ABDULLAH BİN MÜBÂREK
Tebe-i
tâbiînin büyüklerinden. İsmi Abdullah ibni Mübârek bin Vâdıh Hanzalî Temîmî;
künyesi, Ebû Abdurrahmân'dır. Hadîs, fıkıh âlimi, mücâhid ve zâhid idi.
Tâbiînin, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem görenlerin sohbetinde
yetişti. Din düşmanları ile muhârebelerde bulundu. Dünyâya ve dünyâlığa rağbet
etmezdi. Emevî halîfelerinden Hişâm bin Abdülmelik devrinde 736 (H.118) yılında
Merv'de doğdu. 797 (H.181) senesi bir gazâ dönüşü, Bağdâd yakınlarındaki Hît
adlı yerde vefât etti. Türk asıllıdır.
İlk
tahsîlini, Merv'de yapan Abdullah ibni Mübârek tahsîl için Bağdâd, Basra, Hicaz,
Yemen, Mısır, Şam gibi ilim merkezlerine gitti. Bağdâd'da büyük âlimler ve
evliyâ ile görüştü. Onların ders ve sohbetlerinden faydalandı. Hammâd bin Zeyd,
Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, Mâlik bin Enes gibi âlimlerden hadîs-i
şerîf okudu. Dört bin kişiden hadîs-i şerîf dinledi. Bunlardan yalnız birinden
hadîs-i şerîf rivâyet etti. Kendisinden de büyük âlimler rivâyette bulundular.
Hocalarının önde gelenleri arasında İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh
de vardı. Fıkıh ilmini ondan öğrendi. İmâm-ı A'zam vefât edince, İmâm-ı Mâlik'in
derslerine devam etti ve ilimde yüksek bir dereceye ulaştı.
İlim
tahsîlinden sonra tekrar Merv'e döndü. İlmi, edebi çok olup, az konuşmak âdeti
idi. Geceleri ibâdet ile geçirirdi. Sözü senetti. Emânete pek riâyet ederdi.
Şam'da birinden aldığı kalemi unutup veremeden Merv'e gelmişti. Kalemi sâhibine
vermek için Merv'den tekrar Şam'a gitti. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) ile
onları gören Tâbiînin hâllerini anlatan eserleri okurken çok ağlar kendinden
geçerdi. Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem görüp sohbetlerinde
bulunma şerefine kavuştukları için Eshâb-ı kirâmın üstünlüğünü anlatır ve:
"Muâviye'nin
radıyallahü anh, Resûlullah'ın yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz,
Ömer bin Abdülazîz'den bin defâ üstündür." buyururdu.
Evinde
hadîs-i şerîflerle çok meşgûl olduğundan; "Yalnızlıktan rahatsız olmuyor musun?"
diye sorulduğunda; "Peygamber efendimiz ve Eshâbı radıyallahü anhüm ile berâber
olunca insan hiç yalnızlık duyar mı?" karşılığını verirdi.
Merv'de bir yıl ticâretle
uğraşır, kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl İslâmiyet'i yaymak
için cihâda, düşmanla harbe giderdi. O, medresede müderris, hoca; câmide
vâiz, şehirde tüccâr; harbde büyük bir kahramandı. Kılıç ve kalem sâhibi idi.
Kalemiyle cihâda dâir eser yazdı, kılıcıyla da dillere destan olan
kahramanlıklar gösterdi.
Abbâsîler
devrinde Bizanslılarla yapılan harplerden birine katılmıştı. Abbâsî ordusu
sessiz, sâkin ve aydınlık bir gecede Tarsus'un kuzeyinde karargâh kurmuştu.
Tarsus'un sırtlarında İslâm ve Bizans orduları görünüyordu. İki taraf da
kendilerini kuvvetli göstermek için alevleri göklere yükselen ateşler
yakmışlardı. Bu ateş ocaklarından birinin etrafında tepeden tırnağa silâhlı
askerler hilâl şeklinde oturmuşlar, ortalarında ise ince yapılı, nûrânî yüzlü
bir zat onlara ders anlatıyordu. Kimse vaktin nasıl geçtiğinin farkına
varmamıştı. Sözü kesip, duâsını yapınca istirahate çekildiler.
