EBÛ ABDULLAH EL-KUREŞÎ
On ikinci
yüzyılda Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış olan büyük velîlerden.
İsmi Muhammed bin Ahmed bin İbrâhim'dir. Hazret-i Hasan'ın soyundan olup, Kureşî
ve Hâşimî nisbeleriyle bilinir. Ebû Abdullah künyesiyle meşhûr olmuştur. 1150
(H.544) senesinde Endülüs'te doğdu. 1202 (H.599) senesinde Kudüs'te vefât etti.
Kabri orada olup ziyâret yeridir.
Endülüs'te
dünyâya gelen Ebû Abdullah el-Kureşî, küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline
başladı. Memleketinin âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti ve
velîlerin sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Hem zâhirî hem de
mânevî ilimlerde yükseldi. Fıkıh, tefsîr, hadîs gibi ilimlerde yüksek âlim,
tasavvuf yolunda ise, üstün bir velî oldu.
Büyük velî
Ebû Yezid el-Kurtubî'den feyz aldı ve uzun müddet hizmet ve sohbetinde bulundu.
Hocası Ebû Yezîd el-Kurtubî'den tasavvuf yoluna girişini sordu. O da buyurdu ki:
"Beni bu yola sevk eden şu hâdisedir: "Ticâretle meşgûl oluyordum ve benim ıtır
ve koku sattığım bir attar dükkanım vardı. Bu dükkânda kıymetli ve pahalı şeyler
satıyordum. Giydiğim elbiselerim de kıymetliydi. Bir gün sabah namazını kılmak
için câmiye girmiştim. Namazı bitirir bitirmez büyük bir halka hâlinde
insanların toplanmaya başladıklarını ve bir şeyler okuyup anlattıklarını gördüm.
Bir kenara çekilip dinlemeye başladım. Topluluktan biri bir kitaptan sâlihlerin
hal ve menkıbelerini okuyordu.
Kendi
kendime yanımdaki kimsenin işitebileceği kadar hafif bir sesle; "Sübhânallah, bu
kitaba şu hikâyeleri de almışlar. Hayret edilecek şey doğrusu." dedim. Yanımda
bulunan bir kimse; "Ya bu kitapta neler anlatılmasını beklerdin?" dedi. Ben; "Bu
anlatılan şeyler yalan veya çok abartılmış sözlere benziyor. Adam bir sene
müddetle su içmiyor, fakat yaşıyor." dedim. O kimse; "Bu anlatılanları inkâr
etme. Çünkü ben buradaki insanlar arasında sâlih ve velî kimseler görüyorum."
dedi. Bu sırada halkada oturan zayıf, elbisesi yıpranmış bir kimse başını
kaldırıp bana baktı ve; "Sâlih kimseler hakkında böyle konuşmaktan sıkılmıyor
musun" dedi. Ben; "Nerede o senin dediğin sâlih kimseler?" dedim.
Bu
konuşmalardan sonra oradan ayrılıp şaşkın bir hâlde dükkanıma geldim. Öğleye
yakın, dükkanda her zaman olduğu gibi oturuyor, alış-verişe devâm ediyordum.
Bakınca câmide gördüğüm o kimsenin dükkanın önünden geçtiğini gördüm. Beni
görmeden geçti. Az sonra geri dönüp geldi. Beni arıyordu. Selâm verdi, selâmına
cevap verdim. Bana; "Senin ismin nedir?" diye sordu. Ben de; "Abdurrahmân'dır."
