İnsanları,
Allahü teâlânın beğendiği yola
kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için gönderilen, üstün vasıflara sâhip
kimselere verilen isim. Peygamberler; yaratılışları, huyları, akılları yönünden
zamanlarında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli ve muhterem kimselerdir.
Hiç bir kötü huyları, beğenilmeyecek hâlleri yoktur. Peygamberlerde ismet
sıfatı vardır. Yâni peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten
sonra, küçük ve büyük hiç bir günah işlemezler. Peygamber olduğu bildirildikten
sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık gibi
ayıp ve kusurları da olmaz. Her peygamberde yedi sıfat (özellik) bulunduğuna
inanmak lâzımdır: Emânet, sıdk, tebliğ, adâlet, ismet, fetânet ve emnü’l’azl.
Yâni peygamberlikten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı
demektir. Peygamberler de diğer insanlar gibi doğarlar, yerler, içerler, hasta
olurlar ve ölürler. Peygamberlerin hepsi, her işlerinde, sebeplere yapışırlar
ve bununla beraber, işlerin yaratılmasını Allahü
teâlâdan dilerler. Onların dünyâya bağlılıkları insanlıkları icâbı
olup, görünüştedir ve muhabbet üzere değildir. Hakikatte meleklerden üstündürler.
Peygamberlere,
aralarında hiç bir fark görmeyerek, hepsinin doğru sözlü olduğuna inanmak,
dînimizde îmânın altı şartından biridir. Peygamberlerden birine inanmayan
kimse, hiç birine inanmamış olur. Böyle inanmayan kimseler, mü'min ve müslüman
olmak şerefine erişemezler, insanları, Allahü teâlânın
beğendiği yola kavuşturmak ve onlara doğru yolu göstermek için Allahü teâlâ tarafından gönderilen, her bakımdan
güvenilir, kusursuz ve günahsız kimse demek olan peygamber kelimesi yerine, resûl
ve nebî
kelimeleri de kullanılır. Resûlün çoğulu, rusül, nebînin çoğulu da enbiyâdır.
Allahü teâlâ
insanı yaratınca, ona en büyük silâhı, yâni akıl ve düşünme kudretini verdi. İnsanın,
diğer yaratıklardan en büyük farkı; bedeni yanında aklı bulunması, düşünebilmesi, bütün
hâdiseleri aklı ile tartıp, karar vermesi ve bunu uygulayabilmesi, iyilik ve
fenâlığı ayırabilmesi, hatâ işlediğini anlayabilmesi ve bunun için pişmanlık
duyması gibi üstünlükleridir. Fakat, acaba insan, kendisine verilen bu çok
kuvvetli silâhı, kendi başına ve hiç bir yol gösterici olmadan kullanabilir mi?
Kendi başına doğru yolu bulabilir ve Allah'ına varabilir mi?
Târih
incelendiğinde, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allah'ın gönderdiği bir
rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan
kendisini yaratan büyük kudret sâhibini, aklı sayesinde düşündü, fakat O’na
giden yolu bulamadı. Bunu evvelâ etrâfında aradı. Kendisine en büyük faydası
olan güneşi, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra; büyük tabîat güçlerini,
fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe,
bunları yaratıcının muavinleri, yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret,
bir simge
yapmağa kalktı, sonunda putlar ortaya çıktı. Bunların gazâbından korktu ve
onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban etti. Her yeni
hâdiseyle, o hâdiseyi simgeleyen putların mikdarı da arttı. İslâmiyet başladığı
zaman Kabe'de 360 put vardı. Kısacası insan, asıl dünyâyı yaratan, tek ve
sonsuz kudret sâhibi Allah'a kendi başına bir türlü erişemedi. Bugün bile
güneşe ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalıdır. Çünkü rehbersiz,
karanlıkta doğru yol bulunamaz. İsrâ sûresinin 15. âyetinde meâlen; "Biz
peygamber göndererek bildirmeden önce, azâb yapıcı değiliz."
buyurulmaktadır. Allahü teâlâ kullarına
verdiği akıl ve düşünme kuvvetinin nasıl kullanılacağını onlara öğretmek ve
kendi birliğini onlara tanıtmak için, dünyâya peygamberler gönderdi.
Peygamberler en büyük rehberlerdir. Bizim peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmdır.
