeyen
bir ejderhâ, büyük bir azman yılanın olduğunu söyledi ve o yoldan gitmemelerini
tenbih etti. Emîr Sultan'ın önünde giden kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan
ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhânın uzandığını gördüler.
Ejderhâ, sanki avını bekler gibi değil de, şerefli bir misâfiri bekler bir
hâldeydi. Emîr Sultan hâriç, herkes ürkek bir hâlde ve endişe içinde yürüyordu
ve; "Acabâ ejderhâ ne yapacak? Kâfileden kimlere saldıracak?" soruları
zihinlerini kurcalıyordu. Kâfilenin önünde bulunan Emîr Sultan, ejderhâya
yaklaşınca, ejderhâ derhâl Emîr Sultan'ın devesinin ayaklarına kapanarak; "Hoş
geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!" dedi. Kâfiledekiler bu durumu hayretler içinde
seyrettiler. Fakat onlara yolda katılan bey oğlu, bu duruma pek inanmadı. O
sırada ejderhâ, derhâl onun üstüne atladı. Beyzâde; "Aman Allah'ım! Yâ Emîr bana
yardım et!" deyince, Emîr Sultan ejderhâya onu bırakması için işâret etti. Bunun
üzerine ejderhâ, derhâl geri dönerek oradan uzaklaştı. Böylece, gencin
kalbindeki şüphe gitmiş oldu.
Emîr
Sultan'ın kâfilesi, Sakarya Nehri kenarında bulunan bir bahçede konaklamıştı.
Bahçede her çeşit meyve vardı. Fakat talebelerden birinin canı hurma istedi. O
sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyveleri
vardı. Ama talebe, olup biteni bir türlü anlamadı. "Acabâ eskiden burada mıydı?
Yoksa ben bunu görmedim mi?" soruları zihnini kurcaladı. Bunu fark eden Emîr
Sultan; "Canın hurma yemek istiyordu, işte hurma, al ye!" buyurdu. Bunun üzerine
talebe, bu durumun hocasının kerâmeti olduğunu anladı.
Emîr
Sultan hazretleri Bursa'ya geldiği zaman, önündeki nûrdan üç kandil, pınar
başında Üç servi civârında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin
yanında durdu. Böylece Emîr Sultan Bursa'ya yerleşti.
Bu
sırada Yıldırım Bâyezîd Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri, Osmanlı
ordusuna büyük zâyiât verdiriyordu. Bu esnâda bir genç, yaralıların yaralarını
sarıyor, bâzan da ellerini açıp duâ ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım
Bâyezîd, bu genç askerin gayret ve mahâretle yaraları sardığını görünce, o gence
karşı kalbinde bir yakınlık hâsıl oldu. Yanına kadar giderek; "Benim de kolumda
yara var, yaramı sar!" deyince, Emîr Sultan cebinden bir mendil çıkarıp;
"Buyurun Pâdişâhım, sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım." dedi. Sabah
olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını
Yıldırım Bâyezîd Hana haber verdiler. Yıldırım Bâyezîd de merak edip kendi
yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye
ettiği mendilin yarısı olduğunu farketti. Akşam yaraları saran askerin, yanına
getirilmesini emretti. Fakat o kimseyi bulamadılar.
Osmanlı
ordusu daha sonra Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesinin fethi için
günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hücûmların en
şiddetli ânında, daha önceki muhârebede askerlerin yaralarını saran genç, kale
kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bâyezîd ve askerleri kaleye girdiler.
Kaledekiler, bu durum karşısında teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden
sonra bu genci aradılar, bir türlü bulamadılar. Yıldırım Bâyezîd Han, Rumeli
fethinden sonra Bursa'ya gelmeyip Edirne'de konakladı.
Bu
sırada Yıldırım Bâyezîd'in kerîmesi (kızı), rüyâsında Peygamber efendimizi
gördü. Resûl-i ekrem ona; "Oğlum Muhammed Buhârî ile evlen, sakın beni kırma ve
sözümü dinle!" buyurdu. Temiz rûhlu, edeb ve hayâ sâhibi Hundî Fâtıma Sultan,
rüyâsını kimseye söyleyemedi. Ertesi gün yine Resûl-i ekremi rüyâda gördü.
Server-i âlem, ona; "Eğer âhirette benden şefâat etmemi istiyorsan, Muhammed
Buhârî ile evlen." buyurdu. Hâlbuki Hundî Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi
Süleymân Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. Emîr Sultan, zâhiren fakîr ve
garîb bir kimse idi. Hundî Sultan, bu çâresizlikler içinde bunalıp, duâ etti.
"Acabâ Emîr Buhârî'nin bundan haberi var mı?" dedi. Kiminle ve nasıl haber
gönderebileceğini düşünüyordu. Sonra kendisi gibi edeb ve hayâ sâhibi
hizmetçisine rüyâsını anlattı ve durumu Emîr Sultan'a bildirmesini söyledi.
Hizmetçisi gidip durumu Emîr Sultan'a anlatınca, o; "Bizim de mâlûmumuzdur.
Nikâhımız, Allahü teâlâ tarafından kıyıldı. Dînimiz üzere burada da kıyılması
gerekir. Durumu Hundî Fâtıma Sultan'a iletin." dedi. Bunun üzerine Emîr Sultan,
dünürler gönderip sultânın kızını istedi. Fakat Vâlide Sultan kızını vermek
istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; "Emîr Sultan'a söyleyin, kırk deve yükü
altın getirirse kızımı veririm." dedi. Emîr Sultan hazretleri de; "Sultan
vâlidemiz develeri göndersinler, isteklerini yerine getirelim. İstediği
altınları gönderelim." deyince, sarayı bir telâş aldı. Bu işe kimsenin aklı
ermedi. Böyle fakir bir dervişin kırk deve yükü altını nasıl vereceğini,
şaşkınlıkla karşıladılar. Saraydan kırk deveyi Emîr Sultan'a götürdüler. Emîr
Sultan, develerle birlikte Nilüfer Çayının kenarına gitti. Develeri getirenlere;
"Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız
altın olsun." buyurdu. Kimisi şüphe ederek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri
ve keselerini doldurdular. Kırk deveden meydana gelen kervan saraya girince,
Emîr Sultan; "Boşaltın, istediğiniz altın olsun." dedi. Heybeler boşaltılınca,
hepsi altın oldu. Kimi kendisi için de almadığı, kimisi de yolda aldıklarını
döktüğü için çok pişmân oldu.
Emîr
Sultan ile Hundî Fâtıma Sultan'ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan,
kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emîr Sultan'a gönderdi.
