Hicretin
onbirinci senesi idi, Cebrâil aleyhisselâm, bu sene geldiğinde, sevgili Peygamberimize, Kur'ân-ı kerîmi iki defâ baştan sona okudu.
Halbuki, daha önceki yıllarda, Kur'ân-ı kerîmi
bir defâ okumuştu. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve
sellem efendimiz, Cebrâil aleyhisselâmın, en son tebliğ ettiği; “Allahü teâlânın yardımı ve zafer günü gelip, insanların, Allahü teâlânın dînine (İslâmiyete) akın akın girdiklerini görünce, Rabbini hamd
ile tesbîh et! O'ndan af dile! Çünkü O, tevbeleri dâimâ kabûl eder"
meâlindeki Nâsr sûresini dinledikten sonra; “Y’a Cebrâil! İçimden,
ölümümün yaklaştığını duyuyorum" buyurdu. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm,
şu âyet-i kerîmeleri okudu, meâlen: "Âhıret, senin için dünyâdan daha hayırlıdır, Rabbin
sana râzı oldum deyinceye kadar her istediğini verecek." (Duhâ
sûresi: 4, 5)
Sevgili Peygamberimiz,
o gün, Medîne'de bulunan bütün Eshâb-ı kirâmının, öğle namazında mescide
toplanmaları için haber gönderdi. Server-i âlem efendimiz, namazı kıldırdıktan
sonra, bir hutbe irâd ettiler. Bu öyle bir hutbe idi ki, dinleyen bütün kalbler
ürpermiş, gözlerden yaşlar boşanmıştı. Daha sonra; “Ey insanlar! Sizin peygamberiniz olarak beni
nasıl buldunuz" buyurunca, Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ, sana bizim tarafımızdan bol bol
hayırlar ihsân buyursun. Sen, bizim için çok şefkâtli bir baba, nasîhatte
bulunan şefkâtli bir kardeş gibiydin. Allahü teâlânın
sana lutfettiği peygamberlik vazifesini yerine getirdin. Vahyedilenleri bize
ulaştırdın. Rabbinin yoluna, İslâm’a, hikmet ile, güzel nasîhat ile dâvet ettin,
çağırdın. Allahü teâlâ sana, en güzel ve
en yüksek karşılıkları versin" dediler.
Peygamber efendimiz;
“Ey mü’minler!
Allah aşkına, kimin bende hakkı varsa, kalksın gelsin, kıyâmetten önce burada
alsın" buyurdular. Fakat, hakkını almak için kalkıp gelen
olmadı. Resûlullah efendimiz, ikinci
ve üçüncü defâlar da Allahü teâlânın
adını anarak; “Hakkı
olan gelsin alsın" buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâmdan
pîr-i fânî olan hazret-i Ukâşe kalktı. Resûlullah'ın
huzûruna vardı. Sonra; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Tebük
gazâsında, seninle beraberdim. Tebük'ten ayrıldığımız sırada benim devemle,
sizinki yanyana gelmişlerdi. Ben devemden indim. Sana yaklaştım. Maksadım,
senin mübârek vücûdundan öpmekti, o zaman kamçı ile sırtıma vurmuştun. Niçin vurduğunu
bilmiyorum" dedi.
Peygamber efendimiz;
“Yâ Ukâşe! Allahü teâlâ seni, Resûlünün kasten vurmasından muhâfaza eylesin. Yâ
Bilâl! Kızım Fâtıma'nın evine git. O kamçıyı bana getir" diye
emretti. Hazret-i Bilâl, mescidden çıktı. Elini başına koymuş, "Resûlullah kendisine kısas yaptıracak!"
diye hayretler içerisinde kalmıştı. Eve varınca kapıyı çalıp; "Ey Resûlullah'ın kerîmesi! Bana Resûlullah'ın kamçısını ver!" deyince,
hazret-i Fâtıma vâlidemiz; "Yâ Bilâl! Şimdi ne hac zamanı, ne de gazâ!
Babam kamçıyı ne yapacak?" diye sordu. Bilâl (radıyallahü
anh); "Ey Fâtıma! Haberin yok mu? Resûlullah'a
onunla kısas yapılacak!" dedi. Fâtıma (radıyallahü
anhâ) vâlidemiz; "Yâ Bilâl! Resûlullah'tan
kısas ile hakkını almaya kimin gönlü râzı olur? Mâdem ki, istedi vereyim.
Fakat, Hasen ve Hüseyin'e söyle, hakkını kim alacaksa, kısası kendilerine
yaptırsınlar. O zât, hakkını onlardan alsın. Sakın Resûlullah'a
kısas yaptırmasınlar" diye hazret-i Bilâl'e sıkıca tembih etti. Bilâl (radıyallahü anh) mescide geldi ve kamçıyı Resûlullah efendimize, O da hazret-i Ukâşe'ye
verdi. Ebû Bekr ve Ömer (radıyallahü anhümâ) bu
durumu görünce; "Ey Ukâşe! İşte biz yanında hazırız, hakkını bizden al. Ne
olur, Resûlullah'tan alma!" diye
yalvardılar. Bunun üzerine Peygamber efendimiz
hazret-i Ebû Bekr'e; “Ey Ebû Bekr! Sen bırak, çekil aradan. Ey Ömer! Haydi sen de
çekil. Allahü teâlâ, sizin yüksek derecenizi bilmektedir"
buyurdu. Sonra hazret-i Ali kalktı; "Ey Ukâşe! Resûlullah'a
vurmana, gönlüm râzı olmuyor. İşte sırtım ve karnım, Gel hakkını benden al,
istersen yüz kere vur. Fakat Resûlullah'a
dokunma!" deyince, Peygamber efendimiz;
“Ey Ali! Sen de
otur. Allahü teâlâ, senin de yüksek mertebeni, durumunu bilmektedir"
buyurdu. Bu defâ hazret-i Hasen ile Hüseyin kalktılar; “Ey Ukâşe! Sen de biliyorsun ki, biz Resûlullah'ın torunlarıyız. Onun için bize kısas, Resûlullah'a kısas demektir. Hakkını bizden al, ne olur Resûlullah'a vurma!" deyince, Peygamber efendimiz, onlara; “Siz de oturunuz,
ey iki gözümün neş'eleri" buyurdular. Sonra; “Ey Ukâşe! Gel
vur!" buyurdular. Ukâşe; "Yâ Resûlallah! Sen bana vurduğun
zaman benim vücûdum açıktı" deyince, sevgili
Peygamberimiz mübârek sırtını açtı. Bu sırada Eshâb-ı kirâmdan
hıçkırıklar duyuldu; "Yâ Ukâşe! Resûlullah'ın
mübârek sırtına vuracak mısın?" dediler.