Peygamberler
vâsıtası ile gönderilen din; insanları saâdet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir.
Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik denir.
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir peygamber vâsıtası ile,
insanlara bir din göndermiştir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber
yaparak, bunlar ile, dinleri kuvvetlendirmiştir. Yeni bir din getiren
peygamberlere resûl
denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne dâvet eden peygamberlere nebî
adı verilir. Emirleri tebliğ etmekte ve insanları, Allah'ın dînine çağırmakta,
resûl ile nebî arasında bir ayrılık yoktur.
Peygamberlere
îmân etmek; aralarında hiç bir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru olduğuna
inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse, hiç birine inanmamış olur.
Bütün peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere
îmân etmelerini istemişlerdir. Fakat ibâdet ve amelleri, yâni kalb ile, beden
ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan,
İslâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır.
Peygamberlerin
her söylediği doğrudur. Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve
çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız, Allahü teâlânın
ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhıretteki işlerinin düzgün
ve faydalı olması için ve onları; yanlış, zararlı işlerden koruyup, selâmete,
hidâyete, rahata ve saâdete kavuşturmak için, peygamberler ve onlar vâsıtasıyla
din gönderilmiştir. Düşmanları, o mübârek kimselerle çok alay ettiler ve onları
pek fazla üzdüler. Bütün bunlara rağmen peygamberler (aleyhisselâm),
Allahü teâlânın, inanmak ve yapmak için
olan emirlerini, insanlara tebliğ etmeye hiç korkmadan devam ettiler ve aslâ
çekinmediler.
Allahü teâlânın
peygamberlerine indirdiği kitaplardan bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan
yüzünü suhuf, dördünü de büyük kitap olarak indirdi. Bunların hepsini, Cebrâil (aleyhisselâm)
vâsıtasıyla gönderdi. On sahife (küçük kitap, risâle) Âdem'e; elli sahife,
Şît'e otuz sahife, İdrîs'e; on sahife, İbrâhim'e (aleyhimüsselâm) gelmiştir.
Dört kitapdan, Tevrât-ı şerîf, Mûsâ aleyhisselâma;
Zebûr-i şerîf, Dâvûd aleyhisselâma; İncil-i
şerîf, Îsâ aleyhisselâma; Kur'ân-ı kerîm, âhır zaman peygamberi yâni son
peygamber Muhammed aleyhisselâma inmiştir.
Allahü teâlâ,
peygamberlerin sıdk sâhibi olduklarını, doğru söylediklerini göstermek için,
onları mûcizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse, bu mûcizelere karşı gelemedi.
Peygamberi kabûl edip, inanan kimseler, o peygamberin ümmeti oldular. Kıyâmet
gününde peygamberlere, ümmetlerinden, günahı çok olanlara şefâat etmeleri için
izin verilecek ve dilekleri kabûl olunacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, velî
olanlarına da, şefâat etmeleri için Allahü teâlâ
izin verecek ve şefâatlerini kabûl buyuracaktır. Peygamberler, mezârlarında,
bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Mübârek vücûdlarını toprak
çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde;
"Peygamberler,
mezârlarında, namaz kılarlar ve hac ederler." buyurulmuştur.
Peygamberlik vazifelerini görmekte, peygamberlik üstünlüklerini taşımakta,
bütün peygamberler müsâvîdir, eşittir. Aşağıda bildirilen yedi sıfat hepsinde
vardır. Peygamberler, peygamberlikten atılmaz. Velîler ise, evliyâlıktan
ayrılabilir. Peygamberler insandan olur, cinden, melekten ve kadından insanlara
peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez.
1- Emânet: Peygamberler emîndirler. Bir kimsenin ırzına, malına veya canına hıyânet etmekten münezzehtirler, uzaktırlar. Allahü teâlâ onları vahye ve peygamberliğe emîn etmiştir.
2- Sıdk: Peygamberler; sözlerinde, işlerinde ve her türlü davranışlarında doğru ve dürüst insanlardır. Din ve dünyâ işlerinde sâdık olduklarında icmâ (söz birliği) vardır. Yâni doğrudurlar, doğru söyleyicidirler. Aslâ onlardan yalan duyulmamıştır. Ne söylemişlerse hepsi doğrudur. Allahü teâlâdan kullarına ulaştırdıkları her emir ve yasak hakdır, doğrudur.