Emîr Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet
etmekte idi. Harem Ağası içeri girip; "Vâlide Sultan'dan." diyerek, bohçayı Emîr
Sultan'a verdi. Bohçayı bir kenara bırakan Emîr Sultan, onların sıhhat ve
âfiyetleri için duâ etti. Sonra bohçayı açıp, içinden bir mendil aldı. Mendilin
içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı. Tebessüm ederek Harem Ağası'na;
"Vâlide Sultan'a selâm söyleyiniz. Biz fakir dervişlerin, sultânlara hediyesi
ancak böyle köz parçaları olur. Kabûl etmelerini arz ederim." dedi. Harem Ağası,
herkesin şaşkın bakışları arasında oradan ayrıldı. Yolda giderken mendilin yanıp
yanmadığını merak etti; fakat mendilden duman bile çıkmıyordu. Saraya kadar
kendisini zor tuttu. Hediyeyi Vâlide Sultân'a teslim etti. Mendil sarayda
olanların merakları arasında açıldı. Mendilin içinden ateş tâneleri değil,
gözleri kamaştıran elmas parçaları çıktı. Bu durumun, Emîr Sultan hazretlerinin
kerâmeti olduğu anlaşıldı.
Nikâh
haberi Edirne'ye ulaşınca, Yıldırım Bâyezîd, Kapıkulu askerlerinden kırk askeri
Süleymân Paşanın emrine vererek, Emîr Sultan'ın ve Hundî Hâtun'un başlarını
getirmesi için Bursa'ya gönderdi. Süleymân Paşa Bursa'ya gelince, Vâlide
Sultandan onları istedi. Vâlide Sultan vermeyince, kırk asker, Vâlide Sultan'ın
sarayına saldırdı. Vâlide Sultan, onların bu saldırısından korktu. Emîr Sultan
onun bu hâlini görünce, ona; "Bu dehşet ve korkunuz nedir? Allah aşkına
söyleyin." dedi. Sonra Vâlide Sultan'a "Şu yayı alın ve oku gerin. Ben bakayım
siz atın." dedi. Vâlide Sultan; "Ben ok atamam." deyince, Emîr Sultan; "Siz oku
takın, o kendiliğinden gider." dedi. Bunun üzerine Vâlide Sultan, pencereden
askerlere karşı oku kirişe koyup, bıraktı. Yeşil ok, parlayarak gidip kırkına
saplandı. Askerler derhâl kaçtılar. Vâlide Sultan; "Yâ Emîr Sultan! Niye oku sen
atmadın da bize attırdın?" diye sorunca, Emîr Sultan; "Eğer oku biz atmış
olsaydık, hem o askerlerin, hem de Osmanoğullarının nesilleri helâk olurdu. Onun
için bu işi size yaptırdık." dedi.
Pâdişâhın, Emîr Sultan'ın ve kızı Hundî Sultân'ın öldürülmesi için Bursa'ya
asker gönderdiğini duyan Molla Fenârî, Yıldırım Bâyezîd'e şu mektubu yazdı:
"Mektubuma, dâimâ kullarına acıyıcı olan Allahü teâlânın adıyla başlarım.
İnsanların en âcizi olan ben, Türk ve İslâm memleketlerinin koruyucusu,
Osmanoğullarının övündüğü ve Hak uğruna savaş edenlerin başkanı, İslâm dîninin
ve müslümanların yardımcısı olan, Pâdişâhımın ömrünün uzun olmasını ve evlâdının
çoğalıp kıyâmete kadar şan ve şerefle yaşamasını Rabbimden niyâz ederim.
Sultânımızın şunu bilmesi gerekir. Bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ'dan
önce, Îsâ aleyhisselâm, kendine inananlardan üç kişiyi Hak dîne dâvet için bir
beldeye göndermişti. Fakat oranın halkı, onları yalanlayıp ödürdüler. Bu
cinâyeti işledikten sonra, sevinerek evlerine gittiler. Cenâb-ı Hak onların bu
davranışlarından râzı olmadı ve Cebrâil aleyhisselâma, o belde üzerinde
yürekleri parçalayıcı, korkunç ve keskin bir sesle haykırmasını emretti. Cebrâil
aleyhisselâm haykırınca, oradakilerin hepsi bir anda öldü. Böyle büyük bir
felâkete düşmekten Allahü teâlâya sığınırız.
Şimdi
bizim de Sultânımızdan bir ricâmız vardır. Dün öldürülmesini emrettiğiniz Emîr
Sultan, Resûl-i ekremin neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz
kalbli, Peygamber neslinden bir kişi, zamânımıza kadar Anadolu'ya ayak
basmamıştır. Buna benzer aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler
göndererek Buhârâ'dan Anadolu'ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir
şeref olurdu. Böyle yapmadığınız hâlde, mânevî irâde üzerine yurdumuza gelen bu
zât dolayısıyla Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız takdirde, dünyâ ve
âhiret saâdetiniz artacaktır.
Şunu da bildireyim ki, bu
dâmâdınız, Peygamber efendimizin; "Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının
peygamberleri gibidir." buyurduğu kimselerdendir. Bizim böyle seyyidlerden
gördüğümüz feyz eserlerini, hazret-i Muhammed'den sonra kimse
göstermemiştir. Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz,
bütün yurdumuzun felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman
sultânımızındır."
Aradan
günler geçtikten sonra Bursa'ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultânı karşılayanlar
arasında Emîr Sultan da vardı. Yıldırım Bâyezîd, onunla selâmlaşınca, harb
meydanında askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. Sultan,
ona şifreli olarak; "O el çabukluğu ne idi?" diye sordu. Emîr Sultan; "Allah'ın kuvvet ve yardımı, o
bîat edenlerin vefâ ve sadâkatlerinin üzerindedir." (Feth sûresi: 10)
meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Yıldırım Bâyezîd; "Ya o mendilin
yarısı ne oldu?" diye sorunca, Emîr Sultan; "Babacığım, o mendilin yarısı
cebimdedir. Bendeniz dâmâdınız Muhammed Şemseddîn." dedi. Yıldırım Bâyezîd Han
atından inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamıyarak ikisi de ağladılar.
Sultan
Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganîmetler ile
müslümanların ibâdet etmeleri için, Bursa'nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak
istedi. Bu durumdan vezîrini de haberdar etti. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun
görüldü ve arsa sâhiplerine mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül
rızâsıyla arsalarını verdiler. Fakat câminin inşâ edileceği yerde bir ihtiyar
kadıncağızın evi vardı. Bu hanım; "Ben evimi satmam." diye inâd etti. Ona; "Bize
bu ev mutlaka lâzım." denildi ise de, hiçbir kimsenin, sözünü dinlemedi. Sultan
Yıldırım Bâyezîd Han da o kadının yanına gidip, durumu anlattı. Fakat, kadını
fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan, dîvânı toplayarak bu husûsu görüştü.
Dîvânda, Emîr Sultan hazretlerine durumun bildirilmesi ve ona göre hareket
edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emîr Sultan'ın huzûruna giderek
durumu anlattı ve; "Sizin hizmetinize muhtâcız, yoksa câmi-i şerîf yapılamaz."
dedi. Emîr Sultan; "Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır." diyerek Sultânı
teselli ve teskin etti. O gece ihtiyar kadın rüyâsında, mahşer günündeki hâlini
gördü. Herkes Muhammed Mustafâ'dan şefâat umup, Cennet tarafına gidiyordu.
İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet'e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı
için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyar kadın feryâd
etmeye başlayınca, zebâniler ona; "Niye ağlıyorsun?" diye sordular. İhtiyar
kadın; "Müslüman tâife Cennet'e gitti. Ben kaldım, onun için ağlarım." dedi. O
sırada gâibden bir ses; "Eğer sen de Cennet'e gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd
Hana evini sat, inâd etme, yoksa inatçılardan olup, ehl-i nâr, cehennemlik
olursun." dediği ânda, ihtiyar kadın hemen uyandı. Uyandığı zaman, evinin bir
nûr ile kaplanmış olduğunu gördü. "Elhamdülillah ben de Cennet ehli oldum."
diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgûl oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini sattı ve
câminin yapılmasına vesîle oldu.
Emîr
Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çarpışmasının önüne
geçemedi. İki müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemeyen Emîr
Sultan, sonucun ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara Savaşının başlamasına
çok az bir zaman varken, hanımı Hundî Hâtun; "Niçin babamı yalnız bırakıyorsunuz
yâ Emîr?" diye sordu. Emîr Sultan; "Telâşın boşunadır yâ Hundî! Bu savaş bizim
aleyhimizedir. Bunu muhteşem pederinize daha önce arzettim." deyince, hanımı;
"Ne olursa olsun. Şu anda babamın yanında olmanızı arzu ediyorum." dedi.
Hanımının isteği üzerine Allahü teâlânın izniyle bir anda cepheye vardı. Orada
Sultan Bâyezîd Han ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan
Pâdişâhı, savaştan vazgeçiremedi. Emîr Sultan'ın îkâz ettiği şekilde, savaş
Yıldırım Bâyezîd'in aleyhine sonuçlandı.
Ankara
Savaşından sonra Tîmûr Hanın ordusu Bursa önlerine gelip konakladı. Ordu uzun
süre burada kaldığı için, Bursa'da yiyecek tükendi ve halk sıkıntı içine düştü.
Bunun üzerine halk Emîr Sultan'a gidip yardım istedi. Emîr Sultan onlardan
birisine; "Tîmûr'un ordusuna git, orada kumral sakallı, kırmızı yüzlü, kimsenin
yüzüne bakmayan, bizi yürekten sevenlerden bir eskici var. Ona selâm söyle ve
bir aydan beri müslümanlar yiyeceksiz kaldı. Göçmezler mi acabâ? de!" buyurdu.
Bu emri alan kişi, Tîmûr'un ordusundaki eskiciyi buldu ve Emîr Sultan'ın
sözlerini nakletti. Eskici Baba; "Evet, buraya geleli epey oldu. Artık göç vakti
geldi." diyerek elindeki iğne ipliği bir kutuya yerleştirdi. O anda orduda
toplanma hazırlıkları başladı. Kısa süre sonra Tîmûr'un ordusu şehri terk etti.
Yıldırım Bâyezîd'in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya'da bulunan
Şehzâde Çelebi Mehmed, bir gün Molla Ali'yi huzûruna dâvet edip dedi ki: "Yâ
Molla Ali! Meydana gelen hâdiseden ibret aldın mı? Babam Yıldırım Bâyezîd'in
başına gelen musîbet ve belâların sebeplerini düşünebiliyor musun? Görüyorsun
ki, herbirimiz bir yere ayrıldık. Kardeşim Mûsâ Çelebi, Îsâ Çelebi'nin üzerine
yürüdü ve Bursa'da tahta oturdu. Kardeşim Süleymân Çelebi ise Edirne'de tahta
oturdu. Düşman bizden korkarken, şimdi biz âleme maskara olduk. Özellikle
Edirne'de oturan kardeşim Süleymân Çelebi'nin fitne ve fesâdından korkulur. Din
ve devlete taşıdığım iyi niyet ve gayret, bu olaylar karşısında beni daha da
hassas kıldı. Gel seninle tac ve taht düşüncesini terk ederek hacca gidelim!"
Çelebi Mehmed hem söylüyor, hem ağlıyordu. Akşam ikisi de istihâreye yattı.
Çelebi Mehmed rüyâsında dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr'ı gördü. Yanında Emîr Sultan
vardı. Ona bir kılıç, bir de eğerlenmiş at vererek; "Haydi yiğidim! Din
esâslarını ikâme eyle!" dediler. Çelebi, ata binmek istemediği hâlde, çâresizlik
içinde binmek zorunda kaldığını ve Gelibolu istikâmetine hareket ettiğini gördü.
Molla, aynı gece rüyâsında Bursa'da olduğu ve Çelebi Mehmed'i tahtın üstünde,
Mûsâ Çelebi'yi ise tahtın altında gördü. Bunun üzerine Mehmed Çelebi, Bursa'ya
hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti. Rüyâda gördüğü gibi Osmanlı tahtına sâhib
oldu.
Bir gün
sohbet esnâsında bir zât, Emîr Sultan'a, Peygamber efendimizin mîrâca çıkmasının
cismânî mi, yoksa rûhânî mi olduğunu sordu.ÊEmîr Sultan hazretleri buyurdu ki:
"Ceddim Resûl-i ekrem, mîrâca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz,
sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız
olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun
doğruluğu, Necm sûresinde bildirilmiştir. Resûl-i ekrem için cümle melâike ve
bütün mahlûkât salevât getirirler. Böyle yüksek bir zâtın mîrâcında, bedenen
veya rûhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir
defâ değil, dört yüz kere mîrâc yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allahü teâlâ bir
hadîs-i kudsîde; "Ey Habîbim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım."
buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî, bunun doğru olduğunu gösterir."
Emîr
Sultan hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlânın yolunda olan bir kimsenin
kalbinde, Allahü teâlâya kavuşmaktan başka bir arzu bulunmaz."
Talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyâmda şöyle gördüm: Bursa'nın uzak
kasabalarından birkaç kişi: "Bursa'da bir evliyâ var. Allahü teâlânın izniyle ne
hâcetin varsa verirmiş." diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların
dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duâsını alalım diye birlikte
Bursa'ya gittik. Dergâha girip Emîr Sultan'ı görünce bayılmışım. Aklım başıma
gelince, ayağa kalkacak tâkati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin
yanına vardım. "Sultânım, beni talebeliğe kabûl edin!" dedim. "Kâbûl eyledik!"
diyerek mübârek elleri ile sırtımı sığadılar. Heyecanla uyandım. Rüyâmı anneme
anlattım ve tâbir etmesini istedim. Annem; "Sen hemen o büyük velînin yanına
koş, himmetine kavuşarak duâsını al." dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın,
rüyâmdaki gibi; "Gidip Emîr Sultan'ı ziyâret edelim. Onun duâsını alalım." diye
yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyâmdaki gibi, sırayla dergâha girip
huzûrlarına çıktık. Emîr Sultan'ın mübârek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan
gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekliyerek ayak
uçlarına kadar gittim. "Bizi talebeliğe kabûl buyurun Sultânım." deyince; "Biz
seni talebeliğe kabûl edeli kırk yıl oldu." buyurdular.
