AHMED HAZNEVÎ
Son devirde
Suriye'de yetişen evliyâdan. İsmi Ahmed'dir. Babası Hoca Murâd Efendi olup,
Mardin ilinin İdil (Hazah) ilçesine bağlı Banihe köyündendir. Suriye'nin Kamışlı
kazâsına bağlı Hızna veya Hazne köyünde doğduğu için Haznevî nisbesiyle anıldı.
Doğum târihi bilinmemektedir. 1949 (H.1369) senesi Suriye'de Kamışlı kazâsına
bağlı Telma'rûf köyünde vefât etti. Kabri oradadır.
Babasının
İmâm-Hatiplik yaptığı Hazne köyünde dünyâya gelen Ahmed-i Haznevî, tahsil çağına
gelince, zamânının âlimlerinden ilim öğrendi. Diyarbakır'ın Silvan kazâsına
gidip, o civarda meşhûr olan Müderris molla Hüseyin Küçük Efendiden zamânın
usûlüne göre okuyup tahsîlini tamamladı ve icâzet, diploma aldı.
Tasavvufa
karşı alâka duydu. Nurşinli Şeyh Abdurrahmân Tâgî'nin halîfesi Hizanlı Şeyh
Abdülkâdir Efendinin sohbetlerinde bulundu. Birinci Cihân Harbinden önce hocası
Şeyh Abdülkâdir Efendinin vefâtından sonra Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu yüksek ilim
ve irfan sâhibi büyük velî Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin sohbetlerine
devâm edip talebe oldu.
Muhammed
Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerine talebe olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:
Nurşin'e
gittikten on beş-yirmi gün sonraydı. Hazretin (Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî)
evindeydim. Mâlûm yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Muş
taraflarından, o bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret'i ziyârete gelmişti.
Hazret'i ve talebelerini yemeğe dâvet etti. Hazret de dâveti kabûl edip, icâbet
edeceğini bildirdi. Nasıl olsa ben de ziyâfete gideceğim, güzel yemekler
yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim. Bu durumdan nefsim çok zevklendi. Hemen
çarıklarım ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret yolculuk
hazırlığını yaptı. Ben de diğer talebelerle birlikte hazırlandım. Hazret çıktı,
yüzünü bana döndürüp; "Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle berâber gelsin.
Yalnız Molla Ahmed kalsın. O gelmeyecek" buyurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman
hocamın niçin öyle dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: "Bütün suç
senindir. Sen güzel yemekler yerim diye iştahlandın. Güzel yemeklere tamah
ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Ey nefsim! Senin uslanman için bu
kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lâzımdır. Bunu
yaparsan Allahü teâlânın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun."
Bir gün
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri Almed Haznevî'ye sordu: "Molla Ahmed! Sen
yemeklerini nerede yiyorsun?" Ahmed Haznevî; "Sofilerle berâber yiyorum
efendim." dedi. "Peki nerede yatıyorsun?" diye sorunca da; "Aşağı divanda
yatıyorum." cevâbını verdi. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri Ahmed
Haznevî'nin bu cevaplarından çok hoşlandı, sevindi ve buyurdu ki: "Çok iyi
yapıyorsun. Aşağı divan çok hoştur. Seydâ-i Tâgî (Abdurrahmân Tâgî) orada sohbet
ettiği ve talebelerine mânevî feyzleri ihsân ettiği için oranın bereketi
fazladır. Yukarı divan ağaların yeri, aşağı divan ise Seyda'nın divanıdır.
Oranın kıymetini bil."
Bir gün
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ata binmiş gidiyordu. Ahmed Haznevî'yi
görünce atının yularını çekerek durdu
Onu yanına
çağırdı ve; "Molla Ahmed! İnsanın şu kadar, zerre mikdarı kadar nefsi olsa, o,
Allahü teâlâdan uzaktır. Zîrâ, insanın evini yıkan en büyük düşmanı kendi
nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı. Nefsin tuzaklarına
düşmemeye çalışmalıdır." buyurarak atını sürdü, yoluna devâm etti.