3- Tebliğ: Allahü teâlânın vahy etiği hükümleri tebliğ ederler, bildirirler. Aslâ bir şeyi söylememezlik etmezler, saklamazlar. Doğruyu söylerler. İnsanlara bildirdiklerinde, açıkladıklarında hiç bir noksanlık ve fazlalık yoktur. Bir kimsenin hatırı için, kendilerinden bir ilâve veya değişiklik yapmazlar.
4- Adâlet; Peygamberler âdildirler. Hak üzere gönderilmişlerdir. Onlarda aslâ zulüm yoktur. İnsanlar arasında en doğru hükmü verirler. Kimsenin hatırı için adâletsizlik yapmazlar.
5- İsmet: Peygamberden; küfür, yalan, fısk, zinâ, livâta gibi şeyler peygamberlikten önce ve sonra meydana gelmez. Peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiç bir günah işlemezler. Bu konuda icmâ'-ı ümmet yâni Eshâb-ı kirâmın ve müctehid âlimlerin söz birliği vardır, inkârı küfürdür. Beğenilmeyen, çirkin olan ve insanların nefret ettikleri şeylerden münezzehtirler. Hepsi âlim, âmil ve kâmildirler.
6- Fetânet: Peygamberlerin akılları kâmildir. Akılsızlıktan ve aklı az olmaktan münezzehtirler. Çok akıllı ve çok anlayışlı kimselerdir. Köleden ve soyu asîl olmayan âileden peygamber gelmemiştir. Köylü, dağlı, yabanî ve insanlar arasında aşağı olan kimselerden peygamber olmamıştır. Kusurlu kimselerden, kör, çolak, topal, sağır, diğer ayıp ve noksanları bulunan insanlardan ve kadınlardan da peygamber gelmemiştir.
7- Emnü'l-azl: Peygamberler, peygamberlik makâmından, dünyâ ve âhırette azl olmazlar. Peygamberlik sıfatı, onların zâtlarından dünyâda ve âhırette ayrılmaz. Önce gelen peygamberlerin dinleri nesh olmakla, peygamberlikten azl lâzım gelmez. Zîrâ peygamberlik onların sıfatlarıdır. Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmakla elde edilmez. Evliyâlık ise çalışmakla kazanılır. Her peygamberde evliyâlık vardır ve peygamberlikleri, evliyâlıklarından üstündür. Çünkü, peygamberlikle vahye kavuşmuşlar, melekleri görmüşler ve diğer üstünlüklere sâhip olmuşlardır.
Peygamberlerin,
birbiri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ, ümmetlerinin çok
olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve marifetlerinin çok
yerlere yayılması, mûcizelerinin daha çok ve devamlı olması, kendileri için
ayrı kıymet ve ihsânların bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhır zaman
peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstündür.
Ülül'azm yâni büyüklük sâhibi olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve
resûller, resûl olmayan nebîlerden daha üstündürler. Peygamberler, üstünlük
sırasına göre dört makâmda (derecede) bulunurlar:
1-
Nebîler. 2- Resûller. 3- Ülül'azm peygamberler. Bunlar altı tane olup; Hazret-i
Âdem, Hazret-i Nûh, Hazret-i İbrâhim, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Îsâ ve Muhammed aleyhisselâmdır.
4- Hâtemül-enbiyâ; peygamberlerin en üstünü ve en sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmdır.
İbrâhim
aleyhisselâm, Halîlullahdır. Çünkü, bunun
kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiç bir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullahdır. Çünkü, Allahü
teâlâ ile konuştu. Îsâ aleyhisselâm,
Kelimetullahdır.
Çünkü babası yoktur. Yalnız "Ol" kelime-i ilâhiyyesi ile anasından
dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın
hikmet dolu kelimelerini, vâz vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.
Mahlûkların
yaratılmasına sebep olan ve âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en
kıymetlisi bulunan Muhammed aleyhisselâm, Habîbullahdır. O'nun Habîbullah olduğunu ve
büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için O'na, mağlub
olmak, bozguna uğramak gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce
kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennet’e herkesten önce
girecektir. Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve insan gücü yetişmez. Bu konuda
ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır.
Peygamberlerin
sayısı belli değildir. Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan
üçyüzonüç (313) veya üçyüzonbeş (315) adedi resûldür. Bunların içinden altısı
daha yüksektir. Bunlar, Ulül'azm peygamberlerdir.
