AHMED MEKKÎ EFENDİ
Âlim, ârif,
veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin büyük oğlu. Annesi büyük velî,
kerâmetler sâhibi, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu M.Reşid
Arvâsî'nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van'ın Başkale kazâsında
doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.
Küçük yaştan
îtibâren fazîletli babalarından ve amcası Seyyid Tâhâ Efendiden ilim tahsîline
başladı. Medrese tahsîlini bitirdikten sonra yine babasından zâhirî ilimlerin
inceliklerini alarak icâzetle şereflendi. Yüksek teveccühlerine ve himmetlerine
mazhar olarak evliyâlık yolunda kemâl mertebelere ulaştı.
Ahmed Mekkî
Efendi, din ilimlerindeki bu üstün derecesine rağmen son derece edeb ve tevâzu
sâhibi idi. Bu hâli ile kendisini diğer insanlardan gizlerdi. Gö-
rünüşte
herhangi bir kimse gibi insanlar arasında bulunur, ancak gerçekte, devamlı cenâb-ı
Hak ile olurdu.
Ahmed Mekkî
Efendi uzun yıllar Üsküdar ve Kadıköy müftülüklerinde bulunup, sağlam fetvâlar
verdi. Bu vazîfeleri sırasında temiz ruhlu yüzlerce genci ilim ve fazîletle
süsledi. Cenâb-ı Hak, İstanbul halkını bu feyz ve bereket kaynağından yıllarca
faydalandırdı. İlim öğretmek için ekseri zamanlarda talebelerine kendisi
giderdi. Şâyet talebesi okumak istemezse, tatlı dili ile onu iknâ edip okuturdu.
Bu işleri sırf cenâb-ı Hakk'ın rızâsı için yapar, hiç bir karşılık beklemezdi.
Yakınlarından birisi çocuklarını küçük yaşta okumaları için Ahmed Mekkî Efendiye
gönderdi. Bir müddet sonra çocuklar derse girmekte gevşek davrandılar. Nasihat
da fayda vermedi. Bu husûsu Mekkî Efendiye arz ettiğinde buyurdu ki: "Onlara her
ders için para vereceğini vâd et. Her gün benden dersini okuduğuna dâir imzâlı
kâğıt getirene şu kadar para vereceğini söyle." O yakını dediği gibi yapınca,
çocuklar derslere severek geldiler ve çok şeyler öğrendiler. Küçük yaştaki
çocukları bu yolla okutmanın kolay ve faydalı olduğu anlaşılmış oldu.
Cumartesi ve
Pazar günleri öğleden sonra Fâtih Câmiinde vâz verirdi. Bu vâzlarında Beydâvî
Tefsîri'ni şerhleri ile birlikte, baştan sonuna kadar dinleyenlere anlatıp îzâh
etti. Bu şekilde başlayıp bitirmek babalarından sonra bir de kendilerine nasîb
oldu. Ahmed Mekkî Efendi kendisine suâl sormaya gelenlere, Ehl-i sünnetin
gözbebeği İslâm âlimlerinin eserlerine bakmadan cevap vermezdi. Hattâ bâzan aynı
suâli sormak için değişik zamanlarda farklı kimseler geldiğinde, hepsinde de;
"Hele bir kitaba bakalım." der ve kitaptan okuyarak cevâbını verirdi.
Çok cömert
idi. Gece-gündüz kapısı sevenlerine, gelenlerine açıktı. Misâfirlerine karşı her
zaman ikrâm edilecek bir şeyler de bulurdu. Kendisi de çağırılan, dâvet edilen
yere gider ve gittiği yerlerde büyüklerin hallerinden, yaşayışlarından
bahsederdi. Müftülük yaptığı zamanlarda din görevlilerine dâimâ şefkatli
davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini alırdı. Maddî durumu iyi
olmayanlara elinden geldiği kadar yardımcı olurdu. Bu sebeple emrinde çalışanlar
onu bir müftü olarak değil, şefkatli bir baba gibi görürlerdi. Bir gün genç bir
müezzin askere giderken vedâ maksadıyla yanına geldi. Ahmed Mekkî Efendi, ona
duâ ederek; "Evlâdım gidince adresini bana bildir." diye tenbih etti. Müezzin,
asker olduktan sonra, Ahmed Mekkî Efendiye bir mektup göndererek adresini
bildirdi. Bir ay kadar sonra komutanı kendisini arayarak İstanbul'dan parası
geldiğini ve almasını istedi. Müezzin çok şaşırmıştı. Çünkü İstanbul'dan
kendisine para gönderecek hiç kimsesi yoktu. Sonra parayı gönderen zâtın, Ahmed
Mekkî hazretleri olduğunu öğrendi.
Dînî
ilimleri öğrenip hâfızlığa çalışan bir genç, Üsküdar Müftülüğünde imâmlık
imtihânı açıldığını işitti. Fakir ve garipti. İmtihan günü müftülüğe gittiğinde
mürâcaat edenlerin çok kalabalık olduğunu gördü."Bana burada iş vermezler.