Sabah namazı
kılındıktan sonra, harp hazırlıkları başladı. İki ordu karşı karşıya geldi.
Bizans ordusundan iri yapılı, kendisi ve atı zırhlara bürünmüş biri kılıç
sallayarak ortaya çıktı. Döğüşmek için müslümanlardan er istedi. Müslüman
saflarından bir kahraman onun karşısına çıktı. Fakat, şehîd düştü. Bu hâl
müslümanların gayretine dokundu, ikinci bir yiğit daha çıktı. O da şehîd oldu.
Sonra birkaç er daha şehîdlik şerbetini içti. Rum ordusunda sevinç çığlıkları
yükselirken, müslüman ordusunda tekbir ve Allah Allah sesleri ortalığı
çınlatıyordu. Bu sırada müslüman askerlerin arasından, atının üzerinde heybetli
birinin meydana çıktığı görüldü. Tamâmen zırhlara bürünmüştü. Fakat kimse
tanımıyordu. Rum'un karşısında dimdik durdu. Herkes son derece heyecanlı
idi.Çarpışma başladığı gibi, çevik bir hareketle kılıcını Rum'un göğsüne
sapladı. Müslüman saflarında tekbîr sadâları yükseliyordu. Rum tarafı ise
şaşkına döndü. İkinci çıkan er de birincinin âkibetine uğradı. Sonra birkaç
kişiyi daha öldürdü. Müslümanlar son derece sevinçliydi. Müslüman er yerine
dönünce bu kahramanın Abdullah bin Mübârek hazretleri olduğunu görüp hayret
ettiler.
Seferde bile
ibâdetlerini gizlerdi. Gazâ arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır:
Seferde bir
gece, Abdullah bin Mübârek (r.aleyh) istirâhate çekilmişti. Ben de mızrağıma
dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr vaktine kadar
namaz kıldı. Sonra beni namaza kaldırmağa geldi. Uyumadığımı ve halinden
haberdar olduğumu anlayınca, hayâsından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle yaptı.
İbn-i Hibbân
ise şöyle anlatır:
Bütün
mücahidler İbn-i Mübârek ile Şam'a varmıştık. Orada halkın ibâdetini, gazâya
hazır hallerini, her gün seriyyelerin, küçük askerî birliklerin
geliş-gidişlerini görünce, İbn-i Mübârek; "Bu güzel haller ile Rabbimizin
huzûruna çıkacağız. Burada Cennet kapılarını açtık." buyurdu.
Misis'teki
ikâmeti sırasında ilim, ibâdet ve cihâddan geri durmadı. Misis'te, ikindi
namazında Cumâ Mescidi'ne gelir, güneş batıncaya kadar kıbleye karşı oturur,
Allahü teâlânın zikriyle, meşgûl olur, kimseyle konuşmazdı. "Kim gündüzünü
Allahü teâlâyı anarak geçirirse, o, bütün gün zikretmişlerden sayılır."
buyururdu.
Misis
nâhiyesinde on yedi bin hadîs-i şerîf rivâyet etti. Küçük yaştaki talebesi Abde
bin Süleymân'a hadîs-i şerîf yazdırır ilim öğretir, üstelik ona para da verirdi.
Pekçok kez
hacca gitti.
Bir sene
hacdan sonra rüyâsında gökten inen iki melekten birinin diğerine; "Bu sene kaç
kişi hacca geldi?" dediğini duydu. Öbür melek; "Altı yüz bin kişi." dedi. "Peki
kaç kişinin haccı kabûl edildi?" O da; "Bunlardan hiç birinin haccı kabûl
edilmedi." diye cevap verdi.
Abdullah bin
Mübârek buyurdu ki:
Bunu
işitince üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki:
"Bunca
insan, bunca zahmet ve meşakkate katlanıp dünyânın her tarafından hacca
geldiler. Çöller aşarak zor şartlarda büyük sıkıntılara katlandılar. Bütün bu
emekler boşa mı gidecek?"
Bunun
üzerine o melek; "Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak adında biri
vardır. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabûl
edildi. Altı yüz bin hacıyı ona bağışladılar da hepsinin haccı kabûl edildi."
dedi.
