BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ
Evliyânın
büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî
saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve
velîlerin beşincisidir. Sultân-ül-Ârifîn lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû
Yezîd'dir. İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ'dır. 776 (H.160) veya 803 (H.188)de
İran'da Hazar Denizi kenarında Bistâm'da doğdu.
Daha
annesinin karnında iken kerâmetleri görülmeye başladı. Annesi ona hâmile iken
şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.
Çocukken bir
gün câmi avlusunda oynuyordu. Oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî kendisini
görüp; "Bu çocuk büyüyünce zamânının en büyük velîsi olacak." buyurdu. Yine bir
gün hadîs âlimlerinden bir zât onu görünce çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını
ölçmek için sordu: "Güzel çocuk, namaz kılmasını güzelce biliyor musun?" Bâyezîd-i
Bistâmî de ona; "Evet Allah dilerse becerebiliyorum." cevâbını verince; "Nasıl?"
diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî de; "Buyur yâ Rabbî! Emrini yerine getirmek üzere
tekbir alıyor, Kur'ân-ı kerîmi tâne tâne okuyor, tâzim ile rükûya varıyor,
tevâzu ile secde ediyor, vedâlaşarak selâm veriyorum." deyince, o zât hayran
kalarak; "Ey sevgili ve zekî çocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken,
insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Bâyezîd-i
Bistâmî de; "Onlar beni değil, Allahü teâlânın beni süslediği o güzelliği
meshediyorlar. Bana âid olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl engel olabilirim?"
cevâbını verdi.
Küçük yaşta
iken annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd hazretleri, büyük bir dikkatle
derse devâm ediyordu. Bir gün Kur'ân-ı kerîm okumak için gittiği mektepte,
okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman sûresi: 14) tesiri ile erkenden eve döndü.
Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevap verdi: "Bir
ayet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve
itâat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya duâ et, sana hizmet ve
itâat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya
ibâdet ile meşgûl olayım." dedi. Annesi; "Seni Allahü teâlâya emânet ettim.
Kendini O'na ver." dedi. Bundan sonra Bâyezîd, kendini Allahü teâlâya verdi,
emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini
de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her
durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi.
Elinde olmadan iki sefer annesinin arzusunu yerine getiremedi. Bu husûsu büyük
pişmanlık içinde şöyle anlatır: "Hayâtımda yalnız iki defâ annemin arzusunu
yerine getiremedim. Her defâsında mutlaka bana zararı dokundu. Birincide düştüm
burnum ezildi. İkincisinde ayağım kaydı düştüm, omuzumdaki su testisi kırıldı.
Soğuk ve
dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi.
Bâyezîd-i Bistâmî hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su
kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi ile
annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya
kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve "Su, su!" diye mırıldandı.
Bâyezîd elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk tesiri ile eli donmuş,
parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi; "Yavrum, testiyi niçin
yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Anneciğim
uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum." dedi.
Bunun üzerine annesi; "Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!" diye cân
u gönülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona
evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsân etti.
Gençlik
yıllarında yaptığı bâzı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu zaman zaman
annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup
bulunmadığını sorardı ve; "Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yüzümden
haramdan bir şey aldın mı? İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum.
Fakat neden olduğunu bilmiyorum." derdi. Annesi uzun bir müddet düşündükten
sonra; "Evlâdım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya
gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni
susturmak için ocağın üstünde pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın
parmağımı batırıp ağzına koydum." dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya
gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı
ibâdetlerden zevk almaya başladı.
Üveysî olup,
İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından kırk yıl sonra doğduğu hâlde İmâm-ı Ali
Rızâ'nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden
istifâde etti. Bâyezîd, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden feyz almakla
meşhûr oldu. Otuz sene Şam civârında bulunup, yüz on üç âlimden ilim
öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki,
namaz kılarken Allah korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar
bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fâdıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.
Bâyezîd,
ilim tahsîl ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı,
onun kabrinin yanına defnedilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden daha derin
yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasiyyet
etti. Hocalarının en büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek
derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve
mârifeti, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın mübârek rûhâniyetinden aldı.
Bâyezîd-i
Bistâmî hocalarından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası; "Şu rafdaki kitabı
getir." dedi. Bâyezîd; "Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?" dedi.
Hocası; "Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin
üstündeki rafı diyorum." deyince, Bâyezîd-i Bistâmî; "Efendim, mübârek
sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı
kaldırıp etrafa bakmış değilim." diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında
"Mâdem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistam'a dönebilirsin
ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin." buyurdu.
Bir gün
kendisine; "Mürşidin, yol göstericin kimdir?" diye sordular. O da; "Bir kadın."
dedi. "Bu nasıl olur?" dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: "Bir gün Allahü
teâlânın sevgisi ile, kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın
gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için bana ricâda bulundu. Gücüm
yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işâret ettim. Kafes
açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş
olduğum için de çok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını
öğrenmek için; "Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin?" dedim. Kadın; "Zâlim
Bâyezîd'i gördüm diyeceğim." dedi. Ben hayretle; "Neden?" diye sordum. Kadın
şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde,
sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet
sâhibi desinler diye yapmış isen çok fenâ." dedi. Bunun üzerine çok ağlayıp
istigfâr ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydana gelse, "Lâ ilâhe
illallah Muhammedün resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrâhim Halîlullah, Mûsâ
Kelîmullah, Îsâ Rûhullah" yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden
meydana gelen hâllerin doğru olduklarının, Allahü teâlâ tarafından tasdik
olunduğunu anlıyorum."
Bâyezîd-i
Bistâmî, Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiçbir
şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her
çağırdığında; "Yavrum ismin nedir?" diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi
ki; "Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla
şerefleniyorum. Lâkin her defâsında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım."
Bâyezîd-i Bistamî; "Evlâdım, kusura bakma. Her defâsında ismini soruyorum.
Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O'ndan
başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat
böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme." buyurup talebesinin gönlünü aldı.
Bir gün
yakınları kendisine; "Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet
sâhibi bir velîdir." dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler.
Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî; "Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete
gitmemiz lâzım oldu." buyurdular. Talebelerinden bâzıları ile birlikte onun
bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî bildirilen zâtın, mescide gitmekte
olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri
döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: "Dînin hükümlerini yerine
getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf birisine, nasıl
olur da kerâmet sâhibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü teâlânın evliyâsından
olması mümkün değildir." buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî'ye; "Bu yüksek makamlara nasıl kavuştunuz?" diye sordular. Cevâbında
şöyle anlattı: "Bir gece herkesin uyuduğu bir sırada, Bistâm'dan çıktım. Ay her
tarafı aydınlatıyordu. Giderken âniden karşımda çok heybetli bir makam gördüm.
