AHMED KUDDÛSÎ
Anadolu
velîlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Hâcı İbrâhim'dir. 1769 (H.1183)
senesi Rabî'ul-evvel ayının on birinci gecesi, Niğde'nin Bor kazâsında doğdu.
Büyük bir
velî olan babası, rüyâsında üç ay gördü. Ortadaki ay diğer aylardan daha büyük
ve parlaktı. Bu rüyânın tâbirinde kendisinin üç oğlu olacağını ve ortanca
oğlunun büyük bir velî ve âlim olacağını anladı. Ahmed Kuddûsî, bu sâdık rüyânın
zuhûr ettiğini Dîvan'ında şöyle anlatır:
Rüyâda hem
görmüş peder, üç ay semâda hoş kamu,
Ortadaki
ayda çoğimiş behcet-ı nûr-u ziyâ.
Ana
demişler: Bil, bu ay, oğlun ana rahmindeki,
Halk-ı
cihânın ekserin irşâda olısar sezâ.
Ona
muhabbet eyleyen âşıkları Mevlâ sever,
Bulmaz
felâh kim ki ider ise ana buğz u cefâ.
Telkîn-i
zikr eyle ona ersin makâma küççiken,
Hem eyle
telkin ki, hemen zikr eylesin ol dâimâ.
Vakt-ı
sabavette bana Tevhîdi telkîn eyledi,
Der idi:
Kuddûsî! Verdim icâzeti ben sana.
Ahmed
Kuddûsî, küçük yaşta babasından ders almaya başladı. Ahrâriyye yolunun edebini
babasından öğrendi. Babasının; "Oğlum her zaman Allahü teâlâyı zikr et, benim
sağlığımda boş şeylerle uğraşmaktan uzak dur." nasîhatine uyarak onun tarîkat
hakkındaki tavsiyelerine harfiyyen riayet edip gece gündüz şevkle çalıştı, bütün
amelleri gönülden yaptı. Kısa zamanda velîlik basamaklarında yükseldi.
Ahmed
Kuddûsî, o zaman medreselerde okutulan ilimleri öğrenmek için de uzun müddet
medrese tahsîli gördü. 1786 senesinde babası vefât edince, ilâhî bir işâret
üzerine Turhal'a gitti. Turhal'daki Turhal Şeyhi denilen zâtın sohbetlerinde
bulunarak kemâle erdi. Oradan bir arkadaşı ile ayrılıp Erzincan'a geldi. Sert
geçen kış mevsimi yüzünden Erzincan'da birkaç ay kaldı. Yaz gelince,
Erzincan'dan ayrılarak, önce Şam'a oradan da Mısır'a vardı. Daha sonra hac
farîzasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu ilk Hicaz
seferinde Hira ve Uhud dağında, hazret-i Hamza ve Uhud harbinin diğer
şehîdlerinin medfûn, gömülü bulunduğu sahada ve dağın kayalıkları arasındaki
mağaralarda uzun günler uzlette kendi başına kaldı. Mescid-i Nebî çevresinde
riyâzetler çekti. Resûlullah efendimizin lütuf ve hitaplarına kavuşarak, üstün
derecelere yükseltildi. Bu sırada; "Anadolu'ya git, orada evlen. Senin için
üstün derece ve makamlar, âile kadrosu içinde hâsıl olacaktır." îkâz ve işâreti
üzerine, bir sonraki sene tekrar hacc ederek Bor'a döndü. Bu müddet içerisinde,
Resûlullah efendimizin yüksek himmetlerine nâil olduğunu bir şiirde şöyle ifâde
eder:
Dâvet etti
köyüne çünkü bizi ol şâhımız,
Pes icâbet
eyledik bugün açıldı râhımız.
Etti tâlim
hem bize seyr-i sülûkin tarzını,
Pîşvâ-yı
sâlikîn olan Resûlullahımız.
Doldu ışk-u-cezbe
dil iklimine deryâ misâl,
Bu sebeple
mürtefî' oldu begâyet râhımız.
Bakmanız
hışm u hakâretle bize ey zâhidân,
Dost
yanında mu'teber hor görünen gümrâhımız.
