AHMED BİN EBÜ'L-HAVÂRÎ
Meşhûr
velîlerden. İsmi Ahmed bin Ebü'l-Havârî, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Aslen Kûfeli
olup, 780 (H.164)'de doğdu. Şam'da yaşadı. 844 (H.230) senesinde vefât etti.
Otuz sene ilim tahsili yaptı. Ebû Süleymân Dârânî'nin talebesidir. Zamânının
âlimlerinden Süfyân bin Uyeyne, Mervân bin Muâviye, Fizârî, Saîd bin Yezid, Ebû
Abdullah en-Nibâcî, Ebû Bekr bin Ayyaş ve Ahmed bin Âsım Antâkî'nin
sohbetlerinde bulundu. Her birinden ilim ve edeb öğrendi. Ayrıca devrinin meşhûr
âlimi ve Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel ile görüşüp, sohbet etti.
Tasavvuf
ilminin ve hâllerinin her konusunda kıymetli ve güzel sözler söylemiştir. Ayrıca
hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Zamânında bir mesele olduğu zaman müşkülleri
hallederdi. Muhammed bin Ebü'l-Havârî adında bir kardeşi vardı. Kardeşi de
tasavvufta onunla aynı derecede kıymetli bir zâttı. Bütün âilesi verâ ehli ve
takvâ sâhibi kimselerdi. Ayrıca hanımı Râbiat-üş-Şam adında evliyâ bir kadın
olup, ismi ve hâlleri tabakât kitaplarında zikredilmiştir.
Zamânının
meşhûr velîlerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri onu methetmiş ve hakkında "Ahmed
bin Ebü'l-Havârî, Şam şehrinin güzel kokulu bir çiçeğidir." buyurmuştur.
Hadîs
âlimlerinden Yahyâ bin Maîn, İbn-i Ebû Hâtim ve Zehebî tarafından da methedilip,
hadîs ilminde güvenilir bir râvî olduğu bildirilmiştir. Rivâyetlerinden kırk
kadarı Ebû Nuaym İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ adlı kitabında bildirilmiştir.
Hadîs âlimlerinden Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce, Ebû Zür'a ed-Dımeşkî, Ebû Zür'a
er-Râzî kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Ahmed bin
Ebü'l-Havârî hazretlerinin menkıbelerinden bâzısı şunlardır:
Ebû Süleymân
Dârânî hazretlerine talebe olup, sohbetlerinde yetişmek üzere huzuruna
gittiğinde hiç bir zaman muhalefet etmeyeceğine söz vermişti. Ne söylenirse
aynen yerine getirecekti. Bu hal üzere sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Ne
emredilirse aynen yerine getiriyordu. Bir defâsında dergâhın fırınını yakması
emredilmişti. Gidip fırını yaktı ve iyice alevlendirdi. Sonra hocasının huzuruna
gidip:
"Efendim,
fırını yaktım, fırın iyice ısındı. Ne pişirmemizi emredersiniz." dedi.
Hocası Ebû
Süleymân Dârânî o sırada huzûrunda bulunan topluluğa ders anlatıyor ve sohbet
ediyordu. Sohbete iyice dalmışlardı. Bu bakımdan onun suâline cevap vermedi.
Duymadığını zannederek tekrar; "Efendim fırın alevlendi, hazır, ne pişirelim?"
dedi.
Yine cevap
vermeyince tekrar sordu. Üç defâ tekrarladıktan sonra hocası, bu hâle üzülüp;
"Git içine
gir otur!" dedi. Sonra sohbetine devam etti.
Tatlı sohbet
bir müddet daha devam ettikten sonra Ebû Süleymân Dârânî hazretleri kıymetli
talebesi Ahmed bin Ebü'l-Havârî'yi; "Git içine gir otur!" diyerek fırına
gönderdiğini hatırladı. Hemen onu bulup yanına çağırmalarını söyledi. Onu her
yerde aradılar ama görünürde yoktu. Bulamadıklarını söylediler.
Bunun
üzerine hocası; "Onun bana sözü var. Ne emredersem sözümden çıkmayacaktı. Gidin
fırının içine bakın!" dedi.
Koşup fırına
bakınca ateş arasında oturduğunu gördüler. Çağırdılar, hiç bir yeri yanmamıştı.
Kendisi
şöyle anlatmıştır:
Bir
defâsında rüyâmda bir hûrî gördüm. Yüzü nûr gibi parlıyordu. "Ey hûri ne kadar
güzel yüzün var." dedim.
