|
ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ
Anadolu'da
yetişen büyük velîlerden. Babasının ismi Ahmed'dir. İsmi İsmâil, lakabı
Rusûhî'dir. Ankaravî diye meşhur oldu. Ankara'da doğdu. Doğum târihi belli
değildir.
İlk
tahsîlini doğum yeri olan Ankara'da yaptı. Aklî ve naklî ilimleri, zamânının
âlimlerinden okudu. Arapça ve Farsça öğrendi. Din ve fen ilimlerini öğrendikten
sonra tasavvufa yöneldi. Bayrâmiyye yoluna girip feyz aldı. Tasavvuf
derecelerinde yükseldi. Hocası tarafından insanlara Allahü teâlânın dînini ve
sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirildi. Halvetiyye
yolunda da icâzet alıp, insanlara ilim öğrettiği sırada gözlerinden
rahatsızlandı. Rahatsızlığından dolayı okuyup yazamaz oldu. Göz hastalıkları
tabiplerine mürâcaat edip, bilinen bütün sebeplere yapıştıysa da bir çâre
bulamadı. Gün geçtikçe gözündeki rahatsızlık şiddetleniyordu. Bu esnâda kalbine,
Allah adamlarından, merhamet kaynağı, mânevî bir tabîb bulması lâzım geldiği
doğdu. Dünyâ penceresi gözüne çâre bulacak bir Allah adamını aramak için Konya
tarafına doğru yola çıktı. Yolculuğu sırasında, önemli ihtiyaçlarını temin
edebilmek için;
"Çalışıp kazananı Allahü teâlâ sever." hadîs-i şerîfi hükmünce, kendine göre
ticâretle uğraşıyordu. Ayrıca uğradığı yerlerdeki âlimleri de ziyâret âdeti idi.
Konya'ya vardığında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin torunlarından ve o sırada
mevlevî şeyhi olan Çelebi Bostan Efendiyi ziyâret etti. İlk karşılaştıklarında
rahatsızlığı ile ilgili olarak Mesnevî'den şiirler okuduktan sonra;
"Gözünün iyi olması, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sini şerhetmenizin
hediyesi olacaktır. O halde sizin Mesnevî'yi şerh etmeniz lâzımdır. Bu sûretle
gamınız gidecek, gözünüzde iyileşme olacaktır." diye müjdeledi.
İsmâil
Ankaravî, bu müjdeye sevinerek Çelebi Bostan'ın talebesi oldu. Bu arada
gözlerinin ağrısı hafifledi. Kısa zamanda Çelebi Bostan'ın sevgisine,
teveccühlerine kavuştu. Bir süre sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî
işâreti üzerine hocası tarafından Galata'daki Mevlevî dergâhına şeyh tâyin
edildi. Burada İsmâil Ankaravî bir taraftan insanlara doğru yolu anlatıyor, bir
taraftan da Mesnevî'yi şerh ediyordu. Şerhe başladığında gözünde biraz
açılma oldu. Tamamladığında tamâmen açıldı. Allahü teâlânın izni ile o hastalığı
büsbütün geçti. İsmâil Ankaravî, bu şerhinde Mesnevî'nin derin ve anlaşılması
zor mânâlarını açıkladı. Bu şerhin önsözünde; "Bu şerhi, baş gözümün ve kalp
gözümün açılmasına devâ yapan, ummadığım yerden yardım ve ihsânı ile
rızıklandıran, zâhirî, görünen, bilinen sebeplere beni muhtâc etmeyen ve beni
hâl sâhibi kılan Allahü teâlâya hamdolsun" demiştir.
Zamânın
sultânı Dördüncü Murâd Hana, tarîkat erbâbı kötülenmiş, onların bâzı işlerinin
yasaklanması istenmişti. Sultan yalnız böyle söyleyenlerin sözleriyle hareket
etmeyip, zamânın tasavvuf ehli âlim ve fazîletli kimselere de tarikatla ilgili
hususları sorup cevap istemişti. Bunlar arasında İsmâil Ankaravî de vardı. O da
üç gün içinde yirmi sayfalık bir risâle yazıp arzetti. Cevaplar, Şeyhülislâm
Yahyâ Efendi ve diğer zamânın önde gelen âlimleri tarafından incelenip uygun
görüldü ve pâdişâh tarafından da kabûl edildi. Böylece onların vesîlesi ile
tasavvuf ehli, sıkıntıdan kurtuldu. Azîz Mahmûd Hüdâî onun bu cevaplarını
beğenip; "Allahü teâlâ, muhâliflere karşı Rusûhî'nin ayağını sağlam ve sâbit
eylesin. Onların inat damarlarını kesmekte söz kılıcını keskin eylesin.
