ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRÎ
Mücâhid
velîlerden. 1807 (H.1222) senesinde Recep ayının yirmi üçüncü günü Cezâyir'in
Maasker vilâyetinin Kaytana köyünde doğdu. Şeriflerden olup soyu hazret-i
Ali'nin oğlu hazret-i Hasan efendimize dayanmaktadır. Baba ve dedeleri
Cezâyir'in Vehran tarafında, şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi
kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayılırlardı. Cedlerinden biri olan
Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barbaros Hayreddîn Paşanın Cezayir'i fethinde
bir nefer gibi çalışmış ve Cezayir'de Osmanlı hâkimiyetinin kurulmasında,
ziyâdesiyle gayret sarfetmişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve
torunlarına büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir'in babası Muhyiddîn
de Kâdirî şeyhlerinden olup âlim bir zât idi.
Şeyh
Muhyiddîn, parlak bir zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdülkâdir'i küçük yaşta
ilim öğrenmeye sevketti. İlk tahsilini Kaytana'da yapan Abdülkâdir, sonra
Cezayir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur'ân-ı
kerîmi hıfzetti. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye
yükseldi. Geniş mâlumâtıyla, fazîlet ve takvâsıyla şöhreti her tarafa yayıldı.
Ülkesini pek yakın bir gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan Abdülkâdir
kendisini ilm-i siyaset, devlet idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve
silâh kullanmak gibi her çeşit harp sanatında pek ustaydı.
1826'da
babasıyla birlikte Mısır'a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin
meşhûr ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyâret etti. Âlimlerle
görüşüp bilgi alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz'a geçerek hac vazîfesini îfâ
etti. 1829 yılında Şam'a geldi. Burada evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî hazretleri ile görüşüp duâsına kavuştu. Buradan Bağdad'a geldi. Şerefli
âilesinin tabi olduğu evliyânın büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber
efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin mübârek kabrini
ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.
Abdülkâdir'in yurda dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Temmuzunda Fransızlar
Cezayir'i işgâl ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâresine son verdiler.
Vehrân ve Müstefânem bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh
Muhyiddîn'i kendilerine emir seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir'i bu işe daha
lâyık gördü ve emirliği ona devretti. Kendisi Oran'daki Fransız kuvvetleri ile
harb eden askerin kumandasını ele aldı.
Abdülkâdir-i
Cezayirî kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yaptığı konuşma ile cesâret,
uzak görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâkârlık gibi vasıflarını ortaya koydu.
Konuşmasında şöyle demişti:
"Eğer
liderliği kabul ediyorsam bu cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma
hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli ve yetenekli bulacağınız, îmânımızı
savunmada hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak başka biri çıktığında yerimi ona
bırakmaya hazırım."
Emir
Abdülkâdir kısa sürede gösterdiği hârikulâde şecâat, kahramanlık, binicilikteki
mahâret ve soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı.Askerî bir lider olarak
kendini kabûl ettirdi. Bu sebeple Fransızların Cezâyir'i işgâl etmesinden iki
sene sonra babasının muvafakati ve bütün Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine
ülkenin emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).
Abdülkâdir-i
Cezayirî bundan sonra Fransızlara karşı plânlı ve sistemli bir harekat başlattı.
Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini
siyâsî sâhada da sürdürerek birçok bölgeleri de bu yolla ele geçirdi. Fas
Sultanı Abdurrahmân'ı kendi tarafına veFransızlara karşı mücâdele sâhasına
çekmeyi başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde yerli kabîleleri etrafına
topladı. Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına kadar bütün
batı Cezâyir'e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir'in
Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl bölgedeki
Fransız komutanı General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîretleri
himâyesi altına aldığını bildirdi. Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçalamaktı.
Onun bu kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî tekrar harekete geçti. Makta'da
yapılan çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı (1835).
Bu yenilgi
üzerine Fransa bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birliklerin başında gelen
General Bugeaud kısa bir sürede Cezayir'i ele geçireceğine, müslümanları mahv
edip Abdülkâdir'i yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar
Maasker'i kısa sürede ele geçirdiler. Bu zaferle kendisine fevkalade güvenen
Bugeaud, Konstantine önüne geldiğinde Abdülkâdir'in asıl gücü ile karşılaştı.
