EBÛ BEKR KETTÂNÎ
Evliyânın
büyüklerinden. Künyesi, Ebû Bekr, adı Muhammed bin Ali bin Câfer Bağdâdî el-Kettânî'dir.
Aslen Bağdâtlı olup, ömrünün büyük bir kısmını Mekke'de geçirmiştir. Ebû Bekr
Kettânî, Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebesidir. Ebû Saîd-i Harrâz, Abbâs bin Mühtedî,
Amr el-Mekkî, Ebü'l-Hüseyin Nûrî gibi âlimlerin sohbetinde bulundu. 933 (H.322)
senesinde Mekke'de vefât etti.
Ebû Bekr
Kettânî; verâ, takvâ, haram ve şüphelilerden kaçmada zühd, dünyâya düşkün olmama
ve mârifette son derece ileri olup, Hicaz âlimlerinin büyüklerinden idi.Mücâhede
ve riyâzette nefsin isteklerini yapmama, istemediklerini yapmada gerçekten
ileride ve çeşitli ilimlerde kâmil olup, özellikle hakîkat ve mârifet
ilimlerinde pek derin idi.
Kendisine
Harem'in kandili derlerdi. Sabaha kadar namaz kılar ve Kur'ân-ı kerîm okurdu.
Kâbe'de otuz sene, altın oluğun altında ibâdet etti. Bu zaman içinde, yirmi dört
saatte bir defâ abdestini tâzelerdi. Tavaf yaparken, Kur'ân-ı kerîmi pekçok defâ
hatm etmiştir. Ona, Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâsında
çok gördüğü için Muhammed aleyhisselâmın talebesi derlerdi.Peygamberimizi rüyâda
hangi gece göreceğini bilirdi. Kendisine sorulan sorulardan bâzılarını, rüyâda
Resûlullah'a arz eder, cevaplarını alırdı.
Bir rüyâsını
şöyle anlatır: "Bir gece rüyâmda sevgili Peygamberimizi gördüm. O'na;
"Kalbimdeki hevânın, nefsin istek ve arzularının yok olması ve bundan kurtulmak
için nasıl duâ edeyim?" diye sordum. Buyurdular ki: "Her gün kırk kere hulûs-i
niyetle, yâ Hayyû, yâ Kayyûm, yâ lâ ilâhe illâ ente es'elüke en tuhyiye kalbî bi-nûri
ma'rifetike edeben, dersen, kalbindeki hevâ kaybolur."
Emîr-ül-müminîn
hazret-i Ali'ye karşı, bende biraz soğukluk vardı. Bunun sebebi de; Resûlullah
efendimiz; "Ali'den başka yiğit yoktur." buyurmuşlardır. Gerçi hazret-i Ali hak
üzere idi. Fakat halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakıp çekilseydi, bunca kan
dökülmezdi. Asıl yiğitlik budur." diyordum.
Kendisi
şöyle anlatır:
Safâ ile
Merve arasında bir evim vardı. Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Eshâbıyla
birlikte oturuyorlardı. Beni yanlarına çağırıp, hazret-i Ebû Bekr'e işâret
ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. Ben; "Hazret-i Ebû Bekr'dir." dedim. Sonra;
hazret-i Ömer'e işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. "Hazret-i Ömer'dir." dedim.
Sonra hazret-i Osman'a işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. Ben de; "Hazret-i
Osman'dır." dedim. Sonra hazret-i Ali'yi işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurunca,
ona karşı kalbimde olan kırgınlık sebebiyle utandım. Peygamber efendimiz beni
hazret-i Ali ile kardeş yaptılar. Sonra kucaklaştık ve Eshâb-ı kirâm dağıldılar.
Hazret-i Ali ile başbaşa kaldık. Bana; "Ebû Kubeys Dağına çıkalım." deyince
kabûl edip, bu dağın tepesine çıkıp oradan Mekke'yi seyretmeye başladık.
Uyandığım zaman kendimi bu dağın başında buldum. Bu rüyâdan sonra hazret-i Ali
ve hazret-i Muâviye'nin kıymetini daha iyi anladım."
