CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ (Menkîbeler)
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SANKİ ÜÇÜNCÜMÜZ
SEN İDİN
Şemseddîn
Attâr anlatır: Mevlânâ bir gün câmide vâz ederken, mevzû; Hızır ile Mûsâ
aleyhimesselâmın kıssasına gelmişti. Bu kıssayı, öyle fesâhat ve belâgat ile
anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda
bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim,
dediklerini anladım. "Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin." diyordu.
Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum. "Anladım. Sen Hızır'sın, ne olur,
bana ihsân eyle!" dedim. Cevâben; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana
ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o
halleder." dedi ve gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak
için yanına gittiğimde, ben daha söze başlamadan; "Ey Attâr! Hızır
aleyhisselâmın sözleri doğrudur." diyerek benim sözümü kesti.
ŞÜPHESİZ
MERHAMET EDER
Mevlânâ,
Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sâhibi idi. Bir gün
Nefîsüddîn Sivâsî'ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir
virâneye gitti. Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe başladı. Sonunda, Mevlânâ'nın o
ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlânâ
dönüşünde, Nefîsüddîn'in kendisini tâkib ettiğini anlayıp; "Bu hayvan
yedi gündür açtır
ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah
efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü
teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz
de O'nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin"
buyurdu. Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ'nın ellerini öptü ve
hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb
ve dostlarınıza da merhamet edersiniz." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ;
"Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz
merhamet eder." buyurdu.
BU ALTINLARI
ÇAMURA ATINIZ
Selçuklu
Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ'ya beş kese altın gönderip almasını arzu etti.
Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ'ya altınları arz edince; "Beni hakîkaten
seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!" buyurdu. Talebeleri
bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyâya kıymet veren bâzı kimseler, bu
altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları,
yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine onların bu
vaziyetlerini göstererek; "Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü
başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir.
Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış
anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının
muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın
ölecekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat
edilecek nokta; hırs ve tamâ yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhiret
saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet,
insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saâdet, en büyük sermâye, helâlinden
kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir. Buna rağmen asıl
sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk
sâhibi olmaktır." buyurdu.
ÂHİRETE BERÂBER
GİTSİN
Bedreddîn
Tirmizî isminde biri simyâ ile uğraşırdı. Mevlânâ'nın ismini duyarak Konya'ya
ziyâretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled'e uğrayarak, yapacağı altınlardan
hergün bir dirhem Mevlânâ'nın talebelerine vereceğini vâd eyledi. Bu haberi
Mevlânâ'ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra
Bedreddîn'in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ ilmiyle uğraşarak altın
yapmaya çalışıyordu. Mevlânâ'nın geldiğini görünce, ayağa kalkarak hürmette
bulundu. Mevlânâ, oradaki demirden, bakırdan ve diğer mâdenlerden yapılmış
eşyâları teker teker alıp Bedreddîn'e vermeğe başladı. Bedreddîn, her eline
gelen eşyânın en yüksek ayarda som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü.
Mevlânâ, Bedreddîn'in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce; "Ey
Bedreddîn! Sen simyâ ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen âhirete gidince, simyâ
dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle berâber âhirete
gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her
şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla
olur." buyurdu.
"ALLAH, ALLAH"
NİDÂLARIYLA
Mevlânâ'nın
Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ticâretle uğraşır, at alıp satardı. O
anlatır; "Bir gün Mevlânâ hazretleri sarığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana
bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için
huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum.
Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk
yapıyordu. O hâliyle Mevlânâ'nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını
bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu
kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru,
ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış
görünüyordu. Cesâret edip bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı
emretti. Başka bir atı eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi.
Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey
cemâat! Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem'in dibini boyladı." dedi. Biz
edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından
bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı
anlattılar. Dediler ki; "Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlub olmak
üzere idiler. Son üç günde, Mevlânâ hazretleri, bir atın üzerinde olduğu hâlde
savaş meydanında göründü. En ön safta; "Allah, Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm
edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ'nın akıl
almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda
yaptıkları hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ hazretleri düşman
komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar." Ben bu haberi işitince,
doğruca hocam Mevlânâ'nın huzûruna çıktım. Beni görünce; "Müslüman askerlere
yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebeb olunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân
u gönülden hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur." buyurdu.
BAŞKA BİR ŞEY
BİLMİYORUM
Mevlânâ'nın
talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz'a gitti. O Hicaz'da iken,
evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp, Mevlânâ'nın talebelerine
gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada bulunan bütün talebelerine bizzat
kendi eliyle taksîm etti. Herkes hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir
şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi.
Bunun üzerine helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; "Bu tepsiyi
sâhibine göndereyim." diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde, elinde tepsi
yoktu. Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattı,
ancak, bulamadı. Mevlânâ'yı da bunun için rahatsız etmedi.
Aradan
günler geçti, hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe'den
dönüp Konya'ya geldiğinde, o tepsi, eşyâlarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi
görür görmez tanıyıp, hayretinden dona kaldı. Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi
ile helva yapıp Mevlânâ'nın talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi
ertesi günü arattığım hâlde bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline
geçti?" deyince, şaşırma sırası hacıya geldi. O da; "Arefe gecesi hacı
arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk. Bir ara çadırın kapısından bir el bu
tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin sâhibini araştırmak da aklımıza
gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların
arasına koydum. Başka bir şey bilmiyorum." dedi. Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti
olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları daha da arttı.
NE SORARLARSA
BİLİYORUM DE!
Mevlânâ'yı
sevenlerden bir kimse, Mısır'a ticâret yapmak için gitmeye hazırlandı. Akrabâsı
gitmemesi için çok zorladı ise de, dinlemedi ve kararından vazgeçmedi. Bunun
üzerine yakınları, durumu Mevlânâ'ya bildirip, gitmemesini istirhâm ettiler.
Mevlânâ da: "Gitme!" dedi. Ancak o kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile
yolculuk yaparken, bir küffâr gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı. Pek
çok yolcu ile berâber, bu genci de esir aldılar. Memleketlerine götürüp çeşitli
yerlerde çalıştırdılar. Genç, başına gelen felâketlerin sebeblerini, Allahü
teâlânın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten olduğunu anlayıp, çok pişmân
olup, tövbeler edip istigfârda bulundu. Bu şekilde kırk gün devâm etti. Ertesi
gün rüyâsında Mevlânâ'yı gördü. Ona;
"Yarın
senden bâzı şeyler soracaklar. Ne sorarlarsa, biliyorum, de!" diye tenbihte
bulundu. Bir hastalık ile ilgili ilâç târif etti. Genç uyandığında sevince gark
olup, sabahı iple çekti. Sabahleyin yanına gelenler kendisine; "Doktorlukla
ilgili bir bilgin var mı?" diye sordular. Genç de; "Var!" deyince, genci alıp o
yerin hükümdârına götürdüler. Meğer o yerin hükümdârı hasta imiş. Hiçbir doktor
derdine çâre bulamamış, hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç, hasta
hükümdârı görüp; "Bana, şu şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan şu kadar
getirin." dedi. Kısa zamanda bulup getirdiler. Genç, hepsini güzelce öğütüp
karıştırdı ve mâcun hâline getirerek hastaya yedirdi. Hasta, Allahü teâlânın
izniyle bir anda şifâ buldu. Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken, birden
şifâya kavuşunca, gence; "Bir murâdın varsa söyle, yerine getireyim. Mal, mülk
istersen seni zengin edelim." diye ısrârla sorunca, genç;
"Ben, hiçbir
şey bilmeyen bir kimseyim. Âilemden ve hocamdan izinsiz para kazanmak için evden
çıktım. Beni yolda esir alıp, buralara getirdiler. Esir olunca, başıma gelen bu
musîbetin sebebini anlayıp, çok tövbe ettim ve hocam Mevlânâ hazretlerinden
mânen af diledim. Kendisini, kurtulmam için Allahü teâlâya vesîle eyledim. Bu
akşam hocam Mevlânâ, bana bu size yaptığım şeyleri târif eyledi. Ben de aynen
yaptım. Gördüğünüz gibi, bütün bunlar, hocamın himmeti ve bereketiyle oldu."