Abdullah bin
Mübârek şöyle anlatıyor:
Bunu
işitince uykudan uyandım ve; "Gidip o zâtı ziyâret etmeliyim!" dedim.
Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam kâfilesine katıldım. Şam'a gidince, o zâtın evini
araştırıp buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum. "Ali bin
Muvaffak." dedi. İsmimi sordu. "Abdullah bin Mübârek." deyince, feryâd edip
kendinden geçti. Ayılınca, gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım. Haccının kabûl
edildiğini ve kendi haccı ile berâber altı yüz bin kişinin ibâdetinin kabûl
edildiğini de haber vererek; "Bana nasıl hayırlı bir amel işlediğini anlat."
dedim. O da anlattı:
Ben ayakkabı
tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu işimden, otuz
senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanımım
hâmileydi. Komşu evden burnuna yemek kokusu gelince; komşudan yemek istememi
söyledi. Gidip, onun arzusunu bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: "Ey Ali
bin Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür,
çocuklarım bir şey yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse
bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zarûret mikdârınca ondan bir parça kesip
getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz."
Bunu duyunca
içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve; "Bunu
çocuklarına nafaka yap, haccımız bu olsun!" dedim. Abdullah bin Mübârek bunun
üzerine; "Allahü teâlâ, doğru rüyâ gösterdi." buyurdu.
Abdullah bin
Mübârek hazretleri çok mütevâziydi. Doğru ve güzel sözü, bir çobandan bile duysa
kıymet verirdi.
Cömert idi.
Arkadaşlarına ve muhtaçlara para vererek yardımlarına koşardı. Süfyân-ı Sevrî,
Süfyân bin Uyeyne, Fudayl bin İyâd, İbn-i Semmâk, Mesrûk gibi zâtlara çok ihsânı
vardı.
Bir sene
hacca giderken bir çöplüğün yanından geçiyorlardı. Orada yerden ölü kuşu alan
bir kızcağız gördü. Ona hâlini sordu. O da; "Benden başka bir de kardeşim var.
Yoksuluz, bir şeyimiz yok. Üç gündür açız. Biz zengindik. Babamızın malı vardı.
Zulm ve haksızlıkla malını alıp öldürdüler. Gördüğünüz gibi muhtaç hâle düştük."
dedi. Gözleri yaşaran Abdullah bin Mübârek hazretleri yanındaki bin altından
40'ını memlekete dönmek için ayırdı, kalanının o kızcağızın âilesine verilmesini
emrederek; "Geri dönüyoruz bu seneki haccımız bu olsun." buyurup, geri döndü.
Abdullah bin
Mübârek misâfirperverdi. Canının istediği bir şeyi misafirsiz yemezdi. Sebebini
sorduklarında; "Kıyâmet günü misafir ile yenenden sual olunmayacağını duydum da
ondan." diye cevap verirdi. Onun çok ikrâmda bulunduğunu gören birisi; "Malınız
azalıyor, misâfire ikrâm işini biraz azaltsanız?" dediğinde; "Mal azalıyorsa,
ömür de bitiyor." buyurdu.
İnsanların
iyiliğini isterdi. Yanına sık sık gelen kötü huylu bir kimse birgün ondan
ayrıldı, gelmez oldu. Bunun ayrılmasına çok üzüldü; "Niçin üzülüyorsun?"
dediklerinde; "O zavallı gitti. O kötü huylar kendinden ayrılmadı. Onun haline
üzülüyorum. Bizim yanımızda bir müddet daha kalsaydı ahlâkı düzelebilirdi."
dedi.
Gördüklerinden ibret alırdı. Soğuk bir kış günü Nişâbur pazarında giderken,
sırtında yalnız bir gömleği olduğu için üşüyüp titreyen bir köleye rastladı.
Ona; "Efendine söylesen de sana bir palto alsa olmaz mı?" dedi. Köle; "Efendime
ne söyleyebilirim ki, o hâlimi görüyor ve biliyor." deyince, Abdullah bin
Mübârek hazretleri feryâd edip yere düştü. Kendine geldiğinde; "Sabrı ve kanâatı
bu köleden öğreniniz." buyurdu.