Şöyle
anlatır: "Gençliğimde hacca gitmek için annemden izin alıp yola çıkmıştım. Çölde
giderken, üzerim kirlendi. Galiba şartlarına uygun olarak yola çıkmadım, diyerek
geri döndüm. Eve gelince annemi kapının arkasında oturup bekler gördüm.
"Anneciğim bana izin vermemiş miydin?" dedim. "Verdim fakat bu evi sensiz görmek
gücüme gitti. Sen yola çıkalıdan beri oturuyorum. Dönüp gelmene kadar buradan
kalkmamaya karar vermiştim." dedi.
"Biri benim
sohbetime devâm ederdi. Ama onun sohbetimde bulunması bana ağır geliyordu.
"Hediyeleşiniz, sevişirsiniz." hadîs-i şerîfine uyarak ona hediye verdim. Yine
kalbimdeki duygu gitmedi. Nihâyet bu zâtı evime götürdüm; "Ayağını yüzüme bas."
dedim, ama basmadı, ısrâr ederek ayağını yüzüme bastırdım. Kırgınlık gidip,
kalbime sevgi yerleşene kadar ayağını yüzümden kaldırtmadım.
Bir gün
üzerinde ridâsı, paltosu bulunan nûrânî yüzlü bir zât, Mescid-i Haramın, Benî
Şeybe kapısından heybetli bir şekilde içeri girdi. Başını önüne eğmiş duran
Kettânî hazretlerinin yanına gelip selâm verdi. Sonra; "Ey imâm! Makâm-ı
İbrâhime neden gidip de, kısa senedlerle hadîs nakleden hocalardan hadîs
dinlemiyorsun?" dedi. Bunun üzerine Kettânî hazretleri doğrularak; "O, kimden
hadîs rivâyet ediyor?" diye sordu. İhtiyâr zât; "Ma'mer' den, Zührî'den, Ebû
Hüreyre'den ve Resûlullah'ın senediyle Abdullah'tan." dedi. Kettânî hazretleri;
"Sen uzun senedli olarak bahsettin. Onların isnadla bahsettiği hadîsi, ben
şurada isnadsız dinliyorum." dedi. "Kimden dinliyorsun?" dediğinde; "Haddesenî
kalbî an Rabbî'den, yâni kalbim, sözü yüce olan Allahü teâlâdan dinlemektedir."
dedi. İhtiyar zât; "Peki bu sözün senedi nedir?" diye sordu. Kettânî; "Delil
şudur ki, sen Hızır aleyhisselâmsın dedi. O zaman Hızır aleyhisselâm; "Ebû Bekr
Kettânî'yi görene kadar, Allahü teâlânın velîlerinden tanımadığım yoktur
sanırdım. Kettânî ise beni tanıdı ama, ben onu tanıyamadım. Anladım ki, Allahü
teâlânın beni tanıyan, ama benim kendilerini tanımadığım birçok dostları
vardır." dedi.
Bir zât
şöyle anlatır: Bir zaman, helâl yoldan elime yirmi dirhem gümüş para geçti.
Kettânî'nin huzûruna vardım ve bu parayı seccâdesinin bir kenarına koydum.
İhtiyaçlarına bu parayı harcarsın dedim. Bana göz ucuyla şöyle bakarak; "Ben,
içinde bulunduğum şu hâli, elimde bulunan her şeyi vermekle kazandım. Sen ise,
dünyâ malı vererek kazandıklarımı kaybettirmek istiyorsun." dedi ve kalktı.
Seccâdesini silkeledi ve oradan gitti. Ben dağılan gümüş paraları yerden
toplarken; "Onun yüksekliği kadar yüksek, benim de aşağılığım kadar aşağılık
olan bir şeyi aslâ görmedim. O ne kadar yüksek, ben ne kadar aşağıyım." diye
düşündüm.
Kettânî
anlatıyor: Bir gün yanıma ağlayarak bir fakir geldi ve; "On günden beri karnım
aç, arkadaşımdan birine karnım aç diye yakınmış, sonra pazara gitmiştim. Yolda
bulduğum (Allah tarafından gönderilen) bir dirhem üzerinde şöyle yazıyordu: Hak
teâlâ aç olduğunu bilmiyor mu ki, ona bu şikâyette bulunuyorsun." diyordu.