Yanarız
ışk oduna Kuddûsîyâ leyl ü nehâr,
Kıldı âlem
halkını âciz figân ü âhımız.
Ahmed
Kuddûsî, ilki 1807 ve 1810 senelerinde olan Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı.
Böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh etmek için yaptığı halvet, yalnızlık çile
ve riyâzetleri yâni cihâd-ı asgarı cihâd-ı ekberle, yâni nefsle yaptığı
savaşlarla da tamamladı.
Bir süre
Anadolu'da kalan Kuddûsî hazretleri tekrar Hicaz'a gitti. Uzun müddet Mekke ve
Medîne arasındaki ıssız çöllerde, dağlarda nefsini tezkiyeye, safiyyete
ulaştırmak için çektiği çileler, onun derecesini bir kat daha yükseltti. Bu
sırada günlük yiyeceği, her gün belli saatte kendiliğinden gelen bir ceylanın
verdiği süttü. Hicaz'da geçen günlerini Dîvân'ında şöyle anlatır:
Çıktım
vatandan gittim Hicaz'a,
Dağ u çöl
bana gülîzâr oldu.
Yalınız
yayan râh'a azm itdim,
Köşküm
sarayım kûhisâr oldu.
Vahşî
âhûlar gibi insandan,
Kaçmak
bana bir hoşça kâr oldu.
Susuz
azıksız ulu dağlarda,
Rûz u şeb
rızkım tatlı nâr oldu.
Görmedim
açlık hem susuzluk hiç,
Her ne
istersem çün o vâr oldu.
Tevhîd ile
bu devleti buldum,
Çok diyen
ânı bahtiyâr oldu.
Düşdü
Kuddûsî dâmına ışkın,
İstemez
çıkmak hoş şikâr oldu.
Ahmed
Kuddûsî, Hicaz'dan Bor'a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları
sebebiyle, on üç yıl kadar evinde inziva hayâtı yaşadı. Bu arada, bir gün Cumâ
vaktinden önce bir tanıdığı, misâfir olarak evine geldi. Cumâ vakti yaklaştığı
hâlde Ahmed Kuddûsî hiçbir acelecilik göstermedi. O zât Cumâya gitmek için izin
istedi. Ahmed Kuddûsî; "Biraz daha beklesen iyi olacaktı. Namazdan sonra seni
beklerim." buyurarak misâfirini uğurladı. Cumâdan sonra biraz gecikerek gelen
misâfir zât, yemekle berâber tâze hurma ve o mevsimde Bor'da olmayan tâze
sebzeler ikrâm edilince, çok şaşırdı ve; "Efendim, hurma ve sebzeler buranın
olamaz. Siz Cumâyı nerede kıldınız?" diye sorunca, Kuddûsî hazretleri; "Evlâdım
söz dinleyip, biraz daha beklesen, ihlâsının karşılığını görecek, bizimle
birlikte sen de Cumâyı Kâbe-i muazzamada kılacaktın." buyurdu.
O devrin
ileri gelenlerinden makam sâhibi biri, bir sohbette; "Zamânımızın büyük velîsi
kim ise onunla görüşmek istiyorum." diye yakınlarına sorar. Bunun üzerine orada
Kuddûsî hazretlerini tanıyan biri; "Zamânımızın büyük velîsi Ahmed Kuddûsî'dir."
deyince, kendisini İstanbul'a dâvet ederler. Ahmed Kuddûsî, İstanbul'a gelip
huzûra girince, orada bulunan kimseler, onun taşralı kıyâfeti ile huzûra
girmesini pek beğenmeyip, yukardan bakıcı bir tavır takınırlar. Ahmed Kuddûsî
sohbet sırasında hiç konuşmaz. O makam sâhibi kimse; "Şeyh efendi! Siz de bir
beyân buyursanız." deyince; "Efendim! Bendeniz ilmi olmayan bir kişiyim.