Herkes
üzüntü içerisinde bekleşiyordu. Hazret-i Ukâşe, Resûlullah
efendimizin mübârek sırtındaki Peygamberlik mührünü görünce, birden
bire; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Hakkını almak için, senin
o mübârek sırtına vurmaya, sana kısas yapmaya kimin gücü yeter, buna kim
cesâret edebilir?" diyerek, Kâinatın sultânının mübârek mühr-i nübüvvetini
öpüverdi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ona; “Hayır, ya
vuracaksın, yâhud affedeceksin" buyurunca, Ukâşe hazretleri; "Canım
sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Affettim. Acabâ Allahü
teâlâ da beni kıyâmet gününde affeder mi?" dedi. Peygamber efendimiz; “Kim, benim Cennet’teki arkadaşımı görmek
isterse, bu pîr-i fânîye (ihtiyara) baksın" buyurdular. Resûlullah efendimizin bu mübârek sözünü duyan
Eshâb-ı kirâm, onun iki gözü arasından öpmeye başladı. Hepsi; "Ne mutlu
sana, ne mutlu sana! Ey Ukâşe! Resûlullah
ile beraber olmanın hürmetine, Cennet’te yüksek derecelere kavuştun"
diyorlardı.
Safer
ayının son günleriydi. Âlemlerin efendisi sallallahü
aleyhi ve sellem, kuzeydeki Bizans imparatorluğunun, müslümanlar için
büyük bir tehlike olmadan önce, onları tekrar İslâm’a dâvet etmek, kabûl
etmezlerse harbetmek ve İslâm Devleti'nin emrine sokmak istiyordu. Bu sebeple
Rumlarla muhârebe etmek üzere kahraman Eshâbının hazırlanmasını emir
buyurdular. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm)
hazırlık yapmak için dağıldı. Resûl-i ekrem
efendimiz, hazret-i Üsâme bin Zeyd'i çağırdılar; “Ey Üsâme! Şam'a, Belkâ sınırına,
Filistin'deki Darum'a, babanın şehîd edildiği yere kadar, Allahü teâlânın ismiyle ve bereketiyle git. Onları atlara çiğnet. Seni,
bu orduya başkumandan tâyin ettim. Übnâlıların üzerine ansızın varıp,
üzerlerine şimşek gibi saldır. Varacağın yere haber ulaşmayacak şekilde hızlı
git. Yanına kılavuzları alıp, câsus ve gözcüleri önünden ilerlet, Allahü teâlâ zafer ihsân ederse, onların arasında az kal"
buyurdular. Cürf'te karargâh kurmalarını emir buyurup, mübârek elleriyle
sancağı bağlayarak teslim ettiler. Mescidde minbere çıktılar; “Ey Eshâbım!
Üsâme'nin babası Zeyd, kumandanlığa nasıl lâyık ve benim katımda nasıl en
sevgiliyse, ondan sonra, oğlu Üsâme de kumandanlığa öyle lâyıktır. Üsâme, benim
katımda insanların en sevgililerindendir" buyurdu.
Hazret-i
Üsâme'nin kumandası altında, savaşa gideceklerin arasında; hazret-i Ebû Bekr,
hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh, hazret-i Sa'd bin Ebî Vakkâs
gibi Eshâbın ileri gelenleri de vardı. Fakat ertesi gün, Kâinatın sultânı
aniden hastalandığı için, ordunun gitmesi Peygamber
efendimizin âhırete irtihalinden sonraya kalmıştı. Sevgili Peygamberimiz, şiddetli sıtmaya
yakalanmışlardı. Gittikçe ateşi artıyor, hastalık şiddetleniyordu. Ağrılarının
azaldığı bir gece yarısı, yatağından kalktılar. Giyinerek gitmeye
hazırlandılar. Bunu gören hazret-i Âişe vâlidemiz; "Anam-babam, canım sana
fedâ olsun yâ Resûlallah! Nereye gidiyorsunuz?" diye sordu; Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Bakî
kabristanlığında medfûn bulunanlar için istiğfâr etmek üzere emir aldım. Oraya
gidiyorum" buyurdu. Yanına Ebû Müveyhib ile Ebû Râfi'yi alarak
gittiler. Mezârlıkta uzun uzun duâ edip, onların af ve mağfireti için Allahü teâlâya yalvardılar. Peygamber efendimizin bu ısrarlı yalvarması
karşısında, yanında bulunan sahâbîler; "Biz de, şimdi burada medfûn
bulunsaydık da, Resûlullah efendimizin
bu duâsına mazhar olmakla şereflenseydik!" dediler. Sevgili Peygamberimiz, Ebû Müveyhib'e dönerek;
“Ey Ebû
Müveyhib! Ben, dünyâ hazîneleri ile âhıret nîmetlerini seçmede serbest
bırakıldım, istersen dünyâda bakî ol, sonra Cennet’e git, istersen Likâullah (Allahü teâlâya kavuşmak) hâsıl olup Cennet’e gir dediler. Ben,
Likâullahı ve sonra Cennet’i seçtim" buyurdu.