On sekiz bin âlem onun heybeti yanında bir zerre gibi kalıyordu. Aklım başımdan
gitti. Beni fevkalâde bir hâl kapladı. O halde iken; "Yâ Rabbî! Bu kadar büyük,
bu kadar güzel bir dergâh acabâ niçin böyle boş?" dedim. Hemen; "Bu dergâhın
boşluğu, kimse gelmediği için değil, belki gelenlerin lâyık olmadığı ve
uygunsuzluğu sebebiyle gelenleri bizim kabûl etmeyişimizdendir." diyen bir ses
duydum. Bir an, herkesin bu huzûra kavuşması için şefâatçi olayım diye kalbime
geldi. Fakat, bu şefâat makâmının Sultân-ül-Enbiyâ Muhammed Mustafâ efendimize
mahsus olduğunu hatırlayıp, benim öyle düşünmemin, bu şefâat makâmına karşı
edebe riâyetsizlik olacağını anlayıp, o düşüncemden vazgeçtim. Bir ses duydum
ki; "Ey Bâyezîd, Sultân-ül-Enbiyâ'ya olan muhabbetin ve edebe riâyetin
sebebiyle, biz de senin edeb ve mertebeni yükseltiyoruz. Kıyâmete kadar, Sultân-ül-Ârifîn,
diye anılırsın buyuruyordu."
Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî'yi bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını
kazâ edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses işitti. "Ey Bâyezîd, bu günâhını
affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı ihsân
eyledim." diyordu. Aradan birkaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı.
Şeytan gelip, Bâyezîd'i Bistâmî'nin mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve;
"Kalk namazın geçmek üzeredir." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî, Şeytan'a; "Ey mel'ûn!
Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazâya kalmasını
isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?" buyurunca, Şeytan şu cevâbı
verdi: "Birkaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün
sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı almıştın. Bu
gün, onu düşünerek, sâdece vaktin namazının sevâbına kavuşasın da, yetmiş bin
namaz sevâbına kavuşmayasın diye seni uyandırdım." dedi.
Zamânında
binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sâhibi idi.
Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir demircinin üzerinde idi. O bu işin sır ve
hikmetine karşı hayretler içindeydi. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli
gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedi. Bir gün dükkânına
gitti. Selâm verdi. Onu görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerine sarıldı, uzun
uzun öptü ve ondan duâ ricâ etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi
makâmından habersizdi. Ondan duâ isteyince dedi ki: "Ben senin ellerinden öpeyim
de, sen bana duâ et! Sizin duânıza muhtaç olan benim!" O ise şöyle cevap verdi:
"Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!" Bunun üzerine o da;
"Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?" dedi. "Acabâ kıyâmet gününde, bunca
insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok."
dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bâyezîd-i Bistâmî'yi de ağlattı.
O vakit içinden; "Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim
diyenlerdendir." diyen bir ses duydu. Hemen içindeki hayret silindi. Kutupluk
makâmının bu demirciye niçin verildiğini sezdi. Anladı ki, böyleleri, sevgili
Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakîkatine mazhardır.
Demirciye dedi ki: "İnsanların azap çekmesinden sana ne?" Demirci de; "Bana mı
ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin
bütün azâbını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben saâdete ererim ve
derdimden kurtulurum." dedi.
O, namazda
okunmak için, farz mikdarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini
Bâyezîd-i Bistâmî öğretti. O da, kırk yıldır elde edemediği mânevî derecelere
yükseldi. İçi feyz-i ilâhî ile doldu. O vakit iyice anladı ki, kutupluk sırrı
başka bir şey imiş."
Bâyezîd-i
Bistâmî hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece gezerken, gece bekçisi
elindeki sopayla vurdu. Bâyezîd; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil
azîm." dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı. Bâyezîd hazretleri eve
dönünce talebelerine sopanın fiatını sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak,
bir mikdar da tatlı ile berâber bir talebesiyle, o bekçiye gönderdi. Bir de
mektup yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektup şöyle idi: "Muhterem Bekçi
efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda
gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebeb oldum. Gönderdiğim
parayla kendine bir sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için
de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü teâlânın selâmı üzerine olsun." Genç bekçi
mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi
daha hak yola girdi.
Bir sene
hacca gitmek üzere yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyâsını o deveye
yüklemişti. Birisi kendisine; "Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye
fazla gelmez mi?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Acaba yükü taşıyan deve midir?
Dikkat et bakalım, devenin sırtında yük var mı?" dedi. O kimse dikkatle
baktığında gördü ki, yük devenin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O
kimse hayretini gizleyemeyip; "Sübhânallah!Ne kadar acâib bir iş." deyince,
Bâyezîd-i Bistâmî; "Hâlimi sizden gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi size
açık açık göstersem hayret ediyorsunuz, tâkat getiremiyorsunuz. Ben size ne
yapayım bilemiyorum?" buyurdu ve yoluna devâm etti. Ziyâretleri esnâsında
kendisine, annesinin hizmetine gitmesi bildirildi. Bistâm'a giden bir kâfile ile
hemen yola çıktı. Bistâm'a geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp,
kendisini karşıladılar. Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle
duâ ediyordu:
"Yâ Rabbî!
Benim garib oğlumu her kötülükten muhâfaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnûd
eyle. Oğluma güzel hâller ve iyilikler ihsân buyur..." Bunun üzerine Sultan-ül-Ârifîn
kapıyı çalıp izin istedi. Annesinin "Kim o?" suâline, Bâyezîd-i Bistâmî; "Senin
garîb oğlun." cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve; "Senden ayrılık
hasretiyle ağlaya ağlaya saçlarıma ak düştü, belim büküldü." dedi.
Bâyezîd-i
Bistâmî bir sene hac dönüşünde Hemedan'a uğrayıp, oradan bir mikdâr tohum satın
aldılar. Bistâm'a gelip, Hemedan'dan aldığı tohum torbasını açınca, içinde bir
kaç karınca bulunduğunu gördü. Bunları yuvalarından ayırmanın münâsib
olmıyacağını düşünüp, tekrar Hemedan'a gitti. Tohumu aldığı yere bırakıp, ondan
sonra Bistâm'a döndü.
Bâyezîd-i
Bistâmî bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misâfir oldular. Ev
sâhibi, evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bistâmî yanında
bulunanlara; "Bu kandilde bir gariblik görüyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor.
Hikmeti nedir?" diye sordu. Ev sâhibi; "Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak
için komşumuzdan emânet almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz." deyince,
Bâyezîd, kandili söndürdü ve hemen kandili sâhibine götürüp teslim edin. Arzu
ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin." buyurdu. Ev sâhibi kandili
alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve
gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki: "İşte
şimdi ışığını görüyorum."
Bâyezîd-i
Bistâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi olunca, çok pişman
olup üzüldü. Ölü karıncayı avucuna alıp, şefkat, merhamet ve hüzün ve kırık
kalbi ile karıncaya üfürünce, Allahü teâlânın izni ile karınca canlanıp yürümeye
başladı.
