ABDULLAH BİN EBÛ BEKR EL-AYDERÛS
Evliyânın
büyüklerinden. İsmi, Abdullah bin Ebû Bekr bin Abdürrahmân es-Sekâfî el-Ayderûs,
künyesi Ebû Muhammed'dir. 1408 (H.811) senesinde doğdu.
Babası,
Abdullah Ayderûs doğmadan önce Allahü teâlâya kendisine sâlih bir evlat vermesi
için yalvarırdı. Evine sohbet için birçok velî gelirdi. Bir defâsında onlardan
duâ istedi. Onlar duâ edince, o sırada gâibden bir ses duyuldu. Bu ses; "Duâ
kabûl oldu. İsteğiniz olacak." diye yankılanıyordu. Doğmadan önce dedesi;
"Doğacak bu çocuk büyük bir velî, doğu ve batının kutbu olacak." buyurdu.
Doğduktan sonra velîlerden olan dedesi ismini ve künyesini koyarak, mânevî
himâyesine aldı. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdullah Ayderûs, dedesinin
yanında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. 8 yaşında iken dedesi vefât etti. Vefât
etmeden önce Abdullah'ın şânının yüksek olacağını söyledi. Sonra yetişmesini
babası üzerine aldı. Babası ona çok değer verir ve; "Bu oğlum Abdullah'da
Peygamber efendimizin kokularından bir koku duyuyorum." derdi. Fakat 10 yaşına
basınca babası da vefât etti. Bunun üzerine yetiştirilmesini amcası Şeyh Ömer
Muhdâr üzerine aldı ve onu kızı ile evlendirdi.
Amcası Ömer
Muhdâr, aynı zamanda onu tasavvuf yolunda yetiştirdi. Amcasından birçok ilim ve
ism-i a'zamı öğrendi. Ayrıca Sa'd bin Abdullah Ubeyd, Abdullah Bahrâve, İbrâhim
bin Muhammed Hürmüz ve Abdullah Guşeyr'den fıkıh öğrendi, Tenbîh, Hulâsa
ve Minhâc kitaplarını okudu. Ayrıca Muhammed bin Hasan ve amcaları Ahmed,
Muhammed ve Hasan'dan tasavvuf ilmini öğrendi. Sayılamayacak kadar âlime
talebelik etti ve ilim öğrendi.
Abdullah
Ayderûs hep nefsine karşı çıktı. Yedi sene orucunu yedi hurma tanesi ile açtı ve
başka bir şey yemedi. Çok açlık çekti. Annesi yemek yemesini ister, o da
muhâlefet edemezdi. Fakat nefsi pay çıkardığı için bundan vazgeçti. Yirmi sene
bir yatakta yatıp uyumadı.
Ayderûsî
yirmi beş yaşında iken amcasıÖmer Muhdâr vefât etti. Bunun üzerine halk,
Muhammed bin Hasan'a mürâcaat ederek Ömer Muhdâr'ın vazîfesini yapmasını
istediler. O da istihâre yaptıktan sonra bu işe Abdullah Ayderûsî'nin daha lâyık
olduğunu söyledi. Ayderûsî ise bu vazîfeyi, genç olduğunu ve amcalarının bu işe
kendisinden daha lâyık olduğunu söyleyerek kabûl etmek istemedi. Fakat
amcalarının ısrarları üzerine, ders vermeye ve talebe okutmaya başladı. Dört bir
taraftan gelen talebeler kendisinden fıkıh, tefsîr, hadîs ve tasavvuf yolunu
öğrendiler. Sohbetlerinde devlet ileri gelenleri bulunurdu. İmâm-ı Gazâlî'nin
İhyâu Ulûmiddîn kitabını çok okurdu. Neredeyse ezberlemişti.Bunu
talebelerine de tavsiye ederek; "Bizim için kitap ve sünnetin dışında bir yol,
bir usûl yoktur. Bu yolu da musanniflerin efendisi, müctehidlerin sonuncusu,
Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn adlı eserinde açıklamşıtır.