Peygamberlerin
içinde otuzüç adedi meşhûrdur. Bunların adları: Âdem, İdrîs, Şît (veya Şîs),
Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Lût, İsmâil, İshâk, Yâ'kûb, Yûsuf, Eyyûb, Şu'ayb,
Mûsâ, Hârun, Hıdır, Yûşa' bin Nûn, İlyâs, Elyesâ, Zülkifl, Şem'un, İşmoil,
Yûnus bin Metâ, Dâvûd, Süleymân, Lokman, Zekeriyyâ, Yahyâ, Üzeyr, Îsâ bin
Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi
ve aleyhimüsselâtü vesselâmdır.
Bunlardan,
yalnız yirmisekizinin isimleri Kur'ân-ı kerîmde
bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa', Şem'un ve İşmoil bildirilmemiştir. Bu
yirmisekizden; Zülkarneyn, Lokman ve Üzeyr'in peygamber olup olmadıkları kesin
belli değildir. Evliyâ oldukları rivâyeti de vardır. Zülkifl aleyhisselâmın ikinci adı Harkıl'dır. Bunun İlyâs
veya İdrîs yâhut Zekeriyyâ olduğunu söyleyenler de mevcûttur.
Peygamberler
Allahü teâlâ tarafından seçilmiş,
gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya
çağırmak; azgın, yanlış yoldan, doğru, saâdet yoluna çekmek için
gönderilmişlerdir. Dâvetlerini kabûl edenlere, Cennet’i müjdelemişler,
inanmayanları, Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğru olup
aslâ yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed
aleyhlsselâmdır. O'nun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır.
O'nun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. O'nun getirdiği din, kimse
tarafından değiştirilmeyecek ve kıyâmete kadar bakî kalacaktır. Îsâ aleyhisselâm gökten inince, O'nun dîni ile amel
edecek ve ümmetinden olacaktır.
Peygamberlerin
gönderilmesi kahırdır, cebirdir. İnsanları cebir zinciri ile Cennet'e çekmek
içindir. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; "Zincirlerle Cennet’e
çekilen insanlara hayret mi ediyorsun?" buyurdu. Din,
Cehennem’e gitmemeleri için, insanları bağlayan bir kemenddir. Nitekim âyet-i
kerîmede meâlen; "Siz pervâne gibi, kendinizi ateşe atıyorsunuz. Ben kemerinizden
tutup geriye çekiyorum." buyuruldu. Allahü
teâlânın cebbârlık (her istediğini yapmak) zincirinin halkalarından
biri de, peygamberlerin sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, eğri yollardan, bu
sözler ile ayırabilir. Onların gösterdiği tehlikeden, insanda korku hâsıl olur.
Bu ayırış bilgisi ile korku, akıl aynası üzerindeki tozları temizler. Akıl cilâlanıp,
âhıret yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmaktan daha iyi olacağını anlar.
Bu anlayış, âhıret için çalışmak irâdesini hâsıl eder. İnsanın uzuvları,
irâdesine tâbi olduğundan, uzuvlar âhıret için çalışmaya başlar. Allahü teâlâ, bu zincir ile insanı zorla
Cehennem’den uzaklaştırmış, Cennet’e sürüklemiş olur. Peygamberler, koyun
sürüsünün çobanına benzer. Sürünün sağ tarafında çayır, sol tarafında mağara
bulunsa; mağarada kurtlar olsa, çoban; mağara tarafında durup, sopasıyla,
koyunları korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte peygamberlerin gönderilmesi
de buna benzer.
Büyük
İslâm âlimi, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
Mektûbât’ında peygamberlerin (aleyhimüsselâm) niçin gönderildiği hakkında şöyle
buyurdu: "Allahü teâlâ, kullarına
acıdığı için, peygamberler (aleyhisselâm)
gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolunu şaşırmış olan
insanlara, O'nu ve sıfatlarını kim bildirir; beğendiklerini, beğenmediklerinden
kim ayırabilirdi? Noksan olan insan aklı, o büyüklerin dâvet nûru ile
aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tam olmadığı için, bu
büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet,
akıl; doğruyu eğriden ayırmağa yarayan, fakat, tam olmayan bir âlettir. O
büyüklerin dâveti ve haber vermeleri ile, tamamlanmaktadır. Âhıretin azâbı ve
sevâbı da bu dâvet ve haberden sonra olur.