Bir gün
de, Uhud'da bulunan şehidler için mağfiret dilemek üzere yola çıktılar. Onlar
için, Allahü teâlâya uzun uzun yalvararak
duâ eylediler. Sonra mescide gelip Eshâb-ı kirâma; “Ben, sizin Kevser havuzuna en önce
kavuşanınız, karşılayanınız olacağım. Sizinle buluşma yerimiz orasıdır... Ben,
sizin için, benden sonra müşrikliğe dönersiniz diye korkmam. Ancak dünyâya
kapılır, onun için birbirinizi kıskanır, birbirinizi öldürürsünüz. Netîcede
sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi, siz de, yok olur gidersiniz diye
korkarım!..." buyurdular. Sonra sâadethânelerini teşrîf
ettiler.
Hastalıkları
ağırlaşmıştı. Mübârek hanımefendileri, sevgili
Peygamberimizin, hazret-i Âişe vâlidemizin evinde kalmalarını, kendi
haklarını ona tercih ettiklerini bildirdiler. Zevce-i mutâhharalarının bu
fedâkarlıklarına memnun olup, hepsine duâ ettiler ve ondan sonraki günlerini
hazret-i Âişe vâlidemizin evinde geçirmeye başladılar.
Resûl-i ekrem
sallallah aleyhi ve sellem efendimizin, ateşi çok artmıştı. Ateşin şiddetinden
yatağında, bir taraftan diğer tarafa dönmek mecbûriyetinde kalıyordu. O hâlde
iken, Eshâb-ı kirâm, ziyârete gidiyor, Efendimizin çektiği şiddetli sıkıntıya
ziyâdesiyle üzülüyorlardı. Ebû Sa’id-i Hudrî (radıyallahü
anh) anlattı ki: "Resûlullah'ın
mübârek huzûruna gitmiştim. Üzerinde kadife bir örtü bulunuyordu. Sıtmanın
sıcaklığı örtüden dışarı çıkıyor, harâretten elimizi örtüye dokunduramıyorduk.
Hayretimizi ve üzüntümüzü gören Resûlullah
efendimiz; “En şiddetli belâ, peygamberlere olur. Buna rağmen
peygamberin belâlara sevinmesi, sizin, verilen ihsânlara sevinmenizden daha
fazladır" buyurdu."
Ümmü Bişr
bin Berâ (radıyallahü anhâ) anlattı: "Resûlullah'ın ziyâretine gitmiştim. Mübârek
vücûdu ateş gibi yanıyordu. "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ben, hiç
bir zaman böyle şiddetli bir hastalık görmedim!..." dedim. Buyurdular ki; “Ey Ümmü Bişr!
Sıtmanın şiddetli olması, sevâbımın çok olması içindir. Bu hastalık, Hayber'de
tatmış olduğum zehirli etin eseridir. O etin acısını her zaman duyardım. O gün
yediğim zehir, şimdi ebherimi yâni avort damarımı koparmaktadır" buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz,
Abdullah bin Mes’ûd hazretlerine de buyurdu ki: “Hastalığa tutulan hiç bir müslüman yoktur ki,
Allahü teâlâ, onun hatâ ve günâhlarını, ağacın yaprakları döküldüğü gibi
dökmesin!"
Hastalık
günden güne şiddetleniyordu. Eshâb-ı kirâm bu duruma çok üzülüyor, evlerinde
rahat edemiyorlardı. Mescide toplandılar. Peygamber
efendimizin durumunu sormak üzere hazret-i Ali'yi huzûra
gönderdiler. Âlemlerin efendisi, işâretle; “Eshâbım ne diyorlar?" diye sordular. O da;
"Resûlullah aramızdan
giderse!... diye çok üzülüp telâş ediyorlar" dedi. Eshâbına olan
merhametleri çok daha fazla olan sevgili
Peygamberimiz, hastalığının şiddetine katlanarak kalktılar, hazret-i
Ali ve hazret-i Fadl bin Abbâs'a dayanarak mescide geldiler. Minbere çıkarak Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra,
Eshâb-ı kirâma; “Ey
Eshâbım! Benim ölümümü düşünüp telâş ediyormuşsunuz. Hiç bir peygamber ümmeti
arasında sonsuz kaldı mı ki, ben de sizin aranızda sonsuz kalayım? Biliniz ki,
ben Rabbime kavuşacağım. Size nasîhatim olsun ki, Muhâcirlerin büyüklerine
saygı gösteriniz! Ey Muhâcirler! Size de vasiyetim şudur ki, Ensâra iyilik
ediniz! Onlar size iyilik etti. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı
olduğu hâlde, sizi kendilerinden üstün tuttular. Mallarına sizi ortak ettiler.
Her kim Ensâr üzerine hâkim olur ise, onları gözetsin, kusur edenleri olursa affetsin"
buyurdu. Sonra çok güzel tesirli nasihatlar edip; “Allahü teâlâ, bir kulunu dünyâda kalmak ile, Rabbine kavuşmak arasında
serbest bıraktı. O kul, Rabbine kavuşmak istedi" buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin
sözleriyle vefâtına işâret buyurduğunu anlayıp; "Canımız sana fedâ olsun
yâ Resûlallah!" diyerek ağlamaya başladı. Merhamet deryâsı, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi
vesellem; “Ağlama
yâ Ebâ Bekr!" buyurarak ona, sabr ve katlanmak lâzım geldiğini
emretti. Mübârek gözlerinden yaş akıyordu. “Ey Eshâbım! Dîn-i İslâm yolunda sıdk ve ihlâs ile malını
fedâ eden Ebû Bekr'den çok râzıyım. Âhıret yolunda arkadaş edinmek elde
olsaydı, onu seçerdim" buyurdu ve; “Mescide açılan kapılardan Ebû Bekr'in ki
hariç hepsini kapatınız" diye emrettiler. Sonra, minberden
inerek hazret-i Âişe vâlidemizin odasına döndüler. Eshâb-ı kirâm ağlamaya
başladılar. Bunun üzerine Peygamber efendimiz,
hazret-i Ali'nin ve Fadl bin Abbâs'ın kollarına girerek tekrar mescidi teşrîf
ettiler. Minberin alt basamağında durup, Eshâb-ı kirâma şöyle buyurdular: “Ey Muhâcirler ve
ey Ensâr! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin faydası yoktur.
