|
AHMED RIFÂÎ
Büyük
velîlerden. İsmi ve nesebi; Ahmed bin Sultân Ali bin Yahyâ bin Sâbit bin Ebü'l-Fevâris
Hâzım Ali bin Ahmed Murtezâ bin Ali İşbilî bin Rüfâe Hasan bin Mehdi bin
Muhammed bin Hasan bin Ahmed Sâlih bin Mûsâ bin İbrâhim Murtezâ bin Mûsâ Kâzım
bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali
bin Ebî Tâlib'dir (r.anhüm). Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Anne
tarafından da nesebi hazreti Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye dayanır. Bu
yüzden kendisine Ebü'l-Alemeyn, iki sancak sâhibi künyesi verilmiştir. Ebü'l-Abbâs
da denir. Benî Rıfâe kabîlesine mensûb olduğu için Rıfâî nisbeti ile meşhur
oldu.
Ahmed Rıfâî
hazretleri doğmadan önce dayısı büyük âlim Mensûr Betâihî bir gün rüyâsında
Peygamber efendimizi gördü. Ona; "Ey Mensûr! Kız kardeşin, kırk gün sonra Ahmed
isminde bir çocuk dünyâya getirecek. Bu çocuğu, Aliyyül Kârî Vâsıtî'nin
terbiyesine teslim et. Bu zât, Allah indinde azîzdir. Sakın ihmâl etme."
buyurdu. Bu rüyâdan tam kırk gün sonra Ahmed dünyâya geldi. 1118 (H.512)
senesinin Receb ayının ortalarında bir Perşembe günü Betâih'de doğdu.
Ahmed Rıfâî
yedi yaşında iken babası vefât etti. Onu, dayısı Mensûr Betâihî, husûsi bir
ihtimâm ile büyüttü, ilim öğretti. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Kur'ân-ı
kerîm hocası Abdülmelik Harnutî'dir. Ahmed Rıfâî henüz yedi yaşında iken bir gün
Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde mârifet sâhibi olan hocası
Abdülmelik Harnutî'yi ziyârete gitti. Hocası ona; "Yâ Ahmed! Sana diyeceğim şu
şeyleri hâfızanda tut, ezberle ve hiç unutma!" deyince "Peki efendim." dedi.
Abdülmelik Harnutî buyurdu ki: "Başkalarına iltifat edip gezen, hedefine varamaz
ve hakîkate kavuşamaz. Şüpheden kurtulamayanın, dünyevî düşünenin, nefsî
arzularının peşinde olanın; felâha, hidâyete kavuşması düşünülemez. Bir kimse,
kendi kusûrunu, noksanını bilmiyorsa, bütün zamânı da noksan geçer." Bu kıymetli
sözleri hâfızasına nakş etti. Bir yıl bu sözlere göre amel etti. Bir yıl sonunda
hocasından yine nasîhat istediğinde buyurdu ki: "Hakîkî âlimleri, evliyâyı
tanıyamamak çok kötüdür. Tabîbin hasta olması ne fenâ, akıllı kimsenin câhil
kalması ne kötüdür."
Ahmed Rıfâî,
çocukken bir grup evliyânın yanından geçiyordu. Hepsi ona bakıyorlardı. Birisi;
"Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, bu mübârek ağaç (çocuk) büyümeye
başladı.", ikincisi; "Biraz sonra dallanır.", üçüncüsü; "Kısa zamanda gölgesi
etrâfı bürür.", dördüncüsü; "Çok geçmeden meyve verir ve ay gibi etrâfa
ışıklarını salar.", beşincisi; "Yakında, insanlar onun kerâmetlerini, fevkalâde
hâllerini görürler. O, insanların ihtiyaçlarını istediği kimse olur.",
altıncısı; "Pek kısa zamanda şânı pek yücelir.", yedincisi; "Onun talebeleri pek
fazla olur." dediler.
Ahmed
Rıfâî'yi, dayısı, bir müddet sonra Vâsıt şehrine, büyük âlimlerden ilim öğrenmek
üzere gönderdi. Vâsıt'a göndermesinin sebebi, rüyâda Peygamberimizin emr-i
şerîfleri olmuştur. İslâm âlimleri umûmiyetle Vâsıt'a gelir, talebelere ders
verirlerdi. Büyük âlim Aliyyül Kârî Vâsıtî hazretleri ve dayısı Ebû Bekr el-Ensârî
el-Vâsıtî hazretleri de Vâsıt'ta bulunuyordu. (Aliyyül Kârî 1182 (H.578)'de
vefât etti. 1607 (H. 1016) da ölen Aliyyül Kârî başkadır ki, bu, hakîkî Ehl-i
sünnet âlimlerine dil uzatmıştır.) Ahmed Rıfâî, Aliyyül Kârî ve İshak Şîrâzî
hazretlerinden bütün ilimleri öğrendi. Büyük bir fıkıh, hadîs, tefsîr âlimi ve
tasavvufta zamânının bir tânesi oldu. Allahü teâlânın emirlerini harfiyyen
yapar, yasaklarından büyük bir titizlikle kaçardı. Bildikleriyle amel eder ve
başkalarına da tavsiyede bulunurdu. Bir gün birisi gelip duâ istedi. "Benim
şimdi bir günlük nafakam var, onun için duâm kabûl olmaz. Onu bitirdiğim zaman
gel, sana duâ edeyim." buyurdu ve öyle yaptı.
Ahmed Rıfâî
hazretleri, namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Gönlünde
hissettiklerini, zâhirinden takib etmek mümkündü. Fakat heybetinden kimse
cesâret edip soramazdı. Bir gün kendisi; "Namaza kalktığım zaman sanki Allahü
teâlâ bana Kahhâr sıfatıyla tecellî edecek diye korkuyorum." buyurdu.
Seyyid Ahmed
Rıfâî; orta boylu, nûr yüzlü, buğday benizliydi. Saçları siyah, sakalı seyrek,
alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, tebessüm buyururdu. Güzel
konuşmaları ile kalpleri harekete getirir, sohbetine doyum olmazdı. Kürsüde
oturarak konuşurdu. Konuşmaya başlayınca, sesini uzak ve yakındakiler
işitirlerdi. Çevre köydeki kimseler de, aynı şekilde duyarlardı. İnsanlar
evlerinin üzerine çıkar, Seyyid Ahmed Rıfâî, yanlarındaymış gibi dinlerlerdi.