Firâset
sâhibiydi. Söylenen sözlerin inceliğine hemen vâkıf olurdu. Sehl bin Ali bin
Abdullah Mervezî, Abdullah bin Mübârek'in derslerine devâm ederdi. Bir gün;
"Artık senin dersine gelmeyeceğim. Çünkü, bugün gelirken, senin kızların dama
çıkmış, beni çağırıyorlardı. Benim Sehl'im, benim Sehl'im diyorlardı. Bunların
terbiyesini vermiyor musun?" dedi. Abdullah bin Mübârek, o gece talebesini
toplayıp; "Sehl'in cenâze namazına gidelim." dedi. Gidip, vefât etmiş buldular.
"Vefâtını nereden anladın?" dediklerinde; "Benim hiç câriyem yok. O gördükleri
Cennet hûrîleri idi. Onu Cennet'e çağırıyorlardı." dedi.
Din gayreti
çoktu. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet edilmesine hiç tahammülü yoktu. Kendisi
şöyle anlatır: "Bir ateşperest ile çalışıyorduk. Namaz vakti gelince ondan,
namaz kılarken, bana zarar vermeyeceğine dâir söz aldım. Bunun üzerine namaz
vaktinde rahatça bir namaz kıldım. Sonra ateşperest şahsın ibâdet zamânı geldi.
Şimdi sıra bende, ben ibâdet ederken, sen de zarar vermeyeceğine dâir söz ver
deyince, rahatça ibadet edebileceğini bildirdim.
Fakat
ateşperest ateşe tapmak üzere secdeye varınca, sözümde duramadım ve üzerine
atıldım. O anda; "Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir!" diye bir ses duydum
ve hemen geri çekildim. Ateşperest ibâdetini bitirince; "Evvelâ hücûm ettin.
Sonra niye vazgeçtin?" diye sordu. "Ben Allah'tan başkasına secde ettiğin zaman,
dayanamadım, üzerine atıldım. Seni öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda; "Söz
verdiğin zaman, ahdini yerine getir!" diyen bir ses, beni bu işten alıkoydu."
dedim. Bunun üzerine ateşperest; "Rab, senin rabbindir! Kendi düşmanı için,
dostunu bile azarlıyor! İşte huzûrunda müslüman oluyorum." diyerek Kelime-i
şehâdet getirdi.
Abdullah bin
Mübârek hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Muhtâc olanlar, ondan duâ
isterlerdi. Bir gün bir âmâ gelip; "Bana duâ buyurun da, Allahü teâlâ gözlerime
görme kuvveti versin!" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâya yalvarıp duâ eyleyince
derhal gözleri görmeye başladı.
Her işi
ilmine uygundu. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ilmine tam vâristi.
Sünnete uyar, bid'atten ve bid'at ehlinden nefret ederdi. Böyle kimselerle
oturmadığı gibi, oturanları da men ederdi. Zararını anlatır ve münâfıklık
alâmetlerinden olduğunu söylerdi.
Horasan
âlimlerinden Abdullah bin Ömer Serahbî şöyle buyurdu: "Bir keresinde bid'at
ehliyle oturup yemek yedim. Abdullah bin Mübârek bundan haberdâr olunca, bana;
"Seninle otuz gün konuşmayacağım." dedi ve öyle yaptı.
Başkasında
gördüğü bir kusuru münâsib bir lisanla anlatmaya çalışırdı. Huzûrunda birisi
aksırdı ve "Elhamdülillah" demeyi unuttu. O kimseye, suâl sorar bir edâ ile;
"Aksıranın ne demesi îcâb eder efendim?" dedi. O cevâben; "Elhamdülillah."
deyince, Abdullah bin Mübârek de; "Yerhamükellah." buyurdu. Bu rivâyeti bildiren
Muhammed bin Cemîl; "Bu edebli hareket bizi şaşırttı. Bu edebe hayrân olduk."
demektedir.
Buyururdu
ki:
"Biz çok
ilimden ziyâde az da olsa edebe muhtâcız."
"Âlimler
edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini
tanımasıdır."
"Âlimleri
hafife alanların âhireti, ümerâyı hafife alanların dünyâsı, dostlarını hafife
alanların mürüvveti yıkılır."