Emîr
Sultan'ın büyük sevgi ve saygı gördüğü, adının yediden yetmişe herkesin dilinde
dolaştığını duyan iki kişi, ziyâretine gitti. Yolda giderken biri; "Benim
gönlümdeki tâze ekmek ile kaymak olsun." diğeri de; "Benimkisi de hayır duâ
olsun." dedi. Dergâha vardıklarında Emîr Sultan talebeleri ile bahçede sohbet
ediyordu. Emîr Sultan; "Şu gelenlerden filâna ekmek ve kaymak verin, ötekisi
için de hayır duâ edelim. Nefsinin hevâ ve hevesinden uzak ve Allah korkusunda
müdâvim olsun!" buyurdu. Kalbinden hayır duâ isteyen zât, Emîr Sultan'ın
talebesi olarak uzun yıllar hizmetinde bulundu.
Hacı
Bayrâm-ı Velî, Emîr Sultan ile sohbet etmek için talebelerinden bir kısmı ile
Bursa'ya gitti. O sırada Emîr Sultan'ın Bursa kalesi kenarındaki evleri harâbeye
döndüğü için, ustalar tarafından tâmir ediliyordu. O esnâda marangozlar
ellerinden büyük bir ağacı düşürdüler. Emîr Sultan'ın mübârek bakışları düşen
ağaca ilişince, ağaç boşlukta kaldı. Hacı Bayrâm-ı Velî bu olaya şâhid oldu ve
içinden; "Herhâlde Emîr Sultan, bana kerâmetlerinden birini göstermek istedi."
diye geçirdi. Emîr Buhârî ona; "Biz, bununla size kerâmet göstererek evliyâdan
biri olduğumuzu isbatlamak istemedik. Kale kenarında çocuklar oynuyorlardı. Ağaç
onların başına düşüp ezilmesinler diye böyle yaptık. Gâyemiz, çocukları büyük
felâketten kurtarmaktı." dedi. Çocuklar oradan kaçtıktan sonra ağaç yere düştü.
Bursa
tüccarlarından Hoca Kâsım, Emîr Sultan'a bir sarık hediye etti. O da, tüccâra
bir mikdâr para verdi. Hoca Kâsım, o parayı alarak kesesine koydu ve çarşıda
gezerken, otuz bin dirheme satılan büyük bir elmas gördü. Onu almak istedi,
fakat kesesinde o kadar çok para olmadığını bildiği için üzüldü. Sonra aklına,
kesesindeki paraları saymak geldi. Paraları sayınca, otuz bin dirhemden fazla
olduğunu hayretle gördü. Hemen o elması aldı. Aynı gün elmastan anlayan bir
yahûdî, o elmasa yüz otuz bin dirhem verince, Hoca Kâsım yahûdîye elması sattı.
Bunun Emîr Sultan'ın bir kerâmeti olduğunu anlayan Hoca Kâsım, Emîr Sultan için
bir dergâh yaptırdı.
Sarı
Yûsuf şöyle anlatır: "Bir gün Bursa'da, Emîr Sultan'ın huzûrunda oturuyorduk.
Emîr Sultan sohbet ediyordu. O ânda hiç başıma gelmeyen bir şey oldu. Âniden
uykum geldi. Öyle ki, göz kapaklarımı kaldıramıyordum. Durumu fark eden Emîr
Sultan; "Biraz uyu!" diyerek bana izin verdi. Ben de uyudum. Bir süre sonra
korkulu bir rüyâ görerek uyandım. Emîr Sultan'ın elinde bir kalkan vardı. Tekrar
uyuya kaldım. Yine korkulu bir rüyâ görerek uyandım. Emîr Sultan'ın elinde aynı
kalkan duruyordu. Uykum kaçtı ve merakla Emîr Sultan'a kalkanı neden
tuttuklarını sordum. Emîr Sultan şöyle cevap verdi: "Kırım'da bizi seven bir zât
var. Şu ânda gönlümüze yönelmişti. Bu meclisde uyumandan hâtırı incindi. Sana
doğru ok attı. Ben de kalkanla engel oldum. Yine attı, tekrar oka mâni oldum.
Sonra o, senin bizim müsâdemizle uyuduğunu anlayınca, pişman olup, okun sana
değmediğine şükretti."
Emîr
Sultan, bir gün öğle namazını kılmak için evinden dışarı çıktı. Talebeleri de
onu tâkib etti. İçlerinden Mûsâ Baba; "Sultânım! Ne olaydı, şurada bir su
aksaydı da müslümanlar namaz için abdest alsaydı." dedi. Bu sıra Emîr Sultan,
asâsına dayanmış tefekkür ediyordu. Eûzü Besmele çekerek, asâsını yerinden
oynattı. Oradan bir su kaynayıp coştu. Bunun üzerine talebeler, Allahü teâlâya
hamd ü senâ ettiler.
Emîr
Sultan bir gün abdest alırken, yanına bir talebesi geldi. Talebesine nereden
geldiğini sorunca, şehirden geldiğini söyledi. Emîr Sultan; "Bizim için ne
diyorlar?" deyince de; "Kimyâya mâliktir, diyorlar." cevâbını verdi, bunun
üzerine Emîr Sultan; "Kimyâ odur ki, akan su saf altın olur." dedi. Daha
sözlerini bitirmeden, kollarından akan sular altın oldu.
Şeyh
Sinân şöyle anlatır: Henüz küçük idim. Babamla bahçemize kavun, karpuz ektik. Ne
kadar çabaladık ise, ektiğimiz kavun ve karpuzlar bir türlü istediğimiz gibi
yetişmedi. Bir gün bostanda, üzüntülü bir şekilde oturuyordum. Babam ise köye
dönmüştü. O sıra âniden, at üstünde, yeşil kaftanlı bir zât peyda oldu. Benden
çekirdek istedi. Ben de verdim. Çekirdeği alıp tarlaya saçtı. Bir ânda tarla
çimlendi ve kavun, karpuz yetişti. Benden bir karpuz istedi. Ben de koparıp
verdim. Karpuzu ikiye böldü. Yarısını kendisi aldı, diğer yarısını da babama
vermemi tenbih etti ve; "Bana Emîr Sultan derler. Söyle babana, seni Bursa'ya,
benim yanıma getirsin." dedi. Ben de; "Bâşüstüne, emrinizi yerine getiririm."
dedim. Yeşil kaftanlı zât, bir ânda kayboldu. Bir müddet sonra babam geldi.
Kavun, karpuzları yetişmiş görünce şaşırdı ve; "Ey oğul! Tarlaya Hızır mı geldi?
Yoksa Allahü teâlânın sonsuz kudretinden bir hikmet ve sırrın tecellisi mi oldu?
Çünkü, mevsim henüz ekilenlerin büyüme zamânıdır ama ne hikmetse, bostan
yetişmiş durumdadır." dedi. Sonra Allahü teâlâya duâ etti. Ben babama, Emîr
Sultan'ın dileklerini ve tenbihini aktardım. Babam da; "Başım, gözüm üstüne!"
diyerek, beni Bursa'ya Emîr Sultan hazretlerinin huzûruna götürdü. Huzûra
vardığımızda, çok yorulmuş ve karnımız acıkmıştı. Emîr Sultan, hanımına yemek
hazırlamasını söyledi. Önümüze bulamaç yemeği geldi. Yemek çok lezzetli idi.
