ABDULLAH-I DEHLEVÎ
Hindistan
evliyâsından. Silsile-i aliyye denilen büyüklerden olup, seyyiddir. 1745 (H.
1158)'te Hindistan'ın Pencab şehrinde doğdu. 1824 (H. 1240) senesinde Delhi'de
vefât etti. Kabri Şâhcihân Câmii yakınındaki dergâhındadır. Binlerce seveni her
zaman ziyâret edip, feyz almaktadır.
Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerinin babası, Abdullatif Efendi âlim, sâlih, zâhid, dünyâya
rağbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda bir zât idi. Bu yolu
Hızır'la görüşmüş olan hocası Şeyh Nâsırüddîn Kadîrî'den aldı. Ayrıca Çeştiyye
ve Şettâriyye yollarından da feyz almıştı. Tasavvuf yolunda kemâle, olgunlaşmaya
çalışırdı. Haram yemekten son derece sakınır, kırlarda yetişen meyvelerle
yetinir, nefsini terbiye etmek için uğraşırdı. Sahrâlarda Allahü teâlânın ism-i
şerîfini anarak dolaşır, yarattıklarına bakar, O'nun büyüklüğünü tefekkür edip
düşünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.
Bir gün
rüyâsında hazret-i Ali ona şöyle dedi:
"Ey
Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o ilerde büyük bir zât
olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın."
Seyyid
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de annesine rüyâsında; "Yakında dünyâya bir
oğlun gelecek. Ona bizim ismimizi koyarsın." buyurdu. Resûlullah efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem de evliyâdan bir zât olan amcasına rüyâsında,
doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini
babası, Ali, annesi Abdülkâdir, amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı
yaşına gelince, hazret-i Ali'ye karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip
Ali'nin hizmetçisi mânâsına Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.
Abdullah-ı
Dehlevî hazretleri Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur'ân-ı kerîmi
kısa zamanda ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi.
Delhi'de hocası şeyh Nâsırüddîn'in hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde
yetişip, Kâdiriyye yoluna girmesi için, oğlu Abdullah'ı Delhi'ye çağırdı.
Abdullah-ı Dehlevî Delhi'ye vardığı gece Şeyh Nâsırüddîn vefât etti.Babası;
"Oğlum! seni Şeyh Nâsırüddîn'den Kâdiriyye yolunu alman için çağırmıştım. Nasîb
değilmiş. Artık, sana nereden irşâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin."
dedi.
O sırada
Delhi'de Çeştiyye büyüklerinden, Şeyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Şeyh
Ziyâüddîn, Şeyh Abdüladl, Şeyh Mîr Dered bin Şeyh Nâsır, Mevlâna Fahrüddîn ve
başkaları vardı. Yirmi iki yaşına kadar onların huzûrunda ve sohbetlerinde
bulundu. Bu sırada gönlünden, yine Delhi'de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin dergâhına gitmek geldi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin
huzûruna varıp, kendisini talebeliğe kabûl buyurmasını istedi. O da:
"Sen zevkin
ve şevkin olduğu yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir." buyurdu.
Abdullah
Dehlevî ise; "Zaten benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur." dedi. Mazhar-ı
Cân-ı Cânân hazretleri; "Mübârek olsun."buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu
Nakşibendiyye yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını
ve edeblerini öğretti. Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle
şereflendi. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icâzet, diploma
alıp, halîfesi oldu.
İlk
zamanlarda, "Nakşîbendiyye yoluna girmemden Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir-i
Geylânî hazretleri râzı olurlar mı?" diye tereddütler geçirmişti. Bir gün
rüyâsında gördü ki, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makâma gelip
oturdu. O makâmın tam karşısına da Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn hazretleri
teşrif etti. Şâh-ı Nakşibend'in yanına gitmek istedi. Bu sırada Gavs-ül-a'zam;
"Maksat, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır. Sıkılmayın, gidin." buyurdu.
Elinde malı,
mülkü kalmadığı için başlangıçda geçim zorlukları ile karşılaşan Abdullah-ı
Dehlevî hazretleri, dâimâ tevekkül üzere oldu. Eski bir hasırı yatak, bir tuğla
parçasını yastık edindi. Bu şekilde, on beş sene kanâat köşesinde oturdu. Bir
defâsında o kadar çâresiz kalıp, bitkin düştü ki, "Artık bulunduğum bu hücre
benim mezârım olacaktır." diye düşünmeye başladı. Nihâyet Allahü teâlânın
yardımı yetişti. Tanımadığı birisi, bir mikdâr para bırakıp gitti. O günden
sonra devamlı Allahü teâlânın bu şekilde yardımına kavuştu.
Hocasının
vefâtından sonra yerine geçip, talebe yetiştirmeye başladı. Uzak yakın her
yerden, Diyâr-ı Rum, Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehr'den pek çok
talebe, ilim ve feyz almak, sohbeti ile şereflenmek için yarışırcasına yanına
koştu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Şeyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid İsmâil Medenî gibi
bâzıları Resûlullah efendimizden aldığı mânevî emirle geldi. Bazısı, sâdâtın, bu
yolun büyüklerinin mânevî işâreti ile koşup teslim oldu. Şeyh Muhammed Can
bunlardandı. Bâzısı ise,Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini rüyâda görüp geldi.
Dergâhında
iki yüz kişi civarında talebe vardı ve onların ihtiyaçlarını temin ederdi.