Bir gün
yolda yürürken, bir gencin kendisini takib etmekte olduğunu farkedip döndü ve
gence; "Niçin beni tâkip ediyorsun, istediğin nedir?" dedi. Genç, edeple;
"Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp
himmet buyurun da ben de kazanayım." dedi. Cevâbında; "Benim yaptıklarımı
yapmadıkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu, Allahü teâlânın
bir lütfudur." buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi
ona; "Bâyezîd! Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce
defâ hatmetme bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü. Derhâl
toparlandı ve oradaki mahşerî kalabalığa; "Kim benim kırk beş defâ yapmış
olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?" diye sordu. Bir adam başını kaldırıp; "Ben
alırım." dedi ve ekmeği uzattı. Bâyezîd-i Bistâmî aldığı ekmeği orada bulunan
bir köpeğin önüne attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına
doğru yola çıktı. Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karşılaştı. Râhib,
Bâyezîd-i Bistâmî'nin elini tutup, evine misâfir götürdü. Evinde ona bir oda
verdi. Bâyezîd-i Bistâmî kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini
Allahü teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne
koyardı. Bu hal bir ay devâm etti. Bâyezîd-i Bistâmî daha sonra nefsine dönerek;
"Ey nefis!
Seni kırmak istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kırılmıyorsun." dediği
sırada râhip içeri girdi ve; "İsmin nedir?" diye sordu. O da; "Bâyezîd!"
cevâbını verdi. Râhip; "Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh'in kulu olmuş olsaydın!"
deyince, bu sözler Bâyezîd-i Bistâmî'ye ağır geldi ve evi terketmek isterken
râhip;
"Bizim
burada kırk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu
görmeni çok arzu ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu
günlerde bir defâ konuşur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl
ederek, kırk gün kalmaya râzı oldu. Kırkıncı gün geldiğinde râhib odaya girerek;
"Buyurun dışarı çıkalım, bayram günümüz geldi." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî dışarı
çıkmak için hazırlandı. Fakat râhib ona; "Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar
râhibin arasına gireceksiniz? Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çıkarıp, şu râhip
elbiselerini giy ve boynuna İncil'i as!" dedi. Bu teklif ona çok ağır gelmesine
rağmen, bunda da bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği giysileri giydi.
Râhiplerin arasına katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerledikten
sonra râhiplerin en büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı
sorulduğunda; "Nasıl konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!" diye cevap
verdi. Halk ve râhipler galeyâna gelerek; "Onu göster parçalayalım." diye
bağrıştılar. Başrâhip; "Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak ona
dokunmayacağınıza söz verirseniz, onu size tanıtabilirim." dedi. Bunun üzerine
râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler.
Başrâhip;
"Allah için
ey Muhammedî! Ayağa kalk ve kendini göster." diye seslenince, Bâyezîd-i Bistâmî
ayağa kalktı. Baş râhip; "Adın ne?" diye sordu. "Bâyezîd!" cevâbını verdi.
"Tahsil gördün mü?" diye sorunca; "Rabbim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum."
dedi. Bunun üzerine râhip; "O hâlde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi
olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan
dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan
yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi
olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle
bunlar nelerdir?"
Bâyezîd-i
Bistâmî baş râhibe; "Beni iyi dinle!İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve
benzeri olmayan Allahü teâlâdır. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür.
Dördüncüsü olmayan üç, üç talâktır (boşamadır). Beşincisi olmayan dört; Tevrat,
Zebûr, İncîl ve Kur'ân-ı kerîmdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır.
Yedincisi olmayan altı göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi
olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş'ı
taşıyacak sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik
müddetidir. On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl
çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir
kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır." dedi. Râhip tebessüm
ederek; "Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza
olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver." dedi. Bâyezîd-i
Bistâmî;
"Îsâ
peygamber havadan yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kavmi hava ile helâk
edildi." diye cevap verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Ağaçtan kim yaratıldı, ağaçta
kim korundu ve ağaç ile kim helak oldu?" diye sorunca; "Mûsâ aleyhisselâmın
asâsı ağaçtan yaratıldı, Nûh aleyhisselâm ağaç içinde (gemide) korundu,
Zekeriyyâ aleyhisselâm ise ağaç içinde testere ile biçilip helâk edildi."
cevâbını verdi. Râhip tekrar; "Doğru söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim
ateşten korundu ve kim ateş ile helâk oldu?" diye sordu. O da;
"İblîs
ateşten yaratıldı. İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû Cehil ateş ile
helâk oldu." dedi. Râhip tekrâr; "Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu
ve taş ile kim helâk oldu?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;
"Sâlih
peygamberin devesi taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe
ve ordusu taş ile helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin.
Âlimler, Cennet'te dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri
de şaraptandır. Ayrı ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar.
Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
"Evet
vardır. İnsanın başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur.
Burun suyu ayrı bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır." cevâbını verdi. Râhip
yine; "Doğru söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez.
Bunun dünyâda bir benzeri var mıdır?" diye sorunca;
"Evet
vardır. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur." cevâbını verdi.
Râhip; "Doğru söyledin. Cennet'te Tûbâ ağacı vardır. Cennet'te hiç bir saray,
hiç bir köşk yoktur ki, bu ağacın dalına dokunmasın. Bunun dünyâda bir örneği
var mıdır?" diye sordu.
"Evet
vardır. Güneş sabahleyin doğunca böyle değil midir?" cevâbını verdi. Râhip;
"Doğru söyledin. Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı
bulunmakta, her dalında otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta,
bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakmaktadır. Bu ağaç nedir?" deyince:
"Ağaç bir
yılı temsil eder. On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her
yapraktaki beş çiçek de, beş vakit namazı temsil eder." cevâbını verdi. Son
olarak râhip şöyle sordu: "Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavâf
yapmış ve o makâmlarda bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac
kendisine vâcibdir?" Bâyezîd-i Bistâmî;
"Nûh
peygamberin gemisidir." dedikten sonra, râhibe; "Ey râhip! Birçok sorular
sordun. Biz onları cevaplandırmaya çalıştık. Müsâde ederseniz benim de sorularım
var. Fakat ben bir sorudan başka sormayacağım. O da şudur:
Cennet'in
anahtarı nerededir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?" Râhip sustu ve
cevap vermekten kaçındı. Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve; "Ey büyüğümüz
mağlup mu oluyorsun?" dediler. O da; "Hayır mağlûb olmak istemiyorum." deyince;
"Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun." dediklerinde; "Şâyet cevap verirsem
benim cevabıma katılır mısınız?" dedi. Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler.
Râhip; "Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet'in anahtarı ve kapılarının
üzerinde yazılı olan ibâre; Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullahdır." deyip
müslüman oldu. Diğer râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip
müslüman oldular. Bâyezîd-i Bistâmî de onların yanında bir süre kalıp İslâmiyeti
öğretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.