dedi. Hükümdâr genci serbest bıraktı. Çok para vererek zengin eyleyip,
memleketine gönderdi. Mevlânâ'ya da pek çok hediyeler gönderdi.
EY TÂLİHSİZ
KİŞİ!
Konya'da
Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini inkâr eden biri vardı. Mevlânâ
hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu. Bu kişi bir gece kendisini nasılsa
Cehennem kapısında durmuş gördü. Cehennemliklerin durumunu olduğu gibi seyretti.
Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir Cehennem'den çıkarıp, öteki
Cehennem'e sokuyorlardı. Dört kişi de orada durmuş; "Ey tâlihsiz kişi! Bu aman
vermeyen ağır ve acıklı yükün altından kurtulman için velîlerin sözlerini oku."
diyorlardı. Tâceddîn bu heybetten orada donup kalmıştı. O zavallı
kişi; "Bana Allahü teâlânın rızâsı için birkaç kelime öğretiniz." diye ricâ
ediyordu. Bu sırada kendisine Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî'sinden birkaç
beyit öğrettiler. O da bu beyitleri okudu. Okur okumaz bütün zincirleri ve
bağları üzerinden çözüldü. Sonra da Cennet tarafına yönelip gitti. Tâceddîn uykudan uyanır uyanmaz
Mevlânâ'nın medresesine koştu. Yolda Mevlânâ hazretleri ile karşılaştı. Mevlânâ
hazretleri ona; "Ey Tâceddîn! Bir yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle
imdâdına yetişir ve yardım isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin
neler yapacağını ve onlara karşı beslenen sevginin bereketinin insanı nerelere
ulaştıracağını düşün." buyurdu. Gördüğü rüyâya Mevlânâ hazretlerinin vâkıf
olduğunu anlayan Tâceddîn, ellerini öpüp sâdık talebelerinden biri oldu.
YÂ RABBÎ!
Mevlânâ
hazretleri gece-gündüz cenâb-ı Hakk'a niyâz eder yalvarırdı: "Yâ Rabbî! Bizim
hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.
Yâ Rabbî!
Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme.
Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir.
Ey affı çok
olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize
azâb etme.
Yâ Rabbî!
Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize
saldırtma.
Ey Hayy,
ebedî diri olan Rabbim! Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen
kerem sâhibisin.
Ey
mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen varken hiç
bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.
Yâ Rabbî!
Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza
eyle.
Ey ihsânı
çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi
seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.
Ey yardım
isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar.
Yâ Rabbî!
Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda
bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur. Çünkü sözlerin
hâkimi ve sultanı ancak sensin.
Ey âlemin
yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi
mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin,
çeksin.
Bizi köle
gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı
(zulmü canımıza yetti).
Yâ Rabbî!
Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."
ALLAHÜ TEÂLÂYA
TEVEKKÜL EDİN
Moğolların
Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan, Konya'yı muhâsara etti. Konyalılar gâyet
sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ
hazretlerinin huzûruna çıkıp; "Efendim! Bize merhamet ediniz. Baycu Noyan,
bildiğiniz gibi Konya'yı muhasara etti. Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya
düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şâyet bize yardım etmezseniz, sonumuz felâket
olur. Çünkü Baycu Noyan, hangi şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip,
mallarını yağmaladı. Bu işe bir tedbir istirhâm ediyoruz." dediler. Mevlânâ;
"Siz, Allahü
teâlâya tevekkül edin. Doğru bir îtikâd ile cenâb-ı Hakk'ın evliyâsını vesîle
ederek duâ edin. İnşâallah sıkıntınız def olur." buyurdu. Sonra şehirden dışarı
çıkıp meydanın ortasında durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Etrafta
binlerce Moğol askeri vardı. Baycu Noyan'a kocaman bir çadır kurmuşlardı.