Abdülkâdir'in ne zaman ve ne şekilde vuracağı belli olmuyordu. Ordusu son derece
disiplinli idi. En küçük bir bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor ve insanüstü bir
gayretle çarpışıyordu. Bu durum Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde geri
çekilmesine yol açtı. Bugeaud Fransa hükümetine gönderdiği raporlarda:
"Abdülkâdir
hızlı, zekî ve ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği
inanç sâyesinde kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor.
Kendisi sıradan bir insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve
hasretle kucakladığı bir liderdir." diyordu.
Nitekim
Bugeaud çok geçmeden Abdülkâdir'le Tafna Antlaşmasını yapmaya mecbur
kaldı(1837). Bu antlaşma ile Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında
ülkenin tamâmında hâkimiyeti elde ediyordu.
Abdülkâdir-i
Cezayirî bu sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması kurmaya
çalıştı. Devlet merkezini Maasker'den Tagdempt'e nakletti. Kanun ve kaideleri
düzelterek İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım
mükellefiyetler karşılığında vergiden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin
imtiyazlarını kaldırdı ve herkesten zekat topladı. Fas yoluyla İngiltere'den
sağladığı top ve tüfeklerle ordusunu teknik açıdan kuvvetlendirdi.
Bu arada
Fransızlar antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyorlardı. 1837
Ekiminde Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey'i
yenerek Konstantine şehrini zaptettiler. 1839'da ise Abdülkâdir'le Kabiliye
bölgesinin nüfuz meselesi yüzünden görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine
harekete geçen Fransız birlikleri Cezâyir'i Konstantine'ye bağlayan Bîbân
geçidini ele geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda küçük fakat hareket
kâbiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda "cihâd-ı
mukaddes" ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altınaçağırdı. Kumandan ve
yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttırmaya
çalıştı.
Abdülkâdir-i
Cezâyirî böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlatmış bulunuyordu. Bu
harbin sonunda ya Cezayir'de İslâmı muzaffer kılacak veya bu uğurda çok istediği
şehadete kavuşacaktı.
Emir
Abdülkâdir, Sumala adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete getirdi. Düşmanın
vaziyetine göre merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını
hep kendi istediği şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesislerinde barut,
mermi ve silah da imal edebiliyor ve malzeme sıkıntısı çekmiyordu.
Ancak
Abdülkâdir'in az fakat disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubiyetin
ezikliği içerisindeki düşman çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyarları zalimce
katletmek, ekili araziyi yakıp yıkmak ve hayvanları telef etmek gibi yollarda
buldu. Böylece yüz bini aşan Fransız ordusu yirmi bin kişilik ve dağınık
vaziyetteki mücahidleri açlık ve sefalete düşürerek mağlub etmek gibi bayağı
yollara başvuruyordu. Onların bu şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri,
Abdülkâdir'in ordusunda tefrika ve anlaşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bunun
üzerine Abdülkâdir Merakeş'e çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân
ve Merakeş'in müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaşmaya devam etti.
Ancak bu defâ da Fas kralı Abdurrahmân'ın ihaneti ile karşılaştı. Fas kralı,
Fransızların şartlarını kabul ederek cihad meydanından çekilirken Abdülkâdir'e
yapılan yardımların da kesilmesini emretti. Bu durum mücâhidleri büyük bir
sıkıntıya soktu. 1842 Kasımında Abdülkâdir'in harekât merkezi olan Sumala düşman
eline geçti. Emir'in paha biçilmeyen şahsî kütüphânesi içindeki belgelerle
birlikte Fransızlar tarafından tahrib edildi. Büyük Sahra'ya çekilen Emir
Abdülkâdir orada da tarafdârlarının telef olması üzerine 1847 senesinde
İskenderiyye veya Akka'da kalması şartıyla General Lamoriciere'ye teslim olmak
zorunda kaldı. Teslim olurken ağzından çıkan tek kelime mücâdelesinin sonunu ne
güzel özetlemektedir. "Kader."