On beş sene
müddetle bâzan yaya bâzan binekli Nurşin'e gidip gelerek Muhammed Ziyâüddîn
Nurşînî hazretlerinin sohbetlerinde bulunan Ahmed Haznevî, bu ilim, irfân ve
feyz kaynağından çok istifâde etti. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu.
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ona ilim öğretmek ve insanlara İslâmiyetin
emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet ve hilâfet verdi. Muhammed
Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin sohbetlerine devâm ederken kendisine zâhirî
ilimleri öğreten Silvanlı Molla Hüseyin Efendiyle de irtibâtını kesmedi. Molla
Hüseyin Efendiye şu ifâdelerin bulunduğu bir mektup yazarak duâsını istedi:
"...Bu
mektup mübârek dergâhın râkımı, köpeği olan Ahmed'den ilmiyle iftihâr ve îtimâd
edilen meşhûr büyük hocamadır. Allah bizim ve bütün müslümanların menfaatleri
için ömrünü uzatıp, onu sevdiği ve râzı olduğu şeylerle muvaffak kılsın.
Ahmed yüce
kişilerce öpülen ayakkabınızın tozunu öpmekle teberrük eder. Değerli vakitlerde
inci gibi temiz kalbinizden çıkan duânızı diler, gece-gündüz himmetinizi bekler.
Yıldızlara benzeyen çocuklarınızın gözlerinden öper. Allah onları, din ve halk
için faydalı şeylere muvaffak eyleyip güzel insan olarak yetiştirsin. Kendisine
duâ etmelerini ricâ eder, durumlarınızı sorar, Allah şimdilik ve gelecek zamanda
durumunuzu âfet ve musîbetlerden uzaklaştırsın..."
Hocası
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin vefâtından sonra doğum yeri olan Hazne
köyünde ve Telma'rûf köyünde ilim okutup talebe yetiştirdi. İnsanları Allahü
teâlânın rızâsına kavuşturan saâdet ve kurtuluş yoluna sevk etmeye çalıştı.
Yakından uzaktan gelerek sohbetleriyle şereflenen insanlar ondan istifâde
ettiler. Birçok din âlimi, tasavvuf erbâbı yetiştirdi. Onun yetiştirdiği
zâtların en başında, kabri Adıyaman ilinin Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde
bulunan Abdülhakîm Hüseynî gelmektedir.
Ahmed
Haznevî hazretleri bereketli sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine
kavuşmaları için çırpındığı ve şöhreti etrafa yayıldığı sırada birçok kimseler
hocalarını bırakıp Ahmed Haznevî'nin etrafına toplanmaya başladılar. O sıralarda
Suriye'de kendinin şeyh olduğunu iddiâ eden pekçok kimse arasında bir de "Yeşil
Şeyh" diye anılan biri vardı. Elbisesi, cübbesi, sarığı, entarisi, hülâsa baştan
aşağı bütün giydikleri yeşil renkten olduğu için herkes ona "Yeşil Şeyh" derdi.
İşte bu Yeşil Şeyh'in de talebeleri kendisini terk edip Ahmed Haznevî'nin
kapısına gittiler. Onun yanında hiç kimse kalmadı. O da kalkıp o civarda ne
kadar ağalar ve ileri gelenler varsa hepsini topladı. Ahmet Haznevî'ye de haber
gönderip toplantıya çağırdı. Topladığı kişilere güvenip bir şeyler yapmaya
çalışıyordu.
