AHNEF BİN KAYS
Tâbiînin
meşhurlarından ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Dehhâk bin Husayn et-Temîmî es-Sa'dî'dir.
Künyesi Ebû Bahr, lakabı Ahnef'tir. Ayağının eğik olması yâhut da ayaklarını
arkası üzerine basarak yürümesinden dolayı Ahnef denilmiş ve bu lakab ile şöhret
bulmuştur. Bâzı Kaynaklarda isminin Sahr olduğu kayıtlıdır. Babası, Kays Ebû
Mâlik künyesi ile tanınırdı. Annesi, bir rivâyete göre Amr bin Sa'lebe'nin
kızıdır. Basra'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
Ahnef bin
Kays, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem zamânında müslüman olduğu
hâlde, mübârek yüzlerini göremediği, gönüllere şifâ olan sözlerini işitemediği
için sahâbî olmakla şereflenemedi. Kavminin önde geleni idi. Kabilesinin
müslüman olmasına sebeb oldu. Çok hilm sâhibi idi. Bu hususta pekçok şey
anlatılmıştır.
Hasan-ı
Basrî onun hakkında şöyle demiştir; "Ahnef bin Kays şerefli bir kimse olup,
kavmi arasında ondan daha fazîletli bir kimse görmedim." Hazret-i Ömer'den
hazret-i Osman'dan hazret-i Ali'den, Sa'd ibni Mes'ûd'dan, Ebû Zer Gıfârî'den ve
diğer sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Kendisinden;
Hasan-ı Basrî, Ebü'l-Alâ bin Şehîr, Talk bin Habîb hadîs-i şerîf
nakletmişlerdir.
Ahnef bin
Kays hazretleri şöyle anlatır:
"Hazret-i
Osman zamânında Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Leys kabîlesinden biri
elimden tutarak;
"Sana bir
müjde vereyim mi?" dedi. "Evet" dediğimde; "Hani hatırlarsın, Resûlullah
efendimiz beni İslâma çağırmak için sizin kabîleye göndermişti. Onlara İslâmı
anlatıp, dâvette bulunuyordum. O zaman, sen; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel
huylara çağırıyorsun, kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç
duymamıştım." demiştin ve müslüman olmuştun. Kabîlen arasında tutulan ilim,
irfan sâhibi, zekî bir kimse olduğun için, tavsiyen üzerine kabîlenizin
mensupları da müslümanlığı kabûl etmişlerdi. Bütün bu durumları, Medîne'ye
dönünce Resûl aleyhisselâma anlattım. Resûlullah senin için; "Allah'ım! Ahnef'i
bağışla!" buyurdu. Bunun üzerine; "Benim yanımda, âhiretim için Resûlullah'ın bu
mübârek duâsından daha ümit verici bir şey yoktur." dedim ve çok sevindim.
Ahnef bin
Kays, halîfe hazret-i Ömer'i Medîne'de, Basra halkından bâzı kimselerle birlikte
ziyâret etti. Halîfe herkesin halini hâtırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays,
bir köşede abasına sarınmış bir hâlde sessizce duruyordu. Hazret-i Ömer;
"Senin bir
ihtiyâcın yok mu?" diye sorduğunda, o şöyle cevap verdi:
"Ey
Mü'minlerin Emîri! Evet var. Hayır ve bereketin anahtarı Allahü teâlâdır. Diğer
şehirlerin halkından olan kardeşlerimiz sulak ve verimli yerlere yerleştiler.
Biz ise çorak, rutûbetli, bir tarafı tuzlu deniz, bir tarafı çöle çevrili bir
yere mekân tuttuk. Ne ekin, ne hayvanımız var. Yiyeceklerimizi ve
faydalanacağımız şeyleri çok zor şartlar altında elde ediyoruz. Zayıf bir insan,
tatlı su alabilmek için iki fersahlık yol gitmek zorunda. Eğer bizim en basit
ihtiyaçlarımızı karşılamaz ve fakirliğimizi gidermezsen, yok olup giden kavimler
gibi olacağız." Bunun üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına Beyt-ül-mâldan,
maaş bağladı. Vâli Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye, Basra'ya kanalla su getirtmesi için
mektup yazdı.
Hazret-i
Ömer, ona karşı olan sevgi ve muhabbetinden dolayı, bir süre yanında kalmasını
istedi. Ahnef bin Kays bu istek üzerine bir sene Medîne-i münevverede kaldı.
Sonra izin alıp Basra'ya döndü. Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye yazdığı
mektubunda; "Ahnef bin Kays'ı kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış ve
sözlerine kulak ver." buyurmuştu.