dedim. "Beni tanıyor musun?" diye sordu; "Evet tanıyorum. Sen câmide konuştuğum
kimsesin." dedim. Bana; "Sâlih kişiler hakkında hâlâ aynı düşünce ve inanışa
sâhip misin? Yoksa tövbe ettin mi?" dedi. Ben ona; "Benim inanışımda tövbe
edilecek bir yer yoktur." dedim. O kimse dükkanın masasına dayandı ve bana;
"Ey Ebû
Yezîd! Sâlih kimseler hakkında ne diyorsun?" dedi. Ona; "Nerede senin dediğin
sâlih kimseler?" dedim. O da; "Çarşıda yürüyorlar. Eğer onlardan birisi, şöyle
şöyle söylese" derken dükkanın boşluğundaki taşa işâret etti. Onun işâreti ile
dükkan sarsılmaya başladı. Dükkanın depo kısmının duvarında iki yarık meydana
geldi. Hayretle o yarıklara bakıp; "İnsanların böyle yapabilmek gücü var mıdır?"
dedim. O kimse; "Bu gördüklerin,Allahü teâlânın sâlih ve velî kullarına verdiği
kerâmetler yanında nedir ki." dedi. "Bundan daha büyük hâller de mi var?" dedim.
O kimse; "Eğer o kimseler senin bu dükkanın tamâmen sarsılmasını dileseler, bu
dükkanın içinde cam ve kap cinsi bir şey kalmazdı." dedi. O kimsenin bu sözleri
karşısında hayret ve şaşkınlık içinde bakıp kaldım. Sonra yanımdan ayrılıp
gitti.
Olanlar
karşısında korku ve dehşete düştüm. Kendi kendime; "Benim gibi bir adamın ömrü o
sâlih kimselerin bir işâretiyle yıkılabilecek olan bu dükkanı beklemekle
geçiyor. Halbuki sâlih kimseleri her zaman bulmam mümkün değildir." dedim.
Ertesi gün câmiye gidip o zâtın ders halkasına dâhil oldum. Sonra dinlemeye
başladım. Dinlediğim şeyler benim hâlimde büyük değişikliklere yol açtı. Dükkana
gidecek hâlim kalmadı. Sonunda gidip anahtarları dayıma verdim. Dükkanın sâhibi
dayım oldu. Dayım bana; "Nereye gidiyorsun?" diye sorunca; "İnşâallahü teâlâ
geleceğim." deyip ayrıldım. Dayım asıl maksadımı bilmiyordu. Bundan sonra
dükkana dönmedim. Böylece dünyâ işlerini terk edip tasavvuf yoluna yöneldim.
Kısa bir müddet içinde yüksek hâl ve derecelere kavuştum."
Ebû Abdullah
el-Kureşî bir müddet sonra Mısır'a gidip âlim ve velî zâtların sohbetlerinde ve
ilim meclislerinde bulundu. İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp,
onların kurtuluşu için çalışmaya başladı. Mısır'da bulunduğu sırada pekçok kimse
onun ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Kâdıl-Kudât İmâdüddîn bines-Sükkerî,
Allâme Şihâbüddîn Ebü'l-Hasan, Ebü'z-Zâhir Muhammed el-Ensârî, Ebü'l-Abbâs Ahmed
bin Ali el-Ensârî el-Kastalânî ve daha birçok âlim ve velî ondan ders aldılar.
İnsanlara
İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdete
kavuşmalarına vesîle olan Ebû Abdullah el-Kureşî, birçok âlim ve velî
yetiştirdi. Güzel ahlâkı, güler yüz ve hoş sohbetleriyle insanların gönüllerini
fethetti. Herkes onun yüksek bir velî olduğunu kabûl edip, uzaktan yakından
gelerek sohbetlerinden istifâde ettiler. İlim ehline son derece saygılı olan Ebû
Abdullah el-Kureşî halk arasında hikmetli sözleriyle onların kalplerine şifâ
akıttı. İnsanlar onun hikmetli sözleriyle ilim ve ihlâs sâhibi oldular.
Sohbetlerinde Allahü teâlânın velî kullarına karşı edepli olmayı ve kusur
etmemeyi tavsiye etti. Bir defâsında buyurdu ki:
Evliyâya dil uzatan,
onlara karşı edep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl
üzere ölür.
Talebeye
tövbeden sonra ilk emredilen, kötü arkadaşları terk etmesi, maksaddan
uzaklaştıracak şeylerden uzak durmasıdır.