Öyle ki, bütün kelimeleri eksiksiz anlaşılırdı. Hattâ sağırlar, yarım işitenler,
onun sohbetine katıldıkları zaman, Allahü teâlânın ihsâniyle kulakları açılır,
söylenilenleri işitirler ve anlarlardı. Beyaz gömlek giyer, pirinç unundan ekmek
yaptırıp yerdi. Misâfirler için verdiği yemek hâricinde başka bir şey yemezdi.
Yemeği soğutarak yer, misâfirsiz iftar etmezdi. Kendisine âit misâfir konağı,
her gün dolup taşar, günde iki öğün yemek çıkardı. Yolda her rastladığı kimseye,
hattâ çocuklara bile selâm verirdi. Hastaların sıhhatlerini sormak için uzak
yollara gitmekten üşenmez, onları ziyâretten zevk alırdı. İhtiyarlara, âmâlara,
sıkıntıda olanlara yardımcı olurdu. Peygamber efendimizin; "Kim, saçı sakalı
ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet
ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona ikrâm ederler." hadîs-i
şerîflerinde bildirildiği gibi hareket etmeyi âdet edinmişti.
Alçak
gönüllü olduğundan, hiç bir mecliste baş köşeye geçmez ve seccâde üzerinde
oturmazdı. Daimâ az konuşur ve; "Sükûtla emr olundum." buyururdu. Birçok defâ
azamet-i ilâhiyye tecellisine mazhâr olup, güneşin karşısında buzun eridiği gibi
kendisi de bir avuç su gibi kalıncaya kadar eridiğini hisseder sonra ilâhî
rahmet yetişerek eski hâlini bulurdu. Daha sonra da cemâatine hitâben; "Cenâb-ı
Hakkın lütfu olmasa, yanınıza dönemezdim." derdi.
Ahmed Rıfâî
hazretlerinin talebelerine bağlılığı çok fazlaydı. Onların arasında bulunmanın,
onlarla sohbet etmenin, büyük sevaplar hâsıl eden ibâdet olduğunu buyurur ve
talebelerine de kendi talebelerine böyle yapmalarını tavsiye ederdi.
Talebeleri
ile sohbet ederken insanların kendini beğenmesi ile ilgili bir soru
sorulduğunda:
"İlminin
fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sâhibi değildir.
Çünkü şeytan da pek fazla bilgiye sâhipti. Mantık yürütmek sûretiyle, ateşin
topraktan daha hayırlı olduğunu iddiâ etti. Halbuki meleklere hocalık yapıyordu.
Sonunda kendi nefsinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü
teâlânın gadabına uğradı ve lânete müstehak oldu. Ebedî olarak rahmet
dergâhından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! İyi ibâdetlerine, yüksek ilmine
aldanma. Çünkü Bel'âm-ı Baûrâ ve Bersisa, en çok ibâdet edenlerdendiler. Fakat
sonunda, nefs ve şeytana uyarak dünyâya bağlandılar. Âhiretlerini ziyân ettiler.
Rezîl rüsvâ oldular.
Ey oğlum!
Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak. Gitmezse,
günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hâli iyi bilen Allahü teâlâya
yalvarmaya, sızlanmaya başla.
Bilgisizlik
ölümdür. Allahü teâlâ ilim verdikçe canlanma başlar. Her bilgi bir vebâldir. Bu
vebâlden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda
vermesi Allahü teâlâ için yapılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa
erilmez." buyurdu.
Sâlih
müslüman ve iyi bir kul nasıl olmalıdır? diye sorulunca, şöyle cevap verdi:
"Sâlih
müslümanlar, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belâlara
sabrederler, aza kanâat ederler. Allahü teâlâdan başkasından korkmazlar ve
kimseden bir şey beklemezler. Ancak Allahü teâlâdan isterler. İnsana, yüksek
makamları veren, aşağı düşüren azîz ve zelîl edenin Allahü teâlâ olduğunu
bilirler. Sâlih müslümanlar, Peygamber efendimizin sünnet-i şerîflerine tam
uyarlar. Onların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az konuşurlar. Öfkelerini
tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefslerinin arzularını yapmazlar. Allahü
teâlâyı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak, hep O'nunla berâber
olmaya bakarlar. Böylece nefslerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler.
Nefse,
Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur.
Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin
isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk
edip, Allahü teâlânın rızâsına koşmakla mümkündür. Saâdete kavuşanlara müjdeler
olsun."
Allah
adamlarıyla berâber olmayı sever, onların duâlarını almaya çalışırdı. Düşkünleri
çok sever, her zaman onları himâye ederdi. Eli, ayağı olmayan veya cüzzam gibi
ağır hasta olan kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar,
temizler ve elbiselerindeki yırtıkları yamardı. Bunlardan haz duyduğunu
bildirir, talebelerini de teşvîk ederdi. Acıkmış bir fakîri görse, gider kendi
eliyle yiyecek hazırlar, berâberce yerlerdi. Buyururdu ki: "Bütün evliyâlık
yollarından geçirildim. Fakat fakirlik, başkaları gözünde hakîr olmak ve
hastalık gibi Allahü teâlâya yakın ve daha uygun yol göremedim."
Bir yere
gidip de dönerken, yanında hazır bulundurduğu ipine, topladığı odunları
bağlardı. Bunları getirir, şehirde bulunan dul, yetim, fakir, hasta olanlara
dağıtırdı. Dünyâ malına hiç kıymet vermez, onları dîne hizmette kullanırdı.
Kendisi için, dünyâlık nâmına hiçbir şey alıkoymazdı. Bütün malını fakir
müslümanlara dağıtırdı.