İran
imparatoru Yezdicürd, topraklarının büyük kısmı müslümanların eline geçince,
Merv şehrine gidip yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup
yazarak, halkı isyân ettirdi ve andlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine hazret-i
Ömer, Ahnef bin Kays'a Horasan üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir
orduyla yola çıkan Ahnef bin Kays, İran şehirlerindeki isyânı bastırdı ve
Horasan'a yürüdü. Önce Herât'ı fethedip Merv eş-Şehcân'a doğru ilerlerken,
Nişâbur'a Mutarrif bin Abdullah komutasında, Serahs'a da Hars bin Hassân
komutasında bir birlik gönderdi. Ahnef bin Kays, Merv eş-Şehcân'a varınca,
Yezdicürd, Merv er-Rûz'a kaçtı. Buradan, Türk sultânına ve Çin krallarına mektup
yazıp yardım istedi. İslâm ordusu Merv er-Rûz üzerine yürüyünce, Yezdicürd
Belh'e gitti. Ahnef bin Kays, Merv er-Rûz'u ordu karargâhı yaptı. Kûfelilerden
meydana gelen bir birliği Belh'e Yezdicürd'ün üzerine gönderdi. Yezdicürd'ün
askerleri ile İslâm mücâhidleri arasında şiddetli bir muhârebe oldu.
Yezdicürd'ün ordusu yenilerek kaçtı. Arkadan yetişen Ahnef bin Kays,
Kûfelilerden meydana gelen öncü birliğe yardım etti ve Allahü teâlânın izniyle
Belh şehrini aldılar. İslâm mücâhidleri Belh'in hemen akabinde Nişâbur ve
Toharistân'ı da aldılar.
Ahnef bin
Kays, bu fetihleri anlatan bir mektubu hazret-i Ömer'e gönderince; "Keşke oraya
ordu göndermeseydim. Keşke bizimle oranın arasında ateşten bir deniz olsaydı."
buyurdu. Bu sözleri duyan hazret-i Ali; "Neden, ey mü'minlerin emîri!" diye
sormaktan kendini alamadı. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Çünkü buranın halkı üç
defâ yerlerinden dağılacaklar, ayrılacaklar. Üçüncüsünde tamâmen imhâ
edilecekler. Böyle bir musîbet meydana gelecektir. Bu musîbet burayı
fethettiğimizde, burada bulunacak müslümanlara geleceğine, fethedilmeyip buranın
müslüman olmayan halkının başına gelmesi daha iyidir, diye cevâb verdi.
Hazret-i
Ömer daha sonra, Ahnef bin Kays'a, Ceyhun Nehrini geçmemesini bildiren bir
mektup gönderdi. Bu sırada Yezdicürd, Türk hâkânından aldığı yardımla geri
döndü. (Türkler o asırda henüz müslüman olmamışlardı.) Ahnef bin Kays,
Yezdicürd'ün aldığı yardım kuvvetiyle üzerine geldiğini öğrenince, fikirlerini
öğrenmek için, kıyâfetini değiştirerek, gece askerleri arasında dolaşıp onları
dinledi. Mücâhidlerden birisinin;
Eğer
komutanımız bizi dağın eteklerine çekerse, nehir, düşmanla aramızda hendek
vazifesi görür. Sırtımızı da dağa dayamış olduğumuz için düşman arkamızdan da
saldıramaz. Biz de düşmanla bir cephede muhârebe yapardık. Umarım Allahü teâlâ
bize zafer ihsân eder dediğini duydu. Sabahleyin namazdan sonra; "Ey mücâhidler!
Biz azız, düşman ise kalabalık. Bu sizi korkutmasın. Nice az bir topluluk,
pekçok düşmana Allahü teâlânın izni ile gâlip gelmiştir. Allahü teâlâ
sabredenlerle berâberdir. Şimdi buradan ayrılın. Sırtınızı dağa verin. Dağ
arkanızda, nehir ise bizimle düşman arasında kalsın. Düşmanla tek taraftan
muhârebe edelim." dedi.
Yirmi bin
kadar olan İslâm ordusu bu emri yerine getirdi. Türk askerlerinden birisi
meydana çıkıp er istedi. Derhal Ahnef bin Kays ortaya çıktı, onunla çarpıştı.
Türk süvârisi öldü. Bunun üzerine arkasından sırayla iki asker daha çıktı. Ahnef
bin Kays bunları da öldürdü. Türkler, o zaman savaş âdeti olarak, üç süvâri
çıkıp karşı taraftan üç kişiyle çarpışıncaya kadar yerlerinden ayrılmazlar, ordu
hücûma geçmezdi. Üç süvârileri de öldürülünce, durumu hâkanlarına bildirdiler. O
da bu durum hayra alâmet değil deyip, ordusunu geri çekti.