Ahmed
Haznevî dâveti kabûl edip gitmeye karar verdi. Talebeleri ona; "Müsâde ederseniz
biz de otuz-kırk kişi sizinle birlikte gelelim." dediklerinde;"Ne diye
geleceksiniz? Biz aşîret dâvâsına mı gidiyoruz?" buyurdu ve onların isteklerini
kabûl etmedi. Devâm ederek; "Mâdem dâvet etmiş, icâbet edelim, ne sözü varsa
söylesin, yalnız iki kişi bana refâkat etse kâfidir." buyurdu. Yanına iki
talebesini alarak yola çıktı. Yeşil Şeyh'in köyüne vardı, kapısını çaldı. Kapı
açıldığında o civarın ağaları ve halkın ileri gelenlerinden kırk-elli kadar
kişinin orada olduğunu gördü. İçeri girerek selâm verdi. Yeşil Şeyh hiç iltifât
etmedi. Fakat Ahmed Haznevî hazretleri Yeşil Şeyh'in bu davranışına aldırış
etmeden yanına gidip müsâfeha yaptıktan sonra oturdu. Ahmed Haznevî oturur
oturmaz, Yeşil Şeyh konuşmaya başladı; "Yetmez mi bize yaptığın, hakâret ve
zulüm, bütün talebelerimizi elimizden aldın. Etrâfımızda hiç talebe bırakmadın.
Nedir bu senin yaptığın? Ne kadar benim babamdan, dedemden kalan talebem varsa,
hepsini etrafına topladın. Olur mu böyle şey?" diyerek uzun uzun konuştu.
Yeşil
Şeyh'in hakaret dolu bu sözlerini sabır ve tahammülle dinleyen Ahmed Haznevî,
susarak dinlemeye devâm etti. Ahmed Haznevî'nin bu derece sabırla susmasına
dayanamayan Yeşil Şeyh; "Sen niye konuşmuyorsun?" deyince, Ahmed Haznevî;
"Benimki sâdece iki kelimedir, dinle! Eğer işim ve niyetim Allah içinse, vallahi
değil sen, senin gibi yüz kişi daha olsa bunu bozamaz. Yok eğer işim Allah için
değilse, sabret altı aya kalmaz, darmadığın olur giderim." buyurdu. Yeşil Şeyh;
"Çok doğru söyledin. Hakîkaten öyle, eğer Allah içinse yüz tâne benim gibisi
gelse sana hiç bir zarar gelmez. Çünkü Allah için çalışana kimse dokunamaz. Yok
eğer Allah için değilse, talebelerimiz hâliyle geri gelirler." diyerek hakkı
teslim etti ve Ahmed Haznevî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti.
İşte Ahmed
Haznevî böyleydi. O kadar sabırlı ve yumuşak huyluydu ki, muhâtabı o kadar
konuştuğu ve hakâretlerle dolu sözler söylediği hâlde cevap vermedi. Rahatsız da
olmadı. O kendisine eziyet edenlere bile yardımcı olurdu.İlim, irfân ve güzel
ahlâk sâhibi olan Ahmed Haznevî, sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret
saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. Sohbetlerinden birinde buyurdu ki:
"Zaman
fırsatı, bir ganîmettir. Kişi sıhhatini ve boş vaktini kendine ganîmet
bilmelidir. Öyle ise ömrünü faydasız şeylere harcaması lâyık değildir. Ömrün
hepsinin Allahü teâlânın rızâsının olduğu şeylere sarf edilmesi daha lâyıktır.
Beş vakit namazı cemâatle kılmalı; teheccüd, gece namazını terk etmemeli, seher
vakitlerinde istiğfâra, tövbeye devâm etmelidir. Tavşan uykusu gibi uyuyarak,
ibâdetlerden geri kalmamalı, dünyâ nîmetlerinin lezzetine aldanmamalıdır. Ölüm
ve âhiret hallerini anıp göz önünde bulundurmalıdır. Hattâ vakitlerin devamlı
olarak Allahü teâlânın ismini anarak geçirilmesi vâciptir. Parlak olan İslâm
dînine uygun olan her şey alış-veriş de olsa, kişinin yaptığı ameller zikir
sayılır. Öyle ise yapılan bütün işlerin zikir olması için bütün davranışlarda
İslâmiyetin hükümlerine uyulması gerekir. Çünkü zikir gafleti kovmaktan
ibârettir. Bütün fiillerde Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına riâyet
edildiğinde gafletin etkisinden kurtuluş mümkün olup, Allahü teâlâya devamlı
zikrin sevâbı hâsıl olur.