Muhâlifleri susturmakta mızrağını tesirli eylesin. Zamânımızda tasavvuf ehline
karşı olanlarla onun cihâdı olmasaydı, onların eli hak tâliplerine uzanır, zarar
verirdi. Doğru yolda olanlarla olmayanları birbirinden ayırmak zor olurdu.
Allahü teâlâ onun delillerinin oklarını en doğru hedefe isâbet ettirdi." diye
medhetti.
İsmâil
Ankaravî'nin dergâhının civârında bir bakkal dükkanı vardı. Bir akşam vakti
bakkal sâhibi Yûsuf Efendi dükkanını kapayacağı sırada dükkana gâyet yakışıklı
ve kendini mânevî hâl kaplamış bir genç girdi. Genç kendisinden geçmiş ve ne
yaptığının farkında olmadığı için, bakkal genci kovmaya hazırlanırken, ansızın
dükkan kapısı sarsılarak açıldı, İsmâil Ankaravî göründü ve; "Bu bîçâre, Allah
adamlarının dergâhı civârına îtimâd edip, güvenip geldi ve bu dükkana sığındı.
Ev sâhipliği ve insanlık kâidesince sakın ona dokunmayasın. Sakın hâneni harâb
etmeyesin." diye îkâz ettikten sonra kayboldu. Böylece hem genç bakkalın
hışmından, hem de bakkal gönül kırmaktan kurtuldu. Fakat bakkal, İsmâil
Ankaravî'nin heybetli teveccühlerinin tesiriyle altı ay yatakta yattı. Çok tövbe
ve istiğfar etti. Sıhhat ve âfiyete kavuşunca bütün malını dergahdaki talebelere
sarf etti. İsmâil Ankaravî'ye talebe olmakla şereflendi. Çileli bir hizmetten
sonra, icâzet aldıysa da, vefâtına kadar hocasının hizmetinden ayrılmadı.
İsmâil
Ankaravî'nin dergâhına talebe olmak için birisi geldi. İsmâil Ankaravî ona
istihâre yapmasını söyledi. O şahıs istihâre şartlarına elinden geldiği kadar
riâyet edip yattı. Ancak, o gece peşipeşine birkaç defâ ihtilâm oldu. Sabah
olunca, istihâresi soruldu. Hayâ ve utancından hâlini beyâna cesâret edemedi.
Şaşkınlık ve suskunluğunu gören İsmâil Ankaravî; "O sâdık âşık, büyüklerin
rûhâniyetinin yardımı ile başkalarının riyâzet ve çalışma ile yirmi senede
geçtiği, aştığı engeli o bir gecede geçti ve şehvet kirinden temiz oldu." diye
müjdeledi. Bu sûretle onu talebeliğe kabûl etti. Ona nazar ve teveccüh ederek
yüksek derecelere kavuşturdu. Ona Derviş-i Afîf diye hitâb etti. O da bu isimle
meşhûr oldu.
İsmâil
Ankaravî, ilmiyle âmil, fazîlet sâhibi bir zât idi. Allahü teâlânın emirlerine
uyar ve yasaklarından titizlikle sakınırdı. Allahü teâlâya çok ibâdet eder,
dünyâ malına kıymet vermezdi. Zamanındaki devlet adamları kendisini sever,
ilmini takdir eder, hürmette kusûr etmezlerdi. İlim ehli ve sevenleri ile
sohbetlerde bulunur, sohbeti, yalnızlığa tercih ederdi. İnsanlar arasına
karışıp, Allahü teâlânın dînini anlatmayı, bir köşeye çekilip ibâdet ve tâatle
meşgûl olmaktan üstün tutardı. Birçok ilimlerdeki yüksek derecesi yanında
şâirliği de olan İsmâil Ankaravî, şiirlerinde Rusûhî mahlasını kullanırdı.
İsmâil Ankaravî'nin her zamanki âdetleri şöyle idi: Sabahleyin Allahü teâlânın
ism-i şerîfleri ile zikirden sonra, talebelerine ders verir, din bilgileri
öğretirdi. Sonra kitap yazmakla meşgûl olurdu.