Bâyezîd-i
Bistâmî'ye bir kimse gelip: "Efendim, ben Taberistan'da idim. Bir zâtın cenâze
namazını kılıyorduk. Siz de orada idiniz, cenâze namazından sonra Hızır
aleyhisselâmın elinden tuttunuz. Sonra sizin havada uçtuğunuzu gördüm." dedi.
Sultân-ül-Ârifîn ona; "Doğru söylüyorsun." buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî'ye bir gün bir kimse gelip; "Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç
tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum.
Halbuki îtikâdım da düzgündür." dedi. Sultân-ül-Ârifîn; "Sen bu hâlde üç yüz
sene daha devâm etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var." buyurdu. O
kimse; "Efendim! Bunun bir çâresi yok mu?" diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî: "Var
ama sen kabûl etmezsin." buyurdu. O kimse ısrâr edip; "Aman efendim, lütfen
bildiriniz ve beni talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım." dedi.
Sultân-ül-Ârifîn buyurdu ki:
"Öyle ise
şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve eski bir elbise giy.
Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları
sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat
vurana iki ceviz veriyorum) de." O kimse bunları duyunca; "Sübhânallah, Lâ ilâhe
illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz." dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî; "Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; "Sen bunları
kabûl etmezsin!" diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir."
buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî'nin mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu
mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk
ağlıyordu. Sultân-ül-Ârifîn her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü.
Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti.
Bâyezîd'e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu halde; "O zâtın aydınlığı varken
bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir." dedi ve hemen Bâyezîd-i
Bistâmî'nin huzûruna gidip müslüman oldu.
Bir gün
sohbetinde bulunanlara; "Kalkınız, Allahü teâlânın velî kullarından birini
karşılamaya çıkalım." buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhim bin Şeybe-i
Hirevî ile karşılaştılar. Hazret-i Bâyezîd ona; "Hatırıma, seni karşılamak ve
Allah katında sana şefâat etmek geldi." buyurdu. O da, "Efendim siz bütün
mahlûkâta şefâat etseniz yine fazla sayılmaz." dedi.
Bâyezîd-i
Bistâmî bir gün talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir tımarhânenin
önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada delilerin tedâvileri için bir
şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp; "Günah hastalığı ile hasta olanlar
için bir ilâcınız var mıdır?" diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca,
ayağı zincirle bağlı delilerden biri, Bâyezîd'in teveccühü ile şöyle dedi: "O
derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istigfâr yaprağıyla karıştırıp, kalp
havanına koyarak, tevhîd tokmağıyla iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip,
gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra Aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i
Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir."
Bâyezîd-i
Bistâmî bir gün yolda giderken yanından geçen bir köpeği gördü. Köpeğe değip
necâset bulaşmasın diye eteklerini topladı. O anda köpek dile gelip, şöyle
dedi:"Benden sana bulaşacak kir, üç defâ yıkamakla temiz olur. Ama senin
nefsindeki kibir kiri yedi deryâda yıkansa temiz olmaz." Bunun üzerine Bâyezîd-i
Bistâmî, köpeğe; "Senin dışın pis, benim ise içim. Gel berâber olalım da belki
birbirimize faydamız olur." dedi. Köpek de; "Sen benimle yoldaş ve arkadaş
olamazsın. Zîrâ halk beni horlar, sana tâzim eder. Beni gören taşlar, seni gören
ise iltifâta başlar ve "Ârifler sultanına selâm olsun!" der. Benim yarına
yiyecek bir kemiğim bile yok, ama senin bir ambar buğdayın var." cevâbını verdi.
Bâyezîd-i Bistâmî bu cevaptan kederlendi, bir köpeğin yol arkadaşı olmaya bile
lâyık değilim, diye üzüldü.
Ebû Türâb
Nahşebî'nin bir talebesi vardı. Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan,
hergün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bir gün hocası, kendisine; "Sen
Bâyezîd-i görsen daha çok derecelere kavuşurdun." dedi ve o talebe ile beraber
Bâyezîd'in yanına geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî ile o talebe göz göze geldikleri
anda talebe düşüp vefât etti. Bunun üzerine Ebû Turâb Nahşebî dedi ki: "Yâ
Bâyezîd, bu talebe öyle idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendisinde bâzı hâller
olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defâ görmekle düşüp can verdi. Bu
nasıl oluyor?" Bâyezîd buyurdu ki: "O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun
müşâhedesi, kalp gözü ile görmez kendi makâmı kadar idi. Beni gördüğü anda,
müşâhedesi benim makâmım kadar oldu. Lâkin o kimse buna tâkat getiremeyip, can
verdi."
Bir gece,
bâzı kimseler hazret-i Bâyezîd'in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini
işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda
bütün kalbiyle "Allah" dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi
sorulduğunda; "Sen kim oluyorsun? Senin haddine mi düştü ki ismimi ağzına
alıyorsun? şeklinde bir nidâ gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım."
buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir mikdâr durur ve ağlardı.
Sebebini soranlara; "Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip
Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum." dedi.
Bâyezîd-i
Bistâmî'ye; "Nefsine verdiğin en hafif cezâ nedir?" diye sordular. Cevâbında;
"Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl
boyunca hiç su içmedim." buyurdu.
Bir gün bâzı
kimseler, Bâyezîd'in huzûruna gelip, yağmur yağması için duâ etmesini taleb
etmişlerdi. Bâyezîd mübârek başını eğip, bir mikdar duâ ettikten sonra;
"Gidiniz, damlarınızın oluklarını kontrol ediniz." buyurdu. Ondan sonra 24 saat
durmadan yağmur yağdı.
Bir
defâsında Bâyezîd hazretlerinin kalbine şöyle ilhâm olundu: "Ey Bâyezîd!
Hazînelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle
doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın." Bâyezîd; "Yâ Rabbî!
Hazînende bulunmayan şey nedir?" dedi. Kalbime ilhâm olundu ki: "Âcizlik,
zavallılık, çâresizlik, zillet ve ihtiyaç."
Bâyezîd-i
Bistâmî bir defâsında şöyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler.
Cennet'i, Cehennem'i gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı
düşünüyordum. Nice makâmlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm.
Sonra; "Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar." diye yalvardım.
Bana bildirildi ki:"Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili
Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. O'nun ayağının tozunu, gözüne sürme yap.
O'nun bildirdiği hükümlere uymaya devâm et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye
Bâyezîd'in mîrâcı denir.)
"Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?" diye kendisine sordular.
Cevâbında buyurdu ki: "Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp,
edebe riâyet etmekle." buyurdu.
Bir gün
hazret-i Bâyezîd'e; "Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?" diye sordular.
Cevâbında buyurdu ki: "Biz onlar hakkında bir şey söyleyemeyiz ve onları
anlayamayız. Hallerini anlamaktan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok
daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse,
velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler."