"Kalbinde
Allah korkusu çok az olan, dünyâ sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim
olduğunu söylerse şaşılır."
"Sâlih
kimselerden olmadığım hâlde, sâlihleri severim. Kötü kimselerden daha aşağı
olduğum halde, kötüleri sevmem."
"Eğer gıybet
etseydim, anamı, babamı gıybet ederdim. Çünkü sevâblarımın onlara verilmesi daha
hayırlı olur."
"Müstehabları
yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşek
davranmak, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da
mârifete, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz."
Birisine; "Allahü
teâlâyı murâkabe et!" dedi. O kişi; "Bu nasıl olur?" deyince; "Allahü teâlâyı
görür gibi ol." buyurdu.
"İnsan; nefs,
şeytan, münâfık gibi üç düşmanla karşı karşıyadır ve bunlardan kurtulmak çok
güçtür."
"Çalışıp
kazanma zahmeti çekmemiş kimsede hayır yoktur."
"İlmin
evveli niyet, sonra anlamak, sonra yapmak, sonra muhâfaza, sonra da yaymaktır."
"Nefsini
bilen Rabbini bilir." hadîs-i şerîfinin sırrına eren, nefsini sokakta gördüğü
köpekten aşağı bilir."
"Nice küçük
amel, niyetle büyür, nice büyük amel ise niyetle küçülür."
"Kim ilmi
ararsa öğrenir. İlmi öğrenen, günah işlemekten korkar. Günahtan korkan ondan
kaçar. Ondan kaçan ise kıyâmet günü hesaptan kurtulur."
"Şüpheli bir
kuruşu geri vermeyi, binlerce lira sadaka dağıtmaktan daha fazla severim."
"Din
kardeşimin bir ihtiyâcını görmem, bir sene nâfile ibâdet etmemden daha
önemlidir."
"İnsanların
en alçağı kimdir?" diye sorulunca; "Din kisvesi altında dünyâ menfaati
sağlayandır." buyurdu.
"İlimde
cimrilik yapan kişiye Allahü teâlâ üç belâ verir: Ya ölür, ilmi gider. Yâhud
unutur veya kendine ilmi unutturacak kimse ile dostluk kurar, öylece ilmi
gider."
"Ben,
peygamberlikten sonra ilimden daha üstün bir rütbe olduğunu zannetmiyorum.
Âlimlerden biri, bir ihtiyaçla karşılaşınca, onun ile meşgûl olur, okuyamaz.
Onun ihtiyâcını giderip, okumasını sağlamak daha makbûldür."
"İnsandaki
en üstün haslet hangisidir?" diye sorulunca; "Kâmil akıl." buyurdu. "Eğer o
yoksa?" dediler. "Güzel edebdir." buyurdu. "O da yoksa?" dediler. "Kendisiyle
istişâre edilecek şefkatli bir kardeş." buyurdu. "O da yoksa?" "Devamlı sükût."
buyurdu. "O da bulunmazsa?" dediklerinde; "Ölmek." buyurdu.
"Şu dört
cümle, dört bin hadîs-i şerîften seçilmiştir; kadına güvenme, mala aldanma,
mîdeni fazlaca doldurma, işine yarıyacak kadar ilim öğren."
"Bir âlimin
sakınması gereken en önemli husus; Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak
durması ve dünyâya gönül bağlamamasıdır."
"Dünyâ
sevgisi ve günahların istilâ ettikleri kalpten nasıl hayır beklenir."
"Allahü
teâlâya isyân ederken, O'nu sevdiğini açıklarsın. Bu ise kıyasta acâibdir. Eğer
sevgin doğru olsaydı, O'na itâat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itâat eder."
"Güzel
ahlâkı, bir cümlede hülâsa eder misin?" diye sorduklarında; "Kızmamaktır."
buyurdu.
Abdullah bin
Mübârek vefâtı yaklaştığı zaman bütün malını fakirlere verdi. Hizmetinde bulunan
bir talebesi; "Efendim, mâlûmunuz üç çocuğunuz var. Onlara mîras bırakmayacak
mısınız?" deyince:
"Onları
Allahü teâlâya emânet ediyorum. O, en iyi vekildir. Eğer çocuklarım, sâlih
olursa, cenâb-ı Hak, hiç ummadıkları yerden rızıklandırır. Yok, fâsık olurlarsa,
malımın kötü insanlara kalmasını istemem." buyurdu.
