|
EBÜ'L-ABBÂS-I MÜRSÎ
On üçüncü yüzyılda
Endülüs'te ve Mısır'da yetişmiş olan büyük velîlerden. Mâlikî mezhebi fıkıh
âlimi. İsmi, Ahmed bin Ömer bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbâs'tır. Endülisî,
Mürsî, Ensârî nisbeleriyle meşhûr olmuştur. 1219 (H.616) senesinde Endülüs'ün
Mürsiyye kasabasında doğdu. 1287 (H.686) senesinde Mısır'ın İskenderiye şehrinde
vefât etti. Kabri, Humeyter denilen yerdedir.
Küçük yaşından îtibâren
ilim tahsîline yönelen Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî, zamânındaki Endülüs âlimlerinden
ilim tahsîl etti.Büyüklük halleri ve kerâmetleri daha çocuk yaşlarında görülmeye
başladı. Kendisi anlatıyor: "Küçük bir çocuk idim. Mektebe yeni başlamıştım. Bir
defâsında, bir levhaya bâzı yazılar yazarken, yanıma bir kimse gelerek; "O beyaz
levhayı karalama!" dedi. Ben de; "İş senin zannettiğin gibi değil. Ben buraya
mühim şeyler yazıyorum. Asıl mühim olan, amel defterlerinin günah lekeleriyle
karalanmamasıdır." dedim.
Aklî ve naklî ilimlerde
kendini yetiştirdi. Bilhassa Mâlikî mezhebi fıkıh ilminde mütehassıs, büyük âlim
oldu. Âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulunup
akranlarından üstün oldu. Bu hususta hocası ve mânevî rehberi olacak olan Ebü'l-Hasan-ı
Şâzilî onun ismini duymuş ve kendisini medhetmişti.
Ebû Zekeriyyâ Yahyâ
Belensî rahmetullahi aleyh şöyle anlattı: "Bir müddet, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretleri ile berâber kaldım. SonraEndülüs'e gitmem îcâb etti. Hocam Ebü'l-Hasan,
vedâlaşacağımız zaman bana; "Endülüs'e varınca, Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî ile görüş ve
hizmetinde bulun!Çünkü o, yüksek makamlara kavuştu. İnsanlar, onun bu durumunu
bilmezler. Onu gördükleri gibi sıradan biri zannederler." dedi. Yanından
ayrılıp, uzun bir yolculuktan sonra, Endülüs'e geldim. Doğruca Ebü'l-Abbâs'ın
yanına gittim. Ebü'l-Abbâs beni görünce, ben bir şey söylemeden; "Henüz senden
önce beni kimse tanımadı. Ey Yahyâ! Elhamdülillah zamânın kutbu ile görüştün.
Hocam Ebü'l-Hasan'ın sana söylediklerini kimseye söyleme!" dedi.
Ebü'l-Abbâs'ı Mürsî, ilmini ilerletmek için memleketinden ayrılıp Tunus'a geldi.
Oradaki çeşitli âlimlerden ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna karşı alâkası iyice
arttı. Zâhirî ilimlerin yanında, mânevî ilimlerdeki derecesini yükseltmek için
kendisine yol gösterecek bir rehber, âlim ve velî aradı. Bu sırada
İskenderiye'de bulunan büyük velî Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerinin isim ve
şöhretini duydu. Onunla görüşmek istedi. Bundan sonrasını kendisi şöyle
nakletti: "Bir kimse bana, kendisiyle berâber gidebileceğimizi söyledi. Ertesi
günü gidecektik. O gece rüyâmda kendimi, bir dağın tepesine doğru çıkıyor
gördüm. Tepeye varınca, üzerinde yeşil hırka giymiş bir zâtı orada oturur
gördüm. Sağında ve solunda iki kişi vardı. Ben ortadaki oturan heybetli zâta
baktım. Bana zamânın halîfesi ile karşılaşıyorsun, buyurdu. Sonra uyandım. Sabah
olunca, sözleştiğimiz kimse ile buluşup, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin huzûruna
gittik. Bir de ne göreyim, Ebü'l-Hasan hazretleri, gece rüyâmda gördüğüm zât
idi. Aynen rüyâmda gördüğüm gibi oturuyordu. Çok hayret ettim. O vakit bana;
"Zamânın halîfesi ile karşılaşıyorsun." buyurdu. Sonra ismimi sordu. İsmimi ve
nesebimi söyledim. "Sen bana, on sene evvel arzedilmiş idin." buyurdu ve beni
talebeliğe kabûl etti.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî, Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerinin hizmet ve sohbet
meclisinde bulundu. Onun huzûrunda bulunmakla tasavvuf yolunda ilerledi.
Uzun müddet Ebü'l-Hasan-ı
Şâzilî hazretlerinin sohbetlerinde bulunan, yüksek makam ve derecelere ulaşan
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî, hocasının sağlığında talebe yetiştirmeye başladı. Hocasıyla
olan berâberliklerinden şöyle bahsetti:
"Bir defâsında,
sohbetlerinde bulunmak niyetiyle hocamın yanına girmiştim. Bana; "Konuş evlâdım!
Allahü teâlâ seni mübârek eylesin." buyurdu. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni
ile çok fasîh ve beliğ olarak konuşmaya, insanlara tesirli sözler söylemeye
başladım."