İsmâil
Ankaravî hak ve hakîkat yolunda bulunmak gerektiğini şöyle anlatır:
"Resûlullah
efendimizden Abdullah bin Mes'ûd hazretleri şöyle naklediyor: "Resûlullah
efendimiz bize, doğru bir çizgi çizdi
ve; "Bu, Allahü
teâlânın yoludur." buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan
çizgiler çizip; "Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır."
buyurdu ve; "Doğru yol budur. Bu yolda olunuz. Fırkalara bölünmeyiniz."
meâlindeki
En'âm sûresi 53. âyet-i kerîmeyi okudular."
Resûlullah
efendimizin yolu tevhîd, birlik ve muhabbet yoludur. Onun için birçok âlim ve
evliyâullah; "İnsanı doğru yoldan ayıran, sapıklığa götüren yollardan çok
sakınınız. Biliniz ki, orta yol daha hayırlıdır." demişlerdir. Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî de bu konuda; "Herkes gücü yettiği kadar, hak yoldan
ayrılmadan çok sakınıp, sırât-ı müstekîm üzere olmalıdır." buyurmuştur.
Fahreddîn-i Râzî de sırât-ı müstekîmi tefsîr ederken buyuruyor ki: "Allahü teâlâ
niçin sırât-ı müstekîm buyurdu da sebîl-i müstekîm buyurmadı. Çünkü sırât lafzı,
Cehennem'deki sırâtla ilgilidir. Öyle ki, insan bu dünyâda olan sırâtta, korku
ve ümid üzere bulunmalıdır." Bir kısım müfessirler de "Sırât ikidir; biri
dünyevî, dünyâ ile, diğeri uhrevî, âhiretle ilgilidir. Dünyâda olan sırât;
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîminde ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinde
buyurduklarını Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsîr ederek bildirdiği doğru yoldur.
Uhrevî, âhiretle ilgili sırât ise, hadîs-i şerîflerde bildirildiği gibi bütün
insanların üzerine sevk edildiği, Cehennem üzerine kurulan kıldan ince, kılıçtan
keskin, köprüdür. Abdullah bin Mes'ûd'dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte,
Resûlullah efendimiz buyurdular
ki: "Cehennem üzerine kıldan ince kılıçtan keskin olan sırât köprüsü kurulur.
Bu köprüden, bir kısım insanlar şimşek gibi, bâzısı fırtına gibi geçer. Bir grup
insan da kuş uçar gibi, bir fırka atlı gibi, bir zümre piyâde gibi geçer. Bir
cemâat da, ateş onların yüzlerini yalar."
İsmâil
Ankaravî hayâ ile ilgili bir soruya şöyle cevap verdiler:
"Bir gün
Peygamber efendimiz Eshâbına buyurdu
ki: "Eshâbım! Allahü teâlâdan tam bir şekilde hayâ ediniz." Eshâb-ı kirâm
dediler ki: "Yâ Resûlallah! Bizim hepimiz Allahü teâlâdan utanırız." Peygamber
efendimiz buyurdu ki: "Hayâ bu değildir. O kimse ki Allahü teâlâdan tam bir
şekilde hayâ eder. Gözünü, kulaklarını ve diğer uzuvlarını haramlardan, bâtınını
ve fercini (edeb yerini) haram ve zinâdan korur, ölümü hatırlar, âhireti
diler, dünyânın süs ve zînetlerini terk eder ise, hakîkatte bu kimse Allahü
teâlâdan hayâ etmiştir." Hayâ güzel bir huydur ki dînimizce iyi olduğu
bildirilmektedir. Hakdan ve insanlardan hayâ etmelidir. Hayâ edilmeyen işte
hayır yoktur."
İsmâil
Ankaravî ömrü boyunca iyiliği emr edip, kötülükten sakındırmaktan geri durmadı.
Bu hususlardaki nasîhatleri şöyle oldu:
Hazret-i Ali
buyurdu ki: "Doğru bildiğini söylemek, susmaktan daha hayırlıdır. Günahkâr
insanlara günah ve haramların kötülüğünü anlatmamak, iyilik değildir." Kötü bir
işi yapanı o işten sakındırmak, ibâdetlerin en fazîletlisidir. Bir kimse
bilmeyen birine yol gösterse, o da onun irşâdıyla hidâyete erse, yol gösteren
kişi de, hidâyete kavuşan kimsenin sevâbı ve fazîleti kadar sevap kazanır. Zîrâ
Peygamber
efendimiz; "Başkalarını doğruluğa çağıran kimseye, kendisine uyanların sevâbı
gibi sevâb verilir. Bununla berâber onların sevâbından da hiçbir şey eksilmez.