Bununla berâber, dâimâ mütevâzî ve gönlü kırık bulunurdu. Bir gün bir köpeği
görüp; "Yâ Rabbî! Ben kimim ki, seninle, sevdiklerim arasında vâsıta olayım. Bu
yarattığın hürmetine bana merhamet eyle!" buyurdu.
Peygamber
efendimizin sünnet-i seniyesine uygun yaşamaya çok gayret ederdi. Az uyur,
teheccüd, gece namazına kalktığında uyuyanları da kaldırırdı. Sonra murâkabeye
oturur, peşinden Kur'ân-ı kerîm okurdu. Kur'ân-ı kerîmden her gün on cüz okurdu.
Sabah namazını kıldıktan sonra talebeleriyle beraber işrak vaktine kadar zikir,
Allahü teâlâyı anmak ve murâkabe, nefs muhâsebesi ile meşgul olurdu. Sonra hadîs
ve tefsîr derslerine başlarlar bu hal zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek
yenirdi. Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek gönderse yemez, talebelerinin
de yemesini istemez, komşularına hediye gönderirdi. Birisi para gönderse,
şüpheli bir durumu yoksa, İmâm-ı a'zam hazretlerinin ictihadına göre bir sene
dolmadan mal nisaba ulaştığında zekât vermek câiz olduğundan önce onun zekâtını
verirdi. Çünkü bir kuruş zekât vermenin binlerce lira sadaka vermekten kat kat
üstün olduğunu bilirdi. Sonra kalan paranın bir kısmı ile helva ve başka şeyler
yaptırır dervişlere dağıtır, bir kısmı ile dergâhın borçlarını öder, birazını da
yanına gelen ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Öğleye yakın sünnet-i şerîfeye uymak
için bir müddet kaylûle yapar, uyur, kalkıp bir mikdâr yemek yiyip dînî kitablar
okumak, bâzı mevzular üzerinde yazılan yazıları gözden geçirmek ve yazılması
lâzım olanları yazmakla uğraşırdı. Öğle namazını kılıp, ikindiye kadar, hadîs ve
tefsîr dersi verirdi. İkindiyi kıldıktan sonra, hadîs-i şerîf, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i
Kuşeyrî'yi okur, sonra güneş batıncaya kadar talebeleriyle zikir ve murâkabe
ile meşgul olurdu. Akşam namazından sonra, mânevî teveccühleri ile
talebelerinden ileri gelenlerinin ilerlemelerini sağlardı. Yatsıyı kıldıktan
sonra geceyi zikr ve murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku bastırdığında seccâdesi
üzerinde sağ yanı üzere yatardı. Bazan otururken uyuyakalırdı. Hayâsının
çokluğundan ayağını uzattığı görülmezdi.
Kur'ân-ı
kerîmi okumakdan ve dinlemekten çok hoşlanır şevk hâlinin gâlib olduğu zamanlar
dinleyince kendinden geçer ve; "Daha okumayınız, dayanamıyorum." buyururdu.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sini de çok okutup, dinlerdi. Bu
esnâda vecd hâli hâsıl olur, coşar, ilâhî muhabbete gark olurdu. Fakat
başkalarının yaptığı gibi dînin emir ve yasaklarına uymayan halleri görülmezdi.
Her hâli dine uygun olurdu.
Emr-i mâruf
ve nehy-i an'il-münker yapar, insanlara Allahü teâlânın emirlerini hatırlatır,
yasaklarından sakınmalarını emrederdi. Bir kerre Şimşîr Bahâdır Han papazlara
mahsus bir şeyi giyerek huzuruna geldi. Onu o hâlde görünce darılıp bu vaziyette
yanında oturmamasını istedi. Bahadır Han, bu kadarına müsâde etmezseniz, bir
daha yanınıza gelmem dedi. "Allahü teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi
nasîb etmesin." buyurdu. Huzûrundan kızarak ayrılan Bahadır Hanın içi rahat
etmeyip, üzerindeki o şeyi çıkarıp, huzuruna gelerek affını istedi ve talebesi
oldu.
Dünyâya ve
dünyâlığa rağbet etmezdi. Zamânın pâdişâhı defalarca dergâhın ihtiyaçlarını
karşılayacak bir yardımda bulunmayı teklif ettiği halde, kabûl etmedi. Vâlî Emir
Han da dergâhın ihtiyaçları için yardım teklif ettiğinde talebelerinden Raûf
Ahmed'e; "Hediye gönderen Emîr Hana şu beyti cevap olarak yazınız.
Biz fakr-ü
kanâati şeref biliriz,
Emîr Hana
söyleyin mukadderdir rızkımız.
Ve biz,
Allahü teâlânın meâlen; "Semâda ise, rızkınız ve vâd olunduğunuz Cennet
vardır." (Zâriyât sûresi: 22) âyet-i kerîmesine güveniriz.
Bir
sıkıntısı olduğunda din büyüklerinin yardımına kavuşurdu. Şöyle anlatır.
Bir
defasında karnım ağrımıştı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım
istedim. O anda kendisini gördüm. Yanıma teşrîf edip, rahatsızlığımı giderdiler.
Peygamber
efendimizi son derece seven Abdullah-ı Dehlevî, O'nun şerefli ismini duyduğunda,
kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere hizmetçisi ona; "Resûlullah'ın
sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar buyurdukları bir zâtsın."
demişti. Bu sözden duyduğu mânevî hazla birden yüzlerinin rengi değişti ve
hizmetçinin alnından öpüp; "Ben kim oluyorum ki, Resûlullah efendimizin manzûru
olayım." deyip tevâzu gösterdiler.