Bu eser, Kitab (Kur'ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i şerîfler), tarîkat ve hakîkatin
açıklamasından ibârettir." buyurdu.
Abdullah
Ayderûsî cömerd, ikrâm sâhibi idi. Bütün malını, mevkıini müslümanlara tahsis
ederdi. Herkese durumuna göre muâmele eder ve herkesin seviyesine inerdi.
Konuştuğu kimse onun en çok kendisini sevdiğine inanırdı.
Abdullah el-Ayderûs;
dünyaya düşkün olmayıp haram ve şüpheli şeylerden çok sakınan bir zât idi.
Kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur.
Abdullah el-Ayderûs'un
hanımı Âişe binti Ömer Muhdâr çok ağır hasta oldu. Akrabâlarından bir hanım onun
odasına girdi. Âişe hanımın sanki nefes alması durmuştu. Kadın iyice anlamak
için, Âişe hanımı sağa sola çevirdi. Hiç ses alamadı. Abdullah el-Ayderûs'a
haber verince, hanımının yanına girdi. Dedikleri gibi nefes almadan yatıyordu.
Hanımına duâ edip üç defâ ismi ile seslendi, üçüncü seslenişte, Allahü teâlânın
izni ile hanımı cevap verdi ve hastalıktan kurtulmuş olarak kalktı.
Allahü teâlâ,
daha birçok hastaya, Abdullah el-Ayderûs hazretlerinin duâsı ile şifâ ihsân
etmiştir.
Şöyle
anlatılır:
Ali bin Ömer
Meşûs isimli sâlih bir zât vardı. Bu zât, bir gün hanımına bedduâ etti. Hanımı
bir hastalığa yakalanıp bîtâb düştü. Bunun üzerine pişman olan ve üzülen o zât,
hemen Ebû Muhammed el-Ayderûs'un yanına gidip durumu anlattı. Ebû Muhammed el-Ayderûs,
o zâtı bir daha bedduâ etmekten men etti ve; "Sen şimdi hanımının yanına git."
dedi. O zât hanımının yanına gittiğinde, onun, sapasağlam olduğunu gördü; "Sen
nasıl oldu da böyle iyileştin?" diye sordu. Hanımı; "Sen gittikten bir süre
sonra uyumuşum. Rüyâmda Şeyh Abdullah yanıma geldi ve benim üzerime Mâşâallah
okudu. Sonra da bana; "Kalk." dedi. Uyanıp kalktım ve Allahü teâlânın izniyle
yürüdüm." cevabını verdi.
Abdürrahmân
Hatîb isimli bir zâtın, sağ elinde bir yara çıktı ve kısa zamanda yayıldı. Eli
şişti. Bu durum karşısında çok korktu ve ne yaptı ise çâre bulamadı. Kime gitti
ise, yarası daha da azdı. Sonunda o zât Ebû Muhammed el-Ayderûs hazretlerinin
yanına gelip durumunu arz etti. Şeyh Ebû Muhammed, yarasına baktı. Sonra eliyle
şişkin olan yaranın üzerini meshetti. Bâzı ilâçlar sürdü. "Şifâ Allahü teâlâdan."
buyurdu. Orası iyileşti ve yaradan eser kalmadı.
Ebû Muhammed
el-Ayderûs zamânında, bulunduğu beldenin ileri gelenlerinden bir kişinin, bir
kız çocuğu vardı. O kişi kız çocuğunu çok severdi. Bir gün kızın gözü ağrımaya
başladı. Sonunda kızın gözü kapandı. O zât, kızını alarak, Şeyh Ebû Muhammed'in
yanına getirdi. Kızının sıhhate kavuşması için duâ istedi. Şeyh Ebû Muhammed,
şifâsı için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra eli ile gözün üzerine meshetti.
Allahü teâlânın izni ile o kızın gözleri iyileşti.