Büyüklerden
biri, Ahmed Rıfâî'ye duâ etmesi için bir hasta getirdi. Hasta birkaç gün kaldığı
hâlde, Ahmed Rıfâî hiçbir şey söylemedi. Bunun üzerine hizmetçisi Yâkûb;
"Efendim! Bu hasta için duâ etmemenizin sebebi nedir?" deyince; "Ey Yâkûb! Cenâb-ı
Hakk'ın izzetine yemîn olsun ki, Allah katında, benim kabûl olunacağı vâd olunan
yüz hâcetim vardır. Şimdiye kadar hiçbirini dilemedim." cevabını verdi. Yâkûb;
"Bir tânesi bu biçâreye sarf edilse nasıl olur?" deyince, Ahmed Rıfâî
hazretleri; "Sen benim edebe aykırı hareket eden bir kimse olmamı mı
istiyorsun?" buyurup; "Dikkat ediniz, halk ve emir O'na mahsûstur. Âlemlerin
Rabbi Allah çok yücedir." (A'raf sûresi:54) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu,
sonra; "Ey Yâkûb, aslında fakîr olan bir kişi, bir hâcet istirhâm edip, kabûle
mazhâr olduğu zaman, eski vekar ve şerefinden de bir kademe kaybeder." buyurdu.
Hizmetçisi; "Efendim, namazlardan sonra her zaman duâ ettiğinizi görüyorum."
deyince de, Ahmed Rıfâî; "O başka, bu başkadır. Namazlardan sonra yapılan, ilâhî
emre uymak için yapılan kulluk duâsıdır. Bu ise hâcet duâsıdır ve husûsî
şartları vardır." buyurdu. Bu konuşmadan iki gün sonra o hasta şifâ buldu.
Ahmed
Rıfâî'nin talebelerinden ikisi birbirlerini çok severlerdi. Aralarındaki bu
yakınlık ve duydukları mânevî hazdan kendilerinden geçerlerdi. Bir gün böyle bir
anda, bir tânesi ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Cehennem'den azâd olduğuma dâir
bu âciz kuluna bir belge gönder." deyiverdi. Öbürü; "Hak teâlânın keremi çoktur,
fadl ve ihsânı hududsuzdur." dedi. Böyle konuşurlarken, âniden gökyüzünden beyaz
bir kâğıt indi. Kâğıdı aldılar. İçinde bir yazı göremediler. Seyyid Ahmed'in
önüne geldiler. Hâllerini anlatmayıp, o kâğıdı ona verdiler. Kâğıda bakınca,
Allahü teâlâya secde etti. Secdeden başını kaldırınca; "Allahü teâlâya hamd
olsun ki, eshâbımın Cehennem'den azâd olduğunu, âhiretten önce, dünyâda bana
gösterdi." buyurdu. "Efendim, bu kâğıt beyazdır." dediklerinde; "Kudret eli
siyâh ile yazmaz. Bu, nûr ile yazılmıştır." buyurdu.
Bir gün
Seyyid Ahmed Rıfâî'nin huzûruna bir kimse gelip; "Efendim! Abdest almak için
kuyudan su çıkarıyordum. Bir arslan gelip öküzüme saldırdı, parçaladı ve yedi.
Şimdi ne yapayım?" dedi. Ahmed Rıfâî; "O arslanı bana çağırınız. Korkmayınız,
ondan size zarar gelmez." buyurdu. Bir talebesi; "Peki efendim." diyerek arslanı
arayıp buldu. Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin çağırdığını söyledi. Arslan
geldi. Ahmed Rıfâî'nin huzûrunda yüzünü yere koydu. Ahmed Rıfâî arslana; "Ey
Arslan!Bu fakirin hizmetini gören öküzü niçin yedin?" buyurdu. Arslan, Allahü
teâlânın izniyle dile gelip; "Ey efendim! Ceddin Muhammed aleyhisselâmın hâtırı
için bana gadap edip, bedduâ etmeyiniz. Zîrâ bir haftadır bir şey yemedim, çok
açtım. Çâresiz kaldım, affedeceğinizi ümid ederim." dedi. Ahmed Rıfâî, arslanın
özrünü kabûl etti ve; "Suçunu bir şartla affediyorum. O da, yediğin öküzün
yerine bu fakire hizmet edeceksin." buyurdular. Arslan kabûl edip, o kimsenin
hizmetinde bulundu.
Ahmed Rıfâî
hazretleri hayvanlara karşı çok merhametli idi. Bir köpek cüzzam hastalığına
yakalanmıştı. Hiç kimse köpeği bu iğrenç hâlinden dolayı kapısına koymadı.
Köpek, bu şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed Rıfâî'nin kapısına
geldi. Dermansız, yara bere içindeydi. Köpeğin bu hâlini gören Ahmed Rıfâî,
alıp, şehirden dışarı bir yerde ona bir gölgelik yaptı. Köpeği orada tedâviye
başladı. Temizledi, yarasına merhem sürüp karnını doyurdu. Kırk gün bu şekilde
tedâvî gören köpek sıhhate kavuştu. Cüzzamdan eser kalmadı. Sonra köpeği güzelce
yıkayıp şehre getirdi. Kendisine, "Efendim! Bu köpeğe çok ilgi gösterdiniz,
hikmeti nedir?" diye sordular. Onlara; "Kıyâmet günü Rabbimin bana, bu köpeğe
niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya seni de
düşürmem ihtimâlini niçin düşünmedin? diye sormasından korktum. Ey insanlar!
Kalblerinizi Allahü teâlânın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz.
Cenâb-ı Hakkın sizi de aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz." buyurdular.
Bir gün
Ahmed Rıfâî'nin paltosunun eteğinde, evin kedisi gelip uyudu. Namaz vakti
geldiğinde kediyi uyandırmaya kıyamadı. Bir müddet onu şefkatle seyretti.
Uyanmayacağını anlayınca kedinin yattığı yeri kesti. O hâliyle kalkıp namaza
gitti. Geldiğinde kedi uyanıp oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna tekrar
dikti. Öyle ki, kesildiği yer hiç belli değildi.