Askerler hemen komutanlarına koşup;
"Şehirden
yaşlı bir kimse çıktı. Mâvi kaftanlı, sarıklı, heybetli bir kimse... Meydanda
namaz kılmaya başladı. Ne bir korku, ne bir heyecânı var. Askerlerden hiçbiri
yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor...." dediler. Baycu Noyan, askerlerine; "Ok
yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi. Bu emir üzerine, okçular ellerini
sadaklarına atmak için davrandıklarında, herbirinin kolları yerinden kalkmaz
hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyordu. Bu durumu gören Baycu Noyan, süvârilere;
"Atlara binip kılıçla üzerine saldırın!"emrini verdi. Süvâriler hemen ata binip
sürmek istediler, fakat atların ayakları toprağa battı. Atlar, üzerindeki askeri
götüremez hâle geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı.
Kendisi okunu çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlânâ'ya fırlattı. Attığı üç ok
da hedefe değil, Baycu'nun önüne düştü. Bu hâli de gören vâli Noyan, iyice
öfkelenip atını getirmelerini emretti. Ata bindiyse de, atı bir türlü hareket
ettiremedi. Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak hücûm etmek
istedi. Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu, ne
yapacağını şaşırdı. Olanları şehirden tâkib eden halk, hayretten hayrete
düştüler, hep bir ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey
yapmaya kâdir olamayacağını ve Mevlânâ karşısında âcizliğini anlayınca;
"Bu kimse,
şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor. Bunun, Allahü
teâlânın himâyesi altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî
gücümle, değil kendisiyle mücâdele etmek, üzerine doğru bir adım bile atamadık.
Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte, anlaşma yapmakta fayda vardır." diyerek,
askerini toplayıp muhâsaradan vaz geçti.
ÇOK SÖZ SÖYLEME
Oğlu Sultan
Veled'e şöyle nasîhatlerinde; "Ey oğlum! Sana vasiyet ediyorum ki: Her halde
ilim, edep ve takvâ üzerine bulun. Her zaman geçmiş din büyüklerinin eserlerini
inceleyerek, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolundan ayrılmamayı vazîfe edin. Fıkıh
(İslâm hukûku) ve hadîs-i şerîf öğren, câhil sofulardan olma. Namazı her zaman
cemâatle kıl, fakat imâm ve müezzin olma. Şöhret isteme, zîrâ şöhret âfettir.
Makâma bağlı olma. Yazdığın şeylerde adını yazma. Mahkemede hâkim huzûruna
çıkma. Kimseye kefil olma. Halkın işlediği işlere karışma. Devlet büyüklerinin
çocuklarıyla arkadaşlık etme. Uzlete çekilme, yalnız kalma. Çok söz söyleme. Çok
söz işitmek kalbe nifak verir. Sözü inkâr etme. Onun söyleyenleri ve sâhipleri
çoktur. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden arslandan kaçar gibi kaç, bir
kenarda dur. Kadınlardan ve dinde eğri yollara girenlerden sakın. Herkesle ve
zenginlerle sohbet etme (oturup kalkma). Helal ye ve şüphelilerden kaçın. Dünyâ
malına kapılma. Dünyâ arzusu dînin zâyi olmasına sebeb olur. Çok gülme ve
kahkaha atma. Zîrâ fazla gülmek kalbin ölümüdür.
Herkese şefkatle bak.
Hâinlikle bakma. Dışını süsleme. Zîrâ dışın süsü; için, kalbin, rûhun harâb
olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücâdele etme ve hiç kimseden bir şey isteme.