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî onun üstünlüğünü bildirerek buyurdu ki: "Aralarında şu dört
kimseden biri bulunan bir topluluk helâk olmaz: İmâm, velî, sıddîk ve üstâd.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî, imâmdır."
Hocasının kendisine icâzet vererek talebe yetiştirmekle ve insanlara İslâmiyetin
emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdiği Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî, Mukassim
denilen yere gitti. Hem talebe yetiştirdi, hem de akşamları Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretlerinin sohbetlerine devâm etti.
Ebü'l-HasanCerîrî
anlattı: "Bir gece Ebü'l-Hasan-ıŞâzîlî'nin yanında idim. Onun huzûrunda, Hakîm-i
Tirmizî'nin Hatm-ül-Evliyâ kitâbı okunuyordu. Bu sırada orada oturan
birini gördüm. Geldiğimizde orada yoktu ve bizimle de gelmemişti. Yakınında
oturan birisine onu sordum. Bana, mevcut görünen cemâattan başka kimse
olmadığını söyledi. O zaman ben sustum. Onun, kastettiğim, oturan zâtı
görmediğini anladım. Cemâat dağılıp gidince, Ebü'l-Hasan-ıŞâzilî'ye onun kim
olduğunu sordum. "Efendim, burada birisi var, geldiğimizde de yoktu. Bizim ile
berâber de gelmiş değildi. Bu kimdi." dedim. O zaman Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî; "O,
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî'dir. Her gece Mukassim denen yerden gelir, sohbeti dinler,
yine oraya döner." dedi. Ebü'l-Hasan rahmetullahi aleyh ise o zaman
İskenderiye'de idi. Arada çok uzak mesâfe vardı.
Ebü'l-Abbâs anlattı: "Hocam Ebü'l-Hasan ile denizde gemideydik. Şiddetli rüzgâr
vardı. Hocam: "Semâyı gördüm. Semâdan iki melek indi. Birisi, Mûsâ aleyhisselâm
Hızır aleyhisselâmdan daha âlimdir diyor, diğeri ise, Hızır aleyhisselâm,
hazret-i Mûsâ'dan daha âlimdir, diyordu. Sonra semâdan başka bir melek indi. O
şöyle söyledi: "Vallahi hazret-i Mûsâ'nın ilmi yanında, hazret-i Hızır'ın ilmi,
Süleymân'ın ilmi yanında, Hüdhüd'ün ilmi gibidir." O böyle deyince, ben anladım
ki, Allahü teâlâ bize bu seferimizde selâmetle kurtulmayı nasîb edecek. Çünkü,
Mûsâ'ya deniz musahhar kılınıp emrine verilmiş ve denizi kolayca geçmişti."
buyurdu.
Ebü'l-Hasan'ı Şâzilî'nin hayatta iken, talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği ve
insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma
verdiği Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî, kerâmet sâhibi bir velî oldu. Ebü'l-Hasan-ıŞâzilî
hazretleri sağlığında talebelerine, kendisinden sonra Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî'ye
tâbi olmalarını işâret ederek; "Ebü'l-Abbâs'a bağlanınız. Allahü teâlâya yemin
ederim ki, kendini temiz tutmaktan âciz, yürüyemeyen bir köylü ona gelse,
huzûrunda bulunmakla, Allahü teâlânın izni ile evliyâlık yolunda çok yükseklere
çıkar. Yine Allahü teâlâya yemin ederim ki, şimdiye kadar ne kadar velî zât
gelmiş ve bundan sonra ne kadar velî gelecek ise, hepsinin isimlerini,
sayılarını, hallerini, Allahü teâlâya olan yakınlıklarını, evliyâlık yolundaki
derecelerini, Allahü teâlâ hem ona, hem de bana bildirdi." buyurdu.
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin vefâtından sonra onun halîfesi oldu. Hocasının yolu
olan Şâziliyye yolunu anlattı ve yayılmasına çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi.
Tâcüddîn-i İskenderî, İmâm-ı Busayrî ve Abdullah-ı İsfehânî gibi meşhûr velîler
onun talebelerindendir. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri mensûb olduğu Şâziliyye
yolunun hazret-i Hasan'a dayandığını bildirerek; "Bizim bu yolumuz, hazret-i
Hasan'a dayanmaktadır. Hocalarımız silsile yoluyla hazret-i Hasan'a
ulaşmaktadır. Her insanın da, kendilerinden ilim öğrendiği hocalarının
silsilesini bilmesi elbette lâzımdır." buyurdu.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî, zamânında bulunan evliyânın en büyüklerinden, kerâmetler ve
hârikalar hazînesi çok yüksek bir zât idi. Onun sohbetlerine devâm etmekle,
huzûrunda yüksek derece ve makam sâhibi pek çok velî olup, bunların sayısı
bilinmemektedir. İnsanlar dört bir yandan sohbetine koşar, çok kıymetli ve
tesirli sözlerinden istifâde etmeye çalışırdı.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî, sohbetlerinde hep; "Hocam Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî buyurdu ki.