Peygamberlerin
gönderilmesi, Allahü teâlânın kendini ve
sıfatlarını bildirmek içindir. Bu bilgi de, seâdet-i ebediyyeye, yâni dünyâ ve
ahıretin sonsuz iyiliklerine sebeptir. Allahü teâlâya
lâyık olan şeyler, bunların haber vermesi ile, uygun olmayanlardan ayrılmıştır.
Zîrâ, insanların kör ve topal olan akılları yoktan var olmuş ve varlıkta
kalmayıp yine yok olacaktır. O hâlde böyle bir akıl; yokluk bulunmayan,
isimleri, sıfatları ve fiilleri sonsuz var olan, ebedî, hakîkî varlığa uygun
olanı anlıyabilir mi ve O'na lâyık olanı bulabilir mi? Münâsib olmayanları
ayırabilip, söylemekten sakınabilir mi? Hattâ, kendi noksan olduğu için, çok
defâ kemâli, noksan ve noksanı kemâl sanır. Peygamberlerin aleyhimüsselâm
bunları ayırt etmeleri ve bildirmeleri, bu fakîre göre, bütün nîmetlerin, bütün
iyiliklerin üstündedir. Allahü teâlâya
uygun olmayan şeyleri (meselâ yok olmağı), O'na münâsib görenlerden daha
zavallı kim olabilir? Bâtılı haktan, eğriyi doğrudan ayıran, ibâdete, itâate
hakkı olmayanları, ibâdet edilmesi lâyık ve lâzım olan hakîkî vardan ayıran, o
büyüklerin sözleridir. Allahü teâlâ,
insanları doğru yola, onların sözleri ile çağırıyor. Kullarını, kendisine
yaklaşmak saâdetine, onların aracılığı ile ulaştırıyor. Allahü teâlânın beğendiği şeyleri öğrenmek, onlar
vâsıtası ile kolaylaşıyor. Bu görünen, bilinen varlıkların yaratanı, mâliki,
sâhibi olan Allahü teâlânın,
mahlûklarından hangilerini, ne kadar ve nasıl kullanmağa izin verdiği ve
hangilerine izin vermediği onların bildirmesi ile anlaşılıyor. Peygamberlerin (aleyhisselâm) bu saydıklarımızdan başka daha nice
faydaları vardır. O hâlde, o büyüklerin gönderilmesi, elbette rahmettir,
iyiliktir. Fakat, bir kimse nefs-i emmâresine uyarak ve mel'ûn şeytana
kapılarak, peygamberlere (aleyhisselâm) inanmaz
ve onların sözlerini bildiren, hakîkî din âlimlerinin, din mütehassıslarının
kitaplarını okumaz ve emirlerini yapmaz ise, bunun sebebi peygamberler
değildir. O peygamberler her zaman, insanlık için rahmettir."
Peygamberlerin
(aleyhisselâm) bildirdikleri, dînin emir ve
yasakları hep rahmettir, iyiliktir. Yoksa, bu emirler ve teklifler,
inanmıyanların ve düşman olanların sandıkları ve söyledikleri gibi; akla aykırı
olmayıp, külfet, eziyet ve işkence de değildir. Bunların sık sık söyledikleri;
"Kullarına zor ve yorucu şeyler emredip de, bunları yaparsanız Cennet’e
girersiniz demek insâf mıdır, merhamet midir? Bir şey emretmemeli, herkesi,
kendi başına bırakıp, istedikleri gibi yiyip içmeli, gezip eğlenmeli, yatıp
kalkmalı idi. Merhamet ve iyilik böyle olurdu." gibi sözlerin, ne kadar
maksadlı olduğu açıkça görülmektedir. Bunlar, iyilik edenlere şükretmenin,
sevindiğini bildirmenin, aklın istediği bir şey olduğunu düşünmüyorlar mı?
İlâhî dinler, dînin emir ve yasakları; bütün nîmetleri, iyilikleri yaratan,
gönderen Allahü teâlâya karşı şükrün
nasıl yapılacağını göstermektedir. O hâlde Allahü
teâlânın emir ve yasakları, teklîfât-ı ilâhiyye, aklın istediği bir
şeydir. Bundan başka, dünyânın, hayatın düzeni, bu teklifleri yapmakla olur.