Huzûrunuzda konuşmaya hayâ ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan geçen bir
hâdiseyi anlatayım." diyerek şu hikâyeyi anlatır:
"Bir gün
bendeniz Sarayburnu'nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala
bindi. Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu tâkib
ettim. Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa
giren bu hanımı bir daha göremedimse de aslâ unutmadım. Gönlüm onun hicrânı ile
rahatsızdır efendim."
O makam
sâhibi kimse, bu hikâyeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı
çıkararak, Ahmed Kuddûsî'ye; "Efendi, anlattığınız benim halen içinde yaşadığım
elemli hâlimin ifâdesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden
silindi." dedi. Sonra Kuddûsî hazretlerine görülmemiş ihsânda bulundu.
Yine bir gün
sultan, huzûrunda bulunanlara; "Şu avucumda gizlediğim şeyi tahmin etmenizi
istiyorum." dedi. Herkes bir şey söylediyse de kimse bilemedi. Bir köşede oturan
Ahmed Kuddûsî'ye; "Siz de bir tahminde bulunun." dediler. Ahmed Kuddûsî de;
"Yedi iklim ve yedi deryâyı gezdim. Bir balığı, yavrusunu arar gördüm." dedi.
Meğerse pâdişâhın avucunda küçük bir balık varmış. Bunun üzerine Ahmed
Kuddûsî'ye tâzim ve ikrâmda bulunularak, sarayda kalması teklif edildi. Fakat o;
"Ben âciz bir kulum, burada kalsam dünyâ imtihânından berât edemem." buyurdu ve
kalmayı kabûl etmedi.
Bir süre
İstanbul'da kalan Ahmed Kuddûsî, Bor'a döndü. Bor'da iken birgün sultan, Bor'a
iki memur gönderip, onun durumunu öğrenmek istedi. Gelen memurlar onu bahçesini
bellerken buldular. Ahmed Kuddûsî hazretleri onlar daha bir şey söylemeden; "Siz
İstanbul'dan geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyacımız yok." buyurdu. Onlar;
"Pâdişâhımız bizi vazifeli gönderdi. Size tahsîsât bağlayacağız." dediler. Ahmed
Kuddûsî onlara; "Açın eteğinizi" diyerek her ikisinin eteğine birer kürek toprak
döktü. İki memur bu toprakların altın olduğuna şâhid oldular. Bu sefer Ahmed
Kuddûsî; "Eteklerinizdekileri dökün." deyince hemen yere döktüler. Bu defâ
toprakların yılan-çiyan olduğuna şâhid oldular. Ahmed Kuddûsî; "Evlâtlarım!
Allahü teâlânın keremi ile bizim pâdişâhımızın tahsîsatına ihtiyâcımız yoksa da,
fukarâ ve âcizlere dağıtmak için bırakın." diyerek bu tahsîsâtı bir müddet alıp
yoksullara dağıttı.
Ahmed
Kuddûsî, bir gün Konya'ya giderek, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret
etmek istedi. Türbenin önüne vardığı zaman, türbedâr kapıları kilitleyip
gidiyordu. Türbedâra türbeyi açması için ricâlar edip çok yalvardı. Fakat
türbedâr; "Akşam oldu, açma müsâdesi yoktur." diyerek kesin bir şekilde
reddetti. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî şu medhiyeyi okumaya başladı;
Sensin
velîler şâhı,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Affet şu
ben gümrâhı,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Bed-kâr-u-âvâreyim,
Pür-zenb ü
bî-çâreyim,
Âsî yüzü
kâreyim,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Gâyet
azîmdir câhın,
Mahbûbısın
Allah'ın,
Dâr-ül-emân
dergâhın,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Sen şol
ulu sultânsın,
Ki
server-i merdânsın,
Hem ma'den-i
irfânsın,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Çün tıfl
iken ey Sultân,
Eflâki
etdin seyrân,
Oldu
melâik hayrân,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Muhtâcınam
in'âm et,
Mihmânınam
ikrâm et,
İhsânını
itmâm et,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Kapunda
çok muhtâcân,
Erer
murâda her ân,
Devrinde
sürer devrân,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Bencileyin
yok gümrah,
Lâkin
dedim eyvallah,
Geldim
sana şey'en lillah,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Âriflerin
sultânı,
Dertlilerin dermânı,
Kuddûsî'nin cânânı,
Yâ
hazret-i Mevlânâ!