Ölümü
yaklaştığı zaman Kettânî'ye; "Hayatta iken ne durumda idin de, bu makâma
ulaştın?" diye sordular. "Şâyet ecelim yaklaşmamış olsaydı söylemezdim." dedi ve
devâm etti: "Kırk yıl kalbimin bekçisi oldum. Allahü teâlâdan başka her şeyi
kalpten uzaklaştırdım. Nihâyet kalp, Allahü teâlâdan başkasını bilmez hâle
geldi."
Buyurdu ki:
"İbâdet yetmiş iki bölümdür. Onların yetmiş biri Allahü teâlâdan hayâ etmek,
diğeri de bütün iyiliklerdir."
"Bedeninle
dünyâda, kalbinle âhirette ol."
"Allahü
teâlânın yarattığı şeylere dalıp avunmak, kula bir cezâdır. Dünyâyı ve dünyâyı
sevenlere yakın durmak, onlara güvenmek ise felâkettir."
"Nefsin
arzuları, şeytanın taktığı bir yulardır. Kim, şeytanın o yularına takılırsa,
doğruca onun yanına gider ve ona köle olur."
"Ya göründüğün gibi ol
veya olduğun gibi görün."
"Zâhid;
nefsi istediği halde dünyâdan yüz çeviren, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve
sellem yolunda ve izinde yürüyen, gâyesi âhiret olan, cömert olup, Rabbine
yönelendir."
"Allahü
teâlânın, Arşın altında sabâ isimli bir rüzgârı vardır. Bu rüzgâr, seher vakti
eser ve seher vakti gönülden tövbe ve istiğfâr edenlerin hallerini Allahü
teâlâya götürür."
"İstigfâr,
tövbedir. Tövbe, şu altı şeyi ihtivâ eder: Yaptığına pişman olmak. Bir daha
günah işlemeyeceğine azmetmek. Kaçırdığı farzları yerine getirmek. Üzerinde olan
hakları sâhiplerine vermek. Haramdan hâsıl olan vücuttaki fazlalıkları atmak.
Bedene, günahın tadını tattığı gibi, ibâdet zevkini tattırmak."
"Allahü teâlâ, bir mümin
kulunun dilini özür dilemek için açtığı zaman, peşinden de af ve mağfiret
kapısını açar."
"Takvâ
sâhibi; nefsinin isteklerine uymayan, İslâmiyetin emirlerine tam uyan, yakîn ile
huzur bulan, tevekkül direğine dayanan kimsedir."
"Yakînin en
faydalısı, Hak teâlâyı büyük görmek, O'ndan başkasını küçük görmek, korku ve
ümidi kalbinde bir arada tutmaktır."
"Tövbe; kötü
şeylerden tamâmen uzaklaşmak, Allahü teâlânın emirlerine yönelmek, sıkıntılara
göğüs germek, nefsin arzularına karşı koymak, sıkıntılara sebât etmek, doğru
yola kavuşmak, Allahü teâlânın dostluğuna ve yardımına mazhâr olmaktır."
"Medîne,
Irak, Şam ve Kûfe âlimlerinin üzerinde birleştikleri husus şudur: Dünyâya düşkün
olmamak, cömert olmak ve halka karşı samîmi davranmak, insanlara nasihat
etmektir."
"Ameller,
kulluk elbisesidir. Allahü teâlâ mahrûm ettiği kimselerden bu elbiseyi çıkarır.
Kendisine yaklaştırmak istediği kimselere şefkat eder, devamlı bu elbise içinde
kalmalarını nasîb eder."
"Bir müminin kalbini hoş
tutmak, bana nâfile hac yapmaktan iyi gelir."
Altmış
yaşındaki bir kimse nefsini hesâba çekmişti. Bunu gün olarak hesapladı yirmi bir
bin beş yüz gün çıktı. Bu gün sayısını görünce feryad etti. Düşüp bayıldı.
Ayılınca âh yazık bana Rabbime gideceğim. Eğer her gün bir günah işlemiş olsam
bu hesâba sığmaz günahlarla hâlim nice olur? dedi. Sonra eyvâh, dünyâya daldım!