Hayâtımda öyle yemek yediğimi hatırlamıyorum. Uzun müddet Emîr Sultan'ın
hizmetinde bulundum. Sonunda; "Fesâd ehlini ıslâh eyle. Himmet ve inâyetle
müslümanlara nasîhat et. Tâ ki, senin Kur'ân-ı kerîme dayalı doğru yolunu
duyanlar da, yaptıkları hatâlarından dönsünler." diyerek bana hilâfet verdi."
Emîr
Sultan hazretleri, bir gün Ali Efendi isimli talebesini Balıkesir'e göndermek
istediler. O talebe kalbinden şöyle geçirdi: "Acaba Balıkesir'e varıp gelinceye
kadar vaktimi nasıl geçireyim?" Hemen kalkıp tesbihlerini getirip eline verdiler
ve; "Gidip gelinceye kadar bu tesbihle meşgul ol." buyurdular. Talebe tesbihi
alıp yola düştü. Balıkesir'e Cumâ vakti vardı. Emîr Sultan'ın îkâz için
gönderdiği hoca efendinin hutbesine yetişti. Sonra ona bozuk düşüncelerini ve
doğrusunu anlattı. Fakat o, Emîr Sultan'ın talebesini dinlemedi ve kendi
düşüncesinde ısrâr etti. Talebe geri dönerken, akşam karanlığında bir köye
girdi. Köye girdiği sırada, dere kenarındaki kumluk bir yere bastı ve kayarak
düştü. O esnâda tesbih elinden kayboldu. Ne kadar aradı ise bulamadı. Yolculuk
bittiğinde, ağlayarak Emîr Sultan hazretlerinin huzûruna girdi. "Yâ oğlum!
Yolculuğun nasıl geçti, hâlin nasıldır?" buyurdular. O da; "Sultânım içim
yanıyor. Karanlıkta ayağım kaydı, tesbihi suya düşürdüm." dedi. Bunun üzerine
Emîr Sultan; "Yâ oğlum! Onun için niye üzülürsün? Biz onu suya düşürmedik." dedi
ve cebinden tesbihi çıkarıp verdi.
Bir gün
bir köylü, Emîr Sultan'ın huzûruna gelip; "Sultânım, bir sıkıntım var. Başım
dertte, bana bir duâ yazın ve himmet edin." dedi. Ali Hoca isimli talebesine
işâret edip; "Yazıyoruz." dedi. O da duâyı yazdı. Emîr Sultan ve yanında bulunan
talebeleri kime duâ yazsa, Allahü teâlânın izni ile şifâ bulurdu. Hattâ öyle
olurdu ki, sar'a hastaları gelse, şifâ bulup giderler ve ömürlerinin sonuna
kadar, bir daha hasta olmazlardı.
Emîr
Sultan hazretleri, devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde oturur ve
mübârek dudakları devamlı hareket ederdi. Şu şiiri sık sık söylerdi:
Eğer
gönlün benimle olursa,
Yemen'de olsan bile yanımdasın.
Eğer
gönlün benimle değilse,
Yanımda
olsan bile uzaktasın.
Dinle
bak Hak ne hoş söyledi.
Zebur'unda Dâvûd'a buyurdu.
Düşman
ol önce nefs belâsına,
Ondan,
bana uymakla kurtulasın.
Gel
şimdi sen de düşman ol nefsine,
Zâyi
eyle onu her ne dilerse,
Eğer bu
işte atarsan riyâyı,
Kendine
rehber kıl evliyâyı.
Eğer
anlarsan budur sana ol,
Nefsinin şerrinden halâs ol,
Nefsinin murâdından uzak dur.
Düşersen eğer şeytana uzak dur.
Emîr
Sultan hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazâda kullanılmak üzere
asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isâbet
ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını
emr ederdi. Şeyh-ul-İslâmın da hazır bulunduğu bir gün, Emîr Sultan okunun ve
yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislâma verilmesini
emr buyurdu. Yay ile ok, Şeyh-ul-İslâma verildi. Emîr Sultan ona; "Oku doğuya
doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun." buyurdu. Şeyh-ul-İslâm,
emîrleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü. Orası, o
zaman ağaçlık ve yeşillik idi. Hâlbuki ok atılan yer ile, düştüğü yer arası çok
uzak idi. Atmak ile oraya gitmesi mümkün değildi. Zîrâ okun atıldığı yer ile
düştüğü yer arasındaki mesâfe, üç ok atımlık idi. Orada bulunanlar, bu işin Emîr
Sultan'ın kerâmeti olduğunu anladılar.
Emîr
Sultan 1430 (H.833) senesinde Bursa'da vebâ hastalığından vefât etti. Vefât
ettiğinde 63 yaşındaydı. Emîr Sultan vefât ederken, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin
yıkayıp, cenâze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Vefât ettiği gün Hacı
Bayrâm-ı Velî mânevî bir işâret ile Bursa'ya geldi. Gasil ve tekfin işlerini
yaptı ve cenâze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa'nın doğu kısmında
yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.
Emîr
Sultan hazretlerinin türbesi yapılırken türbeyi yapan zât, rüyâsında Emîr
Sultan'ı gördü. O zâta; şurayı şöyle yap, burayı böyle yap diye, türbesi
bitinceye kadar, her gece rüyâda emîr verdiler. O zât, türbe yapımını
bitirdikten sonra, bir daha Emîr Sultan'ı rüyâsında görmedi.
İznikli
âlim bir zâtın oğlu, bir gün uzun bir süre kalmak için Emîr Sultan hazretlerinin
türbesine geldi. Altı gün sonra, oradan ayrılmaya karar verdi. Emîr Sultan'ın
talebeleri ona; "Efendim, siz uzun zaman kalacaktınız. Niye şimdi gidiyorsunuz?"
diye sordular. O da; "Benim bir ihtiyâcım vardı. Kırk yıl çile çeksem o murâdıma
kavuşamazdım. Emîr Sultan hazretlerinin rûh-ı şerîflerini vesîle edip, uzun süre
îtikâfta kalmak için buraya gelmiştim. Fakat Emîr Sultan'ın himmeti yetişip
feyzi nehirler gibi aktı. O murâdıma altı günde kavuştum. Bunun için şimdi
gidiyorum." dedi.
Yavuz
Sultan Selîm, Mısır seferine çıktığında Yenişehir'de bulunduğu sırada Bursa'ya
gelerek, atalarının kabirlerini ziyâret etti. Emîr Sultan hazretlerinin
türbesine gelip, onun rûhâniyetinden yardım dilerken, Emîr Sultan hazretlerinin
kabrinden; "Yâ Selîm! Üdhulû Mısra İnşâallahü âminîn! (Ey Selîm! İnşâallah
Mısır'a emniyet içinde giresiniz!)" diye bir nidâ işitildi. Duyanlar; "Müjdeler
olsun pâdişâhım! Size Mısır'ın fethi müjdelendi!" dediler.