Bâyezîd-i
Bistâmî, yanında bulunanlara; "Allahü teâlâ, kendilerinden râzı olduğu kimseleri
Cennet'ine koyuyor değil mi?" diye sordu. Onlar; "Evet efendim, öyledir." diye
cevap verdiler. Bunun üzerine; "Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuştuktan
sonra, bir anlık duyduğu zevk ve saâdet, Cennet'teki bin köşkten daha fazladır."
buyurdular.
Bâyezîd-i
Bistâmî bir defâsında bir imâmın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm,
Bâyezîd'e; "Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey
istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?" dedi.
Hazret-i Bâyezîd bunu duyunca; "Ben hemen namazımı iâde edeyim. Zîrâ rızıkları
kimin verdiğini bilmeyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise câiz
değildir." buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî bir gün, talebeleri ile birlikte, gâyet dar bir sokaktan geçiyorlardı.
Hazret-i Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip
köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi: "İnsanoğlu
hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstâdımız, Sultân-ül-Ârifîndir. Hem de
etrâfındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün bunlara
rağmen, üstâdımız bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acabâ nedir?" Bunun üzerine
Bâyezîd buyurdu ki: "Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki; "Sana Sultân-ül
Ârifîn olmak hil'atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de
olabilirdi." Bunun üzerine ben ona yol verdim."
Bir gece
ıssız bir su kenarında hırkasını üzerine örtüp uyumuştu. İhtilâm oldu. Hemen
kalkıp gusletmek istedi. Hava çok soğuk olduğu için, nefsi güneş doğduktan, hava
ısındıktan sonra gusletmesini istiyerek gevşek davrandı. Nefsinin ona yaptığını
görünce hemen kalkıp, buzu kırdı ve nefsine cezâ olarak, hırka ile berâber
gusletti. Gusülden sonra da, hırkasını çıkarmadı. Hırka buz bağlamıştı. Sonra;
"Ey Nefsim! Tenbelliğinin cezâsı işte budur." dedi.
Bâyezîd-i
Bistâmî, buyurdu ki: "On iki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi
riyâzet, nefsin arzularını yapmamak körüğünde, mücâhede, nefsin istemediği
şeyleri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi, yerme, kötüleme örsünde, kınama,
ayıplama çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp
beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı
cilâlayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Netîcede bu
aynada gördüm ki, belimde, gurur, riyâ, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi
kalp hastalıklarından meydana gelen bir zünnâr bulunuyor. Bu zünnârı kesip
atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden hakîki müslüman oldum.
Ömrüm
boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla
kılabilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar
namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O'na lâyık olarak bulmuyordum.
Nihâyet, Allahü teâlâya şöyle yalvardım: "Yâ Rabbî! Sana lâyık şekilde tam ve
kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd'e
yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle."
Bir zaman;
"Artık ben, zamânın en büyük evliyâsıyım." düşüncesi kalbime geldi. Hemen buna
pişman olup gönlüm hüzünle doldu. Şaşkınlık içerisinde Horasan yolunu tuttum.
Bir müddet gittikten sonra; "Allahü teâlâ beni, kendime getirecek birini bana
gönderinceye kadar buradan ayrılmayacağım." diye niyet ettim ve orada üç gün
bekledim. Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen biri geldi.
"Nereden geliyorsun?" dedim. "Sen niyet ettiğin zaman üç bin fersah uzakta idim.
Oradan geliyorum. Kalbini koru. "Zamânın en büyüğü benim." gibi düşünceleri
hatırına getirme!" dedi ve kayboldu.
Uzun seneler
nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya
yalvardım. "Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur." diye ilhâm
olundu. Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra
bana; "Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne misâli olan dünyâ
mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen
kimselere; "Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak
sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski
bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini
mi zannediyorsunuz.Aslâ izin alamazsınız." diye bildirildi.
Bâyezîd-i
Bistâmî vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsa ismindeki zât yanında
bulunamamıştı. Fakat o gece rüyâda; "Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu". Bu
rüyâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Bâyezîd-i Bistâmî'ye sormak
için yola düştü. Yolda, Bâyezîd-i Bistâmî'nin vefât ettiğini haber aldı.
Bistâm'a geldiğinde cenâze merâsimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir
kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat
yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, "Gördüğüm rüyâyı unutmuş
vaziyette, hazret-i Bâyezîd'in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu
mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle, sıkıntı ile geçip
tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun
içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum: "Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hal
akşamki gördüğün rüyânın tâbiridir."
Bâyezîd-i
Bistâmî devamlı; "Allah!.. Allah!.." derdi. Vefâtı ânında da yine; "Allah!..
Allah!.." diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün
ibâdet, tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet
hâli devâm ediyor. Allah'ım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle." Bundan
sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti. Vefâtı 875 (H.261)
senesinde Mayıs ayına rastlar. Kabri, Bistâm şehrindedir.
Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rüyâda görüp;
"Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi." diye sordu. Buyurdu ki: "Beni toprağa
koydukları zaman bir ses duydum ki; "Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?"
diyordu. "Yâ Rabbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir
şey getiremedim, ama şirk de getirmedim." dedim.
Hazret-i
Bâyezîd, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rüyâda görüp
sordu. "Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi?" Cevâbında; "O iki mübârek
melek gelip; "Rabbin kimdir?" diye sorunca, onlara dedim ki: "Bunu sormakla
sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O'nu soracağınıza, beni O'na sorun. Eğer
O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabûl
etmezse, ben, yüz defâ; "O, benim Rabbimdir." desem ne faydası olur?" buyurdu.
Bâyezîd-i
Bistâmî vefât ettikten sonra, onun sâdık talebelerinden olan bir hanımefendi
şöyle anlattı: Kâbe-i muazzamayı tavâf etikten sonra bir saat kadar tefekkür
ettim. Bu sırada uykum geldi ve birazcık uyudum. Rüyâmda beni göğe çıkardılar.
Allahü teâlânın izni ve lütfu ile, Arş-ı âlânın altını gördüm. Çok güzel kokusu
vardı. Nurdan yazılmış bir yazı gördüm -Bayezîd Veliyyullah- yazılı idi ve
yazının eni ve boyu da görünmüyordu.
Velîler
tâifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdâdî buyuruyor ki: "Velîler arasında Bâyezîd-i
Bistâmî'nin yeri, melekler arasında Cebrâil'in yeri gibidir."