Türk
hâkânını müslümanlarla karşı karşıya bırakan Yezdicürd, fırsattan istifâde ile,
müslümanların elinde bulunan Merv eş-Şehcân'a gitmişti. Orada bulunan Hârise bin
Nu'mân komutasındaki küçük mücâhid birliği, kalabalık düşman askerinden korunmak
ve vakit kazanmak için, kaleye kapandı. Merv eş-Şehcân yakınlarında bir mağarada
sakladığı hazînesini çıkartan Yezdicürd, Türk hâkânının yanına dönerken,
İranlılardan bir kısmı;
"Ne yapmak
istiyorsun?" diye sordular. O da; "Türk hâkânının yanına gidiyorum. Oradan da
Çin ülkesine gitmeyi düşünüyorum" deyince, onlar;
"Bu çok kötü
bir düşüncedir. Bizimle birlikte müslümanlarla sulh yap. Çünkü onlar dindâr,
sözlerine sâdık ve bize yumuşak davranıyorlar. Muhakkak ki, bizi memleketimizde
böyle insanların idâre etmesi, dinsiz ve vefâsız kimselerin memleketine gidip,
onların idâresi altında yaşamaktan daha iyidir" dediler. Onların bu tekliflerini
reddedince; "O zaman hazînelerini bırak. Biz onların yönetiminde memleketimizde
yaşıyalım." dediler.
Yezdicürd
bunu da kabûl etmeyince, halk onu azledip, hazînelerine el koydular. Yezdicürd
de, Türk hâkânının yanına gitti ve Türk illerinde ikâmet etti. İranlılar
hazîneleri Ahnef bin Kays'a getirip teslim ettiler. Onunla andlaşma yaptılar.
Kendi ülkelerinde mallarına sâhib olarak müslümanların idâresinde, kisrâlar
döneminden daha rahat bir şekilde yaşadılar.
Ahnef bin
Kays tarafından gönderilen fetih haberi ve ganîmetler hazret-i Ömer'e
ulaştığında, müminleri câmide toplayıp, gelen mektubu herkesin huzûrunda okuttu.
Sonra, şu hutbeyi îrâd etti:
"Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Resûlünü hak din ile gönderdiğini, O'na tâbi olanların
dünyâ ve âhiret hayırlarına kavuşacaklarını vâd etti ve meâlen şöyle buyurdu: "O
Allahü teâlâ peygamberini, müşrikler istemese de bütün dinlere gâlip kılmak
için, hidâyetle (Kur'ân-ı kerîmle) ve hak dinle (İslâmiyet'le) gönderdi."(Tevbe
sûresi: 33). Bu vâdini yerine getiren ve İslâm ordusunu muzaffer kılan Allahü
teâlâya hamdolsun. Şunu iyi bilin ki, mecûsî devleti yıkılmış, mahvolmuştur.
Artık onlar müslümanlara zarar verebilecek bir karış toprağa bile sâhip
değillerdir. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sizin nasıl hareket edeceğinizi görmek,
sizi imtihân etmek için onların mallarını, mülklerini ve halkını sizin emrinize
vermiştir. Allahü teâlâ vâdini yerine getirir. Sakın hâlinizi değiştirmeyin.
Yoksa Allahü teâlâ sizin yerinize başkalarını getirir. Şüphesiz ben bu ümmet
hakkında, arasında çıkacak fitneden korkarım."
Hazret-i
Ömer'in şehâdetinden sonra, mecûsîler, Yezdicürd'ün kışkırtmasıyla yaptıkları
andlaşmayı bozdular. Hazret-iOsman bunun üzerine, Horasan bölgesine İbn-i Âmir
komutasında bir ordu gönderdi. İbn-i Âmir, bölgeyi tanıdığı için Ahnef bin
Kays'ı öncü birliklerin komutanı yaptı. İslâm ordusu kısa zamanda isyânı
bastırdı ve fethedilmeyen diğer yerleri de ele geçirdi.
Ahnef bin
Kays, 686 (H.67) senesinde Kûfe'de vefât etti. Cenâze namazını Mus'ab bin Zübeyr
kıldırdı. Kûfe sırtlarındaki Seviyye semtine Ziyâd bin Ebîh'in kabri yanına
defnedildi. Defin esnâsında orada bulunan Abdurrahmân bin Ukbe şöyle anlatır: "Ahnef
bin Kays'ın Kûfe'deki cenâzesinde bulundum. Kabre ben de indim. Kabri
düzelttiğim zaman, alabildiğine genişlediğini gördüm. Bu durumu arkadaşlarıma
haber verdim. Fakat onlar benim gördüğümü görmediler."