Son dörtlüğü
söylediği anda, kapılar kendiliğinden açıldı. Ahmed Kuddûsî, türbedârın şaşkın
bakışlarından habersiz, ziyâretini yaparak oradan ayrıldı. Ertesi gün bu
hâdiseyi duyan Mevlevî şeyhleri ile bir kısım ulemâ; "Bu mutlakâ Bor'lu
Kuddûsî'dir." dediler.
Medîne-i
münevverede saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu
zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi
yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu
sağlayamadı. Parası bitti. Bir gece Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece
rüyâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât; "Evladım, resmî dâireye
girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma
buyurdu. Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O
şahıs, Ali Osman Efendi'ye; "Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen
dükkânını aç, işine başla." dedi. Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi
açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı
zâtı gördü. O zât; "Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al
ve amel et." dedi. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu
şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:
Ey rahmeti
bol pâdişâh,
Cürmüm ile
geldim sana,
Ben
eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile
geldim sana.
Hadden
tecâvüz eyledim,
Deryâ-yı
zenbi boyladım,
Ma'lûm
sana ki neyledim,
Cürmüm ile
geldim sana.
Senden
utanmayup hemân.
Ettim hatâ
gizlü ayân,
Urma
yüzüme el-emân,
Cürmüm ile
geldim sana.
Aslım çü
bi katre menî,
Halk
eyledin andan benî,
Aslım
denî, fer'îm denî,
Cürmüm ile
geldim sana.
Gerçi
kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-ı-zelel
çok hem kusûr,
Lâkin
senin adın Gafûr,
Cürmüm ile
geldim sana.
Zenbim ile
doldu cihân,
Sana ayân
zâhir nihân,
Ey lutfü
bî-had Müste'ân,
Cürmüm ile
geldim sana.
Adın senin
Gaffâr iken,
Ayb örtücü
Settâr iken,
Kime gidem
sen vâr iken,
Cürmüm ile
geldim sana.
Hiç sana
kulluk etmedim,
Rah-ı
rızâna gitmedim,
Hem
buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile
geldim sana.
Bin kerre
bin ol pâdişâh,
Etsem dahî
böyle günâh,
Lâ-taknetû
yeter penâh,
Cürmüm ile
geldim sana.
İsyânda
Kuddûsî şedîd,
Kullukda
bir battal pelîd,
Der
kesmeyip senden ümîd,
Cürmüm ile
geldim sana.
Ali Osman
Efendi, o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmedi ve verilen vazifeleri
devamlı yaptı.
Ahmed
Kuddûsî hazretleri, gerek şiirlerinde, gerekse mektup ve sâir yazılarında, hak
yolundaki tehlikelere dikkatleri çekerek, bu yoldaki sâdıklarla, sapıkların hâl
ve durumlarını tekrar tekrar anlatmaktadır. Ehl-i dünyâ ile mülhid ve dinsize
yaklaşmamayı, câhil ve inatçı sofulardan kaçınmayı, küfür ehli ile münâfıklardan
şiddetle sakınmayı, hased, kin, istihzâ ve nemîme, dedi-kodu ehlinden uzaklaşıp
onlarla berâber olmamayı tavsiye ederek, şöyle buyurmaktadır:
Nâr-ı ışk
ile yanup kül olmayan nâdân'a yuf,
Ölmeden
evvel ölüp dirilmeyen bî-cân'a yuf.
Kadrini
uşşâk-ı Hakk'ın bilmeyüp ta'n eyleyen,
Bed-kelâmu
bed-likâ vü bed-nefes hayvâna yuf.
Zu'm eder
ki özi yahşı tâgiyândır ehl-i ışk,
Yuf o
tâgî'nin özine ettiği tuğyâna yuf.
Mü'minin
budur nişânı ki seve mü'minleri,
Ehli,
îmâna adâvet eyleyen düşmana yuf.
Söyleyup
elfâz-ı küfr-i güldürür nâs-ı müdâm,
Dinleyüp
ânın kelamın gülüşen yârâna yuf.