"Evet ey
Ahmed, senin ağladığın bir gece gözyaşını alıp yüzüme sürdüm de onun için yüzüm
böyle pırıl pırıl." diye cevap verdi.
Yine kendisi
anlatır:
Muhammed bin
Semmâk bir gün hastalanmıştı. Onun idrâr şişesini alıp hıristiyan doktora
götürürken, yolda güzel yüzlü, güzel kokulu ve temiz elbiseli bir kimse ile
karşılaştık.
"Nereye
gidiyorsunuz!" dedi.
"İbn-i
Semmâk'ın şişesini falan doktora göstermek için götürüyoruz." dedik.
Bunun
üzerine: "Sübhanallah! Allah dostunun ilâcını Allah'ın düşmanından mı
istiyorsunuz? Bu şişeyi yere atınız ve İbn-i Semmâk'a deyiniz ki: Elini ağrıyan
yer üzerine koysun ve Bilhakkı enzelnâhü ve bilhakkı nezel desin." dedi ve
gözden kayboldu. Ne olduğunu anlayamadık. Bunun üzerine dönerek İbn-i Semmâk'ın
yanına gelerek olanları anlattık. Hemen elini ağrıyan yerine koydu ve o zâtın
dediğini okudu. Ağrıyan yer hemen iyileşti.
İbn-i
Semmâk; "O zat Hızır aleyhisselâmdı." dedi.
Kendisi
anlatır:
Bir gün
Şam'ın mezarlığına girdim. Orada kapısı olmayan bir kubbe vardı. Fakat bir açık
yerini bularak içine girdim. Bir süre sonra bir kadın kapı çalar gibi kubbeye
vurdu. Ona; "Sen kimsin, böyle kubbeyi çalıyorsun?" deyince, bana; "Senden bir
yol öğrenmek istiyorum." dedi. Ben de ona; "Kurtuluş yolu; üzerinde cezâlar,
azaplar, engeller olan bir yoldur. Kurtuluşa ancak iyi muâmele ve dünyâ işlerini
bırakıp âhiret işleriyle uğraşmakla ulaşılabilir." dedim. Kadın bunu duyunca
ağlamaya başladı. Bir süre sonra düşüp bayıldı. Bu anda oraya gelen kadınlara
ona bakmalarını söyledim. Baktıklarında kadının öldüğünü anladılar. Onlara:
"Bu kadın
kimdir?" dediğimde; "Kureyşli bir hanımdır. Uzun süreden beri kendini yemek
içmekten men etmiştir. Bundan dolayı çok hastalandı. Ona bir şey söylendiği
zaman, beni tabîbimle baş başa bırakın. O beni iyi eder, derdi." dediler. Ben
bunun üzerine; "Hakîkaten tabîbi onu hakîki şifâya kavuşturdu." dedim.
Ahmed bin
Ebü'l-Havârî buyurdu ki:
"Allahü
teâlâyı sevmenin alâmeti, O'na itâatı sevmektir."
"İlim tahsîl
etmek, sırf Allahü teâlâya itâatı ve âdâbı öğrenmek içindir."
"Dünyâyı
tanıyan ondan soğur, âhireti tanıyan ona ısınır. Hak teâlâyı tanıyan. O'nun
rızâsını tercih eder."
"Çok günah
ve dünyâ sevgisiyle hastalanan kalblerinizi, dünyâdan soğuyarak ve günahları
terk ederek tedâvî ediniz."
"Sünnet-i
seniyyeye uymadan amel edenin ameli bâtıl olur."
"Dünyâya
sevgi ve arzuyla bakanın kalbinden, Allahü teâlâ zühd ve yakîn nûrunu söküp
atar."
"Hak teâlâ
bir insanı, gaflet içinde bulunmak ve taş kalbli olmaktan daha beter bir şeyle
imtihân etmemiştir."
"Kalbinde
bir katılaşma gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla bulun, yemeği azalt,
nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır."
"Akıllı
kişi, Allahü teâlâyı daha çok tanır. Daha çok tanıyan hedefine daha çabuk
ulaşır."
"Ümit,
korkanların azığıdır."
"Ağlamanın
en güzeli ve iyisi, İslâma uygun olmayan amellerle geçirilen ömür için kulun
ağlamasıdır."