Ahnef bin
Kays buyurdu ki:
"Ben şu
hususlara çok dikkat ederim. Bunları, istifade edeceklere söylerim. Başkasına
değil. Birincisi; beni aralarına almak istemeyenlerin aralarına girmem.
İkincisi; beni çağırmayan makam ve mevki sahiplerinin kapısına gitmem.
İnsanların muhtâc oldukları şeyi bana bağışlamalarını uygun görmem."
"Size,
sıkıntısı ve zorluğu olmayan, övülecek bir şey söyleyeyim mi? Güzel ahlâk,
çirkin ve beğenilmeyen şeyi terk etmek. En kötü hastalık da; alçak ve düşük
ahlâk, çirkin sözleri söylemekdir."
"Şerefli ve
asil kimse, sözünde durur. Akıllı olan, yalan söylemez. Mümin olan, gıybet
etmez."
"Edep ve
fazîlet sahiplerine göre; babalar, çoluk çocuğuna, ölüler dirilere, sırf Allahü
teâlânın rızâsı için, iyi ve faydalı şeyler hazırlamaktan daha üstün bir şey
bırakmamıştır."
"Çok gülmek,
heybeti; çok şaka, vakar ve şahsiyeti giderir. İnsan ne ile beraberse, onunla
bilinir. Meselâ bir kimse çok güler ve şaka yaparsa, hafîf olarak bilinir."
"Bizim
bulunduğumuz yerde kadınlardan, yiyecek ve içeceklerden konuşmayınız. Çünkü, en
sevmediğimiz kimse, avret yerlerinden ve yiyip içtiğinden bahsedenlerdir."
"Kişinin,
sevdiği yemeği terkedebilmesi, ağırbaşlılık ve şahsiyet yüksekliğindendir."
Ahnef bin
Kays'a hilmin ne olduğunu sordular. Cevap olarak;
"Alçak
gönüllü ve sabırlı olmak." buyurdu.
"Bir kimse
bana düşmanlık etse, ben ona şu üç halden biriyle karşılık veririm. Bu kimse
benden yaşlı ise ona saygı duyar, karşılık vermem. Benden küçük ise onun için
kötü muâmele yapmaya tenezzül etmem. Akranım ise ona af ve iyilikle muâmele
ederim."
"Bir söze
sabretmeyen çok söz işitir."
"Hasetçi
kimse için rahat yoktur."
"Mürüvvet;
güzel dostluk, doğru konuşmak, her yerde ve her an Allahü teâlâyı
hatırlamaktır."
"Nice
kınanan kimse vardır ki, günahsızdır."
"Edebin başı
akıllıca hareket etmektir. Yapılmayan, yerine getirilmeyen sözde hayır yoktur.
Cömertlik olmayınca malın, vefâ olmayınca arkadaşın hayrı yoktur."
"Hilm,
yumuşaklık bana insanlardan daha çok yardımcıdır."
"İdrâr
yolundan akıp gelen insan, nasıl kibirli olur, şaşıyorum."
"Aranızdaki
düşük ve bayağı kimselere ikrâm ediniz, onlara hediyede bulununuz. Çünkü onlar,
sizi dünyâda ve âhirette, utanacak duruma düşmekten ve ateşten
alıkoymaktadırlar. İnsan, utanılacak ve âteşe düşmeye sebep olan şeyleri onlarda
görerek, bunlardan kendisini korur."
"Bir
sıkıntımı ve başıma gelen bir musîbeti, gözleri görmeyen âmâ birisine şikâyet
ettim. Bu durumu ona sitem ettim. Bunun üzerine beni üç defâ susturdu. Dedi ki:
"Ey Ahnef
bin Kays! Başına gelen musîbeti hiçbir kula şikâyet etme. Çünkü şikâyet ettiğin
kişi, bunu söylemekle kendisini üzeceğin bir dost veya kendisini sevindireceğin
bir düşmanın olabilir."
"Allah'ım!
Eğer beni bağışlarsan. Sen buna zâten lâyıksın. Eğer azâb edersen ben de buna
zâten lâyıkım."
Ona; "Ey
Ahnef bin Kays! Sen çok yavaşsın." denildi. Buyurdu ki:
"Fakat üç
şeyde acele ediyorum. Namaz vakti geldiğinde, hemen vaktinde kılarım. Cenâzem
var ise, zamânında defnederim. Kızımı dengi isteyince, onunla evlendiririm."