Allahü teâlâ, hiç bir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahü teâlânın kazâ ve kaderini değiştirmeye, irâdesinden üstün olmaya
kalkışırsa, onu kahr ve perişân eder. Allahü teâlâya hîle etmek, O'nu aldatmak
isteyenin işleri bozulup, kendi aldanır. Biliniz ki, ben sizlere karşı raûf ve
rahîmim. Siz de bana kavuşacaksınız. Kavuşacağınız yer, Kevser havuzunun
başıdır. Cennet’e girmek, bana kavuşmak isteyen, boş yere konuşmasın. Ey müslümanlar!
Kâfir olmak, günâh işlemek; nîmetin değişmesine, rızkın azalmasına sebeb olur.
İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerine itâat ederse, hükümet başkanları, âmirleri,
vâlileri onlara merhamet ve şefkât eder. Fısk, fücur, taşkınlık yapar, günâh
işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar. Benim hayatım, sizin için
hayırlı olduğu gibi, ölümüm de hayırdır ve rahmettir. Eğer bir kimseyi haksız
yere döğmüş veya fenâ bir söz söylemiş isem, bana aynı şeyi yaparak hakkını
almasına, birinizden haksız bir şey almış isem, geri istemesine râzıyım ve
helâllaşmağa hazırım. Çünkü, dünyâ cezâsı, âhıret cezâsından pek hafiftir. Buna
katlanmak daha kolaydır." Daha önce hazret-i Ebû Bekr'den
memnuniyetini ifâde ettikleri gibi, bu hutbede de hazret-i Ömer'den memnuniyetlerini
bildirip; “Ömer
benimledir, ben de onunlayım. Benden sonra hak Ömer'le beraberdir"
buyurdular. Resûlullah efendimiz bu
hutbeden sonra minberden indi. Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp, vasiyyet ve
nasîhatten sonra; “Sizi Allahü teâlâya ısmarladım"
buyurdular ve Eshâbdan ayrılıp odasını teşrîf ettiler.
Âlemlerin
efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, şiddetli
ağrılarının olduğu bir gün, Eshâb-ı kirâm ile helâllaşmak, âhırete kul
haklarıyla gitmemek için Bilâl-i Habeşî hazretlerini çağırttı. Ona; “Halka seslen!
Mescide toplansınlar. Onlara son vasiyetimi yapmak istiyorum!..."
buyurdular. Hazret-i Bilâl, Eshâbı mescide topladı. Sevgili
Peygamberimiz, hazret-i Ali ve Fadl'a (radıyallahü
anh) dayanarak mescidi teşrîf ettiler. Minbere oturup, Allahü teâlâya hamd ve senâdan sonra; “Ey Eshâbım!
Bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa, benden
istesin. Benim yanımda sevgili olan, benden hakkını istesin veya helâl etsin
ki, Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım" buyurdular.
Sonra minberden inip, öğle namazını kıldırdılar. Namazdan sonra, tekrar minbere
çıkıp, namazdan önce buyurduğunu tekrar ettiler.
Sevgili Peygamberimizin,
vefâtına üç gün kala, hastalığı ağırlaştı. Mescide çıkıp cemâate namaz
kıldıramadılar. Cemaatla kılamadığı ilk namaz, yatsı namazı idi. Hazret-i Bilâl
her zamanki gibi, o vakitte kapıya gelip; "Es-salat, yâ Resûlallah!"
dedi. Sevgili Peygamberimizin
dermansızlıktan mescide gitmeye mecâli yoktu. “Ebû Bekr'e söyleyiniz! Eshâbıma namazı
kıldırsın" buyurdu. Hazret-i Âişe vâlidemiz; "Canım sana
fedâ olsun yâ Resûlallah! Babam yumuşak kalbli ve çok üzüntülüdür. Zat-ı
âlinizin makâmına durup, orada sizi göremezse ağlamaktan okuyamaz. İmâmete
Ömer'in geçmesini emreder misiniz?" diyerek suâl eyledi. Peygamber efendimiz tekrar; “Ebû Bekr'e
söyleyiniz! Eshâbıma imâm olup namazı kıldırsın " buyurdular.
Hazret-i Bilâl, Ebû Bekr-i Sıddîk'a (radıyallahü anh)
durumu bildirdi. Hazret-i Ebû Bekr, mihrabda Resûlullah
efendimizi göremeyince, kalbinden vurulmuşa döndü, aklı gideyazdı.
Ağladı!... ağladı!... Eshâb-ı kirâm da ağlaşmaya başladılar. Habîbullah
efendimiz, mescidden gelen bu feryâdın ne olduğunu sorunca, hazret-i Fâtıma
vâlidemiz; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Eshâbın, ayrılığınıza
dayanamadığı için ağlıyorlar!..." diye durumu arzetti. Merhamet deryâsı sevgili Peygamberimiz sallallahü
aleyhi ve sellem çok müteessir olmuşlardı. Eshâbını tesellî eylemek için
hastalığının bu kadar şiddetine rağmen, güçlükle kalktılar. Hazret-i Ali ve
hazret-i Abbâs'a dayanarak mescide geldiler. Namazdan sonra; “Ey Eshâbım! Siz, Allahü teâlânın hıfzındasınız ve sizi Allahü teâlâya
emânet ettim! Takvâ üzere olun. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın emrini tutun ve itâat edin. Ben, artık bu dünyâdan
ayrılıyorum" buyurdular.
Hazret-i
Ebû Bekr, Eshâb-ı kirâma onyedi vakit namaz kıldırdı. Bir defâsında öğle namazı
kıldırıyordu. O sırada Kâinatın sultânı, mübârek vücûdlarında bir hafiflik
hissetmişler, hazret-i Ali ve Hazret-i Abbâs'a dayanarak mescide gelmişlerdi.
Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), sevgili Peygamberimizin teşrîf ettiğini
anlayıp, geriye çekilmek istedi. Efendimiz ona; “Yerinde dur!" anlamında
işâret buyurdu. Peygamber efendimiz,
hazret-i Ebû Bekr'in solunda, Eshâbına son defâ namaz kıldırdılar.
Sevgili Peygamberimizin
vefâtından üç gün evveldi. Cebrâil aleyhisselâm, Resûlullah
efendimizi ziyârete gelip; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın sana selâmı var. Durumunuzu
bildiği hâlde, nasıl olduğunuzu, kendinizi nasıl hissettiğinizi soruyor"
dedi. Âlemlerin efendisi ise; “Mahzûnum!" buyurdular. Cebrâil aleyhisselâm,
Pazar günü de geldi ve aynı şeyleri söyledi. Peygamber
efendimiz yine evvelki cevâbı verdiler. Cebrâil
aleyhisselâm ayrıca; Yemen'de peygamber
olduğunu söyleyen Esed-i Ansî'nin öldürüldüğünü haber verdi. Resûl-i ekrem de, Eshâbına bildirdi.
Hastalıktan önce, kendilerine gelmiş olan birkaç altını fakirlere, bir kaçını
da hazret-i Âişe'ye vermişlerdi. Pazar günü, Resûlullah'ın
hastalığı ağırlaştı. Huzûruna gelen ordu kumandanı hazret-i Üsâme'ye bir şey
söylemediler. Fakat mübârek kollarını kaldırıp onun üzerine sürdüler. Ona duâ
ettikleri anlaşıldı.
Sevgili Peygamberimizin
dünyâyı şereflendirdiği ve âhırete irtihal buyurduğu gün Pazartesi idi.
Hastalıklarının onüçüncü ve son günü... Âlemlerin efendisi, Eshâb-ı kirâm
Mescid-i şerîfte saf saf olup Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin arkasında sabah
namazını kılarlar iken, Mescid-i şerîfe geldiler. Ümmetinin saf saf olup ibâdet
ettiklerini gördüler. Sevinerek tebessüm buyurdular. Kendileri de hazret-i Ebû
Bekr'e uyup, arkasında namaz kıldılar. Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ı mescidde görünce, hastalık geçti
sanarak sevindiler. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem ise hazret-i Âişe'nin
odasını teşrîf buyurup yattılar. “Allahü
teâlânın huzûruna, dünyâ malı bırakmadan gitmek
isterim, yanında kalan altınları da, fakirlere dağıt" buyurdular.
Sonra ateşi arttı. Bir müddet sonra, tekrar gözlerini açıp, hazret-i Âişe'ye
altınları dağıtıp dağıtmadığını sordular. Dağıtacağını söyledi. Bunların hemen
dağıtılmasını tekrar tekrar emir buyurdular. Hemen dağıtılıp bildirilince; “Şimdi rahat
ettim" buyurdular.
Yataklarında
bir müddet istirâhat buyurduktan sonra, huzûr-i şerîflerine hazret-i Ali'yi
çağırdılar. Mübârek başını onun kucağına koydular. Mübârek alnı terlemiş,
mübârek rengi değişmişti. Hazret-i Fâtıma vâlidemiz, mübârek babasının o hâlini
görünce, bakmaya dayanamadı ve oğulları hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyn’in
yanına gitti. Ellerinden tutup ağlamaya başladı. "Ey benim babam! Kızını
kim gözetir! Hasen ve Hüseyin'i kime emânet edersin? Vay babam! Canım sana fedâ
olsun! Senden sonra benim hâlim nice olur! Gözüm, mübârek yüzünden sonra kime
bakar!" Resûlullah efendimiz,
kızının gönülleri yakan bu sözlerini işitince, mübârek gözlerini açtı ve onu
yanına çağırdı. “Yâ
Rabbî! Buna sabır ihsân eyle" diye duâ ettikten sonra; “Ey Fâtıma! Ey
gözümün nûru! Baban can çekişme hâlindedir!" buyurunca, içli
iniltilerle ağlaması daha da arttı. Hazret-i Ali; "Ey Fâtıma! Ne olur sus,
Resûlullah'ı daha fazla üzme!"
deyince, sevgili Peygamberimiz; “İncitme yâ Ali!
Bırak babası için gözleri yaş döksün!..." buyurduktan sonra,
mübârek gözlerini yumarak kendinden geçer gibi oldu.
Sonra
hazret-i Hasen, mübârek dedesinin huzûr-i şerîfine gelip; "Ey benim
mübârek dedem! Senin ayrılığına kim dayanabilir! Gönül perişânlığımızı kime arz
ederiz! Senden sonra anneme, babama ve kardeşime kim şefkât eder? Ezvâcın ve
Eshâbın, o güzel ahlâkınızı nerede bulurlar!..." diyerek ağlayınca, Peygamber efendimizin mübârek hanımefendilerinde
dayanacak hâl kalmadı. Hep birlikte ağlamaya başladılar.
Dışarda
pek müteessir bir hâlde bekleyen Eshâb-ı kirâm, Peygamber
efendimizin rahatsızlıklarının çok arttığını işitince, gönülleri
dağlandı. Ağlamaya başladılar. Son bir defâcık olsun, sevgili Peygamberlerinin
mübârek cemâlini görmek için; "Ne olur, kapıyı açın! Resûl aleyhisselâmın mübârek yüzünü bir defâ daha
görelim!..." diyerek kapıda yalvarıyorlardı. Âlemlere rahmet olarak
gönderilen Allahü teâlânın habîbi,
sevgilisi, Esbabının bu yakarışlarını işitince, merhamet eyleyip; “Kapıyı
açınız!" buyurdular. Eshâbın ileri gelenleri içeri girdiler. Sevgili Peygamberimiz, onlara sabır tavsiye
ettikten sonra; “Ey
Eshâbım! Siz, insanların en üstünleri, en şereflilerisiniz. Sizden sonra kim
gelirse gelsin, siz hepsinden önce Cennet’e girersiniz. Dîni ayakta tutmakta
metin olun ve Kur'ân-ı azîmi imâm (rehber) edinin. Dînin hükümlerinden gâfil
olmayın" buyurdu. Sonra; “Yâ Rabbî! Tebliğ ettim mi?" deyip mübârek
gözlerini kapadı. Mübârek yüzü terledi. Hazret-i Ali, Eshâba işâretle
çıkmalarını söyledi.