Hocam şöyle anlattı." şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir
gün biri; "Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey
söylemiyorsunuz. Kendinizden bir şey söylediğinizi hiç görmedik." dedi. Bunun
üzerine Ebü'l-Abbâs; "Eğer istesem; "Allahü teâlâ buyurdu ki, Allahü teâlâ
buyurdu ki" diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer istesem; "Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, Resûlullah efendimiz buyurdu ki"
diyerek, nefesler adedince pekçok şey anlatırım. Eğer istesem; "Ben diyorum ki,
ben diyorum ki" diyerek nefesler adedince, pekçok şey anlatırım. Yâni Allahü
teâlânın izni ile ilmim o kadar genişledi. O kadar çok şey biliyorum, fakat
bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle, vâsıta olan mübârek
hocama karşı edebe riâyet ederek, edepte noksanlık olmaması ve daha çok
ihsânlara kavuşmak için, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Lâyık ve uygun
olan da budur." buyurdu.
İnsanların uzaktan yakından koşarak gelip istifâde ettikleri sohbetlerinin
birinde buyurdu ki:
"Bir gece rüyâmda hazret-i
Ömer bin Hattâb'ı gördüm. "Ey müminlerin emîri! Dünyâ sevgisinin alâmeti nedir?"
dedim. Şöyle cevap verdi: "Kötülenme korkusu ve övülmeyi sevmektir." Dünyâyı
sevmenin alâmeti bunlar olunca, zühdün (dünyâyı terk etmenin) alâmeti, doğru
yolda bulunmakta kötülenmekten korkmamak ve övülmeyi sevmemektir."
"Dünyâsını veya âhiretini
düzeltmek için değil de, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışan kimseyi,
Allahü teâlâ ıslâh edip düzeltir."
"Zâhid dünyâda
gurbettedir. Çünkü onun asıl vatanı âhirettir. Yâni o âhirete yönelmiştir.
Zâhidin dünyâda gurbette olması, kendisi gibi âhirete yönelmiş olanların yok
denecek kadar az olup, insanların çoğunun dünyâya dalmış olması sebebiyledir.
Kendisi gibi olanlar bulunmadığı için, dünyâda gurbette sayılmıştır."
"Allahü teâlâya yemin
ederim ki, üstünlük ve şerefi, mahluklardan bir şey beklememekte buldum. Bir gün
bir köpek gördüm. Yanımdaki ekmeği, yemesi için önüne koydum. Hiç iltifât
etmedi. Bu hâline hayret ederek, ekmeği ağzına yaklaştırdım, yine iltifât
etmedi. Yâni mahluklardan bir şey beklemiyor ve mahlûklardan gelen bir şeyi
kabûl etmiyordu. Bu sırada gizliden bir ses duydum. "Köpeğin, kendisinden daha
zâhid olduğu kimseye yazıklar olsun!" diyordu."
"Yağcıdan yağ satın alırken, normalinden kıl kadar fazla yağ isteyen, satın
aldığı mikdârdan fazla olarak, satıcının elindeki malda gözü olan kimsenin
dîninin kuvveti kıl gibi zayıftır. Bunun gibi, kömürcüden kömür alan kimse,
normal alacağı tamam olduktan sonra; "Biraz daha ver!" diyen, yâni aldığı ile
yetinmeyen, kalanda gözü olan kimsenin kalbi, o kömürden daha karadır."
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî rahmetullahi aleyh kerâmet sâhibi olup, kendisine gelenlerin
hallerini, derecelerini, Allahü teâlâ indindeki mertebelerini, Allahü teâlânın
izni ile bilirdi. Gelenlere de hallerine göre iltifât ve ikrâmda bulunurdu.
Bâzan huzûruna, görünüşte dînin emirlerine çok bağlı birisi gelir, ona hiç
iltifât etmez, daha sonra görünüş îtibâriyle günahkâr bir kimse gelir ona
iltifât eder, yakınlık gösterirdi. Birincisinin, ibâdetine ve ilmine güvenerek
geldiğini, ikincisinin ise, aşağı gönüllülükle, kırıklıkla geldiğini, dolayısı
ile ikinci gelenin birinciden hayırlı olduğunu bildirirdi.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri şöyle anlattı: "Mevkı ve makam sâhibi, varlıklı,
zengin bir kimse, büyüklerden birisine; "Sana iyilikte bulunabilirim. Arzu ve
ihtiyaçlarını bana bildirebilirsin." dedi. O zât da; "Sen, bana böyle
söylüyorsun ama, benim iki tâne kölem var. Ben onlara hâkimim ve onlar benim
emrim altındadır. Sen ise, bu ikisinin hâkimiyeti altındasın. Onlar sana
hükmediyorlar. Ben, o iki şeyi kahrettim. Seni ise, o ikisi kahretti. O iki
şeyden birisi şehvet, diğeri ise hırstır. (Şehvet; nefsin, aşırı ve zararlı
istekleridir. Hırs; azgınlık, kızgınlık, sonu gelmeyen arzu demektir.) Yâni sen,
benim kölelerimin kölesisin. Kölelerimin kölesi olan birine ihtiyaçlarımı
bildirip, ondan fayda ve menfaat beklemem doğru olur mu?"