"Arkadaşlık
çok ince bir şeydir. Onu korumazsan zarar gelebilir. Dâimâ kızgınlığın zamânında
kendine sâhip olarak onu koru ki, sana haksızlık eden gelip, senden özür
dilesin. Olan ile yetin. Fazlasını arama. Akadaşının kusuruna bakma."
Hazret-i
Muâviye, Ahnef bin Kays'ı yanına çağırdı. Gelince;
"Ey Ebü'l-Bahr!
Çocuklar hakkında ne dersin?" diye sordu. Ahnef bin Kays hazretleri; "Onlar
gönlümüzün meyveleridir. Onlara her türlü şefkat ve kolaylığı gösteriniz.
Onların sevgi dolu hareketlerinden memnun ol. Onlara bir şeyi zorlaştırma. Bu
yüzden onları hayatlarından bezdirip, usandırma!" buyurdu.
"Şu üç
hususa tahammül etmek, arkadaşlık haklarındandır: Kızıldığında, azarlandığında,
dil sürçmelerinde."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BU KAVİM, BU İNANÇLA DAĞLARI DEVİRİR
Yezdicürd,
Ahnef bin Kays'a mağlûb olup, hâkanla Türk ülkesine geri dönerken, Çin
hükümdârına bir elçi gönderdi. Elçi, mektûbunu ve hediyelerini Çin hükümdârına
sundu. Çin hükümdârı elçiye;
"Hükümdârların birbirlerine yardımda bulunması karşılıklı vazifeleridir. Ancak
sen bana, sizi memleketinizden çıkaran kimselerin ahvâlini anlat. Görüyorum ki,
sen sayı bakımından onların az, sizin ise çok olduğunuzu söylüyorsun. Az
olmalarına rağmen size gâlip gelmeleri, onlarda, sizde bulunmayan bir takım iyi
hasletlerin bulunduğunu göstermektedir." deyince, elçi;
"Siz onlar
hakkında soracağınız şeyleri sorun, ben de cevap vereyim." dedi. İmparator;
"Bu insanlar
ahde vefâ gösteriyorlar mı?" diye sorunca, elçi;
"Evet"
cevâbını verdi. "Sizinle savaşmadan önce, size ne teklif ediyorlar?" diye
sorduğunda;
"Bizi şu üç
şeyden birisine dâvet edip, istediğimizi kabûl etmekte serbest bırakıyorlar. Ya
dinlerini kabûl etmek, ya cizye vermek veya savaşa râzı olmak." dedi. İmparator
yine;
"Onların
komutanlarına itâatleri nasıldır?" diye sorduğunda;
"Onlar
komutanlarına son derece itâat ederler ve bağlılık gösterirler." diye cevap
verdi. "Onlar neyi haram, neyi helâl kılıyorlar? Kendilerine helâl edileni
haram, haram edileni de helâl kılıyorlar mı?" diye sordu. Elçi;
"Hayır"
cevâbını verince, imparator;
"İşte bu
insanlar, kendilerine haram kılınanı helâl, helâl kılınanı da haram kılmadıkça
hiç bir şey onları mağlûb edemez." dedikten sonra, Yezdicürd'e şu mektubu yazdı:
"Şâyet
elçinden bâzı bilgiler öğrenmemiş olsaydım, sana Merv'den Çin'e kadar uzanan bir
ordu gönderirdim. Fakat elçinin anlattığı bu kavim, bu halleriyle dağlar üzerine
hücûm etseler, dağları devirirler. Onlardaki îmân gücünü kimse yenemez. Eğer
benim üzerime gelseler, beni de yok ederler. Sana tavsiyem, onlarla sulh yapman
ve ülkende kalman, kesinlikle onları tahrik etmemendir."
KAYNAKLAR
1) Târih-ül-Ümem vel-Mülûk; c.4, s.309
2) Vefeyât-ül-A'yân; c.2, s.249
3) Mu'cem-ül-Udebâ; c.19, s.297
4) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.2, s.93, c.3, s.110, 112, c.7,
s.97, 99
5) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.191
6) Fütûh-ül-Büldân; s.342, 410
7) Metâli-ün-Nücûm; c.2, s.150
8) Ikd-ül-Ferîd; c.1, s.32, 56, 91, 116, 124
9) El-Bidâye ven-Nihâye; c.8, s.326
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.219
11) Nihâyet-ül-Ereb; c.7, s.239
12) Cemheretü Hutab-il-Arab; c.1, s.451
13) El-A'lâm; c.1, s.276
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.345
|