Onlar
gittikten sonra, huzûra hazret-i Âişe vâlidemiz gelip, nasîhat istedi. Peygamber efendimiz; “Ey Âişe! Evinin köşesine oturarak kendini
muhâfaza eyle!" buyurduktan sonra, mübârek gözlerinden yaşlar
akmaya başladı. Kâinatın sultânı ağlıyordu... Oradakilerin gönülleri yaralandı,
ciğerleri parçalandı. Hazret-i Ümmü Seleme vâlidemiz; "Canım sana fedâ
olsun yâ Resûlallah! Niçin ağlıyorsunuz?" diyerek suâl eylediğinde; “Ümmetime merhamet
olunması için ağlıyorum" buyurdu.
Güneş
tepeye doğru yükseliyordu. Vakit yaklaşmıştı... Sevgili
Peygamberimizin mübârek başı, hazret-i Âişe vâlidemizin göğsüne
yaslı bulunuyordu. Âlemlerin efendisi, artık son anlarını yaşıyor, mübârek
dudaklarından “Aman!
Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise
giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşunuz. Namaza, namaza
devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahü teâlâdan korkunuz!... Ey Allah’ım! Beni yarlığa! Bana rahmetini
ihsân eyle!... Beni Refîk-i âla zümresine kavuştur!..." cümleleri
dökülüyordu. Hazret-i Fâtıma vâlidemizin gözyaşları sel gibi akıyor, iniltisi
ciğerleri dağlıyordu. Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem onu yanına oturtup;
“Kızım, bir
miktar sabreyle, ağlama. Zirâ Hamele-i Arş (melekler) senin ağlaman
üzerine ağlaşırlar" buyurdu. Hazret-i Fâtıma vâlidemizin
gözyaşını sildi. Tesellî verip, Allahü teâlâdan
sabır diledi ve; “Ey kızım, benim rûhum kabz olacak. “İnnâlillahi ve innâ ileyhi
râci'ûn" diyesin. Ey Fâtıma! Gelen her musîbete bir karşılık verilir"
buyurdu. Bir müddet mübârek gözlerini kapayıp, sonra; “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa (keder,
tasa) olmaz.
Zirâ fânî âlemden ve mihnet yerinden kurtuluyor" buyurdu. Sonra
hazret-i Ali'ye; “Yâ Ali! Zimmetimde filan yahudinin şu kadar malı vardır. Asker
hazırlamak için almıştım. Sakın onu ödemeyi unutma. Elbette zimmetimi
kurtarırsın ve Kevser havzı başında benimle görüşeceklerin birincisi sensin.
Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır edesin. İnsanlar dünyâyı istedikleri
vakit sen âhıreti seçesin" buyurdu.
Üsâme (radıyallahü anh) tekrar geldi. Resûlullah efendimiz; “Allahü teâlâ yardımcın olsun! Haydi cenge
git!" buyurdu. O da çıkıp ordusuna gitti. Hemen hareket emrini verdi.
Âlemlerin
efendisi, artık son nefeslerini veriyordu... Vakit iyice yaklaşmıştı... Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselâma;
"Habîbime en güzel sûrette git! Eğer izin verirse rûhunu çok yumuşak ve
hafif olarak al. İzin vermezse geri dön!" diye vahyetti. Azrâil aleyhisselâm, en güzel sûrette, insan kıyafetinde, sevgili Peygamberimizin saâdethânelerinin
kapısına geldi ve; "Esselâmü aleyküm ey nübüvvet evinin sâhibi! İçeri
girmeğe izin verir misiniz? Allahü teâlâ
size rahmet eylesin?" dedi. Hazret-i Âişe vâlidemiz, sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem yanıbaşında oturan
hazret-i Fâtıma'ya; "Bu gelene sen cevap ver" dedi. O da, kapıya
varıp, çok üzüntülü bir ses ile; "Ey Allahü
teâlânın kulu! Resûlullah
şu anda, kendi hâliyle meşgûldur" dedi. Azrâil aleyhisselâm,
tekrar izin istedi. Aynı cevap verildi. Üçüncü defâ selâmını tekrarlayıp,
mutlaka girmesi gerektiğini yüksek sesle söyleyince, Peygamber efendimiz haberdâr oldular ve “Yâ Fâtıma! Kapıda
kim var!" buyurdular. Hazret-i Fâtıma; "Yâ Resûlallah!
Kapıda birisi girmek için izin ister. Bir kaç defâ cevap verdim. Fakat üçüncü
seslenişinde vücûdum ürperdi" dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; “Ey Fâtıma! Kapıdaki kimdir, biliyor musun? O;
lezzetleri yıkan, toplulukları darmadağınık eden, kadınları dul, çocukları
yetim bırakan, evleri harâb, kabirleri ma’mûr eden, ölüm meleği Azrâil'dir. Ey
Azrâil gir" buyurdu. O zaman hazret-i Fâtıma vâlidemiz, târif
edilmez bir ızdırâba düştü ve mübârek ağızlarından şu cümleler döküldü;
"Vah Medîne harâb oldun?" Peygamberimiz,
hazret-i Fâtımâ'nın elini tutup mübârek göğsüne koydular ve mübârek gözlerini
kapadılar. Hazır olanlar, mübârek rûhunun kabzolduğunu sandılar. Hazret-i
Fâtıma vâlidemiz dayanamayıp, babasının mübârek kulağına doğru eğildi ve
gönülleri yaralayan bir sesle; "Ey benim babacığım!..." diye
seslendi. Hiç cevap gelmeyince bu sefer; "Canım sana fedâ olsun yâ
Resûlallah! Ne olur mübârek gözlerini bir aç da bana bir şey söyle..."
dedi. Âlemlerin efendisi, mübârek gözlerini açıp, kızının gözyaşlarını sildi ve
onun kulağına vefât edeceğini bildirdi. Bunun üzerine hazret-i Fâtıma ağlamaya
başladı. Bu defâ kulağına; “Ehl-i beytimden, ilkönce, benim yanıma gelecek
sensin!" buyurdular. O da bu müjdeye sevinip tesellî buldular.