Yakın
talebeleri anlatırlar; "Mübârek hocamızın odasından zaman zaman çok güzel
kokular duyardık. O zaman, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ile
büyük âlim ve evliyânın rûhlarının ziyârete geldiklerini anlardık. Hocamız,
Peygamber efendimizin sünnet-i şerîflerine o kadar bağlıydı. Bir gün bize; "Biz
muhabbet şerbetini içenlerdeniz. Bizim muhabbetimizin artmasına sebep;
kalblerimize çeşit çeşit zevk bahşeden hadîs-i şerîfler ve salevât-ı
şerîfelerdir." buyurdu.
Giyiminde
Resûlullah efendimize uyar, O'nun gibi sert ve kalın elbise giyerdi. Birisi
kıymetli bir elbise getirse onu satar, parasıyla birkaç elbise alır, fakirlere
sadaka olarak dağıtırdı. "Birkaç kişinin giyinmesi bir kişinin giyinmesinden
daha iyidir." buyururdu.
Buyurdular
ki:
Rüyâda
Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem sual edip; "Yâ Resûlallah;
"Rüyâda, beni gören gerçekten beni görmüştür." sizin hadîsiniz midir? dedim.
"Evet." buyurdu. Devamlı tesbih, sübhânellah ve tahmîd, elhamdülillah okuyup,
mübârek rûhuna hediye ederdim. Bir defâ okuyamadım. Rüyâda Resûlullah'ı,
Tirmizî'nin Şemâil'inde anlatılan şekilde gördüm. Geldiler ve;
"Okumadın!" buyurdular.
Bir defâ
Cehennem ateşi korkusu beni kapladı. Rüyâda Resûl-i ekremi sallallahü aleyhi ve
sellem gördüm. Geldi ve; "Bizi seven, Cehennem'e girmeyecek." buyurdu.
Hiçbir
kerâmet ve hârika, Allahü teâlâyı sevmek ve peygamberlerin efendisine sallallahü
aleyhi ve sellem tâbi olmak gibi olamaz. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinde bu iki
haslet ziyadesi ile var idi.
Talebelerinin gönüllerine tasarruf eder, Hakk'ın feyz ve bereketlerini onların
kalblerine akıtırdı. Bu büyük iş, onda çok görüldüğünden binlerce talebenin
kalbi devamlı Allahü teâlâyı anar hâle getirdi. Yüzlercesini cezbelere ve ilâhî
feyzlere kavuşturdu. Çoklarını yüksek makam ve hâllere eriştirdi. Bununla
berâber kerâmetleri, Allahü teâlânın izni ve ilâhî ilhâm ile gaybdan haber
vermeleri olurdu.
Abdullah-ı
Dehlevî'nin talebelerinden iki tanesi bir yolculuktan hocalarına dönüyordu.
Yolda kendi aralarında konuşurlarken; "Hocamızın yüksek huzurlarına
kavuştuğumuzda, bize ikrâm olarak ne istiyelim?" dediler. Biri; "Bana bir
seccâde vermesini isterim." öbürü; "Bana bir takke vermesini arzu ederim." diye
konuştu. Huzurlarına varınca, Abdullah-ı Dehlevî herkese, arzu ettiği şeyi ikrâm
etti.
İnsanların
müşkillerini çözer, derdleri ve istekleri için duâ ederdi. Çoklarının işleri
onun duâları ile hallolurdu.
Beyt:
İşlerinin olması mutlak Allah'dandır,
Sakın
zannetmeyin bu, kullardandır.
O yüksek
makamlar sâhibinin her sözü hârika olup, Allah'ın Peygamberinin sallallahü
aleyhi ve sellem mûcizelerinin şuaları idi.
Birçokları
Abdullah-ı Dehlevî'yi rüyâda görüp, büyüklerin yolunu anlar, içine düşen şevk
ile huzûrlarına gelir, yüksek makamlara kavuşup, memleketlerine dönerdi.
Talebeleri çok olduğu hâlde, teveccühleri ile herbirini makamdan makâma geçirir,
hâlden hâle kavuştururdu. Teveccühünün kuvveti sâyesinde, senelerce sürecek
işleri, günlere sığdırırdı. Pek çok fâsık, fâcir ve günahkar, yüksek nazarları,
bakışları ile tövbe edip, doğru yola geldiler. Bir kısım kâfirler de küçük bir
iltifâtı ile müslüman oldular.
Bir gün
yakışıklı bir gayr-i müslim genç, Abdullah-ı Dehlevî'nin meclisine, severek
gelip, sohbetini dinlemeye başladı. Mec.
Meclistekilerin hepsi bu hâle hayret ettiler. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin
mübârek nazarları o gence değince, gencin kalbinde bir değişiklik oldu. Hemen
müslüman oldu.
Beyt:
Evliyâyla, onları candan severek otur,
Onlarla oturan kul, kalkınca sultan olur.
Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerine hasta sâhipleri gelir, hastalarının şifa bulması için duâ
etmesini isterlerdi. O da, gelenleri boş çevirmez, sıhhate kavuşmaları için duâ
buyururdu. Allahü teâlâ, böyle sevgili bir kulunun duâsını kabûl buyurduğu için,
hasta ânında iyi olurdu. Bunu işiten herkes, Abdullah-ı Dehlevî'nin hâne-i
saâdetlerinin önünde birikip, dertlerine derman ararlardı.