Ancak
Fransızlar bir kez daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Abdülkâdir, Cezayir
vâlisi Duc d'Aumele tarafından Fransa'ya gönderildi. Emir ve yanındakiler önce
Toulon'da, sonra da Loira Vadisindeki Anboise kalesinde beş yıl hapis kaldılar.
Toulon'a
geldiğinde Fransız kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzusundan vazgeçerse
kendisine büyük bir armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:
"Kral namına bana bütün
Fransa'nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cüppemin üzerine
yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtırımdan geçirmem. Ben burada sizin
misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana
değil, size ulaşacaktır."
dedi.
Napolyon,
Fransa'da imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî'ye Osmanlı
ülkesinde kalması için müsâade verdi. 1852'de İstanbul'a gelen Abdülkâdir-i
Cezâyirî Sultan Abdülmecîd Han'la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve
ikrâmını gördü. Daha sonra Bursa'ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta
oturdu. 1855'de Bursa'da büyük bir zelzele olması üzerine Şam'a geçti.
Abdülkâdir-i
Cezâyirî, Şam'a gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve çocuklarının terbiyesi
ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı
Devletini kuvvet zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla
hâlletme yoluna gitmişlerdi. Osmanlı Devleti içerisindeki çeşitli fırka ve
milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya başlamışlardı. Lübnan ve Suriye'de
Dürzîleri İngilizler silâhlandırmış, Mârunîlere de Fransızlar arka çıkmışlardı.
Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı topraklarında
birbirine kırdırıp, kendi emellerine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların
bir sahnesi olarak 1860 senesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye
teşebbüs ettikleri vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa
konsolosunu ve bin beş yüz kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti
tarafından taltif edildi. Fransa hükümeti, bu hareketin mükâfâtı olarak Emir'e
Legion d'honneur nişanının grandcruix'sını verdi. Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862
senesinde hacca gidip iki sene Hicaz'da kaldıktan sonra İstanbul'a gelerek,
Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.
Daha sonra
Şam'da ömrünü ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî 26 Mayıs 1883
(H.1300)'te vefat etti. Nâşı Sâlihiyye'de Muhyiddîn Arabî türbesine defnedildi.
Devrin târihçileri "Gabe bedrün kâmilün= Mükemmel dolunay battı (H. 1300)
diyerek ölümüne târih düşürdüler.
Abdülkâdir
Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu
hali, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını bulan
Avrupalıların da takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok
merhametli idi. Ancak, düşmanlarını yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda
şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.
Abdülkâdir
Cezâyirî, ilim ve irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin büyüklerindendi. Dünyâ
ve âhiretin kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kahraman bir mücâhitti. Şan ve
şöhreti doğudan batıya her yere yayıldı. Zamânının âlimleri arasındaki
ihtilâfları hâllederdi. Aynı zamanda kerâmet ehli idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Kıymetli
eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yazdığı Mevâkıf
adlı kitabının her bir bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü
bölümünde şöyle yazmaktadır:
Hadîs-i
şerîfde buyruldu ki: "Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdiğinde o nîmetin
onun üzerinde görülmesini ister." Hülâsa budur ki, eğer nîmetin görülmesi
yalnız fiil, iş ile olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz
ile olursa onu da söz ile göstermek, açıklamak lazımdır.
Haccederken
yaşadığı hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:
Medîne-i
münevvereye vardığımda Resûlullah'ın Ravda-i mutahherasına gittim. Resûlullah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'e selâm
verdikten sonra, Resûlullah'ın huzûrunda edeble durdum ve; "Yâ Resûlallah!