Hülâsâ;
Allahü teâlânın yoluna tâlib olan kimsenin dünyâdan yüz çevirip, kalbi ile
âhiret işine yönelmesi, zarûret mikdârı dünyâ işleriyle uğraşması diğer bütün
vakitlerini âhiret işlerine safretmesi gerekir.
Dünyâ ve
içindekilere gönül bağlamamak ve Peygamber efendimize tâbi olmak husûsunda ise;
"İyi bilmelidir ki, dünyâsını âhiretine vesîle eden kimseden başkasına esenlik
yoktur. Çünkü dünyâ meşakkat ve aldanma evidir. Zîrâ hadîs-i şerîfte; "Dünyâ
lânetlenmiştir (kıymetsizdir) ve dünyânın içindeki şeyler de lânetlenmiştir.
Ancak Allah'ın zikri ve Allah'ın sevdiği şeyler bu lânetlenmenin dışındadır."
buyrulmuştur. İşte bundan dolayı akıllı kimse Allahü teâlânın dostu ve sevgilisi
olan Muhammed aleyhisselâmın şerîatine, Nakşibendiyye büyüklerine, fakirlik,
zenginlik, rahatlık ve sıkıntılı zamanlarında dahi tâbi olmalı, uymalıdır. Çünkü
onların boyalarıyla boyanmak en üstün maksat ve arzu edilen şeydir. Boyanmayana
pişmanlık vardır. Beyt:
"Ömrünü
beyhûde yere geçiren kimse
Allah'ın
muhabbetinden bir nasibi olmadığı için ağlasın."
Şeyh Ahmed-i
Haznevî hazretleri insanları dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturan Nakşibendiyye
yolunun fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Hâce
Behâeddîn Nakşibendî hazretleri; "Hakîkaten yolumuz, Allah'a giden yolların en
yakını ve en kısasıdır. Allahü teâlâdan kat'î olarak kulu kendisine ulaştırıcı
bir yol diledim. Dileğimi yerine getirip duâmı kabûl etti." buyurdu. Bu tarîkate
ilk girişte bir tad ve zevk olup, sonunda aşk harâreti ve sekr, kendinden geçme
hâli vardır. İşte bunun içindir ki, ârif kimse kendini hiçe sayıp frenk
kâfirlerinin bile kendinden daha iyi olduklarını düşünür."
Bir sohbeti
esnasında da ramazân-ı şerîf ayının fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Ramazân-ı
şerîf ayında Peygamber efendimizin âdet-i şerîfi, esirleri serbest bırakmak,
istedikleri şeyleri onlara vermekti. Bu ayda akşam olunca orucu acele açmak,
sahuru tehir etmek, terâvih namazı kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuyup hatim etmek
sünnet-i müekkede olup birçok iyi neticeler verir.
Bu ayda
sâlih ve iyi ameller yapmayı başaran bir kimse o senenin sonuna kadar da iyi
işleri başarmış olur. Bu ayı günâh işlemekle geçse ki (bundan Allahü teâlâya
sığınıyorum) o yılı sonuna kadar günah işlemekle geçirecektir. Öyle ise
müslümanın, mümkün olduğu kadar bu ayda aklını Allah yoluna verip çalışması, bu
ayı kendine ganîmet bilmesi gerekir. Bu ayın her gecesinde, Cehennem ateşine
müstehak binlerce kimse âzâd edilip serbest bırakılır. Cehennem kapıları
kapatılıp, şeytanlar bağlanır, rahmet kapıları açılır."