Seyyid Ahmed
Rıfâî hazretlerine, sıkıntı içinde dertli, ihtiyâcı olanlar gelirler, ondan duâ
isterlerdi. Ayrıca ihtiyaçlarının karşılanması için kendisine gelenlere,
mürekkep kullanmadan, parmağıyla kâğıda bâzı şeyler yazıp verirdi. Allahü
teâlânın izniyle hâcetleri, istekleri hâsıl olurdu. Bir kimse Seyyid
hazretlerine hâcetinin hâsıl olması için geldi. O da parmağıyla yazdığı bir
kâğıdı ona verdi. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra o kimse, tecrübe için
aynı kâğıdı tekrar getirip, Seyyid hazretlerine hâcetini anlatıp; "Efendim! Bu
kâğıda bir duâ yazar mısınız? dedi. O da; "Bu kâğıda daha önce bir kerre yazı
yazılmış. Bir daha yazarsak, yazılar birbirine karışır, okunmaz hâl alır."
buyurdular.
Fıkıh
âlimlerinden Yûsuf Ebû Zekeriyyâ, Ahmed Rıfâî hazretlerini ziyâret için Ümmü
Ubeyde kasabasına gitti. Seyyid hazretleri, binlerce kişiye câmide vâzü nasîhat
veriyordu. Nasîhat ederken, cemâat arasındaki âlimler, kendisine pekçok suâller
sordular. Sorulan suâller pek zor, anlaşılması ve cevaplarını vermek güçtü.
Seyyid hazretleri her sorunun cevâbını ânında en ince teferruâtına kadar
açıklıyordu. Ne kadar sorulduysa, hepsine cevap verdi. Yûsuf Ebû Zekeriyyâ
dayanamayarak, suâl soranlara; "Yeter artık. Ne kadar sorarsanız sorunuz,
hepsine cevap verileceğini anladınız." dedi. Bu söz üzerine Seyyid Ahmed Rıfâî,
tebessüm edip; "Ey Ebû Zekeriyyâ! Dünyâ fânîdir. Bırakınız ben hayatta iken
sorsunlar." buyurdular. "Bu dünyâ fânîdir." buyurduğunda, binlerce cemâat
fevkalâde heyecâna kapıldı, içlerinden beş kişi orada vefât etti. Orada hazır
bulunanlar içinden, ibâdetlerini tam yapmayan binlerce kimse tövbe edip doğru
yola geldi.
Haddâdiye
köyünde, çocukları doğduktan sonra ölen bir kadın vardı. O kadın; "Eğer doğacak
olan çocuğum yaşarsa, onu Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin hizmetine vereceğim."
diye vâd etti. Aradan zaman geçti, bir kız çocuğu oldu. Fakat çocuk kambur ve
topaldı. Çocuk büyüdüğünde, diğer çocukların alaylarına mâruz kalıyordu. Seyyid
Ahmed Rıfâî, bir gün bu çocuğun köyüne gitti. Halk, kendisini köyün dışında
karşıladılar. Bunlar arasında, sakat çocuk da vardı. Ahmed Rıfâî yaklaşınca,
çocuk birden ileri fırlayıp ellerini öptü ve; "Efendim! Siz, annemin de
üstâdısınız. Beni ne olur şu istihzâlardan, alaylardan kurtarınız!" diye
yalvardı. Onun bu yalvarışı Ahmed Rıfâî'ye çok tesir etti ve mübarek
gözyaşlarını tutamadı. Başını ve sırtını okşayıp duâ edince, çocuk şifâya
kavuşup, kamburluğu ve topallığı kalmadı. Bunu gören halk, Ahmed Rıfâî
hazretlerine "Şeyh-ül-azca (topal kızın hocası)" lakabını verdiler.
Seyyid Ahmed
Rıfâî hazretleri, herkese iyilik eder, kimsenin kalbini kırmaz ve kin tutmazdı.
Hiçbir zaman büyüklük taslamazdı. Çok mütevâzi idi. Bir gün yoldan geçen kendini
bilmez bir grup, Ahmed Rıfâî'ye hakâret etmeye başladılar. Uygun olmayan sözler
sarfettiler. Ahmed Rıfâî onların bu hakâretleri karşısında başını açtı, yerlere
yüzünü sürdü, toprağı öptü. Onlara; "Benim hatâlarımı îkaz edip, hatırlatan
büyüklerim, efendilerim! Bu kölenizi bağışlayın." buyurdu. Sonra o kimselerin
ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve; "Ne olur, benden râzı olunuz. Sizler çok
yumuşak huylu kimselersiniz. Şüphesiz sizin bu yumuşaklığınız beni bu hâle
getirdi." buyurdu. Bu hâl, o kimseleri âciz bıraktı, ezildiler. Ne yapacaklarını
şaşırdılar. Nihâyet; "Senin gibi sabırlı bir kimse görmedik. Bu kadar hakâret
ettiğimiz hâlde, rengin bile değişmedi, tahammül ettin ve yine tevâzu
gösterdin." dediler. Ahmed Rıfâî hazretleri de; "Bendeki bu hâl, sizin bereket
ve himmetiniz sâyesinde olmuştur efendim." buyurdu.
Ahmed Rıfâî
hazretleri, bir gün etrafına toplanmış olan yakınlarına; "İçinizde, benim bir
ayıbımı, kusûrumu görüp de söylemeyen var mıdır? Varsa lütfen söyleyiniz."
buyurdular. Oradakilerden biri; "Efendim, ben sizde bir kusûr görüyorum." dedi.
Bunu işiten Seyyid hazretleri hiç üzülmedi, söyleyeni kınamadı ve; "Ey kardeşim!
Lütfen kusûrumu söyleyiniz." buyurdu. O kimse; "Bizim gibi, size lâyık olmayan
kimseleri huzûrunuza kabul buyurmanızdır." deyince, başta Ahmed Rıfâî olmak
üzere oradakiler ağlamaya başladılar. Bir ara Ahmed Rıfâî; "Hepinizden daha
aşağı olduğumu biliyorum ve sizlerin hizmetçinizim." buyurarak onları tesellî
edip, tevâzu gösterdiler.