Verâ yâni
şüphelilerden kaçmak, amellerin, ibâdetlerin esâsı, temelidir.
Bir işin
başı, sonuna delildir, alâmettir.
Dünyâ
mezbelelik gibidir. Hiç bir kıymeti yoktur. Bunun içindir ki, sâdık mümin,
dünyânın ne sevgisi, ne buğzu ile uğraşmaz.
Dostlarının,
arkadaşlarının hukûkunu gözetmeyen, onlarla sohbetin, berâber olmanın bereketine
kavuşamaz.
Ömrü
uzadığında iyi amelinin artması, ihtiyâcı çoğaldığında cömertliğinin artması,
ilmi arttıkça tevâzûunun artması, evliyânın alâmetlerindendir.
Kul, ibâdetlerinde doğru
olursa, ummadığı yerden yardımlara kavuşur.
Mâsiyetin,
günâh işlemenin sebebi gaflettir. Yâni Allahü teâlâyı unutmaktır.
Rehberi
olmayan yolunu şaşırır.
İhtiyâcın
olmadıkça, kimseden bir şey isteme.
Her makâmın
kendine mahsus bir ilmi, her hâlin riâyet edilmesi gereken bir edebi vardır.
Kalben
hocasını beğenmeyen, hocasından gelen hiç bir feyze kavuşamaz.
Allahü
teâlânın velî kullarını hakîr görmek, kötü işleri yapmaya bir vesîledir.
"Her kim
Allahü teâlânın ârif bir kulunu veya bir velîsini üzerse, onun kalbi mühürlenir.
Onları üzmeye devâm eden, îtikâdı bozulmadıkça ölmez."
Allahü
teâlâya kulluk vazîfelerini ihmâl etmemek ve O'na tevekkül etmek husûsunda da
buyurdu ki:
"Allahü
teâlâya kullukta edepten ayrılma! O'na karşı haddini aşma! Seni isterse
kendisine ulaştırır."
"Allahü
teâlâya kavuşturan doğru yoldan ayrılmayınız. Çünkü O'na bu yoldan başka bir
yolla kavuşulamaz."
Fıkıh âlimi
Ebû Tâhir şöyle anlatır: "Bir gün Kudüs'te bir medresenin önünden geçtim. Fıkıh
âlimleri medresenin kapısında, üzerlerinde süslü elbiseler olduğu hâlde
toplanmışlardı. Oradan geçip Ebû Abdullah el-Kureşî hazretlerinin yanına döndüm.
Geceyi orada geçirdim. Ertesi gün Ebû Abdullah Kureşî bana; "O medreseye git.
Orada hoca ol!" dedi. Bu, büyük ve olması imkânsız bir işti. Oraya gidince,
kapıcıların beni içeri almayacaklarını zannettim. Fakat hiçbiri, içeri girmeme
mâni olmadı. İçeri girdim. Müderrisin bir yere oturduğunu ve etrâfında birçok
zâtın dâire hâlinde ders halkası teşkil ettiklerini gördüm. Ben de onların
arasına katılmak istedim. Beni hakîr görerek yer açmadılar. Bunun üzerine
arkalarına oturdum. Sonra medreseye bir zât geldi. Müderris onu görünce, yüzünün
rengi değişti ve ona doğru giderek karşıladı. Oradakiler de peşi sıra gittiler.
Ben, orada birisine gelenin kim olduğunu sordum. Ondan, münâkaşa ve münâzarası
çok kuvvetli biri olduğunu, o gelince kimsenin ona cevap yetiştiremediğini,
herkesin ondan korkup çekindiğini öğrendim. O kişi baş köşeye oturup konuşmaya
başlayınca, bende birşeyler olduğunu hissettim ve sorularına cevap vermeye
başladım. Neticede, söyleyecek bir şeyi kalmadı. Oradakiler ve müderris, benim
böyle ona hiç zorlanmadan cevap vermeme çok şaşırdılar. Sırf bu yüzden hürmet ve
saygı göstermeye başladılar. Münâzara eden o zât, müderrise dönerek benim kim
olduğumu sordu. Müderris bilmediğini söyleyince; "Medreseler bu gibiler için
inşâ edilmiştir." dedi. Müderris buna çok sevindi ve yanıma gelerek benim kim
olduğumu sordu. Ben de söyleyince; "Sizi bu medreseye hoca kabûl ettik." dedi.