Süleymân bin
Ahmed-i Bahnâk şöyle anlatır:
Bir zaman
küffâr beldesinde idim. O sırada çok hastalandım. Yanımda Şeyh Abdullah el-Ayderûs'un
bir elbisesi vardı. Onu giydim ve Abdullah Ayderûs'u vesîle ederek Allahü
teâlâdan şifâ dileğinde bulundum. Sonra yatıp uyudum. Rüyâmda; kendimi katıra
binmiş gördüm, peşimde de bir grup çocuk vardı. Çocuklar; "Yâ Hannân, yâ Mennân
âfi Süleymân (Yâ Hannân, yâ Mennân Süleymân'a şifâ ver)!" diye yalvarıyorlardı.
Sabah kalktığım zaman, hastalığımdan hiç eser yoktu.
Abdullah el-Ayderûs'un
zamânındaki sultanın bir kız kardeşi vardı. Bu hanımın pekçok mücevheri vardı.
Bir gün mücevherler çalındı. Bu hâle sultan çok kızdı ve; "Mücevherleri kim aldı
ise, onu öldüreceğim." dedi. Abdullah el-Ayderûs bunu haber alınca, hemen
sultanın yanına gitti ve bir süre nasîhat etti:
"Yâ Sultan!
Sen hiç bir kimseye zarar verme. Mücevherler bulunur." dedi.
Bu söz
üzerine sultan ferahladı. Gece olunca, Abdullah el-Ayderûs yanına bir talebesini
alarak, sarayda çalışan bir görevlinin evine gitti ve mücevherlerin hepsini
istedi. O kişi, Abdullah el-Ayderûs'un heybetinden korkarak mücevherleri verdi.
Abdullah el-Ayderûs oradan ayrılıp, Şeyh Ömer mescidinin yanına geldi. Yanındaki
talebesini saraya gönderip, sultanın kız kardeşini çağırttı. O gelince, ona
mücevherlerinin nasıl olduğunu sordu. O da, hepsini bir bir târif etti. O
kişiden aldığı mücevherler arasında bulunan ve târif edilen vasıflara uyan
mücevherleri sultanın kız kardeşine verdi. Geri kalan mücevherleri de, sâhibine
götürüp teslim etti.
Bir gün
kadının biri küçük çocuğuyla birlikte bir bahçenin önünden geçiyordu. Kadın
bahçedeki meyvelerden çalmak istedi ve çocuğu bir kenara bırakıp ağaca çıktı.
Bir mikdâr meyve topladı. Aşağı indiğinde oğlunu hareketsiz bir hâlde buldu.
Bunun üzerine ağlayıp feryâd etmeye başladı. Oradan geçenler bu bahçenin Seyyid
Abdullah hazretlerine âid olduğunu söylediler. O zaman kadın tövbe etti.
Topladığı meyveleri geri verdi. Çocuğunu alıp giderken çocuğunun tekrar eski
hâline geldiğini gördü.
Abdullah el-Eyderûs
hazretleri bir gün bir yerde uyudu. Bu arada namaz vakti girdi. Bir zât onu
namaz kılması için uyandırdı. Namaz vaktinin girdiğini bildirdi. Bunun üzerine
Abdullah-ı Ayderûsî ona; "Ben namazımı cemâatle kıldım." dedi. O zât kendi
kendine; "Hâlbuki ben buradan hiç ayrılmadım. O ise cemâatle kıldığını
söylüyor." diye düşündü. Dışarı çıkıp gördüklerine; "Size namazı kim kıldırdı?"
diye sorunca onlar da; "Şeyh Abdullah-ı Ayderûsî" cevâbını verdiler. O zât bu
durumun Abdullah-ı Ayderûsî'nin kerâmeti olduğunu anladı.