Hazret-i
Fâtıma vâlidemiz; "Ey babacığım! Bugün ayrılık günü! Bir daha sana ne
zaman kavuşurum?" diye sordu. Resûlullah
efendimiz; “Ey kızım! Beni kıyâmet günü havzın kenarında bulursun.
Ümmetimden, havza gelenlere su veririm" buyurdu. Hazret-i
Fâtıma; "Eğer seni orada bulamazsam, ne yaparım?" diye sorunca, Peygamber efendimiz; “Mîzânın yanında bulursun. Orada, ben ümmetime
şefâat ederim" buyurdu. Hazret-i Fâtıma vâlidemiz; "Orada
da bulamazsam yâ Resûlallah!" deyince, Peygamber
efendimiz; “Sırâtın yanında bulursun. Ben orada Rabbime; “Yâ Rabbî!
Benim ümmetimi ateşten muhâfaza eyle" diye yalvarırım" buyurdu.
Bundan
sonra hazret-i Ali hüzünlü bir sesle; "Yâ Resûlallah! Siz rûhunuzu teslim
ettikten sonra, sizin gaslinizi kim yapacak, neye kefenleyeceğiz. Namazınızı
kim kıldıracak, kabre kim koyacak?" diye sordu. Peygamber efendimiz; “Ey Ali, beni sen yıka, Fadl bin Abbâs sana su döksün. Cebrâil sizin üçüncünüz olur. Gasl (yıkama) işimi bitirince,
kefenimi yaparsınız. Cebrâil, Cennet’ten güzel koku getirir.
Sonra beni mescide götürünüz ve çıkınız. Çünkü ilk önce Cebrâil, sonra Mikâil, sonra İsrâfil, sonra melekler grup grup
namazımı kılacaklar. Daha sonra siz giriniz, saf saf olunuz. Hiç kimse benden
öne geçmesin" buyurdu.
Sonra,
beklemekte olan Azrâil aleyhisselâma; “Ey Azrâil!
Ziyâret için mi geldin, yoksa rûhumu kabzetmek için mi?" diye
sorunca, Azrâil aleyhisselâm; "Hem
misâfir, hem de vazifeli olarak geldim. Allahü teâlâ
bana, senin huzûruna izinle girmemi emretti. Mübârek rûhunu ancak izninle
alırım. Yâ Resûlallah! İzin buyurursan, emrinize uyar, rûhunuzu kabz ederim.
Yoksa döner, Rabbime giderim" dedi. Peygamber
efendimiz; “Ey Azrâil! Cebrâil'i nerede bıraktın?"
buyurdu. Cebrâil'i dünyâ semâsında
bıraktım. Melekler, onu senin vefâtın sebebiyle taziye ediyorlar" dedi.
Böyle konuşurlarken Cebrâil aleyhisselâm geldi. Resûlullah
efendimiz; “Ey kardeşim Cebrâil! Artık dünyâdan göç vakti geldi. Allahü teâlânın katında benim için ne var? Bana onu müjdele de gönül
rahatlığı ile emâneti sâhibine teslim edeyim” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm;
"Ey Allahü teâlânın sevgilisi! Ben
semânın kapısını açık bıraktım. Melekler saf saf olmuşlar, senin rûhunu
sevgiyle beklerler" dedi. Peygamber
efendimiz; “Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Sen bana müjde
ver! Rabbimin nezdinde benim için ne var?" buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm;
"Yâ Resûlallah! Senin teşrîfinden dolayı, Cennet kapıları açılmış,
Cennet’in nehirleri akmış, Cennet’in ağaçları sarkmış, hûriler
süslenmiştir" dedi.
Peygamber efendimiz
yine; “Hamd, Allahü teâlâya mahsustur. Sen bana başka müjde ver yâ Cebrâil!" buyurdu. Cebrâil
aleyhisselâm; "Yâ Resûlallah! Sen kıyâmet
günü ilk şefâat eden ve ilk şefâati kabûl olunansın" dedi. Sevgili Peygamberimiz tekrar; “Hamd Allahü teâlâya mahsustur. Yâ Cebrâil! Bana başka
müjde ver" buyurunca, Cebrâil
aleyhisselâm; "Yâ Resûlallah! Sen neyi
soruyorsun?" dedi. Bunun üzerine Peygamber
efendimiz; “Benim bütün endişem, üzüntüm ve kederim, benden sonra
geride bıraktığım ümmetimdir" buyurdu. Hazret-i Cebrâil; "Ey Allahü
teâlânın Habîbi! Allahü teâlâ
kıyâmet günü, sen râzı oluncaya kadar ümmetini bağışlar. Bütün peygamberlerden
önce seni, bütün ümmetlerden önce senin ümmetini Cennet’e koyacaktır"
dedi. Sevgili Peygamberimiz, Cebrâil aleyhisselâma;
“Allahü teâlâ katında üç murâdım vardır: Biri, ümmetimin günâhkârlarına
beni şefâatçi etmesi, ikincisi, dünyâda yaptıkları günâhlardan dolayı onlara
azâb etmemesi, üçüncüsü, Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amellerinin
bana arzedilmesidir. (Eğer amelleri iyi ise duâ ederim, Allahü teâlâ kabûl eder. Kötü ise şefâat edip,
amel defterinden silinmesini isterim)" buyurdu. Cebrâil
aleyhisselâm, Allahü
teâlâdan, bu üç arzusunun da kabûl edildiği haberini verdi. Bunun
üzerine sevgili Peygamberimiz
rahatladılar.