"Allahü
teâlâdan korkanların gıdâsı, Allahü teâlâdan ümidini kesmemektir."
"Ağzıma
lüzumsuz bir lokma koyduğum zaman, oradan lüzumsuz bir söz çıkar."
"Bir konuda
tereddütte kalıp doğrusunu kestiremediğiniz vakit, nefsin arzusuna aykırı olan
hangisi ise onu tercih edin. Çünkü işin doğrusu, nefsânî arzulara karşı
çıkmaktır."
"Kim Allahü
teâlânın ibâdeti ile bir saat meşgûl olursa, Allahü teâlâ ona rahmeti ile nazar
eder."
"Allahü
teâlâyı sevmenin alâmeti zikri (her işte O'nun emrine uymayı) sevmektir."
Şükür
edenlerin hâli sorulduğunda; rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfle cevap verdi: "Her
hâllerinde Allahü teâlâya şükredenler ilk önce Cennet'e girecek ve en evvel haşr
olacak kâfiledirler."
"İlim nasıl
öğrenilir?" diyen bir sevenine şu tavsiyede bulundu: "Peygamber efendimiz
buyurdular ki: "Her kim bildiği ile amel ederse, Hak teâlâ ona bilmediği
ilimleri verir."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
DOĞDUĞUMDAN BERİ YOLCUYUM
Ahmed bin
Ebü'l-Havârî hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle
nakletmiştir:
Bir gün çöle
gitmiştim. Araplar develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken
köylü bir Arap köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikrediyor ve kendi hâlinde
oturuyordu. Dikkatimi çekti yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz
konuştuktan sonra bana; "Allahü teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici
bir iştir. Şaşıyorum insanlar nasıl boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm
onların peşinde, onları tâkib ediyor. İnsanlar ise tehlike ve musîbetler içinde.
Buna rağmen boş şeylerle meşguller." dedi.
"Allah'ın
rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde?"
diye sordum:
"Günah
musîbeti ve ölüm tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası!" dedi. Sonra ağlamaya
başladı. Ben de onunla birlikte ağladım. sonra tekrar:
"Neden
yapayalnız duruyorsun?" diye sordum:
"Ben yalnız
değilim, Rabbimle berâberim." dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; "Bir
şey ister misin?" deyince; "Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib
isterim." dedi.
"Tabîbin
kimdir?" "Rabbimdir." "Kalbinin derdi nedir?" "Günahlar..." dedi. "Peki
bunlardan kim kurtuldu?" diye sordum. "Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler."
dedi. Tekrar sordum: "Yolculuğun nereye?" "Kabiredir." dedi. "Yolcu musun?"
"Annemden doğduğumdan beri yolcuyum. Âhirete gidiyorum." dedi.
Sonra devâm
ettim ve; "Azığın nerede?" dedim.
"Azığım son
derece az." cevâbını verdi.
Bu sefer;
"Yanında yiyeceğin nedir?" "Sübhânallah, Rabbimin vereceği rızık." dedi."Peki
yalnız hâlinle korkmuyor musunuz?" dedim. "Nasıl korkarım. Sâhibimin, Rabbimin
mülkündeyim." "Yol neresidir?" diye sormaya devâm ettim.
Ellerini
açıp; "Yâ Rabbî! İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul! Sen her
işin karşılığını vereceksin... Ey gariblerin yardımcısı, âcizlerin sığınağı! Ey
azı çoğaltan, sapmışları hidâyete erdiren! Ey kendisine herkesin sığındığı
Rabbim! Senin ihsânını ve rızânı isterim... Senin rızân olmadan dünyâ ve âhiret
güzel olmaz."
Hem böyle
duâ ediyor, hem de yürüyordu. Ben de onu tâkib ediyordum. Bana:
"Allah'ın
rahmeti üzerine olsun. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git! Beni
meşgûl etme..." dedi. Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından gözden
kayboluncaya kadar baktım. Sonra ağlayarak geri döndüm.
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.5-33
2) Nefehât-ül-Üns; s.67
3) Sıfât-üs-Safve; c.3, s.212
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.11
5) Mi'rât-ül-Cinân; c.2, s.153
6) Keşf-ül-Mahcûb; s.217
7) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.98
8) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.96
9) Risâle-i Kuşeyrî; s.39
10) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.1, s.49
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.77
12) Tabakât-ı Hanâbile; c.1, s.78
13) Şerhü't-Tearrüf; c.1, s.95
|