İbrâhim
Bestî isminde bir kimse, Ahmed Rıfâî hazretlerini hiç sevmezdi. Hakkında uygun
olmayan çirkin şeyler söylerdi. Bir gün hakâret dolu bir mektup yazıp, birisiyle
gönderdi. Ahmed Rıfâî gelen kimseye, mektubu sesli olarak okumasını söyledi. O
kimse, her türlü iftirânın bulunduğu bu mektubu okuyunca, Seyyid hazretleri,
sükûnetle dinlediler ve; "Doğru söylemiş. Eğer Allahü teâlânın indinde şüpheli
bir durumum yoksa, insanların bana ettiği iftirâlara hiç aldırış etmem."
buyurdular ve mektubuna cevap olarak şunları yazdırdılar: "Muhterem İbrâhim
Bestî hazretleri, Allahü teâlâ beni dilediği gibi ve istediği yerde yarattı.
Sizin doğruluğunuza güveniyorum. Hayır duâlarınızdan beni mahrum bırakmamanızı
ve haklarınızı helâl etmenizi yüksek zâtınızdan istirhâm ediyorum." Bu tevâzu
dolu mektubu alan İbrâhim Bestî çok şaşırdı. Yüzünü yerlere sürüp dışarı çıktı
gitti. Nereye gittiği ve nerede olduğu bilinemedi.
Bir kimse
Ahmed Rıfâî hazretlerini çekemez, onu hep kötüler, aleyhinde konuşurdu. Onun
yüksek hallerini inkâr eder, hiçbirini kabûl etmezdi. Ahmed Rıfâî hazretlerinin
talebelerinden kimi görse, önceden hazırladığı mektubu eline verip, hocasına
götürmesini tenbih ederdi. Ahmed Rıfâî hazretleri de mektubu açınca, "Ey Mülhid,
ey bid'atçı, ey zındık... gibi çok çirkin şeylerin yazılı olduğunu görürdü.
Mektubu getiren talebesine bir mikdâr para verip, o kimseye götürmesini söyler
ve; "Sen benim sevap kazanmama vesîle oluyorsun, cenâb-ı Hak sana hayırlar ihsân
etsin, diye söylediğimi bildiriniz." derdi. Bu kimse, uzun müddet bu şekilde
kötü hakâretlerine ve iftirâlarına devâm etti. Sonunda âciz kaldı. Ahmed
Rıfâî'nin verdiği bu cevaplardan utanmaya başladı. Yaptığı hareketlerden pişman
olup, tövbe etti. Özrünü beyân etmek üzere, af dilemek için, Ahmed Rıfâî'nin
huzûruna doğru hareket etti. Bulunduğu şehre yaklaşınca başını açtı, üzerinden
örtüsünü çıkardı, boynuna da bir yular taktı. Bir kimseye de bu yuları tutup,
çeke çeke Seyyid hazretlerinin huzûruna götürmesini rica etti. Ahmed Rıfâî onu
bu hâlde görünce, "Ey kardeşim! Seni bu hâle getiren nedir?" diye sorunca;
"Yaptıklarım." dedi. Seyyid Ahmed; "Ey kardeşim! Yaptığınız sâdece birer
hayırdır." buyurdular. O kimse yaptıklarına pişmân olduğunu bildirerek özür
diledi. Özrü kabûl edilince, Ahmed Rıfâî'nin sâdık talebelerinden oldu.
Devlet ileri
gelenleri sık sık mektup yazarak Ahmed Rıfâî'den nasihat isterlerdi. Çünkü onlar
Ahmed Rıfâî'nin büyük âlim ve evliyâ bir zât olduğunu biliyorlardı. Bunlardan
biri olan Abbâsî halîfesi Ebû Ahmed Müstencid Billâh, bir adamını göndererek,
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinden nasîhat istedi. Halîfe, Ahmed Rıfâî
hazretlerine gönderdiği mektupta şöyle yazıyordu:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Emîr-ul-mü'minîn'den Seyyid Ahmed Rıfâî'ye! Sizden nasîhat istiyorum. Çünkü ben,
sizin nasîhatlarınıza çok muhtâcım. Bana yapacağınız nasîhatlar çok faydalı
olacak. Allahü teâlânın size ihsân ettiği kıymetli bilgilerden bana yazınız.
Çünkü siz, Allahü teâlânın mânevî lütuflarına mazhar olan bir zâtsınız. Bana ve
bütün müslümanlara duâ ediniz."
Seyyid Ahmed
Rıfâî, mektubu okuduktan sonra; "Ne diyeyim! Eğer nasîhate gücüm yetmez desem,
riyâ olur. Eğer gücüm yeter desem, hoş bir şey olmaz. Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâhil aliyyil-azîm." dedi. Sonra kâğıt istedi. Talebelerinden Ahmed bin
Abdülmuhsin Tarrî'ye şöyle yazdırdı:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun. Onun Resûlüne salât ve selâm olsun. Nasîhat
isteyen mektubunuz bana ulaştı. Peygamber efendimiz; "Din nasîhattir, din
nasîhattir, din nasîhattir." buyurdu. Eğer bu hadîs-i şerîf olmasaydı, sana bu
nasîhati yapmazdım. Çünkü, senin gibi insanlara nasîhat için iki şart lâzımdır:
1) Nasîhat edenin ihlâslı olması, 2) Amel etmek şartıyla, din kardeşinin yaptığı
nasîhatı kabûl etmek.
Ey
müminlerin emîri! Resûlullah'ın sünnetine tâbi olarak, Allahü teâlânın
emirlerini nefsinde yaşar ve Allah'ın emirlerine saygı gösterirsen, insanlar da
senin memurlarına saygı gösterirler.
Ey emîr!
Bizans Kayserinin ve mecûsî sultanlarının memleketlerindeki kuvvetlerine bakma.
Onlar câhil oldukları için, hakdan uzaklaşıp, dünyâlıklara yöneldiler. Onlar
ölünceye kadar dünyâ muhabbeti ve arzusu ile yaşadılar. Emri altında olanlara,
yumuşaklıkla iyi muâmele etmediler. Onlara güç gelecek işler emrettiler.
Ey
müminlerin emîri! Sana gelince; sen, müslümanların malını, canını ve
memleketlerini muhâfaza et. Her işinde Allahü teâlâdan kork. Her hâlinde
Peygamber efendimizin emrine uy. O zaman, Allahü teâlânın himâyesinde,
Resûlullah'ın gölgesinde olur, sözü geçerli biri olursun. Allahü teâlâ
meleklerden olan ordularını sana yardımcı gönderir.