Ben, Ebû Abdullah el-Kureşî'nin yanına gitmek üzere kalkınca, hepsi kalkarak
bana; "Bizim âdetimiz medresemize hoca kabul ettiğimiz kişiyi, evine kadar
uğurlarız." dediler. Medreseden çıkınca, büyük bir kalabalık arkamdan yürümeye
başladı. Gelmemelerini söyleyince geri döndüler. Ebû Abdullah Kureşî'nin
huzûruna varınca; "Ey Tâhir! Niye onların gelmelerine mâni oldun? Âdetlerini
yerine getirselerdi." buyurunca; "Efendim, zâtı âlinizin hatırını düşünerek
onlara mâni oldum." dedim. Bu olanlar onun kerâmetiydi. Ebû Abdullah Kureşî'nin
vefâtına kadar o medresede hocalık yaptım."
Hanımı şöyle
anlatır: "Bir gün onun yanından çıkmıştım. Odada yalnız idi. Sonra bulunduğu
odadan bâzı sesler işittim. Birisiyle konuşuyordu. Konuşmaları bitinceye kadar
bekledim. Sonra odaya girerek kiminle konuştuğunu sorduğumda; "O Hızır
aleyhisselâm idi. Bana uzak bir yerden meyve getirmiş. Onu yememi istedi ve şifâ
olacağını söyledi. Ben de, bu hâlimle daha iyi olduğumu belirterek ona teşekkür
ettim ve o meyveye ihtiyâcım olmadığını söyledim." buyurdu."
Ebû Abdullah
Kureşî oturduğu şehrin vâlisi ile bir yerde yemek yerken, vâli yemekten elini
çekti. Ebû Abdullah; "Eğer elinizi çekmeniz, benim şu yaralı elim sebebi ile ise
mesele yok." buyurdu ve eli gümüş gibi parlayan bir el oldu. Onda hiç bir
hastalık kalmadı.
Ebû Abdullah
el-Kureşî hazretleri duâsı makbul bir zât idi. Mısır'da bulunduğu sırada büyük
bir kıtlık olmuştu. Rüyâsında ona; "Bu hususta sizin hiçbirinizin duâsı kabûl
olmaz." denildi. Bunun üzerine Mısır'dan ayrılıp Kudüs'e gitti. Filistin'deki
Halîlürrahmân denilen yerdeki İbrâhim aleyhisselâmın makamını ziyâret etti.
Ziyâret sırasında İbrâhim aleyhisselâmın makâmı yanında uyuya kaldı. Rüyâsında
İbrâhim aleyhisselâm tarafından karşılandı. Ebû Abdullah el-Kureşî, İbrâhim
aleyhisselâma; "Ey Halîlullah! Mısır'da büyük bir kıtlık var. Duâ buyurunuz."
diye arz etti. Hazret-i İbrâhim de kıtlığın kalkması için duâ etti. Ebû Abdullah
el-Kureşî daha sonra uyanıp Kudüs'e döndü. Çok geçmeden kıtlığın kalktığı
haberini öğrendi.
Ebû Abdullah
bin Es'ad, Ebû AbdullahKureşî'nin şöyle anlattığını nakletti: Bana hocam Ebü'r-Rebî
bir gün şöyle dedi: "Sana bitmek tükenmek bilmeyen bir hazîne öğreteyim mi?" Ben
de; "Evet." deyince, Ebü'r-Rebî bana; "Şu duâyı devamlı oku." dedi.
