|
AHMED ABDÜLHAK RADULEVÎ
Hindistan'ın
büyük velîlerinden. Radul şehrinde doğdu. Abdülhak, Nûrulhak ve Kıdvet-ül-Evliyâ
lakabları verildi. 1433 (H.837) senesinde Radul şehrinde vefât etti. Hayâtını ve
hâllerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babasına hocalık eden Kutb-i Âlem
Abdülkuddüs Nûr-ül-Ayn isimli eserinde topladı.
Yedi yaşında
geceleri kalkıp namaz kılmağa başladı. Annesine görünmeden gece kalkar namaz
kılardı. Annesi namazını bitirmeden, o yine yerine gelirdi. Annesi, onun bu
hâlinden, on iki yaşına gelince haberi oldu. Yavrusuna olan şefkat ve
muhabbetinden, onun bu yaşta uykusuz kalmasına gönlü râzı olmadı. Ama geleceğin
büyük velîsinde, Allah sevgisi ağır basıyordu. Rabbini seven için, O'na ibâdet
etmekten daha tabiî ne olabilirdi. Annesinin bu hâline üzülüp, evden ayrıldı.
Dehli'de ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgûl olan ağabeyi Takiyyüddîn'in yanına
gitti. Ondan, ilim öğretmesini istedi. O da herkesin okuduğu ilimleri öğretmeye
başladı. Ahmed; "Bana mârifeti, Hakk'ı tanıma ilmini öğret!" dedi. Ağabeyi
Takiyyüddîn, onu Dehli'nin ileri gelen âlimlerinin yanına götürdü. "Bu çocuk
beni üzüyor, ilim okutmamı istiyor, okutuyorum, kabûl etmiyor. Belki sizin
nasîhatinizi dinler." diyerek, onlardan yardım istedi. Onlar da kendi usûllerine
göre ders verdiler. Bitince; "Benim bunlarla işim yoktur. Bana mârifet ilmini
öğretin." deyip, onları da şaşırttı. Sonra kendi hâlinde ibâdet etmeye başladı.
Seneler geçti. Ağabeyi Takıyyüddîn, onu evlendirmek istedi ise de buna râzı
olmadı. Ağabeyi ısrâr edince, kız tarafına gidip; "Bana kızınızı vermeyin."
dedi. Hasta olduğunu söyledi. Evlenmedi.
Çok sıkı
riyâzet ve mücâhede çekmekle berâber, derecesinin yükselmediğini görmüştü. Yol
gösteren bir Allah adamı olmadan riyâzet, nefsin istediklerini yapmayarak ve
mücâhede, nefsin istemediklerini yaparak maksada erişilemeyeceğini anladı. Bir
süre sonra Pâni-püt şehrine gitmesi, orada, Celâleddîn Pâni-pütî'nin sohbet ve
hizmetinde bulunması kalbine ilhâm edildi. Buna çok sevindi. Bu sevinç ile,
acele yola çıktı. Celâleddîn, keşf yoluyla onun gelmekte olduğunu anladı.
Talebelerine; "Çeşitli yemekler bulunan bir sofra hazırlayın! Meyveler, tatlılar
ve şerbetler koyun, kapının önüne atlar çıkarın, fazîletli bir misâfirimiz
geliyor. Onu karşılayın!" buyurdu. Emir yerine getirildi. Sofra hazırlandıktan
bir iki dakika sonra, Ahmed Abdülhak geldi. Kapıda çok gösterişli karşılamayı,
içeri girince sofrayı gördü. Üzerinde lezzetli yemekler, çeşit çeşit meyveler
bulunan sofrayı görünce, düşünceye daldı. Burasını umduğu gibi bulamamıştı.
Hayret içinde kaldı. Aradığı yerin burası olmadığını zannetti. Celâleddîn-i Pâni-pütî
ona hiçbir şey söylemedi. O, olduğu yerden adımını ileri atmayıp, geri döndü.
Bilmediği bir istikâmete doğru şuursuzca akşama kadar gitti. Bilmediği bir şehre
yaklaştı. Yolunu kaybettiğini zannediyordu. İlk rastladığı kimseye; "Bu hangi
şehirdir?" diye sordu. O; "Pâni-püt şehridir." dedi. Bu cevâba pekçok şaşırdı.
Çünkü, Pâni-püt şehrinden ayrılalı saatler olmuştu.
Geceyi
şehrin kenarında geçirdi. Sabah olunca tekrar yola çıktı. Akşam olunca, yine
kendisini Pâni-püt şehrinin kenarında buldu. Yine hayret etti. Geceyi yine
şehrin dışında geçirdi. Sabah erkenden yola çıktı. Büyük bir sahrâya daldı. Bir
hayli zaman gittikten sonra, kurumuş bir ağacın tepesinde bir genç gördü.
Başında, çok güzel bir kumaştan sarığı vardı. O gence yolu sordu. Genç; "Sen
yolu, Celâleddîn'in kapısında kaybettin. İnanmazsan şu gelen iki kişiye sor."
dedi. Gencin işâret ettiği tarafa dönüp birkaç adım yürüyünce, beyaz sarıklı iki
kişinin kendisine doğru geldiklerini gördü. Yanlarına vardı. Onlara yol sordu.
Onlar da; "Sen yolu Celâleddîn'in kapısında kaybettin." dediler. Üç defâ sordu.