Vefâtı
ânında gözlerini açtı, güldü ve meâlen; "Amel edenler, bu ebedî nîmete kavuşmak
için çalışsınlar." (Sâffât sûresi: 61) âyet-i kerîmesini okudu.
Abdullah bin
Mübârek vefâtı esnâsında, âzâdlı kölesi olan Nasr'a; "Başımı toprağa koy!" dedi.
Nasr ağladı. "Niçin ağlıyorsun?" deyince; "Senin iki varlığını, servetini ve
şimdi de yoksul olarak ölümünü görüp ağlıyorum." dedi. İbn-i Mübârek; "Ağlama.
Zîrâ ben, Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi
istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da
onu terk etme." buyurdu.
Fudayl bin
Iyâd'ın oğlu Muhammed şöyle anlattı:
Abdullah bin
Mübârek'i rüyâmda gördüm. Ona; "En üstün amel nedir?" dedim. "İçinde
bulunduğundur." buyurdu. "Hudud boylarında beklemek de cihâd mıdır?" dedim.
"Evet." buyurdu. "Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı?" dedim. "Beni sonsuz
mağfireti ile mağfiret edip, izzet ve ikrâmlarda bulundu" dedi.
Misisli
İsmâil ibni İbrâhim anlatır:
Hâris bin
Atiyye'yi rüyâda görüp ona hâlini sordum; "Rabbim beni mağfiret etti." dedi.
"Abdullah bin Mübârek nerededir?" dedim. "O, her gün Allahü teâlânın huzûruna
çıkanlardandır." dedi.
Nevfel
anlatır:
"Abdullah
bin Mübârek'i rüyâda gördüm ve; "Rabbin sana ne muâmele yaptı?" dedim. O da;
"Beni mağfiret etti." buyurdu. "Süfyân-ı Sevrî'ye ne yaptı?" dedim. "O,
şehîdlerin içinde yüksek derecelerindedir." buyurdu.
Buyurdu ki:
"Ölümden
sonrası için ölmeden önce hazırlık yap"
"Kişi için
en güzel süs; sükût, doğruluk ve vakârdır."
"Allahü
teâlâdan korkan kimselerle berâber ol. Bid'at sâhipleriyle oturmaktan sakın!"
"Bir
kimsenin çoluğu-çocuğu, olup, onların ihtiyâcı için çalışsa, geceleri kalkıp
üzerleri açık olarak gördüğü evlâdının üzerlerini yorganları ile örtse, onun bu
çeşit işleri gazâ ve cihaddân daha üstündür."
Büyük
âlimler onu methetmiştir.
İbn-i İshâk
şöyle dedi: "Ben, Sahâbe-i kirâm ile Abdullah bin Mübârek'in işlerine, hâllerine
dikkat ettim. Onların aynı idi. Yalnız, Eshâb-ı kirâmın (r. anhüm) üstünlükleri,
Peygamber efendimizin eşsiz sohbetlerinde bulunmaktan ileri geliyordu."
Fudayl bin
İyâd: "Onu sevmemin asıl sebebi Allahü teâlâdan çok korkmasıdır."
Abdullah bin
Mus'ab: "Hadîs ve fıkıh ilmini, Arap edebiyâtını iyi bilen, şecâatı, ticâreti,
cömertliği ve yanında olmadıkları zaman da, arkadaşlarına muhabbeti kendisinde
toplamış mümtâz bir zât idi."
Eserleri:
1) Kitab-üz-Zühd ver-Rekâik:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmın ve
Tâbiîn'in ibâdet, tevekkül, tevâzû ve kanâata dâir sözlerinden meydana
gelmiştir. 2) Kitâb-ül-Cihâd: Cihad ile ilgili hadîs-i şerîfleri ihtivâ
eder. Keşf-üz-Zunûn'da bu ikisinin onun ilk eserleri olduğu
zikredilmektedir. 3) Müsned, 4) Kitab-ül-Birri-Ves-Sıla, 5)
Kitâb-üt-Tefsîr, 6) Kitabüt-Târîh, 7) Es-Sünen fil Fıkh.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ALLAHÜ TEÂLÂYI BİLİR MİSİN?