Okumamı
istediği duâ şöyle idi: "Yâ Allah, yâ Vâhid, yâ Mûcid, yâ Cevâd, yâ Bâsit, yâ
Kerîm, yâ Vehhâb, yâ Ze't-Tavl, yâ Ganî, yâ Mugnî, yâ Fettâh, yâ Razzâk, yâ
Alîm, yâ Hayy, yâ Kayyûm, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Bedîassemâvâti vel-ard, yâ
Ze'l-celâli vel ikrâm... Yâ Hannân, yâ Mennân infehnî minke bi nafhat-i hayrin
tugnînî bihâ ammen sivâk... in testeftihü fekad câekümü'l-feth... İnnâ
fetehnâleke fethan mübînâ... Nasrun minellahi ve fethun karîb... Allahümme yâ
Ganî, yâ Hamîd, yâ Mubdî, yâ Muîd, yâ Vedûd, yâ ze'l-arşil-Mecîd, yâ Fe'âlen
limâ yürîd, ikfinî bihelâlike an harâmike ve agninî bi fadlike ammen sivâke
ihfaznî bimâ hafizte bihizzikr... Vensurnî bimâ nasarte bihirrusül... İnneke alâ
küllî şey'in kadîr..." Sonra bana şöyle dedi."Her kim bu duâyı namazlardan
özellikle Cumâ namazından sonra okursa, Allahü teâlâ onu her türlü kötülükten
muhâfaza eder. Düşmanlarına karşı muzaffer kılar, ona ummadığı yerlerden
rızıklar verir, geçimini kolaylaştırır. Borcu dağlar kadar büyük ve kabarık olsa
dahi, Allahü teâlânın lütfu keremi ve inâyeti ile öder."
Kendisi
şöyle anlatır: "Bir gün Abdullah el-Muâvirî'ye gittim. Bana; "Ey şerîf! Başın
darda kaldığı zaman, yapacak olduğun bir duâ öğreteyim mi?" diye sordu. Ben de;
"Evet." dedim. Bunun üzerine şu duâyı öğretti: "Yâ Vâhid, yâ Ehad, yâ Vâcid, yâ
Cevâd, İnfehnâ minke bi nefhati hayrin inneke alâ külli şey'in kadîr..."
Abdullah el-Muâvirî bu duâyı bana öğretmek için okuduktan sonra başım hiç darda
kalmadı, rızkım çoğaldı."
Ebû Abdullah
el-Kureşî hac için Mekke-i mükerremeye gitmişti. Minâ'da bulunduğu sırada çok
susamıştı. Fakat su bulamadı. Su alacak parası da yoktu. Bir kuyunun yanına
gitti. Kuyunun başında bâzı insanlar vardı. Su kabını uzatarak, biraz su
vermelerini istedi. Onlar ona ezâ edip, su kabını uzak bir yere fırlattılar.
Kırık bir kalp ve üzgün olarak kabını almak için oraya gittiğinde içi tatlı su
dolu bir havuz gördü. Kanıncaya kadar o sudan içti ve kabını doldurdu. Başka
yerde olan arkadaşlarına haber verdi. Onlar da gelip o havuzdan içtiler. Sonra
başından geçen hâdiseyi onlara anlattı. Daha sonra, önceden gittiği kuyunun
yanına hep berâber gittiler. Orada sudan hiç bir eser yoktu. O zaman bunun
Allahü teâlânın bir imtihanı olduğunu anladı.
Ebû Abdullah
el-Kureşî hazretleri çok cömert ve hayır sâhibi idi. Çarşıdan kendi evinin
ihtiyâcı için un satın alır, eve getirirken de ihtiyaç sâhibi kimselere verirdi.
Fakat eve geldiğinde un kesesinden hiç eksilme olmadığı görülürdü. Bir gün yine
çarşıdan un satın alıp geliyordu. Yolda muhtaç birine rastladı. Bu kimse
kendisinden un isteyince, her zamanki gibi verdi. Yolda giderken; "Eve
vardığımda un isterlerse ne diyeceğim?" diye düşünerek gidiyordu. Elinde bir
şeyin var olduğunu hissetti. Avucuna baktığında fakire verdiği unun değeri kadar
para vardı. Tekrar çarşıya dönüp o parayla un aldı ve evine götürdü.