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî'nin vücûdunda on iki çeşit hastalık; bâsûr hastalığı, başka
hastalıklar ve böbreklerinde taş vardı. Bununla berâber, meclisinde oturur,
gelenlerle sohbet ederdi. Otururken hiçbir zaman ah, of diye inlemezdi. Onda
çeşitli hastalıkların bulunduğunu da kimse bilmezdi. Sohbet esnâsında,
bedenindeki rahatsızlıkların elem ve şiddetinden dolayı, istemiyerek de olsa
yüzü kızarırdı. Ve buyururdu ki: "İnsanlara sohbet etmek için, kendi arzum ile
meclis kurup oturmadım. Bilakis teşvik ve tehdid olunup, âdetâ bu iş için
zorlandım. Bana: "Eğer İslâmiyet bilgilerini anlatmak için meclis kurup
oturmazsan, hîbe ettiğimiz ilimleri geri alırız." denildi. Ben, onun için meclis
kurup insanlara sohbet ediyorum. Benim sohbetlerime devâm ediniz! Benden başka
bir zâtın sohbetinde bulunmaktan da sizi men etmiyorum. Bu kaynaktan daha tatlı
bir kaynak bulursanız, ona koşunuz!" buyururdu.
Bir ihtiyâcı olup, bunun
devlet adamları tarafından görülebileceğini bilen kimseler, Ebü'l-Abbâs'a
gelerek, bu hâcetinin görülmesi için devlet adamlarına bir mektup yazmasını
istirhâm ettikleri zaman, mektup yazmaz; "Ben, senin bu işinin hallolmasını
Allahü teâlâdan istiyorum. O'na duâ ediyorum." buyururdu.
Ebü'l-Abbâs, her hâliyle İslâmiyetin bildirdiği güzel ahlâk ile hareket eder,
yanına ziyârete her gelen kimse, kendisinden memnun ayrılırdı. Talebelerine;
"Ziyâretimize bir kavmin büyüğü gelirse, bizi haberdar ediniz! Onlarla alâkadâr
olalım." derdi. Böyle kimseler, gelip ziyâret ettikten sonra ayrılırlarken,
dışarıya kadar çıkarak onları uğurlar; "Onlar, uzaklardan bizi ziyârete
geliyorlar. Biz ise onları ziyâret edemiyoruz. Hiç olmazsa bu şekilde yapalım."
buyururdu. Kendisine gelenler yanından ayrıldıkları zaman, onlara duâ eder.
Müslümanın, müslüman kardeşinin gıyâbında, arkasından yaptığı duânın kabûl
olacağını bildirirdi.
Kendisine az bir şey hediye edilse, güler yüzle karşılar, kabûl ederdi. Çok
fazla bir şey hediye edilse, karşıdakine külfet olmamak için, kabûl etmekten
çekinirdi. Hased edilmek tehlikesi olmaması için, talebelerinden birini, diğer
talebeleri arasında övmezdi. Her hâli edebe tam uygun idi. Allahü teâlânın,
Resûlullah'ın ve bu yolun büyüklerinin muhabbeti ve aşkı ile yanardı. Bunlara
karşı lüzumlu edebi göstermeye her zaman gayret ederdi. Bu güzel hasletleri ile
evliyâlık yolunda çok yüksek derecelere kavuştu. "Kur'ân-ı kerîmi okuduğum
zaman, Allahü teâlânın huzûrunda okuyor gibi oluyorum." buyururdu. Bir kimseden,
Allahü teâlânın veya Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek
isimlerini işitse, hemen ağzını o kimsenin ağzına yaklaştırır, öyle dinlerdi. O
mübârek ismi anlatan, bildiren sesin, o kimsenin ağzından çıktıktan sonra havaya
değil, kendi ağzına, dolayısı ile kalbine girmesini ister gibi bir hâl alırdı.
Bir kimseden, "Bu geceKadir gecesidir." sözünü duysa, "Allahü teâlâya hamdolsun
ki, bizim her ânımız Kadir gecesidir." buyururdu. Yâni, diğer insanların sâdece
Kadir gecesinde yapabildikleri ibâdetleri, tâat ve zikri, Ebü'l-Abbâs hazretleri
her vakitte yapmaya devâm ederdi.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri, sohbetlerinde daha çok, akl-ı ekber denilen en
büyük akıldan, İsm-i a'zamdan ve isimlerden, harflerden bahsederdi. Evliyâlık
derecelerini, Allahü teâlâya yakîn olanların makamlarını, Arş-ı âlâya yakın
olanların sâhib oldukları üstünlükleri, evliyâdan yardım istendiği zaman imdâda
yetiştiğini ve yardım ettiğini, sır ilimlerini, kader (kıyâmet) gününü,
kişilerin ilimlerini, kıyâmet günü neler olacağını, Allahü teâlânın kullarına
yumuşaklık, nîmet vermek, cömertlik ve intikam bakımından neler yapacağını ve
bunun gibi yüksek ilimleri anlatırdı. "Akıllar zayıf olmasaydı
(anlayamayacaklarından ve anlaşılamayacağından korkmasaydım) Allahü teâlânın
rahmetinden çok haberler verirdim." buyurdu.
Evliyânın halleri ve üstünlükleri husûsunda buyurdu ki:
"Allahü teâlânın velî
kulu, O'nun katında, ana kucağındaki arslan yavrusu gibidir. Acabâ o yavruya
kötülük etmeyi kasdedene, anası imkân ve fırsat verir mi? Allahü teâlâ
dostlarını muhâfaza eder."
"Velîler, peygamberlerin makamlarını görebilirler, ancak varamazlar."
"Evliyânın büyüklüğüne
îtirâz ettikleri için helâk olanlar, velîlik yoluna girerek kurtulanlardan daha
çoktur."