Bâyezîd-i
Bistâmî hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr,
ilâhî aşk ile kendinden geçme hâli denilen bir hâlin kendisini kapladığı bir an,
içinde bulunduğu durumu, müşâhede ettikleri şeyleri anlatmak için "Sübhânî"
demiştir. Bu sözü bâzı kimseler anlayamamış, Bâyezîd hazretlerinin şânına uygun
olmayan sözler sarfetmişlerdir. Halbuki bu sözü büyük âlim İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, birinci cild 43'üncü mektubunda şöyle açıklamaktadır: "Hallâc-ı
Mensûr'un "Enelhak" ve Bâyezîd-i Bistâmî'nin "Sübhânî" sözünü tevhîd-i şühûdî
bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle dîne uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde,
Allahü teâlâdan başka, hiçbir şey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü
teâlâdan başka bir şey yoktur demek istemişlerdir. "Sübhânî" sözü, Hak teâlâyı
tenzihtir. Kendini tenzih değildir. Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Birşeye
hüküm veremez."
Talebelerine
sık sık şöyle nasîhat ederdi: "Müslüman kardeşinize saygılı olmanızdan daha
kolay ne vardır? Onlara hürmet etmek, haklarını korumak ne güzel haslettir!
Müslüman kardeşlerimize kin beslemek, onlara karşı saygısız olmak ne zararlı
şeydir! Bu yol hiç kimseye fazîlet kapısını açmamış, hiç kimseyi başarıya
ulaştırmamıştır..."
Bâyezîd-i
Bistâmî hazretleri buyuruyor ki:
"Dilini,
Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler
konuşmaktan koru. Nefsini hesâba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve
hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sâhibi ve yumuşak
ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.
"Otuz sene
mücâhede eyledim, nefsimin istediklerini yapmadım. İlimden ve ilme uymakdan daha
zor bir şey bulamadım."
"Gözlerini harama
bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru."
"Bir gece
karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum.
Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandım."
"Allahü
teâlânın kendileri sebebiyle nefsimi cezâlandırdığı bütün şeyler üzerinde
düşündüm. Onların en şiddetlisi olarak gafleti buldum. Allahü teâlâdan bir an
gâfil olmak (bir an O'nu unutmak) Cehennem ateşinden daha şiddetlidir."
"Ey
Allah'ım! Ey kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sâhibi Rabbim. Sen ne dilersen
yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki, Cehennem'i ağzına kadar
doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım."
Hazret-i Ebû Bekir de böyle duâ ederlerdi.
"Siz havada
uçan birisini gördüğünüz zaman hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sâhibi birisi
olduğuna hüküm vermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve
kerâmet sâhibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki
hassasiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i
seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağ-
lılığına
bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sâhibidir. Bunlara uymakta en
ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet
sâhibidir, demek mümkün olmaz."
"Yâ Rabbî!
Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?" diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, "Nefsini üç
talakla boşa" diyordu."
"Bu kadar
zahmet ve meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak aradığımı, annemin rızâsını
almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin
evvelinde lâzım olduğunu anladım."
"Günahlara
bir defâ, tâatlere ise bin defâ tövbe etmek lâzımdır. Yâni yaptığı ibâdet ve
tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günahından bin kat daha
fenâdır."
"İnsana
zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun, gaflet olduğunu
anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî!
Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle."
"Bütün
âlemin yerine beni Cehennem'de yaksalar ve ben de sabretsem, Allahü teâlâya
muhabbeti dâvâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü teâlâ da
benim ve bütün âlemin günahını affetse, rahmetinden ve ihsânından bir şey
eksilmiş olmaz."
"Bir
kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti;
kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu
gibi üç hasletin bulunmasıdır."
"Allahü teâlânın
nîmetleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman O'na şükretmek
lâzımdır."
"Bizim
sözlerimiz Kitap ve sünnettendir. Bu iki kaynaktan gücünü ve mânâsını almayan
bir sözde değer yoktur."
"Ârifin
alâmeti nedir?" diye sorulduğunda; "Allahü teâlâyı anmakta gevşeklik
göstermemektir." buyurdu.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
AYAKKABININ
ÇAMURU
Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada
Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur
hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı.
Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca
câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve
üzülerek; "Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının
duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye
düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; "Buyrun
bir arzunuz mu var?" diye sorunca; "Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî
hayretle; "Ne özrü?" diye sordu. O da; "Biraz önce duvarınızı elimde olmadan
çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket
değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle; "Peki
ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya
sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i
Bistâmî; "Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi.
Mecûsî; "Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi
öğretti?" diye sorunca; "Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed
aleyhisselâm öğretti." dedi. Mecûsî; "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?"
diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
KURTLARIN
VAZÎFESİ
Bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât
kendi kendine; "Bâyezîd-i Bistâmî'nin yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet
gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece onu imtihân etmiş olayım." diye
düşündü. Bu düşünce ile, Bâyezîd-i Bistâmî'nin bulunduğu yere geldi. Bâyezîd-i
Bistâmî onu görünce buyurdu ki; "Biz kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Saîd
Râî'ye havâle ettik. Sen ona git." Bu kimse gidip, Ebû Saîd Râî'yi sahrada
buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz
bitince, gelen kimse kendisinden tâze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve
zamânı da değildi. Ebû Saîd Râî, asâsını ikiye bölüp, bir parçasını gelen
kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın izni
ile, hemen o parçalar asma oldu ve tâze üzüm verdi. Fakat, Ebû Saîd tarafında
bulunan üzümler beyaz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah idi. O
kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Saîd Râî;
"Ben, Allahü teâlâdan, yakîn yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile istedin.
Dolayısıyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi." buyurdu ve o
kimseye bir kilim hediye edip, kaybetmemesini tenbih etti. O kimse kilimi alıp,
hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat'da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hac
dönüşünde, Bistâm'a, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği
kilim, Bâyezîd-i Bistâmî'nin önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra,
böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediğine çok pişmân oldu. Tövbe ve istigfâr
edip, Bâyezîd-i Bistâmî'nin talebeleri arasına katıldı.
ON ŞEY
Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu
ki:
"Şu on şey beden üzerine farzdır:
1) Farzları noksansız yerine getirmek,
2) Haram kılınan şeylerden kaçınmak, 3) Allah için mütevâzî olmak, 4) Müslüman
kardeşlerine eziyet etmekten sakınmak, 5) İyi ve kötü herkes için hayır isteyen
olmak, 6) Allahü teâlânın mağfiretini arzulamak, 7) Her işte ve her hâlükârda
Allah rızâsını gözetmek, 8) Öfkeyi, gurur ve taşkınlığı, zulüm ve haksızlığı,
üzücü ölçüde mücâdeleyi terketmek, 9) Kendi kendine nasîhatçı olmak, nefsi
terbiyeye çalışmak, 10) Ölüme bilerek hazırlanmak."