Bir kişinin,
gece devamlı ağlayan bir çocuğu vardı. Annesi ile babası, Abdullah Kureşî
hazretlerinin huzûruna gelerek dört yıldır durmadan ağlayan çocuklarının
durumunu anlattılar. Bunun üzerine Abdullah Kureşî, çocuğun annesi ve babası ile
evlerine gidip, çocuğa; "Ey Yûsuf! Bu gece ağlama." dedi. Çocuk o günden sonra
hiç ağlamadı.
Ebû Abdullah
Kureşî hazretlerinin, vefâtına yakın gözleri görmez oldu. Hanımının yanına
girince cüzzam hastalığından kurtulduğu gibi, gözleri de açılıyordu. Bir gün
gözleri açılmış, vücûdu cüzzam hastalığından kurtulmuş bir hâlde, gümüş gibi
bembeyaz bir tenle dostlarının yanına girdi. Onlar Abdullah Kureşî'nin bu hâline
çok şaşırdılar. Sonra; "Bu hâl ne?" diye sormaktan kendilerini alamadılar. Bunun
üzerine Abdullah Kureşî; "Allahü teâlâ bana önce âfiyet, sonra da, beni imtihân
için, hastalık elbisesini giydirdi. Şimdi ise gördüğünüz gibi, yine âfiyet
elbisesini giymiş bulunuyorum." diye îzâh etti.
Ömrünü İslâm
dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren Ebû Abdullah el-Kureşî
hazretleri 1202 (H.599) senesinde Kudüs'te vefât etti. Orada defnedildi. Eski
Kudüs'de olan kabri hâlen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Burada
yapılan duâların kabûl olduğu çok tecrübe edilmiştir.
Ebû Abdullah
el-Kureşî'nin sohbetleri ve hâllerini
talebeleri Fusûl adlı eserde toplamışlardır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İHTİYAÇ KADAR
Kendisi
şöyle anlatır: "Bir arkadaşımla berâber gemiyle bir yere gidiyorduk. Arkadaşım
çok susadı. Su alacak paramız yoktu. Yalnız bende, kadifeden bir ihram vardı.
Onu verip, su satın almak istedik. Gemidekilerden hiç kimse su satmadı.
Arkadaşıma ihrâmı verip; "Bunu geminin kaptanına götür." dedim. Arkadaşım gitti
ve üzüntülü bir hâlde geri geldi. Kaptanın kendisini yanından kovduğunu ve
elindeki su testisini fırlattığını söyledi. O zaman; "Allahü teâlâ bizlerin
yardımcısıdır." dedim. Su kabını alıp, denize daldırıp çıkardım ve arkadaşıma
verdim. Allahü teâlânın izniyle deniz suyu tatlı bir su olmuştu. Arkadaşım
kanıncaya kadar içti. Sonra ben içtim. Sonra yanımızda suyu olmayan bir başkası
da içti. İkinci sefer daldırdığımda, Allahü teâlânın ihsânıyla su kabı, un ve et
ile dolu çıktı. Unu ve eti pişirerek yedik. Üçüncü defâ kabı denize
daldırdığımda, bildiğimiz tuzlu deniz suyu çıktı. Anladım ki, bizim ihtiyâcımız
tamam olmuştu."
BENİ EBÛ ABDULLAH KUREŞÎ
İLE
EVLENDİR
Ebû Abdullah
el-Kureşî'yi sevenlerden bir kişi bir gün evinden işine giderken, hanımına bir
arzusu olup olmadığını sordu. Hanımı; "Kızına sor." dedi. O zât kızına dönerek;
"Ne arzu ediyorsan söyle." deyince, kızı; "Benim isteğime senin gücün yetmez."
dedi. Bunun üzerine o zât kızına; "Allah'ın izniyle dediğini yapmaya çalışırım,
istersen bin altın olsa bile." deyince, kızı; "O hâlde beni Ebû Abdullah Kureşî
ile evlendir." dedi. O zât buna çok şaşırdı. Çünkü, Ebû Abdullah Kureşî cüzzamlı
olduğu için, dış görünüşüne göre hiç bir kadın onunla evlenmeye râzı olmazdı.