"Evliyâlık yolunda bulunan bir kimse, ortaya çıkmak, meşhûr olmak, herkes
tarafından tanınmak isterse, şöhretin kölesi olur. Gizli kalmayı, bilinmemeyi
isteyen, gizliliğin kölesi olur. Kim de Allahü teâlâya kul olmak arzusunda ise
ve başka bir niyeti yoksa, yâni evliyâlık yolunda bulunmak dâvâsında samîmî ise,
o kimse için, meşhûr olmak ile gizli kalmak aynıdır."
"Zâhirî ilimlerde âlim bir
kimse, sıdk ile evliyânın sohbetinde bulunursa, o kimsenin ilmi artar."
"Allahü teâlânın
evliyâsından, sizi hatırlamasını, hatırında tutmasını taleb etmeyiniz. Bilâkis,
siz devamlı olarak o velîyi hatırınızda tutmaya gayret ediniz. Çünkü, sizin
yanınızda o ne ise (siz onu ne kadar çok hatırlar iseniz), onun yanında siz de
öylesiniz (o da sizi o kadar hatırlar)."
"Allahü teâlânın bir velî
kulu, kendisine eziyet, sıkıntı veren bir kimseye darılsa, o kimse o anda helâk
olur. Fakat velînin, Allahü teâlâyı tanıması, mahluklara merhameti pek fazla
olduğundan, kendisine eziyet ve sıkıntı da verse, bir kimsenin helâk olmasını
istemediği için, insan ve cinlerden kendisine eziyet verenlerin sıkıntılarına
tahammül eder. Kendisine sıkıntı verenlerden hiçbir kimseye de hiçbir zararı
dokunmaz."
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri, evliyâlık yolunda bulunan bir kimsenin, Allahü
teâlâya duâ ederek; "Beni her ne sûretle imtihân edip denemek istersen öyle
yap!" dediğini, bunun üzerine kendisine idrâr tutukluğu illeti verdiğini, buna
dayanamayıp, yakınlarına; "Yalancı amcanızın (benim), bu dertten kurtulması için
Allahü teâlâya duâ edin!" dediğini, yâni sabredemediği için kendisini yalancı
saydığını bildirerek; "Bu zât, ilk başta Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Beni
affeyle!" diye yalvarsaydı, daha hayırlı olurdu." buyurdu.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri Allahü teâlâdan çok korkar, haram ve
şüphelilerden sakınırdı. Bu hususda buyurdu ki:
"Allahü teâlâdan korkan,
haram ve şüphelilerden çok sakınan, emirlere tam uyan kimse, Allahü teâlânın
kendisini koruduğu kimsedir."
"İnsanların bağlandıkları çok sebepler, vâsıtalar vardır. Bizim sebeplerimiz;
îmân ve takvâdır." Ebü'l-Abbâs hazretleri bundan sonra;
"Eğer o memleketlerin halkı (küfür ve isyândan vazgeçip) îmân etseler,
takvâ sâhibi olsalardı (Allahü teâlâdan korksalardı), muhakkak ki,
üzerlerine semâdan (yağmur yağdırarak) ve yerden (bitki bitirerek),
bereketler açardık. Fakat onlar, peygamberleri yalanladılar. (Küfür ve
isyânı) tercih etmeleri sebebiyle biz onları azapla yakalayıverdik." (A'râf
sûresi: 96) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
"Eğer sana; "Allahü
teâlâdan korkuyor musun?" derlerse; "Evet Allahü teâlânın kalbime koyduğu korku
mikdârınca Allahü teâlâdan korkarım." de!" Allahü teâlâyı seviyor musun?
derlerse, yine böyle cevap ver!"
Bir kimse Ebü'l-Abbâs
hazretlerini imtihan için, ona helâl olduğu şüpheli bir yemek getirdi. Ebü'l-Abbâs
hazretleri o yemeği kabûl etmedi ve; "Şüpheli bir şey ile karşılaştığımda,
vücûdumdaki damarlar hareket edip beni îkâz ederler. Vallâhi karnıma, aslâ haram
lokma girmedi." buyurdu. O kimse, hatâsını anlayıp pişman oldu ve orada tövbe
etti.
Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle bağlı olan Ebü'l-Abbâs-ı
Mürsî hazretleri, sohbet arkadaşlarına ve talebelerine; "İçinizde, Peygamber
efendimize verdiği selâma, O'nun tarafından yapılan mukâbeleyi kulağı ile
işiteniniz var mı?" dedi. Arkadaşları; "Hayır." diye cevap verdiler. "O halde
Allah ve Resûlünden yana perdelenmiş kalpler için ağlayınız." buyurdu ve ilâve
ederek; "Vallahi ben, kırk seneden beri Resûlullah ile berâberim. Gecede ve
gündüzde Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden bir an perdelenmiş olsam,
kendimi müslüman saymam." buyurdu.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri, "(Ey Resûlüm)
deki: "Bu (tevhîde) Allahü teâlâya dâvet benim (memuriyetim,
apaçık) yolumdur. Ben ve bana (îmân ve tasdîk ile) tâbi olanlar
basîret üzereyiz." (Yûsuf sûresi: 108) meâlindeki âyet-i kerîmede geçen
"Bana tâbi olanlar"dan maksadın; "Her hususta benim gösterdiğim
yolda bulunan, bana uyan ve gittiğim yolda gidendir." demek olduğunu
bildirmiştir.
"Peygamberler, ümmetleri için atıyyedir. Fakat Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem efendimiz hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye
muhtaçlara, hediye ise sevilenlere verilir."