Ey
müminlerin emîri! Bu dünyâda, yiyecek, içecek ve giyecek şeylerden her gelene
dikkat et. İnsanlara zulm etmekden sakın. Şeytan seni aldatıp zulme yönelttiği
zaman, nefsine; "Şâyet zulmedilen, hapsedilen, kahredilen, iftirâ edilen sen
olsaydın, kendin için sultandan ne isterdin?" diye sor. Kendine nasıl muâmele
edilmesini istiyorsan, insanlara öyle muâmele et. Çünkü sen böyle yaparsan,
adâleti ve insanlığın îcâbını yerine getirmiş olursun. Şunu iyi bil ki senin
mülk ve devletin, Allahü teâlânın mülküne göre pek azdır. Sen ve senin mülkün,
Allahü teâlânın mülküdür.
Ey
müminlerin emîri! Senin dünyâda nasîbin; seni gölgeleyecek mikdârda gölge, seni
örtecek kadar elbise, seni doyuracak kadar yiyecek, mallarından sana âit olan
mikdârdır. Sen, Allahü teâlânın emirlerine riâyet etmek sûretiyle, O'na karşı
olan edebi gözetirsen, Allahü tealânın lütuf ve ihsânlarına kavuşursun. Allahü
teâlânın emrine uymaz, mahlûklarına zarar verirsen, zâlim olursun.
Ey
müminlerin emîri! Şunu iyi bil ki, sultanların ordusu, adâlettir. Bekçileri,
yaptıkları işlerdir. Hâllerini bildiren defterleri ise, emri altında çalışanlar
ve arkadaşlarıdır. Bu defterler, halkın gözü önündedir. Onun için bu defterleri
ıslâh et, muhâfazasını sağlam yap, ordunu kuvvetlendir. Akıllı ve dindar
kimselerle berâber ol. Katı kalbli, zâlim ve dalâlette olan, sapık kimselerden
uzak dur. Çünkü böyle kimseler, senin düşmanlarındır. İşlerini, kadınların,
gençlerin ve mürüvvetsiz kimselerin eline verip, onların oyuncağı hâline
getirme. Çünkü onlar işleri karıştırır, kötü bir şekilde sonuçlanmasına yol
açarlar.
Bir işi
yapmak istediğin zaman, insaflı ve adâletli ol ki, hakkı olmayan birine o işi
teslim etmeyesin. Allahü teâlâyı zikret. Kendini haksızlık yapmaktan uzak tut.
Çünkü bulunduğun makam, hak üzere bulunulacak, hak üzere yürünülecek bir
makamdır. Kızdığın zaman affa sarıl. Çünkü affetmek sûretiyle yapacağın hatâ,
cezâ vermek sûretiyle yapacağın hâtadan daha iyidir.
İşlerinde,
dindâr, hikmet ehli, din gayreti bulunan kimseleri seç. Onlar arasından da,
tabiat bakımından güzel, akıl bakımından olgun, görüşü ve konuşması iyi, delîli
sağlam olanlarını seç. Allah ve Resûlünü en iyi bilen kimseleri seç. Adâlet
husûsunda, iyi veya kötü, mümin veya kâfir, herkese eşit muâmele et. Dînin ve
din ehlinin, âlimlerin hakkını gözet. Vefât edip Rabbine kavuştuğun zaman,
âkıbetinin iyi olmasına vesîle olacak işleri yap."
Ahmed Rıfâî
hazretleri, hayâtını hep dîne hizmet ile geçirirdi. Bid'at sahiplerine öğüt
verir gittikleri yolun bozukluğunu bildirir, kurtuluşlarına vesîle olurdu. Ahmed
Rıfâî hazretleri vefâtına yakın ishale yakalanmıştı. Hastalık bir ay kadar devâm
etti. Hizmetçisi; "Efendim! Hiçbir şey yemediğiniz halde, bu gelenler
neredendir?" diye sordu. O da; "Bu gelen ettir. Dışarı çıkıyor. Artık eridi
kalmadı. Yalnız kemiklerimin içindeki ilik kaldı. O da bugün çıkar biter. Yarın
da Allahü teâlâya gitme günüdür." buyurdu. İyice ağırlaştığı zaman hizmetçisi;
"Efendim! Kavuşmak vakti yaklaştı herhalde." deyince; "Evet öyle görünüyor.
Hastalığımın şu son zamânında bâzı hâdiseler cereyân etti. İnsanlar üzerine
büyük bir belâ gelmekteydi. Bu belâlara karşı kendi vücûdumu fedâ edip, bu
belânın giderilmesi için, Allahü teâlâya yalvardım. Allahü teâlâ kabul buyurdu."
dedi. Daha sonra mübarek yüzünü toprağa sürmeye başladı. Yüzü gözü toz toprağa
bulanmış bir halde ağlayarak; "Yâ Rabbî! Affet!" Yâ Rabbî! İnsanların üzerine
gelecek olan dert ve belâlar için beni siper yap da, belâlar benim üzerime
yağsın." diye yalvardıktan sonra kelime-i şehâdet getirip; "Dünyâda âhiret için
çalışıp yorulan pişman olmaz, râhata kavuşur. Her hayr işleyenin ameli kendisine
sunulacaktır. Her şer, kötü iş yapanın da ameli kıyâmet gününde önüne
çıkacaktır." buyurdu. 1182 senesi Ağustos ayının 23'ünde Perşembe günü (H.578
Cemâziyelevvel ayının 22. Perşembe günü) ikindi vaktinde, altmış altı yaşında
Mısır'da vefât etti.
Cenâze
namazını kılmak için çok kalabalık toplandı. Binlerce insan mübarek cenazesini
taşımak için gayret gösterdi. Dedesinin türbesine defn edildi. Mübarek kabr-i
şerîfleri her zaman ziyâretçilerle dolup taşmakta, ziyâret edenler
rûhâniyetinden istifâde etmektedirler.