Duâsı
makbuldü. Abdullah bin Ali Kesîri, vefât edince, oğulları Muhammed ile Bedr
arasında ihtilaf çıktı. Bedr, Şuyun denen yeri işgâl etti ve burada yaşayan Ebû
Bekr bin Herise isminde velî bir zâtı hapsedip çeşitli eziyet ve işkenceler
yaptı. Bunun üzerine o zâtın talebeleri Abdullah-ı Ayderûsî'nin huzûruna gelip
hocalarına yapılan işkencenin hafifletilmesi ve hapisten kurtulması için duâ
etmesini istediler. Ona duâ edip, korkmaması için haber gönderdi. Ebû Bekr bin
Herise bundan sonra yapılan işkencelerden acı duymadı. Bir müddet sonra onu
hapishâneden çıkardılar.
Vefâtı
yaklaştığında talebelerine, sevdiklerine tavsiye ve nasîhatta bulundu. Oğlu Ebû
Bekr'i yerine şeyh tâyin etti. Diğer çocuklarına; "Artık bu diyâra dönemeyiz."
dedi. Hazırlık yaparak yolculuğa çıktı. Uğradığı her köyde halka nasîhat etmek
için bir müddet kalırdı. Şuhr denen şehre vardığında bütün halk onu karşılamak
üzere yola çıktı. Burada bir ay kadar kaldı. Pazartesi ve perşembe günleri vâz
ve nasîhatlerde bulunurdu. Sonra ayrıldı. Yolda rahatsızlandı. Yanındakilere,
dostlardan, vatandan ayrı kalmak ile ilgili kasîde okumalarını emretti. Terim
şehrine vardığında 54 yaşında iken 1460 (H.865) yılında vefât etti. Zembîl
kabristanına defnedildi.
Abdullah el-Ayderûs'un diğer
kerâmetleri, Fethullah el-Kuddûs fî Menâkibi Abdullah el-Ayderûs adlı
eserde anlatılmaktadır.
Abdullah el-Ayderûs'un
yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) El-Kibrît-ül-Ahmer, 2) Şerhü
Kasîdet-is-Sa'îd, 3) Menâkıb-i Sa'd bin Ali.
KERAMET VE MENKÎBELERİ
YÜZ VERMEDİN!
Fakîh Îsâ
bin Muhammed şöyle anlatır:
Uzak bir
diyârda idim. Abdullah el-Ayderûs'u açıkça bulunduğum yerde görmeyi temenni
etmiştim. Mescide gittim. Oraya bir dilenci ve yanında birisi gelip benden bir
şey istedi. Bir şey vermedim. Oradan ayrılıp başka yere gittim. O dilenci ve
yanındaki kişi benim arkamdan geldi. Sonra yine yanıma yaklaşarak benden bir
şeyler istedi. Yine yüz vermedim. Bunun üzerine o dilenci ve yanındaki ayrılıp
gitti. Bir müddet sonra ben, Abdullah el-Ayderûs'un bulunduğu yere döndüm. Şeyh
Abdullah'ın yanına giderek; "Ben sizi gittiğim yerde alenen görmeyi temenni
ettim. Lâkin bu isteğim hâsıl olmadı." dedim. Bunun üzerine Ebû Muhammed el-Ayderûs
; "Sana alenî görünmem hâsıl oldu. Falan gün duhâ vaktinde sen falan mescidde
idin. Senin yanına bir dilenci geldi. Yanında birisi de vardı. Senden bir şeyler
istediler. Onlara bir şey vermedin. Sonra kalkıp bir yere gittin. Onlar da seni
tâkib etti ve yine bir şeyler istediler. Yine yüz vermedin. İşte o dilencinin
yanındaki ben idim. Ben, senin yanına o kılıkla gelmiştim." dedi. Ben; "Efendim!
Sizin dedikleriniz doğrudur. Fakat o size fazla benzemiyordu." deyince, Şeyh
Abdullah da; "Eğer ben bu hâlimle senin yanına gelse idim, sen beni tanır ve
insanlara haber verirdin." buyurdu.
KAYNAKLAR
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.123.
2) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.38
3) El-Meşre-ur-Revî; c.2, s. 153 |