Talebesinden
Mevlevî Kerâmetullah, zâtülcenb hastalığına yakalanmışdı. Abdullah-ı Dehlevî
hazretlerinin elini hastanın üzerine temas ettirmesiyle, hastalık Allahü
teâlânın izniyle geçti.
Delhi
Câmisinin imâmı Mevlevî Fadl Ahmed'in çocuğu uzun zamandır hasta yatıyordu. Bir
gece rüyâda, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kendi evine gelip, hasta oğluna bir
şey içirdi. Sabah olunca oğlunun tamâmen iyileştiğini gördü. Çok sevindi. Sıdk
ve hâlis bir niyet ile biraz para alıp, huzûruna geldi ve; "Bunları kabûl
ediniz." diye arzetti. Abdullah-ı Dehlevî tebessüm edip; "Bu bizim geceki
hizmetimizin ücreti midir?" diyerek keşf-i kerâmet buyurduğunda, Mevlevî Fadl
Ahmed; "Hayır efendim, bunlar, bu geceki, lütuf ve inâyetinize şükür bile
olamaz." dedi.
Abdullah-ı
Dehlevî, bir gün Hakîm Nâmdâr Hanı ziyârete gitti. Onu sekerât hâlinde,
gözlerini kapamış ve şuûru gitmiş buldu. Yakınları; " Hastalığının gitmesi için
Allahü teâlâya teveccüh ediniz" dedi. O da, hastaya bir baktı. O anda hastanın
şuûru yerine geldi, gözlerini açtı. Bir müddet onunla konuştu. Abdullah-ı
Dehlevî kalkıp mübârek adımını, kapısından dışarı atıp çıkınca hasta hemen vefât
etti.
Ölüm hâline
yaklaşan birisini, dostlarından biri sırtına alıp, seher vaktinde Abdullah-ı
Dehlevî'nin huzûruna getirdi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri duâ ettikten sonra
hastaya teveccüh buyurdu, o anda hasta iyileşti.
Talebelerinin büyüklerinden Mîr Ekber Ali'nin akrabâsından bir kadın
hastalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden, hastalığının azalması için duâ
ricâ etti. Fakat o duâ etmedi. Duâ etmesini istirhâm edince; "Bu kadın, on beş
günden çok yaşamaz." buyurdu. Allahü teâlânın takdîri ile on beşinci gün vefât
etti. Lâkin Mîr Ali, kadına teveccüh edip, hastalığının kalkmasına uğraşdı. Ama
yaşamasına fayda vermedi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri cenâzesinde bulundu ve;
"Mîr'in teveccühlerinin bereketi, bu hanımın üzerinde açıkça görülmektedir."
buyurdu.
Delhi'de
kıtlık, kuraklık olmuştu. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çıkıp,
kızgın güneşin altında oturdu ve yağmur yağması için Allahü teâlâya niyazda
bulundu. Çok geçmeden yağmur yağdı.
Talebelerinin ileri gelenlerinden Ahmed Yâr, ticâret için sefere çıkmıştı.
Dönerken hocası Abdullah-ı Dehlevî'yi yanında yürüyor gördü. Ahmed Yâr'a; "Hızlı
yürü, kâfile geride kalsın! Çünkü yolda, soyguncular, yol kesiciler vardır.
Kâfileyi basmak istiyorlar." buyurdu ve kayboldu. Ahmed Yâr sonradan bu
hadiseyi; "Acele ettim. Kervândan çok ileri geçtim. Yol kesiciler gelip,
ardımdan kâfileyi bastılar. Ben kurtuldum. Sağ sâlim evime geldim." diye
anlattı.
Hazret-i
Zülf Şâh anlattı:
Abdullah-ı
Dehlevî'yi ziyârete gidiyordum. Fakat onu hiç görmemiştim. Memleketim Delhi'den
çok uzaktı. Yolu şaşırdım. Heybetli bir zât karşıma çıkarak yolu gösterdi. "Sen
kimsin?" dedim. "Ben, ziyâreti için yola çıktığın kimseyim." buyurdu. Bu hâl,
başımdan iki kere geçti.
Ahmed Yâr'ın
amcası, sultan tarafından hapsedilmişti. Ahmed Yâr ağlayarak hocasının huzûruna
geldi ve durumu arz etti. Abdullah-ı Dehlevî; "Birisini gönder, onu hapisten
çıkarsın." buyurdu. Ahmed Yâr ise; "Bu nasıl olur, kale muhafız askerler ve
nöbetçilerle kuşatılmıştır." dedi. Hocası da; "Sen orasını düşünme, sözümü dinle
git, onu kurtarırsın." buyurdu. Ahmed Yâr; "Gittik, onu hapisten kurtardık ve
nöbetçilerden hiçbiri bize müdâhalede bulunmadı." diye anlattı.
Abdullah-ı
Dehlevî'nin huzûruna bir şahıs gelip; "Ey efendim! Oğlum iki aydan beri
kayıptır. Çocuğumu bana vermesi için Allahü teâlâya duâ eder misin?" dedi. O da;
"Çocuğunuz evdedir." buyurdu. Gelen çok şaşırarak; "Ben şimdi evden buraya
geldim." deyince tekrar; "Evinize gidiniz. Çocuğunuz evdedir." buyurdu. O kimse
emre uyarak evine gitti ve gerçekten çocuğunu evde buldu.