Bunun üzerine, kızına söz verdiği için Ebû Abdullah Kureşî'nin yanına gitti ve
durumu ona anlattı. Ebû Abdullah Kureşî o zâta; "Kâdıyı çağır." dedi. Adam
kâdıyı çağırdı. Kâdı geldi ve kızla nikâhlarını kıydı. Kızı, Ebû Abdullah
Kureşî'nin yanına girmesi için hazırladılar. Bütün hazırlıklar bitince, herkes
evden ayrıldı. Ebû Abdullah Kureşî ile kız evde yalnız kaldıklarında, Ebû
Abdullah Kureşî hamama girdi. Hamamdan çıktığı zaman, uzun boylu ve yakışıklı
bir sûret almıştı. Üzerinde güzel bir elbise vardı. Değişik bir hâlde gören kız
onu tanıyamadı. Kendine yakın olmamasını söyledi. Ebû Abdullah el-Kureşî;
"Benden çekinme, ben yabancı değilim. Nikâhlın Ebû Abdullah el-Kureşî'yim."
deyince, kız; "Sen Kureşî değilsin." dedi. Bunun üzerine Ebû Abdullah el-Kureşî;
"Allah adına
yemin ederim ki, ben Kureşî'yim." deyince, kız inandı ve;"Bu ne hâldir?" diye
sordu. Ebû Abdullah Kureşî, "Bundan sonra, seninle olduğum zaman böyle
kalacağım. Ama başkaları ile berâber olunca, öbür şeklimle, yâni cüzzamlı
olacağım. Fakat bu durumu, ben ölünceye kadar kimseye söyleme." dedi. Bunun
üzerine gelin hanım;"Kimseye söylemeyeceğime söz veriyorum. İstersen benim
yanımda dururken de cüzzamlı olarak kalabilirsin." dedi. Ebû Abdullah Kureşî,
onun kendisiyle dış görünüşü için değil de, ilmi ve takvâsı için evlendiğini
anlayarak; "Allahü teâlâ sana bolca hayırlar ihsân etsin." diye duâ etti. Hanımı
bu durumu, Ebû Abdullah Kureşî hazretleri ölünceye kadar kimseye anlatmadı.
ELLİ ALTINIM VAR
Annesinden
kendisine bir ev mîrâs kalmıştı. Bu evi elli altına sattı. Altınları bir keseye
koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda eşkıyâ yolunu
kesip; "Neyin var?" dedi. "Elli altınım var." buyurdu. Eşkıyâ; "Altınları ver!"
deyince; çıkarıp verdi. Eşkıyâ altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı.
Sonra geri verip, devesini çöktürdü ve; "Buyurunuz efendim, deveme bininiz!"
dedi. Ebû Abdullah hayret edip; "Sana ne oldu?" buyurdu. O kimse; "Siz, bu
altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size
karşı muhabbet hâsıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup tövbe
ettim. Sizinle berâber gelmek istiyorum." dedi. Berâberce hacca gittiler. O
kimse, hazret-i Ebû Abdullah ile olan bu berâberliği ve sohbetinde bir müddet
bulunmasıyla Allahü teâlânın velî kullarından oldu.
KAYNAKLAR
1) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.159
2) Ravdu'r-Reyyâhîn; s.33, 247, 248, 255, 269, 270
3) Nevâdirü'l-Âlem; s.58
4) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.114
5) Kalâidü'l-Cevâhir; s.123
6) El-A'lâm; c.5, s.319
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.342
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.162
9) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.8, s.226
10) Füsûl (Fâtih Kütüphânesi numara 5375)
11) Brockelman; Gal.1, s.461, Sup.1, s.833
|