Sapıklığa çağıran kimseye de ona uyanların günâhı gibi günah verilir. Bununla
berâber ona uyanların günahlarından hiçbir şey eksilmez." buyurdu. Dînin
direği nasîhattır. Bu sebeple Allahü teâlânın kullarına nasîhat etmeli ve
yumuşak davranmalıdır. Eğer söz tutmazlarsa onlara yumuşaklıkla hakîkati
anlatmaya devâm etmelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; "Ümmetimden bir tâife,
(topluluk) hak üzerine mücâdele etmekte, kıyâmete kadar gâlib olarak
devâm edecektir." buyurmuştur. Nasîhat edince fitne çıkma durumu varsa, bu
hayırlı işten vazgeçilir. Nasîhati, kabûl edenlere,
dinleyenlere yapmak gerekir.
Vefâtına
yakın İsmâil Ankaravî şöyle dedi: "Yazdığımız eserlerle yaptığımız hizmetler, bu
yolda kalpleri zayıf olanların îtikâdlarını kuvvetlendirmiş ve muhâliflere karşı
bir müdâfaa olmuştur. İşimiz tamamlandı." Bu sözleri ile vefâtlarının yakın
oluşunu işâret etti. 1630 (H.1040) senesinde İstanbul'da vefât etti. Vasiyeti
üzerine Galata Mevlevîhânesi bahçesine defnedildi.
İsmâil
Ankaravî'nin yazdığı kıymetli eserlerden bâzıları şunlardır:
1) Şerh-i Mesnevî, 2) Minhâc-ül-Fukarâ, 3) Zübdet-ül-Füsûs, 4) Îzâh-ül-Hikem,
5) Miftâh-ül-Belâga ve Misbâh-ül-Fesâha, 6) Fütûhât-ı Ayniyye fî Tefsîr-i
Sûreti'l-Fâtiha.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
DERVİŞLERİN SUSUZLUĞUNU GİDERMEK
İstanbul'da
bâzı kimseler, HasanAğa isminde birinin evinde toplanıp, Mevlevîlerin aleyhinde
konuştular. Konuşmalarını; "Eğer mümkün olsa bir lokma ve yudum su verilecek
kimseler değil." diye bitirmişlerdi. Hasan Ağa da onların bu sözlerini tasvip ve
tasdik etti. O anda bedeninde umûmî bir bozukluk, rahatsızlık meydana geldi.
Yakıcı bir hummaya tutuldu. Humma ateşini gidermek için soğuk su, buz konduğu
için vücûdunun tabiî sıcaklığı azaldı. Şişme ve susuzluk görüldü. Tanıdık
tabipler gerekli çârelere baş vurup bir netice alamayınca, şifâ bulması için
İsmâil Rusûhî'ye mürâcaat edip yardım istemesini tavsiye ettiler. Bunun üzerine
edeb ve anlayış sâhibi bâzı zâtlar, Hasan Ağanın durumunu İsmâil Ankaravî'ye arz
etti. İsmâil Ankaravî; "Onun şifâsı, dervişlerin susuzluğunu gidermektedir."
dedi. Bu müjde Hasan Ağanın kulağına varınca, kısa zamanda pekçok sadaka dağıttı
ve hayır hasenât yaptı. Bulunduğu yerde dervişlerin ve gelip geçenlerin içip
susuzluklarını gidermeleri için hemen bir çeşme yaptırdı. İsmâil Ankaravî bu
çeşmeden bir kap su doldurup bunu şifâ ve devâ olması için hayır duâda
bulunduktan sonra Hasan Ağaya gönderdi. Allahü teâlânın izni ile âcilen şifâya
kavuşacağını müjdeledi. Ancak o sudan bir yudum olsun kendisinin içmemesini
tenbih etti. Suyu alan Hasan Ağa, Allahü teâlânın izni ile derhal sıhhat buldu.
Hummanın harâreti ve susuzluk hâli gitti. Bununla birlikte, Mevlevîler
hakkındaki bozuk düşüncelerden kurtuldu. Hemen İsmâil Ankaravî'nin huzûruna
varıp, talebesi olmakla şereflendi.
KAYNAKLAR
1)
Hülâsât-ül-Eser; c.1, s.418
2)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.259
3)
Osmanlı Müellifleri; c.1, s.25
4)
Şakâyık-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.765
5) Keşf-üz-Zünûn;
s.630,856,1114, 1872
6)
Brockelman; Sup.2, s.662
7)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.161
8)
Mecmuâ-i Terâcim; s.101
9)
Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; c.2, s.37
10)
Ziyâret-i Evliyâ; s.70
11)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.177
|
|