Ger gazâb
eylersen kalmaz anda aslâ akl-u-dîn,
Bî-vefâ vü
akl u hem bî-dîn ü bî-îmâna yuf.
Kârıdır
gamz u nemîme kizb ü sebb ü ifk'ü zem,
Hak içinde
fitne îkâz edici fettâna yuf.
Öğredirler
anı hassad şeyhe dahl eyle deyu
Öğreden
hassade hem şeyhine taş atana yuf.
Îtirâzı
cenâb-ı Hakka hem Cebrâile,
Şeyhime
etmez mi ya ol âsî-i Rahmân'a yuf.
Asdıkâ'yı
fırka fırka eyleyûb iblîs kişi,
Ara yerde
ceng-i gavga buğz-u-kin koyana yuf.
Nan-ı
nîmet ıyş u sohbet hakkının isyân edip,
Şol kuduz
hayvan gibi her gördüğün kapana yuf.
Çün âyân
oldu bu yüzden, dostumuz düşmanımız,
Bize
dostluk gösterip gizlü adû olana yuf.
İsteyen
bizim rızâmız varmasun hiç yanına,
Bize
rağmen ol sefîhin yanına varana yuf.
Etmeniz
anınla ülfet, ey bizim ahbâbımız,
Pes dedik
ol münkire yuf, hem ana uyana yuf.
Hâsılı
anda vefâ yok, n'eyleriz lâkin ana,
Taş verüp
Kuddûsî'ye ur deyü'ben salana yuf.
Yine birçok
şiirinde Allahü teâlânın rızâsını taleb etmeyi, mal, mevkî, şöhret ile dünyâya
ve maddeye âit her şeyin sevgisini kalbden çıkarmayı tavsiye etmekte, kalbde
yerleşmiş sevgisi olmayan; mal, mülk, makam ve mevkînin de bir mahzuru
olmadığını belirtmektedir. Ahmed Kuddûsî, İslâmı tek bir bütün olarak görür.
İslâmiyete uyanı ve İslâmın yüceliğini anlatmak için, devrindeki sağlam
idârecilerle pâdişahları birçok defâ methetmiş ve onlara itâatı tavsiye
etmiştir. Müslümanların eğer fitneye uyup, din ve devletine ihânet etmezse, yer
ve gök ehlinden duâ ve yardım alacaklarını, şâyet din ve devletine ihânet
ederlerse zulüm ve belâlara uğrayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:
Zulm
eylemez nâsa zerrece Hudâ,
Lâyık
olduk geldi bize bu şifâ,
Amele
göredir herkese cezâ,
Taksîr
iden lâ-büd cezâsın bulur.
Kalbinden
adâlet merhamet gitti,
Pâdişâhı
bize musallat etti,
Emr-i
Hallâk ile halkı incitti,
Anlamayan
onu kul itti sanır.
Uzattın
kat'et sözün Kuddûsî,
Uyandırmak
kasdın pend idip nâsî,
Vir
nefsine öğüt ey kalbi kâsî,
Gözsüzleri
nice edebilir kör.
Ahmed
Kuddûsî, farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını
öğrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmeyi
bütün eserlerinde tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı
başına toplayıp, onların hürmet ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana
oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil'i (şeytanı),
Bel'âm bin Baûrâ'yı, Bersisa'yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara mağlûb olan
Sa'lebe'yi anlatmaktadır. Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için
yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi,
bu şartların kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür
ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.
Ahmed
Kuddûsî, Kuddûsî mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır.
Ben, daha
doğmadan önce ana karnında iken, Kuddûs Kuddûs diye Allahü teâlâyı zikr
ediyormuşum. Birgün annem babama bu durumu söyleyince, babam; "Kimseye söyleme
bu oğlumuz kemâl sâhibi olur inşâallah." demiş.