Seyyid Ahmed
Rıfâî hazretlerinin, müminlerin îmânlarının kemâle ermesi için gösterdiği yola
Rıfâîlik adı verildi. Kendisine tamâmen bağlı olan, yolunu bozmayan, yâni her
işinde, her sözünde dînimizin emir ve yasaklarına tâbi olanlara da "Rıfâî"
denildi. Fakat, zamanla diğer tarîkatlar gibi bu yol da bozuldu. Dünyâya düşkün
olanlar, dîni dünyâlık arzularına âlet edenler, Ahmed Rıfâî hazretlerinin
isminden istifâdeye çalıştılar. Şeyh ve tarîkatçı olarak ortaya çıkıp,
ağızlarına ateş koymak, ağızlarından alevler çıkarmak, bir yanağına bıçak, şiş
sokup öteki yanağından çıkarmak, sokak ortasında yatarak üzerinden kamyon
geçirtmek gibi işleri yaparak, kerâmet sâhibi olduğunu iddiâ edenler görüldü.
Halbuki bunların kerâmet ile hiçbir alâkası yoktur. Allahü teâlâ, Mûsâ
aleyhisselâm zamânında sihirbazların bulunduğunu haber veriyor ve sihir olduğunu
beyân buyuruyor. Bu ve benzeri işleri sihirbazlar da yapmaktadırlar.
Ahmed Rıfâî,
hazretleri sohbetlerinde talebelerine sık sık şöyle nasihat ederdi:
Âlimlere
karşı hürmetli olmalı onların huzûrunda edebi muhafaza etmeli ve az
konuşmalıdır. Onların hizmetiyle şereflenmeyi büyük kazanç bilmelidir.
Hayırdan bir
şey öğrenirseniz onu insanlara öğretiniz. Böylece bu hayrın meyvelerinden
istifâde edersiniz.
Kıyamet
gününe hazırlanın, çünkü gidişiniz Allahü teâlâyadır.
Kulluk
esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak
şöyle dursun, varlığını kabûl edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabûl
edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu
bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez.
Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kal'aya
sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için tehlike büyüktür. Onu
anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, mârifet sâhibi
olunmaz."
Evliyâya
hürmetin nasıl olacağı sorulduğunda buyurdu ki:
"Allahü
tealânın evliyâ kullarının üstünlüğünü kabûl etmeli ve onlara çok hürmet
göstermelidir. Çünkü onlara, kıyâmet gününde korku ve hüzün yoktur. Velî olan
kimse, cenâb-ı Hakk'a pek fazla muhabbet besler, îmânları kemâl mertebesindedir
ve takvâ üzeredirler. Allahü teâlâ, evliyâsına zorluk göstermez. Bâzı semâvî
kitaplarda; "Benim velî kullarımdan birine eziyet eden, bana harb ilân etmiş
olur." buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hak, velî kullarını korur, onlara eziyet
edenlerden intikam alır. Onları sevenleri ise muhafaza eder, korur. Evliyâ ile
berâber olmalı, onları sevmelidir. Onlar hakkında hiçbir zaman kötü söz
sarfetmemeli, sû-i zan etmeyip, hüsn-i zan içinde bulunmalıdır.
Seyyid Ahmed
Rıfâî insanların doğru yola kavuşmaları için pek çok eser yazmıştır. Bunlardan
bâzıları şunlardır:
1) El-Burhân-ül-Müeyyed, 2) Şerh-üt-Tenbîh, 3) El-Hikem-ür-Rıfâîye, 4)
En-Nizâm-ül-Hasl li Ehl-il-İhtisas, 5) El-Akâid-ür-Rıfâiye.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
VER MÜBÂREK ELİNİ
Ahmed Rıfâî
hazretleri hacca gitti. Hac dönüşü Medîne-i münevverede Resûl-i ekremin mübârek
türbesini ziyâreti esnâsında şu meâldeki manzûmeyi söyledi:
"Uzaktık, toprağını öpmek
için efendim,
Kendim gelemez, vekîl
rûhumu gönderirdim.
Şimdi seni ziyâret nîmeti
oldu nasîb,
Ver mübârek elini, dudağım
öpsün Habîb!"
Şiir
bitince, Peygamberimizin kabrinden mübârek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rıfâî
de, son derece tâzim ve hürmetle onu öptü. Orada bulunanlar hayretle hâdiseyi
gördü. Peygamber efendimizin mübârek ellerini öptükten sonra, Ravda-i
mutahheranın kapılarının eşiklerine yattı. Ağlayarak, oradaki cemâatın
cümlesine; "Üzerime basarak geçiniz." diye yalvardı. Âlimler başka kapılardan
çıkmağa mecbur oldu. Diğer kimseler üzerine basarak kapıdan çıktılar. Bu kerâmet
pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir.
BERABER KUR'ÂN-I KERÎM OKUYALIM...
Ahmed
Hanâzirî hazretleri bir gece Ahmed Rıfâî hazretlerinin türbesinde kaldı.
Türbedârın buradaki heybetten uyuyamayacağını söylemesine rağmen Allahü teâlâya
tevekkül ederek yattı. Yatsı namazından sonra türbenin kapısı büyük bir gürültü
ile açıldı. Ahmed Hanâzirî yanına birisinin gelip oturduğunu hissetti ve ona;
"Bu gece mübarek bir gecedir. Kur'ân-ı kerîm okumaz mısın? Beraber okuyalım."
deyince Ahmed Hanâzirî; "Peki." dedi. Nahl sûresinden, Necm sûresine kadar
beraberce okudular. Sabahleyin o zat, iki ekmek ile birinin içinde süt,
diğerinin ise bal olan iki kap getirdi. Hanâzirî doyuncaya kadar yedi. O zât bir
anda kayboldu. Türbedar gelince; "Gece hep seni düşündüm, aklım sende kaldı
çünkü burada kimse uyuyamaz." dedi. Ahmed Hanâzirî başından geçenleri anlattı.
Bunun üzerine türbedâr; "Seninle birlikte Kur'ân-ı kerîm okuyan ve sana yemek
getiren büyük âlim Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleridir." dedi.