Kimseye hizmet buyurma. Âlimlere, evliyâya, mal, can ve tenle hizmet et. Din
büyüklerinin hâllerini inkâr etme. Zîrâ inkâr edenler rahat ve kurtuluş yüzünü
göremezler." buyurdu.
BENİ KASABIN
ELİNDEN KURTAR
Mevlânâ
hazretlerinin sağlığında kasabın biri, bir öküzü kesmek için satın aldı. Öküzün
ayaklarını bağlayıp yatırmak istediğinde, öküz, ipleri koparıp kaçtı. Kasap
arkasından yakalamak için koştuysa da yetişemedi. Öküz, Mevlânâ'nın babasının
mezarı yakınlarına geldi. O esnâda mezarın başında Mevlânâ hazretleri Kur'ân-ı
kerîm okuyordu. Hâl lisânıyla ona; "Beni bu kasabın elinden kurtar." dedi.
Mevlânâ, öküzün üzerine elini koyup okşadı; "Üzülme, cenâb-ı Hak her şeye
kâdirdir." buyurdu. Bu sırada kasap, elinde urgan ve bıçak olduğu hâlde soluk
soluğa çıkageldi. Mevlânâ gelen kasaba, öküzün âzâd edilmesini, hürriyetine
kavuşturulmasını istedi. Kasap da Mevlânâ hazretlerinin hatırı için öküzü âzâd
etti. Kasap gidince Mevlânâ, mübârek elini öküzün üzerine koyup duâ etti ve o
günden sonra bir daha o öküzü gören olmadı. Bunun üzerine Mevlânâ; "Bu öküz,
kesilip pişirilecek zamâna gelmiş iken, bizim tarafımıza gelmek sûretiyle,
kesilip parçalanmaktan kurtuldu. İşte bunun gibi bir insan da, Allahü teâlânın
evliyâsına cân u gönülden teslim olup emirlerine uygun yaşar, ona talebe olursa,
kıyâmet gününde Cehennem'e götüren meleklerin elinden kurtulur." buyurdu.
İMDÂDINIZA
YETİŞİRİM
Mevlânâ
hazretleri vefâtından az önce talebelerini topladı. Şefkatle onlara baktı ve;
"Vefâtımdan sonra hâtırınıza perişan ve huzursuz oluruz diye gelmesin. Ne hâlde
olursanız olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın. Allahü teâlânın izniyle size
kendimi gösterir, maddî ve mânevî yardımlarda bulunurum. Karada ve denizde,
Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size
bâzı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler.
Gizli ve âşikâr Allahü teâlâdan korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az
uyuyup, az konuşunuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak
değerlendirin. Şehveti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyiniz.
Onlarla oturup kalkmayınız. Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla
berâber olunuz. Ya hayır konuşunuz veya susunuz. İnsanların sıkıntılarına
sabrediniz. Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.
Kabrimin
üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün.
Çünkü, türbemi görenler doğru bir îtikâd ile beni, Allahü teâlâya vesîle ederek
duâ ederler. Beni vesîle ederek Allahü teâlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse,
duâlarının kabûl olması için ben de Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının
netîcesi, Allahü teâlânın izniyle hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar
olurlar." buyurdu.
BEYİTLER
EVLİYÂ ŞEFKATİ
Mevlânâ hazretleri, merhamet sâhibiydi,
Hayvanlara bile o, gâyet şefkatli idi.
Bir gün sevdiklerinden, para verip birine,
Bir ekmek aldırarak, aldı onu eline.
Sonra bir virâneye, gidiverip o saat,
Yedirdi bir köpeğe, eliyle onu bizzat.
Tâkib etti o kimse, nereye gittiğini,
Ve gördü bir köpeğe, ekmek yedirdiğini.
Mevlânâ ona gelip, buyurdu ki: "Ey filân,
Bilirim, yedi gündür, aç duruyor bu hayvan.