Köleniz kapınızda durmaktadır. Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her
şeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ Resûlallah! Sizin himâyeniz benim
için kâfidir." dedim. O zaman Eşref-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdular ki: "Sen benim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün." Bana evladım
buyurmaları, sulbî evladlığı mı, yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım
her ikisinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükredip; "Yâ Rabbî! Bunu bana
Peygamber efendimizin zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habîbin;
"Beni gören hakîkî
görür. Zîrâ şeytan benim şeklimde kendini hiç kimseye gösteremez."
buyurmaktadır, diye duâ ettim. Sonra da Kademeyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı
tarafına geçtim ve şark taraftaki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O
hâlde iken kendimden geçtim. Her şeyden habersiz kaldım. Mescid-i Nebevî'de kimi
namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur'ân-ı kerîm okur, kimi duâ ederdi. Hiç bir
şey duymadım ve her şeyden habersiz oldum, o esnâda; "Bu seyyidimizdir." sesini
işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni ayak
tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Mübarek sakalının
aklığı fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lakin mübârek şemâili vasfedenlerin
yazdıklarından çok daha kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim.
Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar ettim.
Abdülkâdir-i
Cezâyirî hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütünüyle müşâhede edip,
görmek mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh
olduğu zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî'yi gören
generaller; kendisiyle dost olmaya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler
sorarlardı. Abdülkâdir Cezayirî'nin Fransız generali Dumas'a İslâmiyetin kadına
verdiği değer hakkındaki cevabı şu şekildedir:
...Bu meselenin gerçek yüzü
ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların nezdinde kadınlar
büyük bir hürmeti ve değeri haizdirler. Mesela onlar zevcelerini pek severler ve
onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise
hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Zevcelerine ancak
kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet
edip kötülük yaparlar." Diğer bir hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına
hitâben buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır.
Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim." Resûlullah
efendimiz, mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bindirirlerdi.
İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sayılamayacak
kadar çoktur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok
işleri zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev
işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir.
Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.
Abdülkâdir Cezâyirî'nin
eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Zikr-il-Âkıl ve Tenbîh-ul-Gâfil:
Bursa'da ikâmati sırasında yazdığı tasavvufa dair bir eserdir. 2) De la
Fidelité des Musulmans a observer Leurs Traites d'alliance et autres:
Müslümanların ittifak ve sair ahidlerine sadâkatleri adında Fransızca bir
eserdir. 3) Dîvân.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MÜSLÜMANLAR TEK BİR VÜCÛDDUR
Abdülkadir
Cezâyirî, komutanlarından Muhammed Hasnâvî'ye yazdığı bir mektupta şöyle
demektedir:
"...Şecâat,
kahramanlık ve cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandırılmış) ve Hak teâlâya
tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve
bizim halimizi yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun!
Kıymetli, sabırlı mücâhid kardeşim! Allahü tealâ anlayışını arttırsın! Hayırlar
ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhâfaza eylesin. Muhakkak ki cihâd,
peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şiârı, müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır.
Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya hamdederim.
Gayret ve
çalışmalarına sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîletini, kendi yolunda
şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuştur. Bunlar üzerinde
iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece,
Allah yolunda şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd
olmanın fazîleti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil'de de bildirilmiştir.
Karşılığında Allahü teâlâ Cennet'i vâd buyurmuştur. Şerefini buradan
anlamalıdır. Kendi yolunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek
büyük bir ecre kavuşacaklarını da müjdelemiştir.
Kıymetli
kardeşim! Sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın
hayrını dilemedikçe ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse,
onu cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin.
Daimâ sizin işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp
kucaklaşmayı çok arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz
ki, en hayırlı, bereketli bir zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Amin..."
Muhammed bin
Hasan Bay'a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd
ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâmdan sonra şöyle demektedir:
"...Sizi
tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşüncesiyle vekîlimizi
gönderiyoruz. Muhakkak ki, müminler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi
incinmiş olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam
bir destek ve yardımcıdır. Dâimâ birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler.
Yardımlaşma ise, ancak Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerde ve takvâ husûsunda
olmalıdır. Bu, Allahü teâlânın size emridir..."
KAYNAKLAR
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.274
2) Hadâik-ul Verdiyye Tercümesi; s.281
3) Ta'rîf-ül-Halef; c.2, s.316
4) Câmi-u Kerâmat-il Evliyâ; c.2, s.99
5) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.52
|