Eğer herkes kendi başına bırakılsaydı, kötülükten, karışıklıktan başka bir şey
olmazdı. Allahü teâlânın haram etmesi
olmasaydı, nefsleri, keyfleri peşince koşanlar, başkalarının mallarına,
canlarına, ırzlarına saldırır, fenâlıklar, karışıklıklar ortaya çıkar, saldıran
da, karşısındakiler de, zarar görür, hep birlikte helâk olurlardı.
Memleketlerin mâmurluğu, insanların rahatı, yâni medeniyet olmaz; insanlık
canavarlaşır, merhamet kalkardı. Allahü teâlâ,
her şeyin sebepsiz, şartsız mâliki, hepimizin sâhibidir. Bütün insanlar, O'nun
mahlûku, kullarıdır. Kullarına verdiği her emri ve her şeyi istediği gibi
kullanması, hep yerindedir ve faydalıdır. Bunda, zulüm ve fesâd olamaz. Memûrlar
âmirlere, kullar sâhiplere, emirlerin, işlerin sebebini soramaz. Akla uygun
bundan daha açık bir şey yoktur. Peygamberlerin (aleyhisselâm)
Allahü teâlâ tarafından bizlere haber
verdikleri her şey ve her emir, doğrudur. Hepsi tam yerindedir. (1. cild, 266.
mektup)
İnsanların
doğruyu, iyiyi, güzel olanı bulabilmeleri tek başına akılla mümkün değildir.
Akıl, göz; peygamberler vâsıtası ile gönderilen din ise ışık gibidir. Yâni,
insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Göz, maddeleri, cisimleri
karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme
âletinden (gözden) faydalanmak için güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve
çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, göz işe yaramazdı. Tehlikeli
cisimlerden, yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdı.
Akıl
da, yalnız başına mânevîyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlayamıyor. Allahü teâlâ insanların akıldan faydalanabilmeleri
için, peygamberleri, din ışığını yarattı. Peygamberler, dünyâda ve âhırette
rahat etmek yolunu bildirmeseydi, akıl kendi başına bulamaz, işe yaramaz,
tehlike ve zararlardan kurtulamazdı. Bundan dolayı İslâmiyete uymayan veya aklı
az olan kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyâda ve âhırette
tehlikelerden, zararlardan kurtulamazlar.
"Peygamberler
olmasaydı insanlar, akılları ile doğruyu bulabilirlerdi" diyenlere, İmâm-ı
Rabbânî hazretleri şöyle cevap vermektedir:
"Akıl,
dünyâda kaldıkça, bu bedene de bağlı kalır. Bu bağlılıktan kurtulamaz. Bu iğreti
varlıktan alâkası kesilmez. Vehm, her zaman, aklın etrâfında, hayâl dâima
yanında bulunur. Gadab, yâni kızgınlık ve şehvet, yâni nefsin arzuları, hep
onunla beraber kalır. Hırs ve menfaat, onu yalnız bırakmaz, insanlığın lüzumlu
alâmeti olan şaşırmak ve unutkanlık, ondan hiç ayrılmaz. Bu dünyânın hâssası
olan, yanılmak ve karıştırmak, ondan sıyrılmaz. O hâlde, akla her şeyde, nasıl
inanılır? Aklın vereceği kararlar ve emirler, vehmin karışmasından ve hayâlin tesirinden
kurtulamaz ve unutkanlık tehlikesi ve şaşırmak ihtimâlinden korunamaz. Hâlbuki,
bu kusurların hiç biri, meleklerde yoktur. Bu pislikler ve kötülükler onlarda
bulunmaz. Bunun için, melekler elbette yanılmaz. Meleklere îtimâd olunur.