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri çok ibâdet ettiği gibi, haramlardan şiddetle
kaçınırdı. İnsanların ibâdetlerinden çok, günahlarını düşünmeleri gerektiğini
bildirerek buyurdu ki:
"Bâzı kimseler, şu kadar
hatim yaptım. Şu kadar rekat namaz kıldım, şu kadar hac yaptım vs. derler.
Halbuki, onlar kötülüklerini, hatâ ve kusurlarını sayıp onları düşünseler daha
hayırlı olur. Bâzıları da; "Benim, Allah yolunda harcanmış şu kadar senem var."
derler. Halbuki; "Allahü teâlânın ilminde saîdlerden mi yoksa şakîlerden miyim?
diye düşünmek, ilmine ve ameline güvenmemek lâzımdır.
"Kulun iyiliği üç
şeydedir: Allahü teâlâyı tanımak, nefsini tanımak ve dünyâyı tanımak. Allahü
teâlâyı tanıyan O'ndan korkar. Dünyâyı tanıyan ona düşkün olmaz. Haramlardan,
şüphelilerden ve mübahların çoğundan sakınır. Nefsini tanıyan da, Allahü
teâlânın kullarına karşı mütevâzi olur."
Vefâ ve bağlılık husûsunda
da buyurdu ki:
"Allahü teâlâ, Âdemoğlunun
bedenini üç kısım yaptı. İnsanın lisanı (dili) bir kısım, uzuvları, âzâları bir
kısım, kalbi de bir kısımdır. Allahü teâlâ bu kısımlardan her birine bâzı şeyler
emredip, bu emirlere uymalarını, vefâ göstermelerini istedi. Kalbin vefâsı,
Allahü teâlânın tekeffül ettiği, üzerine aldığı rızık için üzülmemesi,
endişelenmemesi, kendisinde; hîle, düzen, oyun, hased gibi kötü düşüncelerin
bulunmamasıdır. Lisânın (dilin) vefâsı, gıybet etmemesi, yalan söylememesi,
dünyâsına ve âhiretine yaramayan faydasız ve boş sözler söylememesi, böyle
sözlerle vakit geçirmemesidir. Âzâların vefâsı, Âdemoğlunun âzâ ile hiçbir zaman
herhangi bir günâha koşmaması ve o âzâlar ile hiçbir kimseye eziyet
vermemesidir."
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri ilimdeki yüksek derecesi ve güzel ahlâkı yanında
kerâmet sâhibi idi. Onun pekçok kerâmetleri anlatılarak ve nakledilerek günümüze
kadar gelmiştir.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî'yi sevenlerden birisi gelerek, Cumâ namazından sonra velime,
düğün yemeği vereceklerini, kabûl ederlerse, kendilerini de yemeğe dâvet
ettiklerini bildirdi. Ebü'l-Abbâs (rahmetullahi aleyh); "Peki, inşâallah
gelirim." buyurdu. Daha sonra, ayrı ayrı dört kişi daha gelerek, aynı zaman için
kendisini yemeğe dâvet ettiler. Onlara da; "Peki, inşâallah gelirim." dedi. Cumâ
namazı vakti oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle oturdu. Bir yere gitmedi. Daha
sonra, o dâvet eden beş kişinin hepsi ayrı ayrı gelerek, yemeklerinde bulunmakla
kendilerini çok sevindirdiğini ve teşekkür ettiklerini bildirdiler. Orada
bulunanlar, Ebü'l-Abbâs'ın yanlarından hiç ayrılmadıklarını, bu hâlin, onun bir
kerâmeti olduğunu anladılar.
Ebü'l-Abbâs, çok sıcak bir günde, asîde diye bilinen bir çeşit bulamaç yemeği
pişirdi. Hâlbuki, bu yemek kış mevsiminde pişirilirdi. Kendisine; "Efendim!
Bildiğimize göre bu yemek kış mevsiminde yapılır. Başka zamanlarda yapılmaz.
Sizin bu sıcak günde bu yemeği pişirip bizlere ikrâm etmenizin hikmetini
anlıyamadık." dediler. Bunun üzerine; "Bu, Habeşistan beldelerinden birinde bu
gün doğan oğlumuz Yâkût'un doğum asîdesidir." buyurdu. Orada bulunanlar bu
sözlerden de bir şey anlıyamadılar. Fakat, hocalarının sözlerinde mutlakâ bir
hikmet bulunacağını bildikleri için, bu günün târihini kaydettiler. Bir zaman
sonra, Habeşistanlı Yâkût isminde bir genç, köle olarak, elden ele satılarak,
nihâyet Ebü'l-Abbâs hazretlerinin yanına gelip, hizmetçisi oldu. Gelen gencin
Habeşistanlı ve isminin de Yâkût olduğunu öğrenenler, Ebü'l-Abbâs hazretlerinin
senelerce önce söyledikleri sözü hatırladılar. Hesâb ettiler. Ebü'l-Abbâs
hazretleri, o sözü bu Yâkût'un doğum gününde söylemişti. Böylece, o sözün
hikmetini anlayıp, hocalarının büyük bir kerâmetine daha şâhid oldular.