Şeyh Ahmed-i
Haznevî hazretleri uzaktan yakından sohbetlerine gelen kimselere İslâm dîninin
emir ve yasaklarını anlatarak kurtuluşlarına vesîle olduğu gibi sevenlerine ve
talebelerine de mektuplar yazarak onlara yol gösterdi. Deyrezorlu Molla Ahmed,
Muhammed ve Hacı Hayreddîn'e yazdığı mektupta buyurdu ki:
"...Arka
arkaya gelen kıymetli mektuplarınız bize ulaştı. İçindekilerini anlayınca çok
sevindik. Çünkü onlar, sizin bu yüce Nakşibendiyye yoluna olan şiddetli
muhabbetinizin, samîmi azim ve arzûnuzun çokluğunun habercisidirler. Bu muhabbet
ve arzu çok büyük nîmetlerdir. Nasıl büyük olmasınlar ki, bu yolun büyükleri,
müridin, talebenin Allahü teâlânın mânevî feyz istemesini kendisine verilen
manevî nîmetlerin yarısı, arzusunu da Allah'a kavuşmanın yarısı saymışlardır.
Zîrâ istek ve talep ile Allahü teâlâya kavuşmak Azîz ve Yüce olan Allah'tandır.
Kerem sâhibi olan Allahü teâlâ kulun kalbine isteme ve arzuyu attığında, bu o
kula mânevî bir mertebe vermesine ve kendine kavuşmasını irâde ettiğine delâlet
eder.
İşte
kardeşlerim! Bu beyandan anlaşıldı ki, sizde hâsıl olan talep sizin için büyük
bir nîmet olup şükretmeniz gerekiyor. Tâ ki içinizdeki talep kuvvetten fiiliyete
çıksın. "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları
artırırım..." (İbrâhim sûresi: 7) meâlindeki âyet-i kerîmesi de buna kesin bir
delildir. Bununla berâber şunu da ilâve edelim ki, bu zamanda İslâmiyet garîb
oldu. Bu zamanda az bir dindarlık, diğer zamanlardakinden çok hayırlıdır.
Yine size şu
tavsiye olunur ki: Bu parlak şerîate (İslâmiyete) ve mübârek sünnete tâbi
olmanız lâzımdır. Zîrâ tarîkat şerîatın çekirdeğidir. Hattâ bu tarîkatın imâmı
yâni Şâh-ı Nakşibend Buhârî hazretleri buyurdular ki: "Şerîata aykırı olan
herhangi bir tarîkat zındıklıktır." Bu yolun büyükleri buyurdular ki: "Bu
tarîkat üç esas üzeredir: Muhabbet, ihlâs ve kendine dînini öğreten mânevî
hocasına, mürşidine tâbi olmaktır." Bu yolun büyükleri bunları şöyle
açıklamışlardır: "Muhabbetin en aşağı derecesi, Allahü teâlâyı seven kişinin,
kendini nefsânî arzu ve dileklerinden tamamiyle sıyırıp, sevgilisi olan Allahü
teâlânın irâde buyurduğu şeylere teslim olmasıdır. İhlâsın en aşağı derecesi de;
mürîd yâni talebenin, dünyâ yüksek evliyâlarla dolu olsa bile, yine hidâyetin
ancak mürşidinin kapısının eşiğinde olduğunu kesinlikle bilmesi ve buna kalben
karar vermesidir. Teslimiyetin en aşağı derecesi de; müridin kendini mürşidinin
huzûrunda, ölünün yıkayıcının elinde istediği gibi çevrildiği şekilde olduğunu
bilmesidir."
Kısaca;
talebe kendi nefsinin irâde ve arzusundan sıyrılıp, hocasının irâdesine
bağlanmalıdır. Öyle ise şerîat ve tarîkattaki bid'atlardan sakın. Sakın. Sakın.
Çünkü sermâyemiz bu yolun büyüklerine uymaktan başka bir şey değildir...