Meyân Ahmed
Yâr anlatır:
Bir gün
mübârek hocam ile birlikte, kızı vefât etmiş olan yaşlı bir hanımın evine
tâziyeye gittik. Hazret-i Şeyh, o hanıma hitâben; "Allahü teâlâ, sana ona
karşılık daha iyisini ihsân eder." dedi. Kadın; "Hocam! Ben ihtiyârım, kocam da
çok ihtiyârdır. Bu durumda bizim artık çocuğumuz olmaz." diye cevap verince,
hocam; "Hak teâlâ her şeye kâdirdir." buyurdu. Sonra birlikte o evden çıktık ve
eve bitişik bir mescide geldik. Hocam abdestini tâzeledi ve iki rekat namaz
kıldı. O kadına çocuk vermesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra bana dönüp; "Allahü
teâlâya, o kadına bir çocuk vermesi için arz-ı hâcette bulundum. Duâmın kabûl
olduğuna dâir alâmetleri gördüm. İnşâallah çocuğu olacaktır." buyurdu. Daha
sonra hocamın buyurduğu gibi, Allahü teâlâ, o kadına bir oğul verdi ve çok
yaşadı.
Onu üzenler
yaptıklarının zararını görürlerdi.
Hakîm
Rükneddîn Han başvezir olunca, Abdullah-ı Dehlevî, sevdiklerinden birini bir iş
için ona gönderdi. Rükneddîn Han ilgilenmedi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbi
kırıldı. Kısa bir süre sonra hiçbir sebep yok iken Rükneddîn Han azlolundu ve
bir daha o yüksek makâma gelemedi. Başka bir seferinde Delhi vâlisine kalbi
kırıldı ve o gün vâli azledildi.
Mübârek
dergâhlarının yakınında, Eshâb-ı kirâma düşman olan biri vardı. Abdullah-ı
Dehlevî'nin talebesi çok olduğundan dergâh küçük geliyordu. Bunun için
genişletilmesi lâzımdı. Kadından, o yeri istediler. Kadın vermedi. Nihâyet
Delhi'nin ileri gelenlerinden Hâkim Şerîf Hanı ona gönderdiler ve; "Eğer satıp,
para almaktan utanıyorsan, kıymetini gizli olarak gönderelim. Siz, nezr, hediye
gibi bir isimle bize verdiğinizi söyleyin." dediler. Allahın velî kullarına
düşman olan bu kadın, Hâkim'in sözünü kabûl etmedi. Ayrıca Abdullah-ı Dehlevî
hakkında, râfızîlerin âdetleri olduğu üzere çirkin, kaba sözler söyledi. Hâkim
kalktı. Abdullah-ı Dehlevî'nin yanına geldi ve durumu anlattı. Abdullah-ı
Dehlevî hazretleri ellerini açarak; "Yâ Rabbî, söylediklerini duydun!" dedi.
Allah'ın takdîri ile o evde bulunanlardan bir çocuk hâriç, hepsi kısa zamanda
öldü. Çocuk da hastalandı. Anladılar ki, yaptığımız kötü iş sebebiyledir. O
çocuğu Abdullah-ı Dehlevî'nin huzuruna gönderdiler. O yeri de hediye ettiler.
Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerinin en büyük kerâmeti, yetiştirdiği binlerce âlim ve
evliyâdır. Bunlar içinde en büyükleri; Mevlânâ Hâlid Ziyâeddîn Bağdâdî, Ebû
Sa'îd Fârûkî, Mevlânâ Beşâretullah, Mevlânâ Pîrzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ
Muhammed Cân, Mevlânâ Fâdıl Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa'dullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh
Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh Gulâm Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlâna Seyyid
Ahmed, Mevlânâ SeyyidAbdullah Mağribî, Mevlânâ Pîr Muhammed ve Mevlânâ Muhammed
Münevver'dir.
Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerinin gönülleri ferahlatan, kalplere neşe ve sevinç veren söz ve
sohbetleri ayrı bir nîmet sofrası idi. Buyururdu ki:
"Dünyâ
sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Günahların başı ise küfrdür, îmânsızlıktır."
"Hizmet
görmek isteyen hocasına hizmet etsin."
"Nefsinin
arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen
onun kulu olursun."
Abdullah-ı
Dehlevî hazretleri yanında bulunanları terbiye edip, yetiştirdiği gibi uzakta
olanlara da mektupları ile doğru yolu anlatır, gaflet, Allahü teâlâyı ve âhireti
unutmaktan uyandıracak nasîhatlarda bulunurdu.
Bir
mektûbunda şöyle buyurdu:
Yüksek
makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok
bahsettiler. Bunun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektubu
yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh
ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil
uzatma, ayıblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler şeklinde
açık günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kılma,
boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını düşünmeden Kur'ân-ı
kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı
nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel
defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine
gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat,
âfiyet ve rahatlık verildi, hepsinin şükründe kusûr ve eksiklik eyledik.
Pişmanlıklar olsun ki, Kur'ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eşsiz iki
nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz.
Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin
huzûrunda kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve
liyâkâtsizlikle, şefâat ve magfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü
teâlânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâmelesine
güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.
Ölüm
başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli işledik. İyiler
Cennet'e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk'ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi
gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, bırakmayacak
şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın.
Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp,
gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâhede ve can çıkarırcasına gayretle
ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak teâlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn
Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları
hatırlayınız. Gıyâbî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her
zaman duâ ediyoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)
Abdullah-ı
Dehlevî namaz hakkında şöyle buyurdu: Namazı cemâatle kılmak ve "tumânînet"
(rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durması) ile
kılmak, rükû'dan sonra "kavme" (kalkıp, ayakta her uzv yerine yerleşecek şekilde
dik durmak) yapmak ve iki secde arasında "celse" (dik durma) yapmak bizlere
Allahın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu
bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdıhân, bu ikisinin
vâcibliğini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanın vâcib olduğunu ve
bilerek yapmıyanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir. Müekked sünnet
olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafif
görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazın kıyâmında, rükûunda,
kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zamânında, ayrı ayrı, başka
başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur.
Bütün
ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur'ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek (ya'nî
sübhânallah demek), Resûlullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfâr
etmek ve ihtiyaçları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek O'na duâ etmek namaz
içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar.
Hayvanlar, rükû hâlinde, cansızlar da ka'dede, oturuyor gibi yere
serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz
kılmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla şereflenen, Allahü
teâlânın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce
peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.
Resûlullah
efendimiz; "Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır." buyurdu. Bu hadîs-i
şerîf; "Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme
rahatlık geliyor." demektir. Bir hadîs-i şerîfte; "Yâ Bilâl! Beni
rahatlandır!" buyruldu ki; "Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve namazın ikâmetini
söyleyerek, beni rahata kavuştur." demektir. Namazdan başka şeyde rahatlık
arayan bir kimse, makbûl değildir. Namazı zâyi eden, elden kaçıran, dînin diğer
emirlerini daha çok kaçırır.
Îmânı
olmayan kimsenin Cehennem ateşinde sonsuz yanacağını Peygamber efendimiz haber
verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna,
bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Ateşte sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi
bir insan sonsuz olarak ateşte yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını
kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketten kurtulmanın çâresini arar.
Bu ise, çok
kolaydır. "Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın O'nun
son peygamberi olduğuna ve O'nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna
inanmak" insanı bu sonsuz felâketten kurtarmaktadır. Bir kimse ben bu sonsuz
yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten
kurtulma çârelerini aramıyorum, derse, buna deriz ki: "İnanmamak için elinde
senedin, vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?" Elbet
vesîka gösteremeyecektir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna
zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, "Sonsuz olarak
ateşte yanmak" felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Azıcık aklı olan kimse bile
böyle felâketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimâlinden kurtulmak
çâresini aramaz mı?
Abdullah-ı
Dehlevî, ömrünün sonlarında hastalıklardan çok güçsüz kaldı. İbâdetlerini
zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardı. Buyururdu ki:
Şu şiiri
okuduğum zaman Allahü teâlâ vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleşiyorum.
Gerçi ihtiyârım, kalbim hasta,
dermansızım,
Yüzünü andıkça kuvvet gelir,
gençleşirim.
Yâni; her ne
kadar ihtiyâr, hasta ve mecâlsiz olsam da, hakîkî sevgilinin aşkı ve O'na
kavuşma isteğinin cilvelerini gördükçe gençleşirim.
Vefâtları:
Abdullah-ı Dehlevî her zaman şehîd olmayı arzû ederlerdi. Lâkin buyururlardı ki:
"Mürşidim ve üstâdımın, yânî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd
edilmesinden insanlara çok sıkıntılar geldi. Üç sene büyük kıtlık olup, binlerce
insan öldü. Yine o şehîdlik hâdisesi üzerine insanlar arasında olan kavga ve
gürültülerde ölenler, herkesin bildiği gibi yazıya sığmayacak kadar çoktu. Onun
için şehîd olmaktan vazgeçtim."
Abdullah-ı
Dehlevî'nin son hastalığında bâsur ve kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov'da
bulunan Ebû Sa'îd Fârûkî'ye kısa zamanda birçok mektuplar yazıp; "Benden sonra
yerime siz oturursunuz." dediler. Bu haberler üzerine Ebû Sa'îd çok şaşırdı.
Çoluk çocuğunu Luknov'da bırakıp süratle geldi. Huzurlarına gelince; "Sizinle
karşılaştığım zaman içimden çok ağlayacağım diyordum. Fakat öyle bir vakitte
geldiniz ki, ağlayacak gücüm de yok." buyurup, çok ihsânlarda bulundular.
Âdetleri öyle idi ki, hastalandığında vasiyetnâme yazdırırlardı. Şimdi de hem
yazdırdılar hem söz ile anlattılar ve buyurdular ki:
"Devamlı
zikrediniz. Büyüklere bağlılığınızı muhâfaza ediniz. Güzel ahlâklı olup,
insanlarla iyi geçininiz. Kazâ ve kader husûsunda nasıl ve niçini bırakınız. Yol
kardeşleri ile birlik olmayı lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül
ve ferâgat üzerine olunuz. Benim cenâzemi, âsâr-i nebeviyyenin (Peygamber
efendimize âit eserlerin) bulunduğu Delhi'deki Büyük Câmiye götürünüz Allah'ın
Resûlünden şefâat isteyiniz."
Yine buyurdu
ki:
Hazret-i
Hâce Behâeddîn Nakşibend;
"Bizim cenâzemizin önünde;
Huzûruna müflis olarak geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.
Şu boş zenbilime elini uzat,
O mübârek eline güvenirim
beytlerini
okuyun!" buyurmuşlardı. Ben de, bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin
güzel sesle okunmasını istiyorum:
Kerîmin huzûruna azıksız geldim,
Ne iyiliğim var, ne doğru kalbim,
Bundan daha çirkin hangi şey olur?
Azık götürürsün, O ise Kerîm.