Bir defâsında hacdan gelen
birisine; "Haccınız nasıl oldu?" diye sordu. O kimse, gâyet rahat geçtiğini,
suların bol, her şeyin çok ucuz olduğunu ve buna benzer şeyler söyledi. Ebü'l-Abbâs
hazretleri, o kimselerin verdiği bu cevaplara üzülerek; "Biz hacdan, orada,
ilimden, feyzden ne bulduklarını suâl ediyoruz. Onlar ise, suyun bolluğundan,
rahatlıktan her şeyin çok ucuz olduğundan anlatıyorlar." buyurdu.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin talebelerinden Necmeddîn-i İsfehânî şöyle
anlattı:
Hocam Ebü'l-Abbâs bir gün
bana Acem beldelerinden falanca belde ile falanca belde arasında kaç nehir var!"
dedi. Ben de dört nehir olduğunu söyledim. Bunun üzerine; "Bir de senin, boğulma
tehlikesiyle karşılaştığın nehir." dedi. Gerçekten ben o nehri unutmuştum. Bu
nehre girmiştim. Az kalsın, boğulacaktım.
Ebü'l-Abbâs rahmetullahi aleyh vesvese için; "Sübhânelmelik-il-Hallâk in yeşe'
yüzhibküm ve ye'ti bihalkın cedîd. Ve mâ zâlike alallâhi biazîz" okunmasını
tavsiye ederdi.
Bir defâsında, yanında
talebelerinden beş kişi ile birlikte Kûs şehrine doğru yola çıktılar. Kendisine;
"Bu yolculuğunuzdan maksad nedir?" diye suâl edildiğinde; "Bunları
defnetmektir." buyurdu. Soranlar, bu sözden pek bir şey anlayamadılar. Nihâyet
yola çıktılar. Gerçekten o yolculukta, yanında bulunan beş kişi de vefât etti.
Ebü'l-Abbâs onları defnetti. İskenderiye'ye döndü. Yola çıkacakları zaman
kendisine sorulan suâle verdiği cevâbın hikmeti, anlaşılmış oldu.
İskenderiye halkı, düşman hücûmundan korkup silahlanmaya başlamışlardı. Ebü'l-Abbâs
rahmetullahi aleyh; "Korkmayın! Ben aranızda oldukça düşman size zarar veremez."
buyurdu. Hakîkaten o vefât etmeden önce, düşman o şehre giremedi.
Kadının biri doğum
yaparken çok sıkıntı çekti. Bir türlü doğum yapamadı. Ölecek hâle geldi. Ebü'l-Abbâs-ı
Mürsî hazretlerinin takkesini, o kadının karnı üzerine koydular. Allahü teâlânın
izni ile hemen doğum yaptı ve kurtuldu.
"Allah tarafından O'nun
dînini kullarına anlatmak vazîfesi alanın konuşması, çok tesirli olur. Âdetâ
onun üzerinde nûr parlar. Başkalarının konuşması ise, sönük ve tesirsiz kalır."
Evliyâdan bâzılarının; "Velî, yirmi sene müddetle soldaki meleğe hiçbir günah
yazdırmadıkça tam velî olamaz." sözü hakkında buyurdu ki: "Bunun mânâsı; yirmi
sene ondan hiç günâh sâdır olmaz demek değildir. Belki de bunun mânâsı, günah
işlemekte ısrâr etmez, günâha devâm etmez, günah işlemiş olsa bile, vakit
geçirmeden derhal tövbe ve istiğfâr ederek o günâhı yazdırmaz demektir."
Allahü teâlâyı tanımakla
alâkalı olarak buyurdu ki:
"İnsanın Allahü teâlâyı tanıması kolaydır. Çünkü Allahü teâlâ her türlü kemâl ve
cemâl sıfatlarıyla mâruftur, tanınmaktadır. Fakat, insanın, kendisi gibi yiyip
içen, görünüş îtibâriyle kendisine benzeyen bir velîyi tanıması, anlayabilmesi
çok zordur."
"Ben, iki defâ doğduğuma
yemin etsem yalan olmaz. Birincisi, herkesin bildiği normal doğum. İkincisi
Allahü teâlâyı tanımak yolunda rûhumun yeniden doğuşudur."
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin büyüklüğünü gerek sağlığında iken, gerekse
vefâtından sonra dost düşman herkes kabûl etmiş, onun ilim ve mârifetteki
yüksekliğini takdir etmişlerdir.
Ebû Abdullah Nu'mân, Ebü'l-Abbâs
hakkında yazdığı bir şiirde der ki: "O, gerçekten Şâzilî'nin ilminin vârisi idi.
O bir kutub idi. Vefâtından sonra inkârcıların bile şâhid olduğu garip hâdiseler
meydana geldi. Onun vefâtından sonraki acâib hâdise; cenâzesinin yıkandığı suyun
çoğalması ve tatlılaşmasıdır."
Ebü'l-Abbâs hazretleri, bir gün sakalını tutarak buyurdu ki: "Allahü teâlâya
yemin ederim ki, çok uzaklarda, Irak'ta, Şam'da bulunan âlimler, bu sakalın
sâhibinin ne olduğunu bilmiş olsalardı, aradaki uzaklığa ve yol meşakkatine
bakmadan, yüzüstü sürünmek pahasına da olsa yanımıza gelirlerdi."
Hayâtını, İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, insanlara anlatarak
onların dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşmalarına vesîle olmak için sarf eden
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri 1287 (H.686) senesinde İskenderiye'de vefât etti.