Emîr
Sultan'ın vefâtından yaklaşık iki asır sonra, yanında arslan ile dolaşan bir zât
Bursa'ya geldi. Emîr Sultan'ın türbesini ziyâret etti. Bu sırada arslanını bir
ağaca zincir ile bağladı. Biraz sonra zincirini koparan arslan, âşık gibi
türbenin kapısına geldi ve gözlerinden yaş aka aka Emîr Sultan'ı ziyâret etti.
Sonra olduğu yere dönerek sâhibini bekledi.
Dûyi
Halîfe adıyla meşhûr bir zât vardı. Ona; "İlmi kimden tahsîl ettin?" diye
sorulduğunda; "Üstâdım Emîr Sultan hazretleridir. Bir gün, babam ve birçok kişi
ile Emîr Sultan hazretlerini ziyârete gitmiştik. Mübârek nazarlarına kavuşup,
elini öptük. Babama bakıp; "Oku." buyurdular. Babam Kur'ân-ı kerîm okumaya
başladığında, oradakilerin birçoğu kendinden geçip ağladı. Ondan sonra babamın
bütün çocukları çok güzel Kur'ân-ı kerîm okurlardı. Hatta kız kardeşlerim bile
bizim gibi okurdu." dedi.
Yahyâ
Halîfe diye tanınan bir vâiz vardı. Bu zât şöyle anlatır: "Ben, nerede bir velî
kulun olduğunu duysam, derhâl oraya gidip hizmetle şereflenirdim. Nihâyet Emîr
Sultan'ın talebelerinden Sinân Halîfe'nin yanına gittim. Kendisine; "Sizden
murâdım, elinizde tövbeye erişip nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i mutmainneye
kavuşmak ve kalbimi temizlemektir." dedim. O da bana; "Bursa'da Emîr Sultan'ın
kabrine gideceksin, orada tövbe eli sana nasîb olacak." dedi. Oradan ayrılarak,
hiç dinlenmeden Bursa'ya gittim. Emîr Sultan hazretlerinin kabrine vardım. Emîr
Sultan'ı kabrinin üzerinde oturur gördüm. Hürmetle selâm verip, elini öptüm ve
tövbe ettim. Sonra gözümden kayboldu. Böylece, murâdıma erişip, dünyâ ve âhiret
saâdetine kavuştum."
İznik'te medfun bulunan velîlerden Eşrefoğlu Abdullah, sağlığında bir iş için
Bursa'ya gitmişti. Fakat fırsatı olmadığı için, Emîr Sultan'ın kabrini ziyâret
edememişti. İznik'e geri dönerken, yolda Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşayı gördü
ve ona; "Siz her hâlde Bursa'ya gidiyorsunuz. Emîr Sultan hazretlerinin kabrini
ziyâret ettiğinizde, selâmımı iletmenizi sizden ricâ ediyorum." dedi. İbrâhim
Paşa, Bursa'ya girer girmez Emîr Sultan'ın türbesinin bulunduğu yere gitti. İki
rekat namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuduktan sonra Emîr Sultan'ın türbesine girdi
ve; "Sultânım! Eşrefoğlu Abdullah, size selâm söyledi." dedi. O ânda türbeden;
"Ve aleykesselâm." sesi geldi. Orada bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar.
İbrâhim Paşa diyor ki: "Bu heybetli sesten dolayı bir süre kendime gelemedim."
Mücâhid
Bahâdır şöyle anlatır: "Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında bir sefere
katılmıştım. Bir kale muhâsara edilmişti. İslâm askerleri düşman kalesine
tırmanıyorlardı. Ben de bir yerden burçlara doğru tırmanmaya başladım. Kale
burcuna yaklaştığım sırada, önüme bir kaya parçası çıktı. Bu kaya parçası
yüzünden yerimden oynıyamıyordum. O sırada aklıma Emîr Sultan geldi ve cânu
gönülden; "Ey Emîr Sultan! Bana yardım eyle! Beni bu belâdan kurtar!" diye
yalvardım. Birdenbire karşımda bir nûr şelâlesi gördüm. İçinden yeşil elbiseler
giyinmiş bir zât belirdi. Bana engel olan taşın üstüne geldi. Üstündeki
elbisesini sarkıtıp; "Ey Gâzî! Elbiseye tutun! Sakın korkma!" dedi. Ben de; "Yâ
Allah!" deyip, tutundum ve engeli aşmış olarak kendimi kalenin içinde buldum.
Emîr Sultan hazretlerinin elini öpüp, ayağının tozuna yüzümü sürmek istediğimde,
gözümden kayboldu. Nereye gittiğini de anlayamadım."
Penç
kalesi, Süleymân Şah zamânında mücâhid gâzîler tarafından alınmak istendi.
Kaleyi top ve tüfekle günlerce muhâsara altında tuttular. Bu sırada yirmiden
fazla gâzî, orduya azık getirmek için, Penç Kalesinin ilerisindeki Lince
vilâyeti taraflarına giderlerken, yolda bol miktârda ganîmet ele geçirdiler.
Gazîler bu ganîmetin verdiği sevinç içinde yollarına devam ederlerken,
karşılarına yedi yüz kadar düşman askeri çıktı. Gâzilerin sayısı az olduğu için
onlara teslim oldular. Düşman askerleri bunları alıp, Lince'ye yedi gün mesâfe
uzaklıkta ve deniz kenarında bulunan Papa Suntüres Kalesine hapsettiler. Bu
kalenin tâmire ihtiyâcı vardı. Bu yüzden esir müslümanları tâmir için gündüz
çalıştırırlar, gece hapsederlerdi. Bu esirlerin içinde, Ahmed Zâza isminde bir
zât vardı. Bu zât şöyle anlatır:
"Beni
ve altı arkadaşımı bir papaza hizmet için verdiler. Papaz her gün bize; "Gelin
bizim dînimize girin. Sizi evlendirelim. Elinize para verip, sizi rahat
ettirelim." diye teklifte bulunurdu. Sonunda papaz bizi, hıristiyan
yapamayacağını anlayınca, bizim yanımıza gelmez oldu. "Canın Cehennem'e ey
papaz!" diyerek, yedi yıl papaza hizmet ettik. Günlerden, düşmanlarımızın yortu
dedikleri bir gün idi. Hizmetinde bulunduğumuz rahip ile birkaç papaz aralarında
konuşup, içki içtiler. Bir süre sonra sarhoş olup akılları başlarından gitti ve
yere yıkılıp kaldılar. Ben, boğazımda ve ayağımda zincirlere bağlı halkalar
olduğu hâlde hapishanede yatıyordum. Gece yarısı rüyâmda; "Emîr Sultan geliyor!"
dediler. O ânda yeşil elbise giymiş nûrânî yüzlü bir zâtın bana doğru
yöneldiğini gördüm. O zât yanıma geldi, elini boğazımdaki zincire uzatıp,
çıkardı. Bana; "Ey mahpûs! Şimdi kâfirlerden sen ve arkadaşların kurtuldu. Hemen
vatanınıza gidiniz." dedi. Hemen uyandım. Boğazımdaki zincirin çıktığını gördüm.ÊAllahü
teâlâya hamd edip, yanımda yatan arkadaşlarımı uyandırdım ve onların
ayaklarındaki ve boynundaki zincirleri çıkardım. Sonra gördüğüm rüyâyı anlattım
ve; "İnşâallah, şimdi serbestsiniz. İsterseniz bana tâbi olunuz." dedim. Onlar
da; "Sana itâat ettik ve uyduk." dediler. Onlara; "Gelin şimdi papazlar ne
haldedir onları görelim." dedim. Onlar da râzı oldular ve yukarıya çıktık.