Elbiselerim eski, yaşım küçük, tecrübem de yok." diye düşünerek tam geri dönmeye
karar vermişti ki, o sırada müftülüğün kapısı açıldı ve dışarıya çıkan bir kişi
gerilerden onu çağırarak; "Oğlum sakın imtihana girmeden gitme." dedi ve içeri
girdi. Genç bu işte bir hayır var deyip imtihana girdi ve kazandı. Sonra bu
zâtın müftü Ahmed Mekkî Efendi olduğunu öğrendi.
Ahmed Mekkî
Efendi âlimlere karşı fevkalâde hürmetkâr idi. Talebelerinden birisi şöyle
nakletmektedir:
Bir gün
hocamla birlikte başka bir talebenin evine gidiyorduk. Orada ders vereceklerdi.
Akşam ezânı da okunmak üzereydi. Bir köşe başına geldiğimizde sokağa adım
atacağı sırada durdu. Daha sonra yolunu değiştirerek başka bir sokaktan ve daha
çok dolaştıktan sonra talebenin evine vardık. Ben hâlâ yolu niçin uzattığımızı
anlayamamıştım. Bu hâlimi anlayarak dedi ki: "Evlâdım o sokakta büyük bir âlim
zât oturuyordu. Bu ilim sâhibinin evinin önünden geçerken kendisinin hal ve
hâtırını sormadan geçmemiz uygun olmazdı. Kapısını çalsaydık, bu defâ da dar
vakitte kendisini sıkıntıya sokmuş olacaktık. Bu ise hiç uygun düşmeyecekti." O
zaman anladım ki, Ahmed Mekkî Efendi, ilim sâhibine olan edebinden kapısının
önünden geçmemişti.
Devamlı
abdestli olurdu. Dünyâ malına, mülküne değer vermezdi. Bâzı sevdiklerine sık sık
şu sözü tekrar ederdi:
"Mâla
mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi?
Bir
muhâlif yel eser, savrulur harman gibi."
Yakınlarından birisi şöyle anlatmaktadır: Merhameti o kadar çoktu ki, kendisine
el açanları bir defâ olsun geri çevirmezdi. Kalp kırmaktan böylesine sakınan bir
kimseyi bizim aklımız anlamaktan âcizdi. Nitekim bir gün müftülükte birlikte
oturuyorduk. Orta yaşlı bir adam içeri girdi. Müftü Efendiye dönerek; "Efendim
bir ay önce Kars'tan gelmiştim. Fakat iş bulamadım. Beş parasız kaldım.
Memleketime döneceğim ama bilet almaya param kalmadı. Otobüs kalkmak üzere, ne
olur bir bilet parası veriniz." diyerek yalvardı. Ahmed Mekkî Efendi adama
acıyıp istediği parayı derhal verdi. Akşamleyin Müftü Efendi ile berâber
dönüyorduk. Vapura bindiğimizde baktık ki, gündüz yol parası alan adam orada
oturuyor. Ben gâyet sinirlenmiştim, ancak belli etmiyordum. Müftü Efendi ise
bana dönerek; "Bu kimse bugün bize yalan söylemiş. Şimdi beni görürse utanır,
mahcûb olur. Onun için gel, bizi görmesin." diyerek onun görmeyeceği bir tarafa
gittik.
Ahmed Mekkî
Efendi 71 yaşında iken 1967 (H.1387)'de âhirete irtihâl eyledi. Son sözü
"Elhamdülillah." oldu. Cenâze namazına binlerce kişi katıldı. O zamâna kadar
İstanbul böyle bir cemâati az görmüştü. Edirnekapı kabristanlığına defnedildi.
Mekkî
Efendinin Süheyl, Behâeddîn, Medenî, Hikmet ve Zâhide isminde beş çocuğu vardı.
Bunlardan Süheyl ve Behâeddîn efendiler babalarının sağlığında vefât
etmişlerdir.
Ahmed Mekkî
Efendinin kabri üç yıl kadar sonra çevre yolu yapılması sebebiyle Ankara,
Bağlum'a babalarının yanına nakledildi. Bu üç sene içinde cesedi aynen
duruyordu. Kefeninin de kabre konduğu gündeki gibi bozulmamış olduğu görüldü.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
EĞER FÂİZİ BIRAKMAZSAN
Ahmed Mekkî
Efendinin çok sevdiği bir kereste tüccârı vardı. Bir gün maddî bakımdan
sıkışınca fâize girdi. Mekkî Efendi ona fâizden hayır gelmeyeceğini söylediyse
de devâm etti. Zenginleştikçe fâize bulaşması da artıyordu. Bir müddet sonra
Ahmed Mekkî Efendi o tüccârı tanıyan birini görerek; "Eğer fâizi bırakmazsa
dükkanı yanacak." diye haber gönderdi. Fakat haberci başka yerlere uğradığından
iki gün gecikti. Oraya vardığında o kişinin kereste dükkanının yandığı haberini
aldı. "Ben geç kalmasaydım, belki bu olmazdı." diyerek çok üzüldü.
KAYNAKLAR
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.127
2) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.1, s.290-291 |