Şu on şey bedeni korur:
1) Gözleri haramdan ve lüzumsuz
şeylerden korumak, 2) Dili zikre alıştırmak ve bunu îtiyâd hâline getirmek, 3)
Nefis muhâsebesi yapmak, günlük hayâtı bu ölçü içinde sürdürmek, 4) İlim
öğrenmek ve öğrenilen ilmi faydalı olacak şekilde kullanmak, 5) Edeb ve
terbiyeyi her yerde ve herkese karşı muhâfaza etmek, 6) Bedeni, dünyânın
faydasız işlerinden kurtarıp, dünyâ ve âhiret için faydalı işlerde kullanmak, 7)
İnsanlarla haşır-neşir olmamak, kalbi geliştirmek, düşünceyi berraklaştırmak,
zekâyı işletmek için uzlete çekilmek, 8) Nefis ile kıyasıya mücâdele etmek, 9)
Çokça ibâdet etmek, 10) Peygamber efendimizin sünnetine uymak.
Şu on şey bedenin şerefidir:
1) Tevâzu içinde yumuşak huyluluk, 2)
Hayâ ve edep, 3) İlim, 4) Haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak, gönül rahatlığı
içerisinde ibâdetleri hatâsız yapmaya çalışmak, dünyâ şatafatına değer vermemek,
5) Her işte, atılan her adımda Allahü teâlâdan korkmak, 6) Güzel ahlâk, 7) Başa
gelen belâ ve musîbetleri yüklenmek, sabrı dayanak yapmak, 8) Halk ile iyi
geçinme yollarını, idâre etmek çârelerini bilip yürütmek, 9) Öfkeye mâni olmak,
10) Dilenmeyi terketmek.
Şu on şey insanın maddî ve mânevî
yapısını tahrib eder:
1) Dînine önem vermeyen kimseyle
arkadaşlık etmek, 2) Hayırlı ve yararlı kişilerden ayrılmak, onlarla dostluk
kurmamak, 3) Nefsin isteklerine boyun eğip onun peşine takılmak, 4) İslâmiyetten
uzaklaşmak, 5) Dinden olmayan şeyleri din adına uydurup dîne sokan kimselerle
oturup kalkmak, 6) Dünyâ ve âhiret için yararlı olmayan şeylerle uğraşmak ve bu
tür şeyleri arzulamak, 7) Halkı kötü zan altında tutmak, 8) Üstünlük taslamak,
9) Dünyâlıktan yana üzüntüye kapılmak, 10) Âhireti düşünmemek.
On şey insan varlığını öldürür:
1) Terbiye azlığı, 2) Cehâlet çokluğu,
3) Halktan nîmet beklemek, 4) Şehvet azgınlığı, nefis kudurganlığı, 5) Baş olma
sevdası, 6) Dünyâya lüzumundan fazla meyletmek, 7) Allahü teâlâ katında nefis
ile dostluk kurmak, 8) Çok yemek, 9) Çok uyumak, 10) Kalabalığa uymak.
On şey insanı aşağılık yapar:
1) Öfke ve hiddet, 2) Kin ve nefret, 3)
Büyüklenme, 4) Zulüm ve haksızlık, 5) İnat yollu mücâdele, 6) Cimrilik, 7)
Başkasına ezâ ve cefâ etmek, 8) Mümin kardeşine saygısızlık, 9) Kötü huy ve fenâ
ahlâk, 10) İnsaf ölçülerini aşmak.
NASÎHATLERİN
ÖZÜ
Bâyezîd-i Bistâmî'nin yakınlarından biri
seyâhate çıkarken, huzûra gelip; "Bana tavsiyede bulunur musunuz?" dedi. O da;
"Üç şey ile sana tavsiyede bulunurum: Yolculukta kötü huylunun biri sana
arkadaşlık ederse, onun kötülüğünü kendi güzel ahlâk potana sok da
şekillendirmeye çalış. Böylece işin ve yolculuğun selâmetle netîcelensin. Biri
sana iyilikte bulunursa, devamlı sûrette Allahü teâlâya şükret. Çünkü o adamın
kalbini sana çeviren cenâb-ı Hak'tır. Bir belâ sana dokunacak olursa, o belânın
üzerinden kalkması için süratle Allahü teâlâya dön ve netîceyi sabırla bekle.
Ümidin kırılmasın, îtimâdın sarsılmasın. Çünkü gelen belânın altında ne gibi
hayırların yattığını o anda idrak edemezsin." dedi.
Talebesi Ebû Mûsâ'ya şöyle nasîhatta
bulundu: "Sana yaşadığın sürece tamâmen Allahü teâlâya yönelmeni, yüzünü hiçbir
vakit O'ndan çevirmemeni tavsiye ederim. Şüphe yok ki O'na kavuşacak ve O'nun
yüce huzûrunda duracaksınız. Ve sen bütün işlediklerinden sorumlu tutulacaksın.
Sakın gâfil olma. Gaflet uykusundan bir an önce kendini kurtar. Hiç kimseyi O'na
tercih etme. Sana gelen belâlara sabret. Allahü teâlânın hükmüne ve kazâsına
rızâ göster. Allahü teâlânın verdiğine kanâat et. Allahü teâlâya güven,
vâdettiklerinin mutlaka yerine geleceğine inan. Hiç ölmeyecek ve hep diri olan
Rabbine tevekkül eyle. Her işinde O'nun inayetini iste. O'nun emirlerine riâyet
et. Hayatta olduğun müddetçe bu dediklerimi yapmaya çalış. Halkı bırakıp, Hakk'a
yönel. İşini O'na ısmarla!.."
BEYİTLER
ANNEYE HİZMET
Bâyezîd-i Bistâmî, çocuk iken kendisi,
İlim için mektebe, göndermişti, annesi,
Hocasını büyük bir dikkatle dinliyordu,
Öğrendiği şeyleri, hemen ezberliyordu.
Bir gün normal vaktinden, erken geldi evine,
Annesi merak edip, sorduğunda kendine,
Dedi ki: "Anneciğim, bugün birşey öğrendim,
Duânı almak için, erkenden eve geldim.
Hak teâlâ Kur'ânda, buyuruyor ki bana,
İtâat eyleyeyim, kendisine ve sana.
Duâ et de yapayım, Rabbime çok ibâdet,
Sana da lâyıkıyla, yapayım iyi hizmet."
O günden itibâren, sarıldı ibâdete,
Koyuldu annesine, gece gündüz hizmete.
Karlı ve dondurucu, soğuk bir kış gecesi,
Yatağından seslenip, su istedi annesi.
Fırladı annesinin, emri için yerinden,
Lâkin testi boş idi, çeşmeye koştu hemen.
Testisini doldurup, döndüğünde evine,
Gördü ki vâlidesi, uykuya dalmış yine.
Onu uyandırmağa, gönlü râzı gelmedi,
Buzla kaplı testiyle, başucunda bekledi.
Biraz sonra annesi, uyandı "Su, su" diye,
Gördü ki oğlu bekler, elinde testi ile.
Dedi ki: "Ey evlâdım, niçin oturmuyorsun?
Başucumda, ayakta, öylece bekliyorsun?"
Dedi ki: "Anneciğim, beklerim şu sebepten,
Hemen verebileyim suyu geciktirmeden."