Humeyr denilen yerde defnedildi. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin defnedildiği
yer susuz ve çorak bir yer olmasına rağmen, o defnedildikten sonra onun kerâmeti
olarak suyu çoğalıp tatlılaştı.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin mensûb olduğu Şâziliyye yolu, onun vefâtından
sonra talebeleri tarafından devâm ettirildi. Yetiştirdiği velîlerin en yükseği
olan İmâm-ı
Busayrî rahmetullahi aleyh yazdığı Kasîde-i Hemziyye'de Peygamberimizi
sallallahü aleyhi ve sellem medh ederken; "O en iyi insanın, anaları babaları da
hep iyi idi. Allahü teâlâ mahlukları arasında, O'nun için en iyi anaları,
babaları seçti." buyurmaktadır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BİRAZ DA SEN
KONUŞ
Bir gün Ebü'l-Abbâs-ı
Mürsî'nin huzûruna biri geldi. Gelen kimse, Kur'ân-ı kerîmi ezbere biliyordu.
Meşhûr on sekiz ilimde de ihtisası vardı. Ebü'l-Abbâs'ın rahmetullahi aleyh
yanında bir mikdâr konuştu. Ebü'l-Abbâs rahmetullahi aleyh edebinin çokluğundan,
tevâzu ile sessizce o kimsenin anlattıklarını dinledi. Bir müddet sonra o kimse,
kendisinde bulunan ilimle öğünerek ve kendini ondan üstün görerek kibirli bir
şekilde Ebü'l-Abbâs'a; "Şimdi biraz da sen konuş!" dedi. Ebü'l-Abbâs; "Ey bunun
öğünmesine sebeb olan şey çık!" buyurdu. O zât, Kur'ân-ı kerîm ve diğer ilimlere
âit bütün bildiklerini bir anda unuttu. Hepsi hâfızasından silindi. Şehrin
sokaklarında aylak aylak dolaşır oldu. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî rahmetullahi aleyh
kendisine acıyıp, namaz içinde okunacak olan çok lüzumlu bilgileri o kimseye
iâde etti. O kimse, ölünceye kadar bu hâlde kaldı. Bu hâli görenler, Allahü
teâlânın velîsine karşı edepsiz davranıp onları küçük görmenin, onlara düşmanlık
etmenin ve onları imtihan etmeye kalkmanın cezâsının pek ağır olduğunu, böyle
kimselerin elbette cezâlarını göreceklerini, dünyâda da, âhirette de perişan
olacaklarını iyice anladılar.
LEŞ OLAN TAVUK
Bir defâsında zamânın
sultanı, hizmetçilerine, bir tavuğu kesmelerini, başka bir tavuğu kesmeden
boğazlamalarını, sonra ikisini de aynı kazanda pişirmelerini emretti.
Hizmetçiler, sultânın dediği şekilde tavukları pişirip hazırladılar. Bu sırada
Ebü'l-Abbâs hazretleri de orada idi. Sultan, Ebü'l-Abbâs'ın rahmetullahi aleyh
velî bir zât olup olmadığını anlamak için, o tavukları, yemek olarak Ebü'l-Abbâs'a
ikrâm etti. Ebü'l-Abbâs hazretleri hizmetçiye, boğulmuş tavuğu göstererek
kaldırmasını emredip; "Bu, leştir yenmez." buyurdu. Kalan tavuk için ise; "Bu,
leş değildir. Fakat leş olan tavuğun suyunda, o tavuk ile berâber aynı kapta
piştiği için, bu da necis oldu. Onun için bu da yenmez." buyurdu.
DOĞRU TÜCCÂR
Ticârette dürüstlükten ayrılmamak gerektiğini bildiren Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî
hazretleri bir sohbetinde buyurdu ki: "Hadîs-i şerîfte doğru olan tüccârın,
peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle birlikte haşrolunacağı
bildirildi. Peygamberlerin aleyhimüsselâm husûsiyetleri; emâneti edâ etmek,
nasîhatta bulunmaktır. İşte doğru olan tüccâr; emâneti edâ etmek ve başkalarına
nasîhatta bulunmak vasıfları ile peygamberlerle birlikte haşrolunur. Zâhir ve
bâtın bakımından sıddîklar gibi olduğundan, sıddîklarla birlikte haşrolunurlar.
Sıddîkların husûsiyetleri odur ki; hem zâhiren, hem de bâtınen safâ hâlinde
bulunurlar. Şehîdlerin husûsiyetleri odur ki; cihad ederler. Doğru olan tüccâr
ise; nefsi, şeytanı ve hevâsı ile cihâd eder. Bu vasıfları sebebiyle şehîdlerle
birlikte haşrolunur. Sâlihlere gelince, onlar, helâlı alır, haramı terkederler,
doğru olan tüccâr da helali alır, haramı terkeder. Bu vasıfları sebebiyle
sâlihlerle birlikte haşrolunur."
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.314
2)
Tabakâtü'l-Evliyâ; s.418
3)
Tabakâtü'l-Kübrâ; c.2, s.12
4) Nefehâtü'l-Üns
Tercümesi; s.645
5)
Hüsnü'l-Muhâdara; c.1, s.523
6)
El-A'lâm; c.1, s.186
7) Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye ( Kırk dokuzuncu baskı ); s.1070
8) Neylü'l-İbtihâc; s.64
9)
Letâifü'l-Minen
10)
Ravdu'r-Reyyâhîn; s.272
|
|