Meleğin getireceği haberlere vehmin karışması, unutkanlık tehlikesi ve şaşırmak
ihtimâli, yol bulamaz. Bâzı vakitler, rûh yolu ile gelen bâzı bilgileri, his
uzuvları ile bildirmek istediğim zaman, vehm ve hayâl yolundan, doğru olmayan,
bâzı başlangıçların meydana çıktığını ve elimde olmıyarak, rûhdan gelen bilgilere
karıştığını ve bunları bildirirken, aralarını ayıramadığımı duyuyorum. Bâzı
vakit de, bunları ayırt etmeği bildiriyorlar. İşte bundan dolayı, rûhânî
bilgilere yanlışlık karışarak, hepsinden îtimâd kalkıyor. Şöyle de cevap
verilir ki, aklın ilerlemesi ve temizlenmesi, ancak Allahü
teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla, yâni ahkâm-ı şer'iyyeyi öğrenip
yapmakla olabilir. Bunun için de, peygamberlerin (aleyhisselâm)
sözlerini, haberlerini öğrenmek lâzımdır. Onlar haber vermedikçe, akıl
ilerleyemez ve temizlenemez. Bâzı inançsız kimselerde ve fâsıklarda görülen,
safâ ve parlaklık alâmetleri, kalbin temizliği değil, nefsin parlaklığıdır.
Nefsin parlaması da, yolu şaşırtmaktan, zarar ve ziyândan başka bir şey ele
geçirmez. Bâzı inanmayanların ve fâsıkların, nefslerinin parlaklığı zamanında,
bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermelerine istidrâc denir. Yâni, bunları derece derece,
yavaş yavaş felâkete, azâba sürüklemek içindir."
Allahü teâlâ
peygamberler (aleyhisselâm) vâsıtası ile,
insanlara, sonsuz kurtuluş yolunu göstermiş ve onları sonsuz azâbdan
kurtarmıştır. Eğer peygamberlerin (aleyhisselâm)
mübârek vücudları, olmasaydı Allahü teâlâ,
zâtını ve sıfatlarını kimseye bildirmezdi. Kimsenin Allahü
teâlâdan haberi olmazdı. Kimse O'na yol bulamazdı. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları bilinemezdi.
Allahü teâlâ ganîdir. Yâni hiç bir şeye
muhtâç değildir. İnsanlara acıdığı için, onlara iyilik ederek, emir ve
yasakları göndermiştir. Emirlerin ve yasakların faydaları insanlaradır.
Kendisine hiç faydası olmadığı gibi bunlara ihtiyâcı da yoktur. Peygamberler
olmasaydı, Allahü teâlânın beğendiği ve
beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden ayrılamazdı. O hâlde,
peygamberlerin gönderilmesi, pek büyük nîmettir. Bu nîmetin şükrünü hangi dil
söyleyebilir. Kim, bu şükrü yapabilir?
"Bütün peygamberlerin dinlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi söylemişlerdir. Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları için, haşr (mezardan kalkınca, arasat meydanında toplanmak) ve neşr (hesabdan sonra Cennet’e ve Cehennem’e gitmek, dağılmak) için ve peygamberler için ve melek gönderilmesi için ve melekle kitaplar gönderilmesi için, Cennet’in sonsuz nîmetleri ve Cehennem’in sonsuz azâbları için söyledikleri hep aynıdır. Sözleri birbirine uygundur. Helâl, haram ve ibâdetler için olan sözleri, yâni fürû'âta âit sözleri ise, başka başkadır, birbirine uymaz.
Allahü teâlâ, bir vakit, o vaktin insanları için, zamanlarına ve hâllerine uygun emirleri, bir ülül'azm peygambere göndermiş ve o insanların, buna uymalarını emir buyurmuştur. Birçok sebepler, faydalar için, Allahü teâlâ, ahkâm-ı şer'iyyede değişiklikler yapmaktadır. Yâni, önceki emirleri, sonradan nesh etmiş, değiştirmiştir.
Bütün peygamberlerin, söz birliği ile söylediği hiç değişmiyen sözlerden biri; Allahü teâlâdan başka, bir şeye ibâdet etmemek ve O'na ortak koşmamaktır. Mahlûklardan bâzısını, başkalarına rab, mâbud yapmamaktır. Bu sözü, yalnız peygamberler söylemiştir. Onların yolunda gidenlerden başka, hiç kimse bu devletle şereflenmemiş, peygamberlerden başkaları, böyle söz söylememiştir. Peygamberlere inanmayanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın bir olduğunu söylemişse de, bunlar, ya müslümanlardan işiterek söylemiş veya; "Varlığı lâzım olan, birdir" demişlerdir. "İbâdet olunacak, yalnız O'dur" dememişlerdir. Hâlbuki müslümanlar; "Hem varlığı lâzım olan, hem de ibâdet olunmağa hakkı olan birdir" demektedirler. "Lâ ilâhe illallah" demek; "İbâdet olunacak, Allahü teâlâdan başka hiç bir şey yoktur. İbâdet ancak O'na yapılır" demektir.