Papazlar kendilerinden geçmiş bir hâlde yatıyorlardı. Kılıçları duvarda asılı
idi. Hemen arkadaşlarımla o kılıçları alıp, papazları öldürdük. Kale kapısına
varınca, nöbetçiyi de öldürerek dışarıya çıktık. Kıyıda, gemiye bağlı bir sandal
duruyordu. Sandalın içinde sarhoş birinin uyuduğunu gördük. Onu da öldürdük ve
sandalla oradan uzaklaşmaya başladık. Allahü teâlâya şükrederek, yedi gün yedi
gece kürek çekip bir kıyıya ulaştık. Sandalın içinde bir kap sirke ile altı
ekmek vardı. Kıyıya varıncaya kadar onunla idâre ettik. Karaya çıktıktan sonra,
topladığımız otları yemeğe başladık. Su bulamadığımız için, iki arkadaşımız
susuzluktan öldü. Bir gölün kıyısına vardığımızda, su içmeyeli üç gün olmuştu.
Gölden su içeriz zannettik, fakat gölün etrâfı yırtıcı hayvanlarla dolu idi.
Korkumuzdan su içmeden yolumuza devâm ettik.
Hâlsiz,
çâresiz bir hâlde, birbirimize dayanak olarak bir akarsu kıyısına vardık. Su
içtik ve biraz istirahat ettik. Orada açlıktan bir arkadaşımızı daha kaybettik.
Dört kişi kalmıştık. Yolumuza devâm ettik. Ben, Emîr Sultan'ın yardımı ile bir
yere ulaşıp kurtulacağımıza inanıyordum. Bir süre sonra Düzân kalesine vardık.
Orada kimse bize, siz kaçak mısınız demedi ve bizi tutuklamaya kalkmadı.
Görenler bize acıyarak, ekmek ve yiyecek verdiler. Kaleye varıp, kale komutanına
hâlimizi bildirdik. O da bizi yedirip içirdikten sonra, Semendere iskelesine
gönderdi. Herbirimiz oradan vatanlarımıza gittik. Çocuklarımızı sağ bulduk. Bir
süre çocuklarımızla kaldıktan sonra, Emîr Sultan hazretlerinin kabrini ziyârete
gitmek için bir yerde buluştuk ve Bursa'ya gittik. Orada Emîr Sultan'ın
türbesini ziyâret ederek, nezrimizi yerine getirdik."
Emîr
Sultan hazretleri için yazılan bir şiir:
Gerçi
âşıklara salâ denildi,
Derdi
olan gelsin dermânı buldum.
Âh ile
vâh ile cevlân ederken,
Cânımın
içinde cânânı buldum.
Akar
gözlerimden yaş yerine kan,
Zerrece
görünmez gözüme cihân.
Deryâlar nûş edip, kandırmaz iken,
Âşıklar
kandıran ummânı buldum.
Âşıklar
meydana doğru varırlar,
Erenler
cem olmuş, verir alırlar.
Cümle
velîler, dîvân dururlar,
Hakk'a
mahbûb olan sultânı buldum.
Açılmış
dükkânlar kurulmuş pazar,
Canlar
mezâd olmuş dellâl de gezer.
Oturmuş
ümmetin berâtın yazar,
Cevâhir
bahş olan dükkânı buldum.
Emîr
Sultan ne hoş pazar imiş,
Âşıklar
meydan edip gezer imiş.
Cümlenin maksûdu ol dîdâr imiş,
Hakk'a
karşı duran dîvânı buldum.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İHTİYAÇLARI
KADAR ALIRLARDI
Emîr
Sultan hazretlerinin çok talebesi vardı. Bunlardan bâzıları gündüzleri oruç
tutar, geceleri de sabaha kadar namaz kılarlardı. Haftada bir gün Emîr Sultan
hazretlerine gelip, ihtiyâçlarını alıp giderlerdi. Aldıkları ile bir hafta
boyunca idâre ederlerdi. İhtiyaçları bitince, yine gelir alırlardı. Bir gün bu
talebelerin biri, Emîr Sultan'ın huzûruna gelerek, elini öptü. Emîr Sultan
talebesine; "Bulunduğunuz yerdeki müslümanlar iyiler mi? Hâlleri nasıldır?" diye
sordu. Talebe; "Sizin himmetinizle, sıhhat ve selâmetteler, hepsi duâcınızdır."
deyince, Emîr Sultan elini cebine soktu ve bir akçe çıkardı. O talebesine verdi
ve; "Bizden onlara selâm söyle, biz hayatta olduğumuz müddetçe bu akçe ile
yetinsinler. Bize duâ etsinler. Başkalarına muhtâc olmasınlar." dedi. O talebe,
o bir akçeyi alıp, arkadaşlarının yanına geldi ve onlara; "Emîr Sultan
hazretlerinin size selâmı var." dedi. Hepsi selâmı ayakta alarak; "Sultan
hazretleri ne buyurdular?" diye sordular. Bunun üzerine o talebe; "Emîr Sultan
hazretleri bir akçe verdi ve; "Ben ölünceye kadar bununla iktifâ etsinler,
kimseye muhtâc olmasınlar." buyurdu." dedi. Bu söz üzerine hepsi dünyâ malından
soğudular. Kimseden bir şey almaz oldular. Pencerelerinde bir kutu vardı. Kimin
ihtiyâcı olursa, o kutunun içinden bir akçeyi alır, iftar için herkese bir
mikdâr ekmek ve üzüm alıp, onunla oruçlarını açarlardı. Ertesi gün o akçe yine
yerinde dururdu. Emîr Sultan vefât edinceye kadar ihtiyaçlarını böyle
karşıladılar. O akçe yerinden hiç eksilmedi.
BAŞKASINA NİÇİN
GİDİLMEZ?
Şeyhülislâm Molla Fenârî, Emîr Sultan'dan icâzet, diploma aldıktan sonra, Ulu
Câmide vâz verirdi. Bir gün vâz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emîr Sultan
hazretleri bir talebesini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe,
Şeyhülislâmın vâz vereceğini duyunca, kendi kendine; "Gidip vâzı dinliyeyim,
Şeyhülislâmın hayır duâsını alayım." diye düşünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda
câmide zelzele olmaya başladı. Cemâatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat,
dışarıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülislâm,
murâkabeye daldı. Sonra cemâate dönüp; "İçinizde Emîr Sultan'ın hizmeti ile emr
olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek." dedi.
Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp
dergâha gitti. Emîr Sultan'ın huzûruna girdi. Talebe selâm verdi. Emîr Sultan
başını kaldırıp, sâdece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp
bayıldı. Ayılınca, Emîr Sultan ona; "Ey oğlum! Dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarınız
karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit
çeşit nîmetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona suâl sorması,
ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşekliktir." buyurdu.