Ahmed
Kuddûsî bu durumu şu şiirinde de anlatır:
Kuddûs'a
mensûb olmuşam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Hem O'na
meczûb olmuşam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Bil ana
rahminde beni,
Ki etmişem
takdîs O'nu,
Anam
işitmiştir bunu,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
On ikiye
erdi yaşım,
Aşk oldu
yâr u yoldaşım,
Takdîs-i
Hakk idi işim,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Yiğirmide
ettim hereb,
Gezdim
Hicâz'ı, Şam'ı heb,
Kuddûs'e
çektim çün nasab,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Şevkiyle
oldum bî karar,
İçimde
ışık odu yanar,
Kuddûs'e
etmişem firâr,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Çektim
sivâsından eli,
Buldum
O'na giden yolu,
Varsun
desün münkir, deli!
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Yetmiş,
dahî üç oldu sin,
Hayran
bana hep ins ü cin,
Kuddûs'e
kalbim mutma'în,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Tedbîr-i
dünyâ bilmezsem,
Arzû-yı
Cennet kılmazsam,
Ağyâra
mensûb olmazsam,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
Kuddûsî'yi
cezb etti ol,
İster O'na
her dem vusûl,
Der
bilmeyip iz'an usûl,
Kuddûsî'yem! Kuddûsî'yem!
1849 (H.
1265) senesi Cemâzilâhır ayında Bor'da vefât etti. Vasiyeti üzerine Eski
Mezarlık'a defnedildi. Aynı gün köylünün biri kırılan saban demirini tamir
ettirmek üzere Bor'a geldiğinde çok kalabalık bir cemâatın cenâze namazına
hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine
dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkanına girerek, tamir
etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin bir
türlü kızarmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini
görünce şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkana
girer. Demirci durumu ona anlatır. O da köylüye; "Sen nerelisin, bu demiri
nereden getirdin?" diye sorar. Köylü; "Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift
sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir ettirmek için bugün buraya getirdim.
Şehre girdiğimde eşini görmediğim bir cemâata katılarak cenaze namazını
kıldıktan sonra doğru bu dükkana geldim." deyince o kişi; "Senin, adını sormadan
namazına iştirâk ettiğin büyük evliyâ, âşık-ı Hak Şeyh Ahmed Kuddûsî
hazretleriydi. Allahü teâlâ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır olan
âlet ve edevâtı da ateşten muhâfaza etmiştir." der. Îmân sâhibi olan bu köylü,
yeni bir saban alıp köyüne döner.
Son yıllarda
mezarlıkları şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed
Kuddûsî hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyaretgâh olan yerine
nakledildi. Bu nakil esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı,
belediye başkanı ve jandarma komutanı olaya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî
hazretlerinin kabrine karşı hoş olmayan bâzı sözler sarfedip, edep dışı
davranışta bulundular. Hepsi bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i şerîfi yıkmaya
kimse râzı olmayınca hapishaneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu esnâda
orada olan jandarma komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği
anda yere düşerek beni kurtarın diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıklarında,
Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor olduğunu gördüler. O anda
kabirden çok güzel bir koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ
âniden bulutlanarak yağmur çiseleyip serinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed
Kuddûsî hazretlerinin nâşı yeni kefene sarılarak bugünkü kabrine nakledildi.
Taşlanmayınca
Velî olmaz
kişi taşlanmayınca,
Sivâ
endişesi boşlanmayınca.
Kemâle
iremez sâlik dirîgâ,
Bu aşkın
oduna haşlanmayınca.
Söğütte
hiç biter mi tatlu elma,
Yarılup,
sarılup aşlanmayınca.
Yiyemez
körpe kuzu dürlü otu,
Büyüyüp
gün-be-gün dişlenmeyince.
Ne denlü
aklı olsa da, kişinin,
Okumaz
hocaya başlanmayınca.
Dahî
başlanmağıla âlim olmaz,
Çalışup
dersine düşlenmeyince.
Sabî,
bâliğ, hemen âkil olur mu,
Nice
yıllar geçüp yaşlanmayınca?
Amel
çokluğuna yok îtibâr hiç,
Kulundan,
Hâlıkı, hoşlanmayınca.
Bu
Kuddûsîleyin sen olma tenbel,
Vücûd
bulmaz bir iş, işlenmeyince.