Size,
evlâdınıza, ev halkınıza, yanınızda bulunan dostların cümlesine selâm ederiz.
Çocuklarımız, tâbilerimiz hepsi size selâm edip duânızı diler. Size duâ ederler.
Selâm sizin ve Mustafâ'nın sallallahü aleyhi ve sellem şerîatına tâbi olanların
üzerine olsun..."
İlim
meclislerinde ve sohbetlerinde pek çok âlim ve evliyâ yetiştiren Ahmed
Haznevî'nin birçok kerâmetleri de görülmüştür.
Ahmed
Haznevî'nin talebelerine ve sevdiklerine yazdığı nasihat veren mektupları oğlu
Şeyh İzzeddîn tarafından toplanmıştır. Nusaybin Müftüsü Hasip Seven tarafından
tercüme edilerek hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin mektuplarıyla
birlikte Mektûbât adıyla 1982 senesinde İstanbul'da bastırılmıştır.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
İBRET ALIN
Sevdiklerinden birisinin kardeşinin vefâtı üzerine tâziye, başsağlığında
bulunduğu sırada buyurdu ki:
"Ey kardeş!
Hakikaten ölüm, musîbetlerin en büyüklerindendir. Ondan gafil olmak da ondan
daha büyük bir musîbettir. Öyle ise fukahânın cenâze bâbında söyledikleri gibi
ölüme hazırlık yapılması her mükellefin üzerine vâcibdir. Hele kendisiyle
arasında alış-verişi olan kimselerle helallaşması gerekir. Allah'ın mağfiretine
kavuşanınızın musîbeti şiddetli ve güç olsa da, kulun Hak sübhânehû ve teâlânın
yaptığı işe râzı olması lâzımdır. Çünkü bizler dünyâda ebedî kalmak için
yaratılmadık. Belki faydalı işler yapmak için yaratıldık. Öyle ise çalışmak
lâzımdır. Esâsen ölüm musîbet olmayıp, belki ölümden sonra, dost olan Allahü
teâlâya kavuşmaktır. Mürşidim (Şeyh Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) bâzı
sevenlerinin tâziyesinde şöyle yazmıştır: "Ey kardeş! Ölümden nasîb ibret
almaktır. İbret alıp onu nasîhat kabûl ederek işlek bir yol olduğunu, ondan
hiçbir kimsenin kurtulamayacağını bilen ve o yola evliyânın sevgilerini
kazanarak ve Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak hazırlanan
kimseye ne mutlu. Ondan ibret almayana ne yazık. Allahü teâlânın rahmetine
kavuşanın bizdeki nasîbi, ona, bağışlanması için duâ etmektir. Allah'ım!
Kusurlarını affedip ona rahmet eyle."
İbn-i
Abbâs'dan radıyallahü anh rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz
buyurdu ki: "Ölünün mezardaki hâli imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye
benzer. Boğulmak üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi,
meyyit de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı
bekler. Kendisine bir duâ gelince dünyânın hepsi kendine verilmiş gibi
sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ yaşayanların duâları sebebiyle
ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi onlar için
duâ ve istiğfâr etmektir." Şüphesiz rahmetli Hacı Süleymân, öz kardeşindi.
Yaptığı iyiliğine karşı mükâfât olarak iyilik etmek, zaman zaman ona duâ edip
rûhuna sadaka vermeniz, onu unutmamanız, ölümünden kendinize ibret alıp,
öleceğinizi hatırlayarak, Hak sübhânehû ve teâlânın râzı olduğu şeylere
bütünüyle yönelmeniz lâzımdır. Allah sevâbınızı artırsın, üzüntünüzün mükâfâtını
versin, ölünüzün kusurlarını affeylesin. Kalplerinize sabır versin."
KAYNAKLAR
1) Mektûbât-ı Ahmed-i Haznevî
2) Sohbetler; s.17,18,38,39 |