Yeni yavrulamıştır, hem de şu virânede,
Onları bırakıp da, ayrılmıyor yine de.
Bir anne şefkatiyle, yavrulara bakıyor,
Yanlarında bekleyip, bir yere ayrılmıyor.
Resûlullah hadîste, buyuruyor ki zîrâ;
"Allah da rahmet eder, merhametli kullara.
Ey Eshâbım, siz dahi olun ki merhametli,
Merhamet eylesinler size de semâ ehli."
O kişi ağlayarak, dedi ki Mevlânâ'ya:
"Efendim, hamd olsun ki, Allahü teâlâya,
Sizleri tanımakla, şereflendirdi bizi,
Himâye edersiniz, dünyâda hepimizi.
Âhiret için dahi, ümitliyim şimdiden,
Bizi kurtarırsınız, Cehennem ateşinden."
Buyurdu: "Velîlerin, pek fazladır şefkati,
Kurtarır dostlarını onların şefâati."
HEPSİ ÎMÂN
ETTİLER
Mevlânâ, tahsil için, Konya'dan bir gün yine,
Şam'a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin'e.
Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi,
Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi.
Gösteriş yapmak için, hazret-i Mevlânâ'ya,
Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya.
Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an,
Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan.
Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk;
"Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk!
Çok uğraştılarsa da, papazların birçoğu,
Hiç indiremediler, havadan o çocuğu.
Oğlan bağırdı ki: "Sizin yanınızdaki,
O zâtın duâsıyla, işbu hâl oldu vâki.
Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan,
Yoksa helâk olurum, yere düşüp buradan."
Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere,
Dediler: "Duâ et de, o çocuk düşsün yere."
Buyurdu ki: "Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu,
Kelime-i şehâdet, kurtarır yalnız onu."
Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere,
Kelime-i şehâdet, söyleyip indi yere.
Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi
Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi.
BİR ANDA KIRK
YERDE
Birbirinden habersiz, kırk kişi, ayrı ayrı,
Eve dâvet ettiler, bir gece Mevlânâ'yı.
Hiçbirini kırmayıp, eylediler icâbet,
Hepsi ile oturup, ettiler gece sohbet.
Ertesi gün onlardan; birbirini görenler,
Hemen birbirlerine, verdiler bunu haber.
Ve lâkin diğerleri, şaşırarak bir nice,
Dediler ki: "Mevlânâ, bizde idi dün gece."
Halbuki hiçbirinde, değildi o büyük zât,
Kendi hânelerinde, yalnız idi o saat.
TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN
Hazret-i Mevlânâ'nın, mübârek hanımları,
Diyor ki, bir gün evde, görmedik Mevlânâ'yı.
Halbuki biraz önce, otururdu odada,
Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada.
Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihâyet,
Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet.
Çevirmek isteyince, ayakkabılarını,
Gördüm kenarında, Mekke'nin kumlarını.
Nereden geldiğini, ondan suâl edince,
Buyurdu ki: "Mekke'de, bir dostum vardı önce.
Onun ziyâretine, gitmiştim biraz evvel,
O kumlar da Hicaz'ın, kumlarıdır muhtemel."
Düşündüm ki "Bu kadar, kısacık bir zamanda,
Hicaz'a gidip gelmek, nasıl olur acaba?"
O bunu anlayarak, buyurdu ki: "Velîler,
Kerâmet ehli olup, sanki rûh gibidirler.
Kısaltır Hak teâlâ, onlar için bu yeri,
Bir adımda giderler, uzun mesâfeleri."
KAYNAKLAR
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı), s.1047
2) Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi
3) Mevlânâ Câmî, Mesnevî Şerhi
4) Herkese Lâzım Olan Îmân; s.60, 402
5) Rehber Ansiklopedisi; c.3, s.194
6) Ahmed Eflâkî, Menâkıb-ül-Ârifîn
7) Nefehât-ül-Üns; s.516
8) Risâle-i Sipahsâlar; s.9
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.147
|