O SÂHİBİNE
TESLİM OLDU
Sultan
İkinci Murâd Hanın otuz bin akçe değerinde bir atı vardı. At, yanına kimseyi
yaklaştırmıyordu. Birgün Sultan Murâd, Emîr Sultan'ı ziyâret için gittiğinde;
"Biz sizin için bir at almıştık. Siz nasıl isterseniz öyle yapalım. Atı
getirecek birisini verin de atı size gönderelim." dedi. Bu arada Emîr Sultan'ın
yanında bulunan talebelerinden, Hacı Baba denilen bir zât vardı. Sultânın sözü
üzerine; "Ah! Hocam bu hizmeti bize verse de, atı alıp gelsem, atın timar ve
bakım işlerini yapsam." diye kalbinden geçirdi. Emîr Sultan hazretleri ona
dönerek; "Ey Hacı Babam! Gidin o ata, "Senin şimdiki sâhibin, Allahü teâlânın
emrine mutî olup, fermânına mahkûm olmuştur. Sen dahî sâhibine tâbi olup, Allahü
teâlânın emrine itâat edip, kötü huylardan vazgeçer misin?" deyin. Bakalım ne
işâret eder?" dedi. O da hemen atın yanına gidip, hocası Emîr Sultan'ın
dediklerini söyleyince, at üç defâ başını önüne eğip kaldırdı. O, hemen
hocasının yanına gidip durumu arz etti. Bunun üzerine Emîr Sultan; "Hacı Baba, o
kötü huylarını terk etti. Siz ondan kaçmayın, onu tımar edin." dedi. Bunun
üzerine, Hacı Baba, hiç korkmadan atı alıp, eve getirdi. Emîr Sultan hazretleri
o ata binip, Cumâ günleri câmiye giderdi. Hacı Baba da, her gün o ata binerek
pazar işlerini görürdü. O atı bir kenara bağlar, çarşıya giderdi. At, yanına
yaklaşmak isteyen bâzı kimselere saldırır, onları öldürmek isterdi. Onlar, o
attan canlarını zor kurtarırlardı. Daha sonra bu saldırdığı kimselerin bid'at,
kötü îtikâd sâhipleri olduğu anlaşıldı. Atın yanından Ehl-i sünnet itikâdında
olan biri geçse, ona başını eğip, sâkin sâkin dururdu. Bu hâli o kadar meşhûr
olmuştu ki, çarşı halkı o atı görünce, bid'at sâhiplerine yanına yaklaşmamaları
için tenbihte bulunurlardı.
ESARETTEN
KURTULUŞ
Talebelerinden Yahyâ isimli bir zât düşman ile yapılan savaşlardan birine
katılmak istedi. Bunun için hocası Emîr Sultan'dan izin aldı. Emîr Sultan; "Bu
gittiğin gazâdan başka gazâya gitmeyesin." diye tenbihde bulundu ve onun için
hayır duâ etti. Düşmana karşı yapılan savaşa katıldı. Düşman yenildi ve çok
mikdârda ganîmet elde edildi. Aradan zaman geçti.Arkadaşları o talebeye; "Bir
gazâya daha gidelim, sen hayırlı bir kişisin, aramızda bulun." dediler. Onlara;
"Hocam ikinci defâ savaşa katılmama izin vermedi." demesine rağmen, arkadaşları
ısrar etti. Onların ısrârına dayanamayarak yola çıktı. Yolda kalabalık bir
düşman topluluğu ile karşılaşınca savaşa başladılar. Bu savaşta kimisi şehîd
oldu, kimisi esir düştü. O talebe de esirler arasında idi. Onları bir kaleye
götürüp, zindana attılar. Yahyâ Efendi, hocasını vesîle ederek Allahü teâlâya
yalvarıyordu. Bir gün kale kapıcısının bir yakını, onu yanına getirtti.
Yanındaki adamları çıkardı. Başbaşa kaldılar. Ondan hocası Emîr Sultan'ı sordu.
Kendisinin îmân ettiğini söyledi. Sonra ona; "Bundan sonra sana düşman elbisesi
versinler, çekinmeden giy. Ben de onlara; "Bu esir, bizim dînimize girdi, buna
zahmet vermeyin diyeyim. Sen, hiç olmazsa tenhâ yerlerde Allahü teâlâya ibâdetle
meşgûl olursun." dedi. O da onun dediklerini kabûl etti. Tenhâ yerlerde Allahü
teâlâya yalvarıp, hocasını düşünüyordu. Bir gün oturduğu yerde, kulağına çeşitli
gürültüler geldi. Bir alay askerin yaklaştığını sandı. Kalbinden de; "İnşâallah,
kurtuluş zamânı gelmiştir." diye geçiriyordu. O sırada kendisini bir elin
tuttuğunu gördü. Fakat elin kime âid olduğunu tahmin edememişti. Birden
kendisini Bursa'da buldu. Düşman diyârında iken günlerden Cumâ idi. Bursa'daki
müslümanların Cumâ namazı için câmiye gittiklerini gördü. Bulunduğu yer,
hocasının dergâhına yakın bir yer idi. Karşı tarafta birkaç kişi; "Bu filân
değil midir?" diye söyleşiyorlardı. Onu ismiyle hatırladılar, fakat üzerindeki
düşman kıyâfeti onları şaşırtmıştı. Gidip durumu Emîr Sultan'a anlattıklarında,
"O, bizim dostlarımızdan olup, yedi yıldır düşman elinde esir idi. Kurtulması
için Allahü teâlâya yalvarıyordu. Elimizi uzatıp, Allahü teâlânın yardımı ile
kurtardık. Gidip onu yanıma getirin." Onlar Yahyâ Efendiyi Emîr Sultan'ın
huzûruna götürdüler. Emîr Sultan hazretlerinin eşiğine yüz sürdü ve teşekkür
etti. Ondan sonra uzun yıllar hocasının hizmetinde bulundu.
KAYNAKLAR
1)
Kitâbü Cevâhirnâme
2)
Menâkıb-ı Emîr Sultan; Üniversite Kütüphânesi No: 6412
3)
Hulâsat-ül-Vefeyât; v-8
4)
Şakâyık-ı Nu'mâniyye; c.1, s.59
5)
Kâmûs-ul-A'lâm; c.2, s.1041
6)
Tuhfet-ül-Ahbâb; c.1, s.33
7)
Yâdigâr-ı Şems; s.4
8)
Menâkıb-ı Emîr Sultan; Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd kısmı No: 4564
9)
Zübdet-ül-Menâkıb; Üniversite Kütüphânesi No: 2370
10)
Menâkıb-ı Emîr Sultan; Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi No: 3832
11) Tam
İlmihâl Seâdeti Ebediyye; (49. Baskı) s.1074
12)
Güldeste-i Riyâz-ı İrfân; s.70
13)
Sicilli Osmânî; c.3, s.159
14)
Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi; s.76
15)
Vefeyâtnâme (Baldırzâde); v-3
16)
Rehber Ansiklopedisi; c.5, s.109
17)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.356
18) Tâc-üt-Tevârih;
c.5, s.44
|
|