Cumartesi
günü idi. Mevlevî Kerâmetullah Sâhib'e; "Çabuk Meyân Sâhib'i yâni Şâh Ebû
Sa'îd'i (r. aleyh) çağırınız." buyurdular. Mevlevî Sâhib acele kalkıp, Ebû Sa'îd
hazretlerini çağırdı. Kapıdan içeri girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu
hâlde, 22 Safer 1240 (m. 1824) senesinde, kuşluk vakti murâkabe hâlinde iken, bu
sıkıntılarla dolu dünyâdan ayrıldılar.
Vefâtı
haberini duyan binlerce insan toplandı. Cenâze namazı Büyük Câmide kılındı. Şâh
Ebû Sa'îd imâm oldu. Cenâzesi, üstâdı Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin medfûn
bulunduğu kabrin sağ yanına defnolundu.
Bugün
oradaki üç kabirden biri de Şâh Ebû Sa'îd hazretlerinindir. Hacdan dönerlerken
Tunek'de vefât etti. Cenâzesini oradan getirip, Abdullah-ı Dehlevî'nin sağ
yanına defnettiler. Bu duruma göre, Abdullah-ı Dehlevî'nin mezârı ortada
olandır.
Abdullah-ı
Dehlevî'nin vefâtı için; "Nevverallahu madca'ahü: Allahü teâlâ kabrini
nûrlandırsın." ve "Cân be-Hak Nakşibend-i sânî dâd: İkinci Nakşibend Hakka cân
verdi." târih düşürüldü. Şâh Rauf Ahmed de pek güzel bir rubâî söyledi ki
şöyledir:
Zamânının kayyûmu Şâh Abdullah-ı Dehlevî,
Vefât etti, açıldı ona Cennât-i naîm.
Kalbimden vefâtına târih aradım, buldum:
Fî ravhın ve reyhânın ve Cennât-in-na'îm (1240)
Abdullah-ı
Dehlevî hazretlerinin büyüklüğünü en güzel, talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri meşhur dîvânında şöyle anlatmıştır:
"Mübârek
hocam karanlık ufukları aydınlatıp, mahlûkâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya
vesîle oldu.
O, hidâyet
yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler defînesi, yüksek
hâller ve kerâmetler hazînesidir.
O, hilmde
yer, vekarda dağlar, ziyâ bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.
O, Dîn-i
İslâmı en güzel bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtın yardımcısı, iyilik ve
ihsân menbaıdır.
O, Allahü
teâlâya kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkların gavsi (yardımcısı),
ebdâl isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.
O,
mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baştâcı, büyüklerin reisi, müşkillerde
mürâcaat yeridir.
Gizli bir
rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları
Allahü teâlâya dâvet edici, çağırıcıdır.
O, âlemlerin
Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yoldan giderse, sen o
kimseye; "Ey emsâllerine rehber olan zât!" diye hitâb et.
Nefs
hevâsının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle
nefsinin elinden kurtarmıştır.
Nice kâmil
velîler, ondan yüz çevirdiği gibi yüksek hâllerden ve mârifetlerden mahrûm
kalmıştır.
Onun
yüksekliğini inkâr eden nice kimseler helâk olmuş, Allahü teâlânın şiddetli
azâbına yakalanmıştır.
O, noksan
olanların kemâle gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehlinin de noksanını
tamamlayandır.
Şânı
yüceAllahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altında gizlemiştir."
Eserleri:
1) Makâmât-ı Mazhariyye: Hocası Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerini pek güzel
anlatmaktadır. 2) Mekâtib-i şerîfe: Pek faydalı bilgiler ve nükteleri
ihtiva etmektedir.
KERAMET VE MENKÎBELERİ
EYVAH!..
Abdullah-ı
Dehlevî müslümanlara çok şefkatli idi. Seher vakti onlara duâ ederdi. Kötülük
gördüklerine de iyilik yapardı. Hâkim Kudretullah Han Abdullah-ı Dehlevî
hazretlerinin komşusu idi. Çoğu zaman Abdullah-ı Dehlevî'yi gıybet eder,
aleyhinde konuşurdu. Bir gün hapse düştü. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri onu
hapishâneden çıkartmak için çok uğraştı. Fakat bunu ona söylemedi.
Abdullah-ı
Dehlevî'nin meclisindi dünyâ ile ilgili sözler konuşulmazdı. Birisi gıybet etse
ona mâni olur, gıybet edene; "O dediğine ben daha layıkım." derdi. Bir gün
yanında; pâdişahı kötülediler. O gün oruçlu idi. Kötüleyene dönerek; "Eyvâh
orucumuz gitti!" buyurdu. "Siz kimseyi kötülemediniz ki!" dendiğinde; "Evet, biz
gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette söyleyende dinleyen de aynıdır." buyurdu.
O'NDAN GELENE RÂZIYIZ!
Abdullah-ı
Dehlevî'nin mübârek vücûtlarında birkaç tane hastalık vardı. Bu hastalıklar
sebebiyle namazlarını özürlü kılardı. Bunu bilen dostlarından biri dayanamayıp;
"Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak için sizden duâ istiyor. Cenâb-ı Hak da
duâlarınızı reddetmiyor. Her gelen, şifâya kavuşarak huzûrunuzdan ayrılıyor.
Hâlbuki sizdeki hastalıkları biliyoruz. Duâ buyurup da bu dertlerden kurtulsanız
olmaz mı?" diye sordu. O da; "Onlar hastalıktan kurtulmak için duâ istiyorlar.