Üçünde de aynı cevâbı aldı. Bütün bu hâdiselerin, kendisi için bir işâret
olduğunu anladı. Hâli değişti. Kendinden geçip düştü. Bir zaman sonra kendine
geldi. Etrâfına baktığında, ne ağaç, ne genç, ne de o iki kişiden hiçbiri yoktu.
Hiç kimseyi göremedi. Bu gaybî işâretten yakîni arttı. Îtimâd ve îtikâdını
düzeltti. Oradan kalkıp tekrar yola düştü.
Celâleddîn
Pâni-pütî hazretlerinin huzûruna varıp, affını dileyecekti. Yolda gönlünden,
yakîninin daha da artması için bazı şeyler temenni etti. Celâleddîn Pâni-pütî'nin
sarığını başından alıp, hocasının kabrine değdirmesini ve kendisine de tatlı
ikrâm etmesini diledi. Pâni-püt şehrine varıp, Celâleddîn Pâni-pütî'nin
dergâhına gitti. Hizmetçisi; "Hocasının kabrini ziyârete gitti." dedi. Kıdvet-ül-Evliyâ
da oraya gitti. Kutb-i Rabbânî Celâleddîn Pâni-pütî bir elinde sarığı bir elinde
ekmek ve helva olduğu hâlde, hocası Şemseddîn Pâni-pütî'nin kabr-i şerîfinin
başında duruyordu. Ahmed Abdülhak, Kutb-i Rabbânî'yi bu hâlde görünce, gayr-i
ihtiyârî, "Hak! Hak!" diyerek, ellerini öpmeye başladı.
Kutb-i
Rabbânî, Kıdvet-ül-Evliyâ'ya çok iltifât etti. Sarığını hocasının kabrine koydu.
Daha sonra alıp, Kıdvet-ül-Evliyâ'nın başına koydu. Ona ekmek ve helva verdi.
Sonra da; "Biz, bu Ahmed Abdülhak'la ikinci defâ görüşüyoruz." dedi. Daha sonra
Kutb-i Rabbânî onu evine götürdü. Daha önceki gibi mükellef bir sofra donattı.
Berâberce yemek yediler. Bundan sonra Kıdvet-ül-Evliyâ'nın kalbine gelen
vesveseler kayboldu. Hayır diyecek, îtirâz edecek hiç bir şeyi kalmadı.
Hocasının emrine tam teslim oldu. Tekrar riyâzet ve mücâhedeye başladı. Tam
terbiyeye alındı. Kısa zamanda icâzet almakla şereflendi. Hilâfet hırkası giyip,
insanlara doğru yolu göstermek için, hocası tarafından memleketine gönderildi.
Kıdvet-ül-Evliyâ
hazretlerinin ismi, Ahmed idi. Oturmada, kalkmada, yemede, içmede "Hak, Hak,
Hak" ism-i şerîfini üç defâ söylemeyi âdet edince, yüksek hocası Kutb-i Rabbânî,
isminiAhmed Abdülhak koyup; "Şeyh Ahmed, mâdem ki sen, Allahü teâlânın Hak
ismine böyle tutuldun, ben de Rabbimin emri ile senin ismini Abdülhak koydum."
buyurdu. O, bundan sonra daha çok Abdülhak ismi ile çağrıldı ve bu isimle şöhret
buldu. Kutb-i Rabbânî, Abdülhak'a çok duâ etti ve; " Allahü teâlâdan istedim ki,
bu silsile senden devâm etsin ve bütün âlem senin mârifet nûrun ile aydınlansın.
Bu nûr, kıyâmete kadar devâm etsin." buyurdu. Allahü teâlâ, Kutb-i Rabbânî'nin
duâsını kabûl eyledi. Gerçekten Çeştiyye'nin Sâbirî kolunun silsilesi, Kıdvet-ül-Evliyâ
Ahmed Abdülhak Radulevî'nin evlâtları ve talebeleri vâsıtasıyla devâm etti.
İçlerinde öyleleri yetişti ki, giden oka işâret etse geri döner, dağa emretseler
yerinden oynardı. Bunlardan oğlu Ârif, torunu Muhammed bin Ârif, talebesi
Muhammed Bessan, Abdülkuddüs, Kutb-i Âlem Kenkûhî bin İsmâil Hanefi ve Kutb-i
Âlem'in talebesi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babası Abdülehad, zamanlarının
yüksek âlim ve ârifi, kâmil zâtları idiler.
Evinde Azîz
isminde bir çocuk dünyâya geldi. Doğduğu zaman, orada bulunanların hepsinin
duydukları "Hak" lafzını söyledi. Ondan çok hârikalar görüldü. İnsanlar, hep bu
çocuktan konuşmaya başladılar. Ahmed Abdülhak kabristana gitti. Bir yerde durdu
ve; "Burası Azîz'in kabri olur." dedi. Sonra çocuk hastalandı ve iki-üç gün
içinde vefât etti. Söylediği yere defnedildi.
Onun ve
talebelerinin zikri, çoğu zaman "Hak" idi. Talebeleri hep "Hak" sözü ile can
verirlerdi.
KAYNAKLAR
1) Ahbâr-ul-Ahyâr; s.193
2) Siyer-ül-Aktâb; s.215
3) Envâr-ül-Üyûn fî Esrâr-il-Meknûn (Abdülkuddûs Gengûhî,
Âsafiyye No: 575)
4) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.384
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.237
|
|