Vâlidesi silerek, yaşaran gözlerini,
Oğluna duâ için, kaldırdı ellerini:
"Yâ Rabbî, ben oğlumdan râzıyım sonsuz kere,
Sen de ondan râzı ol, kavuştur nimetlere."
Bâyezîd-i Bistâmî, hürmetine ilâhî,
Anne duâsı almak, nasîb et bize dahî
KÖTÜLÜĞE
İYİLİK
Müslüman, kardeşine, güler yüzlü olmalı,
Din ve dünyâ işine, yardımda bulunmalı.
Bir köylü, Medîne'de, sordu efendimize,
Dedi: "Yâ Resûlallah, din nedir, öğret bize?"
Buyurdu ki: "Allah'ın, emrine itâattir,
Onun mahlûklarına, merhametli olmaktır."
Güzel ahlâk hakkında, suâl eden birine,
Buyurdu ki: "İhsân et, senden yüz çevirene!"
Çok defa Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri,
Kabristanın içinde, gezerdi geceleri.
Yine dolaşır iken, bir gece kabristanda,
Onu gece bekçisi, farketti karanlıkda.
Ve lâkin tanımadı, vurdu asâsı ile,
Bâyezîd-i Bistâmî çıkarmadı çıt bile.
Devâm etti vurmaya, bitsin diye cezâsı,
Sonra kırılıverdi, birden bire, asâsı.
Bâyezîd hazretleri, gelince hânesine,
Asânın fiyatını, sordu talebesine.
O miktarda parayı, koydu kese içine,
Gönderdi tatlı ile, o gece bekçisine.
Bir de mektup yazmıştı, kendisine şöyle ki,
"Sayın Bekçi Efendi, bu gece, dövdün beni.
Evet suç bende idi, kabâhatin yok senin,
Dövmezdin tabî ki, ben orada gezmeseydim.
Senin asân kırıldı, benim sebebim ile,
Bu parayla asâ al, hakkını helâl eyle.
Ye âfiyet üzere, gönderdiğim tatlıdan,
Korusun Hak teâlâ, seni her sıkıntıdan."
Okuyunca o bekçi, bu mektup geldiğinde,
Huzûruna gelerek, tövbe etti o günde.
Ve hattâ bu sâyede, geldi bir çok bekçiler,
Onun ile birlikte, hak yoluna girdiler.
İTÂAT BÖYLE
OLUR
Allah adamlarından, "Bâyezîd-i Bistâmî",
Dîne hizmet uğrunda, bir hayli çoktu azmi.
Üstâdından aldığı, feyiz ve ilhâm ile,
Hizmete adamıştı, kendini tamâmiyle.
Gâye, bir kişi olsun, kurtarmaktı Ateş'ten,
Daha mühim iş yoktu, ona göre bu işten.
Buyurdu: "Kardeşlerim, verenler olur azîz,
Zîrâ veren kulları, çok seviyor Rabbimiz.
Almak istemeyin ki, bu, hiç makbûl şey değil,
Hep almak düşünenler, olurlar hor ve zelîl.
İnsanlar arasında, olan her türlü kavga,
Hepsi almak yüzünden, vukû bulur mutlaka.
Fakat "vermek" yüzünden, çekişme olmaz zinhâr,
Görülmüş mü vermekten, kavga etsin insanlar?"
Buyurdu: "Peki deyin, kaçının îtirazdan,
Zîrâ peki demeyip, kovuldu la'in şeytan.
Eshâb, Resûlullah'a, tam itâat ederdi,
O'nun her bir emrine, hemen "peki" derlerdi.
Mübârek huzûrunda, edepliydiler gâyet,
Sessizce oturur ve etmezlerdi hareket.
Hattâ ağaç zannedip, kuşlar o kimseleri,
Gelip üzerlerine, konarlardı ekserî.
Bir kabahat işledi, eshâbdan biri, bir gün,
Mübârek kulağına, gitti bu da Resûl'ün.
Resûl'e erişince, vukû bulan hâdise,
Buyurdu ki: "Onu ben, hapsettim öyle ise."
Bu haberi o zâta, gidip dediklerinde,
Bir "mıh gibi" çakılıp, kala kaldı yerinde.
Bu emri aldığında, nasılsa vaziyyeti,
Öylece dondu kaldı, aslâ değiştirmedi.
Allah'ın Resûlünün, emrine muhâlefet
Olur diye, bir milim, eylemedi hareket.
Hattâ bir ayağını, öbürünün yanına,
Bile getirmedi ki, îtiraz olur O'na.
Resûl'e bu derece, itâat ederlerdi,
"O'nun için canımız, fedâ olsun." derlerdi."
Bir gün de buyurdu ki: "Kardeşlerim, bu nefis,
Öyle bir canavar ki, aman dikkat ediniz!
Bir ahtapot misâli, insanın vücûdunu,
Kollarıyla sarmıştır, böyle düşünün onu.
Başı, tam alındadır, sanki bu canavarın,
İşi, mâni olmaktır, secdesine insanın.
Haram ile beslenir, nefis denen canavar,
Serpilir, kuvvetlenir, işlendikçe haramlar.
Sâdece tek gâyesi, vardır ki işbu nefsin
Sâhibini ebedî, azâba sürüklesin!
Siz düşman aramayın, sizin hâricinizde,
En büyük düşmanınız, nefistir içinizde,
Onu öldürmek için, iki yol vardır ancak,
Birisi, gıdâsını, kesmektir tam olarak.
Yâni, işlenmez ise, en küçük günah bile,
O, gıdâsız kalarak, zayıflar tamamiyle.
Öbürü, kelime-i tevhîdi söylemektir.
Bu kelime, nefs için, en te'sîrli kötektir."
Bu sohbet sâhibinin, hürmetine İlâhî
Nefsimizin şerrinden, hıfz eyle bizi dahî
KAYNAKLAR
1) Tabakât-us-Sûfiyye; s.67
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.33
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.89
4) Risâle-i Kuşeyrî; s.17
5) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.531
6) Sıfat-us-Safve; c.4, s.89
7) Mîzân-ül-İ'tidâl; c.1, s.481
8) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.143
9) Mir'at-ül-Cinân; c.2, s.173
10) Nefehât-ül-Üns; s.109
11) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.86
12) Tabakât-ı Ensârî; s.87
13) Tabakât-ı Evliyâ; s.388
14) Ebû Yezîd Bistâmî (Dr. Abdülhalîm Mahmûd, Kâhire-1979)
15) Reşehât; s.14
16) Keşf-ül-Mahcûb; s.204
17) GAS (Fuad Sezgin); c.1, s.645
18) Nevâdir-ül-Âlem; s.29
19) Hadâik-ul-Verdiyye; s.7
20) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.105
21) Seâdet-i Ebediyye (48.Baskı); s.1042
22) Eshâb-ı Kirâm (7.Baskı); s.319
23) Rehber Ansiklopedisi; c.2, s.285
|