Bu peygamberlerin birlikte söyledikleri ikinci söz; kendilerini, herkes gibi insan bilip; "Yalnız Hak teâlâya ibâdet olunur" demeleri ve herkesi, yalnız O'na ibâdet etmeye çağırmalarıdır. "Hak teâlâ, hiç bir şeyle birleşmemiştir. Hiçbir maddede yerleşmemiştir" derler. Peygamberlere inanmayanlar ise, böyle söylememiş, hattâ, başta bulunanlar, kendilerine, taptırmak istemiş; "Hak teâlâ bize hulûl etti, bizdedir" demişlerdir. Böylece, kendilerine ibâdet olunmak lâzım geldiğini, ilâh olduklarını söylemekten sıkılmamışlardır. Kendileri, kulluk vazifelerinden çekilerek, her türlü çirkin, kötü şeyleri yapmışlardır. İlâhlık iddiasıyla kendilerinin sorumsuz olduklarını, her şeye tecâvüz edebileceklerini, kendilerine hiç bir şeyin yasak olmayacağını sanmışlardır. Her sözlerinin doğru olduğunu, hiç yanılmayacaklarını her istediklerini yapabileceklerini sanarak aldanmışlar, insanları da aldatmışlardır.
Peygamberlerin (aleyhisselâm) sözbirligi ile bildirdikleri şeylerden biri de; kendilerine melek geldiğini söylemeleridir. Peygamberlere inanmayanlardan hiç biri, bu devlete kavuşamamıştır. Melekler, muhakkak mâsumdur. Yâni vazifelerini elbette doğru yapar. Hiç yanılmazlar, kötü ve pis değildirler. Vahyi, değiştirmeden, unutmadan getirirler. Allahü teâlânın kelâmını taşırlar.
Peygamberlerin her sözü, Hak teâlâdandır. Her getirdikleri emir, haber, hep Hak teâlâdandır. İctihâd ettikleri her söz de, vahy ile sağlamlaştırılmıştır. İctihâdlarında ufak şaşırma olsa, Hak teâlâ, hemen vahy göndererek düzeltir. Hâlbuki, peygamberlere inanmayıp, kendilerini ilâh, tanrı tanıtan kimseler; "Sizi biz yarattık, biz kurtardık" deyip kendilerine taptıran îmânsızların her sözü kendilerindendir.
Son peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. Muhammed aleyhisselâm, "Hâtem-ül-enbiyâ"dır. Yâni ondan sonra hiç peygamber gelmeyecektir. Mübârek rûhu, her peygamberden önce yaratıldı. Peygamberlik makâmı, en önce O'na verildi. Peygamberlik, O'nun dünyâyı teşrîf etmesi ile tamamlandı. Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete doğru, hazret-i Mehdî zamanında gökten Şam'a inecek ise de, yeryüzüne, Muhammed aleyhisselâmın dînini yayacak ve O'nun ümmetinden olacaktır.
--------------------------------------------------------
1) Hâşiye-i Şeyhzâde alâ Tefsîr-il-Beydâvî; İstanbul 1979, sh. 597
2) Tefsîr-i Mazharî; cild-2, ikinci kısım sh. 137, 272
3) Tefsîr-i Kebîr (Râzî); Mısır, cild-22, sh. 143
4) İsbât-ün-nübüvve; İstanbul, 1987
5) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; cild-1, mektup 63, 266, cild-3, mektup 23
6) Ümm-ül-berâhin alâ İsmet-il-enbiyâ (Desûkî)
7) Nuhbet-ül-leâlî fî şerh-il-emâlî; İstanbul, 1987, sh. 49-64
8) Kavl-ül-Fasl şerhu Fıkh ül-ekber
9) Akâidi Nesefî
10) Tam İlmihâl Seâdeti Ebediyye; sh. 40, 56, 57, 104, 454, 874, 910
11) Herkese Lâzım Olan Îmân; İstanbul, 1986, sh. 25
12) Fâideli Bilgiler; İstanbul, 1986, sh. 5, 460
13) Hak Sözün Vesîkaları; İstanbul, 1986, sh. 275
14) Şerh-i Mevâkıf
15) Âmentü şerhi (Kâdızâde)
16) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 62
17) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 147