Âhiretimi harâb ettim! Çok ihsân edici Rabbime karşı, isyânkâr oldum. Sonra da
harâbe gibi olan bu dünyâdan saâdet yeri olan âhirete gitmekten kaçınıyorum.
Kıyâmette hesap günü amelsiz, sevapsız bir halde nasıl hesap vereceğim! dedi."
"Dostlarımdan birini vefâtından sonra rüyâmda gördüm. Sana ne muâmele yapıldı?
diye sordum. "Günahlarımdan bana birer birer bildirilip, böyle böyle yaptın mı?
denildi. Evet, dedim. Amel defterimde yazılı günahlarımın herbiri gösterilip
bunları yaptın mı? denildikçe evet, deyip çok utanç duydum. Uzun müddet bu
şekilde utanç içinde terler döktüm. Sonra Rabbim beni ihsânı ile affetti, dedi."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SEN KİMSİN
Kettânî
hazretleri şöyle anlatıyor: "Bir kere rüyâmda çok güzel bir genç gördüm. "Sen
kimsin?" diye sordum. "Takvâyım." dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince;
"Dertlilerin kalbinde." dedi. Sonra diğer tarafa baktığımda, çirkin, siyah bir
kocakarı gördüm. "Sen kimsin?" dedim. "Ben kahkaha, zevk ve keyifim." dedi.
"Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Çok gülenlerin kalbinde." dedi. Uyandıktan
sonra hiç bir zaman kahkaha ile gülmemeye niyet ettim."
İMTİHÂNA TÂBİ TUTULANLAR
Sohbetlerinde buyurdu ki: "Varlıklar dört kısımdır, birincisi mâzûr olanlar;
bunlar hayvanlardır. Akılları olmadığı için, emir ve yasaklarla mükellef
değildirler. İkincisi, imtihâna tâbi olanlar; onlar, insanlardır. Bu dünyâda
yaptıklarından âhirette hesap verecekler, amellerinin karşılığını orada
göreceklerdir. Üçüncüsü; hep ibâdet ve tâat (Allahü teâlânın beğendiği iyi
işler) üzere olanlardır ki, bunlar meleklerdir. Onlar, hiç günah işlemezler.
Devamlı, Allahü teâlâya kulluk edip, noksansız devâm ederler. Dördüncüsü;
iblistir ki, Allahü teâlânın lânetine uğrayıp, helâk olmuştur."
DUÂ EDERSEN
Bir gün
Kettânî, namaz kılarken bir hırsız gelip, omuzundaki elbisesini aldı ve satmak
için pazara götürdü, ama eli derhal kurudu. Ona; "Senin yapacağın iş, bunu geri
verip, sâhibinin duâsını almandır. Senin için duâ ederse, Allahü teâlâ senin
elini iyileştirir" dediler. Bunun üzerine hırsız geri geldiğinde, Kettânî hâlâ
namazda idi. Aldığı elbiseyi Kettânî'nin omuzuna koydu ve namazını bitirinceye
kadar oradan ayrılmadı. Namazını bitirince ayaklarına kapanarak yalvardı ve
hâlini anlattı. O zaman Kettânî; "Allah'a yemîn ederim ki elbisemin ne
götürülmesinden, ne de getirilmesinden haberim var." dedi ve; "Allah'ım! O, onu
götürmüş ve getirmiş, sen de ondan aldığını geri ver." diye duâ edince, hırsızın
eli iyileşti.
KAYNAKLAR
1) Târih-i Bağdâd; c.3, s.74
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.104
3) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.302
4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.110
5) Kıyâmet ve Âhiret; s.162
6) Risâle-i Kuşeyrî; s.172
7) Nefehât-ül-Üns; s.226
8) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.357
9) Tabakât-ı Ensârî; s.367
10) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.2, s.151
11) Sıfât-us-Safve; c.2, s.294
12) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.296
13) Tabakât-üs-Sûfiyye (Sülemî); s.373
14) Sefînet-ül-Evliyâ; s.145
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.31
16) Makâmât-ı Ebû Saîd; s.262, 263
17) Ravd-ül-Fâik; s.16, 101
18) Ravd-ür-Reyyâhîn; s.83
19) Dirâsât fî Tasavvuf-il-İslâmî; s.347
|