Biz ise, Allahü teâlânın verdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için
râzıyız. Dert ve belâlar, kemend-i mahbûb olduğundan Allahü teâlâ, bu dertleri
sevdiği kullarından dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini
değil, gönderilmesini isteriz." buyurdu.
O,
insanların sıkıntılardan kurtulmalarına yardımcı olurdu.
SÂDIK TALEBE!
Abdullah-ı
Dehlevî buyurdu ki;
Talebe,
sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine
kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın
hâldedir. Uykusu kaçar, göz yaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak
başını kaldıramaz. Her işinde Allah'dan korkar, titrer, Allahü teâlânın
sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her
geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür.
Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar.
Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâm hakkında hayr konuşur ve
isimleri anıldığında "r.anhüm" der. Hepsinin iyi olduğunu söyler. Peygamber
efendimiz Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emir buyurdu. Sâlih
müslüman, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir
edebsizlikte bulunmaktan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allah'ın Resûlünü
sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi, kendi görüşü ile evliyâ-yı
kirâmı, birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin, daha yüksek, daha
üstün olduğu ancak âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği
ile anlaşılır. Muhabbet sarhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi mâzûrdur.
BEYİTLER
HASTALIK NÎMETTİR
Abdullah-ı Dehlevî, şânı büyük bir velî,
Meşhurdu halk içinde, bir çok kerâmetleri.
Bir gün biri gelerek, mübârek huzûruna,
"Oğlumuz çoktan beri, kayıptır" dedi ona.
Ve ilâve etti ki: "Lütfen duâ ediniz,
Tekrardan ihsân etsin, onu bize Rabbimiz."
Onun bu sözlerini, dinleyip o büyük zât,
Buyurdu ki: "Oğlunuz, evindedir şu saat."
O kimse heyret edip, dedi: "Ama efendim,
Şimdi evden ayrılıp, huzûrunuza geldim."
O yine buyurdu ki: "Evine dön ki şu an,
Rabbimiz onu size, tekrardan etti ihsân."
"Peki efendim" deyip, evine gittiğinde,
Gördü ki oturuyor, oğlu gelmiş evinde.
Yine bir gün birisi, ölüm yatağındaki,
Hastasını sırtlayıp, geldi bir seher vakti.
Dedi ki:"Ey efendim, çok ağırdır hastamız,
Belki bir şifâ bulur, duâ buyurursanız."
Şöyle bir nazar etti, hastaya bir kerrecik,
Kavuştu sıhhatine, o kimse hemencecik.
Böyle, binlerce kişi, duâ alıp o zâttan,
Şifâya kavuşurdu, her türlü mazarrattan.
Lâkin kendisinin de, üç mühim derdi vardı,
Hattâ namazlarını, hep özürlü kılardı.
Sevdiklerinden biri, buna olup muttali
Bir gün kendilerine, suâl etti bu hâli.
"Efendim, bu devirde, kim hasta olsa eğer,
Kapınıza gelerek, sizden duâ isterler.
Siz bir duâ edince, gelen her bir hastaya,
Her biri, duânızla, kavuşuyor şifâya.
Hâlbuki sizin dahi, vardır hastalığınız,
Ve bilhassa üçünden, hiç yoktur râhatınız.
Lâkin hikmet nedir ki, etmezsiniz hiç duâ?
Etseniz, size dahi, verir Allah bir devâ."
Buyurdu ki: "Kurtulmak, istiyor dertten onlar,
Bu yüzden bize gelip, hep duâ istiyorlar.
Biz ise Rabbimizin, verdiği bu dertlerden,
O gönderdiği için, râzıyız herbirinden.
Mahbûb-u kemenddir ki, her musîbet ve belâ,
Sevdiği kullarına, gönderir Hak teâlâ."
Kıtlık vâki olmuştu, bir zaman da Delhi'de,
Buna çok üzülmüştü, Abdullah Dehlevî de.
Mescidin avlusuna, çıktı bir gün nihâyet,
Kızgın güneş altında, oturdu kısa müddet.
Dedi ki: "Yâ İlâhî, yağmur yağana kadar,
Buradan gitmemeğe, bu kulun verdi karar."
O böyle söyleyince, çok geçmedi aradan,
Nehirler akar gibi, yağmur yağdı havadan.
Çok nazlı kullarıdır, Allah'ın çünkü onlar,
Onların hürmetine, yağdırır yağmur ve kar.
Resûlullah'tan gelen, o ilâhî feyiz, nûr,
Onların kalplerinden, herkese vâsıl olur.
Bu büyük velîlerin hürmetine yâ Rabbî,
Bizi, her hâlimizde, onlara eyle tâbi.
KAYNAKLAR
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; cild 6, s. 77
2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s. 190
3) Makâmât-ı Mazhariyye; s. 159.
4) Hadâik-ul-Verdiyye; s. 209
5) İrgâm-ül-Merîd; s. 70
6) Âdab; s. 10.
7) Behçet-üs-Seniyye; s.8
8) Hadîkat-ül-Evliyâ; s. 122
9) Reşehât Zeyli; s.72.
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s. 431, 1081.
11) RehberAnsiklopedisi; c.1, s.18
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s. 282.
13) Nüzhet-ül-Havâtır; c.7, s.306.
14) Sefînet-ül-Evliya (Hüseyin Vassâf); c.2, s. 28.
15) Persian Literature; c.2, s. 1034.
16) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s. 703. |