Bir gün
yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve;
"Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve
mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü
teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım,
Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl
sâhibini bilmez?" dedi.
-Allahü
teâlâ'yı ne ile biliyorsun?
-Bu
koyunlarımla.
-Bu
koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç
koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer
tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar,
cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır.
Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası
değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim
-Allahü
teâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir
şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle
olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu
koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben
çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar.
Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim.
Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına
benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:
-İyi
söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu
sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka
ne öğrenmişsin?
-Üç ilim
öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar
nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi
şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb
ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer
vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve
dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları
dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı
îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri
eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise
bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin
Mübârek, bunun üzerine:
-Ey çocuğum!
Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey
oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.
-Ey efendi!
Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen,
insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e
kavuşamazsın, dedi.
KIZIMI KİME VEREYİM?
Merv şehri
kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevkı sâhibi
kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu zâtın Mübârek adlı,
bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Aradan iki ay geçmiş meyveler
olgunlaşmış bolluk bereket gelmişti. Efendisi, Mübârek'ten üzüm isteyince,
toplayıp geldi. Getirdiği üzüm çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka
üzüm istedi. O da ekşi çıktı. Efendisi; "Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle
üzüm getiriyorsun?" demekten kendini alamadı. Mübârek; "Efendim! Ekşisini
tatlısını bilmiyorum!" diye cevap verdi. Bağ sâhibi; "Sübhanallah iki aydır
bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun." diye
çıkıştı. Mübârek onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu biliyordu.
Efendisi; "Niçin onlardan yemedin?" deyince; "Siz benden bağınızdaki meyvelerin
muhâfazasını istediniz. Yeyiniz demeyince alıp yemem uygun olur mu, emrinize
karşı gelebilir miyim?" cevâbını verdi.
Efendisi
böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu hâline hayran kaldı.
Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve hâlini çok sevmişti. Kölesine
dönerek; "Sana bir şey soracağım." diye söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım
var, malı makamı yüksek pekçok kimse onu ister. Hangisine vereceğimi ne
yapacağımı bilemiyorum. Bu hususda bir fikrin olur mu? Sen ne dersin?" diye
sordu. Mübârek, bu söze karşı şöyle dedi:
"Efendim!..
İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa; yahûdîler ve hıristiyanlar
güzelliğe, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında dindârlığa, Allahü
teâlâdan korkup, haramlardan sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve
makama bakılıyor. Artık bunlardan dilediğini seç."
Bunun
üzerine efendisi:
"Ben
dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek istiyorum. Çünkü
sende haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal, emânet ve güvenilirlik gördüm
ve bunları sende buldum." dedi.
O ise
kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca evlenmelerinin garib
karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Akıl da öyle
diyordu. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk eve gidelim." dedi. Eve varınca hanımına;
"Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek
istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin, fakat bir de kıza
soralım." cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince,
kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın
râzı olduğunu babasına anlatınca nikahları kıyıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına
gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile anne durumdan haberdâr olunca
dayanamadı; "Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp
yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde
bulundu. Bunun üzerine kâdı; "Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına
gitmiyorsun?" demekten kendini alamadı. Buna karşılık dâmâd:
"Ey
müslümanların kâdısı! Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne
haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak
olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü
teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.
Kırk gün
geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat ettiği için
Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.372
2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.162
3) Târih-i Bağdâd; c.10, s.152.
4) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.134.
5) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.33.
6) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.295
7) Abdullah bin Mübârek Mervezi; (Abdülmecîd Muhtesib,
Amman 1392)
8) Tabakât-ül-Kübra (Şa'rânî); c.1, s.59
9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.104
10) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.166
11) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.15
12) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.14
13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.97
14) İslam Târihi Ansiklopedisi; c.1, s.60
15) Ravd-ur-Reyyâhin; s.90
16) Nevâdir-ül-Âlem; s. 6,65,83
17) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; s.1027
|