KAPILARDAN KOVULAN ÖYLE KİMSELER VARDIR Kİ
Ahmed Rıfâî
hazretleri buyurdu ki:
Allahü
teâlânın sevgili kulları olan velîleri vesîle ederek, cenâb-ı Haktan bir şeyler
istenebilir. Onları vesîle ederek bâzı ihsânlara kavuşulursa, bu yardımları ve
ihsânları evliyâdan bilmemek lâzımdır. İhsânı yapan Allahü teâlâdır. Çünkü
velîler, kendiliklerinden bir şey yapmazlar. Allahü teâlâ onları çok sevdiği
için, onların duâ ve hâtırı ile yaratır. Peygamber efendimiz bir hadîs-i
şerîflerinde buyurdu ki: "Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle kimseler
vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o
şeyi yaratır." Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemin
ettikleri şeyleri bile yaratınca, duâlarını elbette kabûl buyurur. Allahü tealâ
Mü'min sûresinin altıncı âyetinde meâlen; "Bana duâ ediniz; duânızı kabûl
ederim." buyurdu. Duâların kabûl olması için şartlar vardır. Bu şartları taşıyan
duâ, elbet kabûl olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için, duâlar
kabûl olmuyor. Bu şartları yerine getiren velîlerin, âlimlerin duâ etmeleri
için, onlara yalvarmak, şirk olmaz. Allahü teâlâ, söylenilenleri, sevdiklerinin
rûhlarına işittirir. Onların hâtırı için istenileni yaratır. Evliyânın
rûhlarından yardım istenir. Çünkü, Allahü teâlânın sevdiği kullarının rûhları,
diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ve izinle,
dirilere yardım ederler. Böyle inanarak evliyâdan yardım istemek, Allahü
teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Allahü teâlâya tapınmak, O'na inanmak, O'ndan
istemek olur. Aklı olan, bunu pek iyi anlar.
BEYİTLER
ŞAŞARIM ŞU İNSANA
Seyyid Ahmed Rıfâî, yazdığı eserinde,
Şu şekilde nasîhat, ediyor bir yerinde:
Şu kula şaşarım ki, ölüme inanıyor,
Buna rağmen gülüp de, neşelenebiliyor.
Şuna da şaşarım ki, inanıyor kadere,
Yine de mahzûn olup, boğuluyor kedere.
Ve şuna şaşarım ki, Cehennem vardır diyor,
Yine de fütursuzca, her günahı işliyor.
Şaşarım dünyâ fâni, diyen şu insana ki,
Sarılmıştır dünyâya, ayrılmıyacak sanki.
Yine başka yerinde, buyurdu: Ey insanlar,
Pek çok hayret ettiğim, iki türlü insan var.
Birincisi şudur ki, hep oruçtur gündüzün,
Gece de sabaha dek, tâattadır büsbütün.
Aslâ Hak teâlâya, etmez günah ve isyân,
Yine de görürsün ki, hüzünlüdür o insan.
Uğraşmasına rağmen, hep âhiret işiyle,
Yine ağlar görürsün, onu hep gözyaşıyle.
İkincisi şudur ki, yapmaz hiç tâatini,
Oyun ve eğlenceyle, geçirir her vaktini.
Günahları işler de, sıkılmadan mâlesef,
Yine de bu hâline, üzülüp etmez esef.
Yaşamasına rağmen, İslâmın hâricinde,
Görürsün onu dahî, yine neşe içinde.
Başka bir yerinde de, buyurdu: Ey insanlar,
Sakın siz ilminize, güvenmeyin ki zinhar,
Şeytan, sâhip olduğu, ilminin gurûrundan,
Kovulup, helâk oldu, Allah'ın huzûrundan.
Bir insan, her bir ilmi, bilse de ince ince,
Faydasını göremez, amel eylemeyince.
Bel'âm-ı Bâura da, çok ilim sâhibiydi,
Öyle ilim sâhibi, dünyâda yok gibiydi.
Lâkin kalbi bir mikdâr, meyl edince dünyâya,
Dünyâ ve âhirette, oldu rezîl ve rüsvâ.
Yine obuyurdu ki: Ediniz ilme gayret,
Zîrâ ilim hayattır, ölümdür hem cehâlet.
Ve lâkin her bir ilim, bir vebâldir kul için,
Kurtulunmaz vebâlden, amel eylemeksizin.
İnsan, ameli dahi, yapmalı ki ihlâsla,
İhlâssız amellerden, bir fayda gelmez aslâ.
Yâni bir kul, muhakkak, ilim, amel, ihlâsı,
Temin etmelidir ki, budur işin esâsı.
Yine o buyurdu ki: Sâlih olan müslüman,
Allah'ın takdîrine, boyun eğer her zaman.
Mübtelâ olsa dahi, bir derde ve belâya,
Yine sabır gösterip, isyân etmez Allah'a.
Gâyet iyi bilir ki, kulu azîz ve zelîl,
Eden, yalnız Allah'tır; mevkî, makam, mal değil.
Resûl'ün sünnetine, tâbi olur o ekser,
O, ya hayır konuşur, yâhut da sükût eder.
Onun tek endîşesi, son nefes içindir hep,
Îmân ile, şehîden, ölmeyi eder talep.
Öfkelenmez kat'iyyen, dünyâlık şeyler için,
Ve atmaz tek bir adım, iyi düşünmeksizin..
Nefsine hâkim olup, girmez onun emrine,
Günah, küçük de olsa, işlemez aslâ yine.
Allah'ın rızâsını, almaktır tek gâyesi,
Hep bunu temin için, geçer günü gecesi."
KAYNAKLAR
1) Mir'ât-ül-Haremeyn; c.3, s.144
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.295
3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.140
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.6, s.23
5) El-Bidâye ven-Nihâye; c.12, s.312
6) Tezkiret-ül-Huffâz; c.4, s.1341
7) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.259
8) Vefeyât-ül-A'yân; c.1, s.171
9) Tuhfet-ur-Râgıb; s.40
10) El-A'lâm; c.1, s.174
11) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.190
12) Necm-üs-Sâi fî Kerâmat-i Üstad Rıfâî (Süleymâniye
Kütüphânesi, Hasip Efendi Kısmı, No:423)
13) Umm-ül-Bevahin fî Menâkıb-i Ahmed Rıfâi (Süleymâniye
Kütüphânesi, Şehid Ali Paşa Kısmı, No:1123)
14) Burhân-ül-Müeyyed; s.96-106
15) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.982
16) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.132
17) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.83
|
|