Kuddûsî
Divânı'ndan
Ahmed
Kuddûsî'nin eserleri şunlardır: 1) Dîvân-ı Kuddûsî, 2) Külliyât-ı Kuddûsî
Efendi: Bu külliyât, şu eserlerden meydana gelmiştir: Dîvân, Pendnâme,
Vasiyetnâme, İcâzetnâme, Nesâyih-ı Ahmed Kuddûsî, Hazînet-ül-Esrâr ve Ganîmet-ül-Ebrâr,
Medâyıh Risâlesi, Muhtasar Tıbb-ı Nebevî, Mektuplar, Çeşitli konularda
Arabça risâleler.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
KEFENİMİ NİGDE BEZİNDEN YAPIN
Ahmed
Kuddûsî hazretlerinin vasiyetnâmesi şöyledir:
Ey evlâdım,
eşim, akrabâ-ı taallukatım! Size vasiyet ederim ki: Allahü teâlâya ve Resûlüne
sallallahü aleyhi ve sellem itâat edesiniz, benim için ağlamayasınız. Gece vefât
edersem, gasl edip sabah nmazının akabinde birkaç komşu ile cenâze namazımı
kılıp, Eski Mezâr'da uygun bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın. Beni
medhetmeyin. Zîrâ kabirde bu söylenilen sıfatlar sende var mıydı diye melekler
sorarlarmış. Hemen duâ ve istigfâr edin. Kur'ân-ı kerîm ve tevhîd okuyup, rûhuma
hediye edersiniz. Nasîhat kitaplarımı okuyup, nasîhat alasınız. İnşâallah bana
ve size faydalı olur. Beni seven talebelerim; evlâdıma nasîhat, hüsn-i nazar ve
terbiye etsinler. Nasîhatta esrâr ve çok faydalar vardır. Zikr ederken Allahü
teâlânın emrine yapışmak niyeti ile etmelidir.
Kefenimi
Niğde bezinden yapın. Cesedime ve kefenime yazı yazmayın. Kabristanda tegannî
ile Kur'ân-ı kerîm okuyarak, oradaki müslümanları bıktırmayın. Allahü teâlâ
benden râzı olur ise, tegannîsiz üç İhlâs-ı şerîf yeter. Allah korusun râzı
olmaz ise her biriniz bir hatm-i şerîf okusanız fayda vermez.
İlmi,
tâliplerine ve fukarânın sâlihlerine verin. Dostlarınızın ne kadar kusurları çok
olursa da, onlara muhabbet besleyin ve ihsân edin. Dervişlerin İslâm dînine
uymayanlarından uzaklaşın. Ekseri sihir ve simyâ kullanarak herkesi aldatıp,
mürşid-i kâmiliz derler. Kıyâmet, yeryüzünde âlim var iken kopmayıp, câhil
üzerine ve Allahü teâlânın ism-i şerîfini bilip söylemeyen kimselerin üzerine
kopacakdır. Siz bu durum karşısında mağrur olup, nefsin hevâsına tâbi ve Allahü
teâlânın mekrinden emîn olmayasınız. İblis ve emsâlini düşünesiniz. Sâlih amel
işledikten sonra hamd ve şükür etmeli. Beşeriyet sebebiyle günâh sâdır olur ise
hemenn istigfâr etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmemeli. Bu
vasiyetnâmemi mümin kardeşlere gösteresiniz.
ÖLÜM VAR
Cem' eyleme bu cîfe-i murdârı ölüm var,
Kenz etme sakın dirhem-ü-dînarı ölüm var.
Şeddâd ile Nemrûd'u ölüm neyledi fikr et,
Mahv oldu kamu asker-ü câhları ölüm var.
Kârun ile Fir'avn'ı düşün var ise aklın,
Kurtaramadı kenzleri anları ölüm var,
Zikr eylese çok ölümü insan uyanır hemân,
Der nefsine hiç işleme evzârı ölüm var.
Kuddûs-i miskîn sözünü tut, sana der ki,
Hak isteyelim neydelim ağyârı ölüm var.
Kuddûsî Divânı'ndan
KAYNAKLAR
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.150
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.58
3) Kuddûsî Dîvânı |