Allahü teâlâ
vahy etti ki: "Ey Habîbim! Ümmetine bu kadar muhabbet ve şefkât
göstermeni, mübârek kalbine kim getirdi?" Peygamber
efendimiz; “Beni yaratıp, terbiye eden Rabbim teâlâ"
diye cevap verdi. Cenâb-ı Hak da;
"Senin ümmetine, benim rahmetim, merhametim seninkinden bin kat fazladır.
Onları bana bırak" buyurdu. Sonra sevgili
Peygamberimiz; “Şimdi rahatladım. Ey Azrâil! Emrolunduğun vazifeyi yerine
getir!" buyurdu.
Azrâil aleyhisselâm, vazifesini yapmak üzere hürmetine
yaratıldığı Kâinatın sultânının huzûruna yaklaştı. Sevgili
Peygamberimiz, yanındaki su kabına mübârek iki elini batırıp, ıslak
ellerini mübârek yüzüne sürdü ve; “Lâ ilâhe illallah! Ey Allah'ım! Refik-i âlâ!..."
buyurdu. Azrâil aleyhisselâm, Âlemlerin
efendisinin mübârek rûhunu almaya başladı. Resûlullah
efendimizin mübârek benzi bâzan kırmızı oluyor, bâzan sararıyordu.
Azrâil aleyhisselâma; “Ümmetimin canını da böyle şiddet ve zorla mı
alırsın!" buyurunca, o; "Yâ Resûlallah! Hiç kimsenin
canını böyle kolay almadım" cevâbını verdi. Son ânında bile ümmetini
unutmayan sevgili Peygamberimiz; “Ey Azrâil!
Ümmetime edeceğin şiddeti bana eyle! Zirâ onlar zayıftır, dayanamazlar..."
buyurdu. Sonra; “Lâ
ilâhe illallah! Refîk-i âlâ!" buyurdular ve mübârek rûhları
alındı ve âlâ-yı illiyyîne ulaştırıldı...
Essalâtü veselâmü
aleyke yâ Resûlallah!
Essalâtü
vesselâmü aleyke yâ Habîballah!
Essalâtü
vesselâmü aleyke yâ Seyyidel evveline vel-âhirîn!
Şefâat yâ
Resûlallah! Dahıylek yâ Resûlallah!
Cebrâil
aleyhisselâm, Peygamber
efendimize; "Esselâmü aleyküm ey Allahü
teâlânın Resûlü! Benim maksûdum, matlûbum sen idin. Artık, bir daha
yeryüzüne gelmem!" diyerek veda eyledi.
Resûl-i ekrem
efendimizin mübârek rûhu, yüksek âleme gidince, hazret-i Fâtıma vâlidemiz ve
ezvâc-ı tâhirât (Radıyallahü anhünne) sesli
sesli ağlamaya başladılar.
Bu sırada
sâhibi görünmeyen bir ses;
"Esselâmü
aleyküm yâ Ehl-i beyt! Ve Rahmetullahi ve berekâtühü" diye selâm verdi ve;
“Biliniz ki,
her canlı ölümü tadacaktır. Ve kıyâmet günü, size ecirleriniz tamâmiyle
verilecektir" meâlindeki Âl-i İmrân
sûresinin 185. âyet-i kerîmesini okudu. Sonra, onlara tesellî verip: "Allahü teâlânın ihsânlarına, ikrâmlarına
güveniniz. O'na sarılıp, O'ndan umunuz. Feryâd etmeyiniz! Asıl musîbete
uğrayan, sevâbdan mahrûm kalandır!" diyerek tâziyede bulundu.
Bu sözleri
oradakilerin hepsi işitip selâmına cevap verdiler. Bunları söyleyen Hızır aleyhisselâm idi.
Resûl-i ekremde
mevt (ölüm) alâmetleri görülünce, Ümm-i Eymen (radıyallahü
anhâ), oğlu Üsâme'ye haber gönderdi. Üsâme, hazret-i Ömer ve Ebû Ubeyde
bu acı haberi alınca, ordudan ayrılıp, Mescid-i Nebevî'ye geldiler. Âişe-i
Sıddîka ve diğer hâtunlar ağlayınca, Mescid-i şerîfteki Eshâb-ı kirâm şaşırdı.
Ne olduklarını anlayamadılar. Beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Hazret-i Ali
ölü gibi, hareketsiz kaldı. Hazret-i Osman'ın dili tutuldu. Hazret-i Ebû Bekr,
o anda evinde idi. Koşarak geldi. Hemen hücre-i seâdete girdi. Fahr-i âlemin
yüzünü açtı. Vefât etmiş olduğunu gördü. Mübârek yüzü ve her yeri latîf, nazîf
olarak, nûr gibi parlıyordu. "Memâtın da, hayatın gibi ne güzel yâ Resûlallah!"
diyerek, öptü. Çok ağladı. Mübârek yüzünü örttü. Evdekilere tesellî verdi.
Mescid-i şerîfe geldi. Minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma bir hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senâ etti ve Resûl-i ekrem sallallahü
aleyhi ve sellem efendimize salât okuduktan sonra: "Her kim Muhammed aleyhisselâma
îmân etmişse bilsin ki, Muhammed aleyhisselâm vefât etti. Her kim Allahü teâlâya tapıyorsa, O, hayy (diri) ve
bakîdir (ölmez, ebedîdir)" buyurdu ve sonra; “Muhammed (aleyhisselâm) resûldür. O'ndan önce de resûller gelmiştir. O da
ölecektir. Vefât ederse veya öldürülürse, dîninizden, döner misiniz? Dininden
çıkan olursa, Allahü
teâlâya zarar vermez. Kendine zarar verir.
Dininden dönmeyenlere, Allahü
teâlâ sevâblar verir"
meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin 144. âyet-i
kerîmesini okudu. Eshâb-ı kirâma nasîhat edip, ortalığı düzene koydu. Böylece;
hepsi Resûlullah'ın vefât etmiş
olduğuna inandı. Hüzün ve keder, Eshâb-ı kirâmın yüreğine bir zehirli hançer
gibi saplandı. Gözler ağlar, gözyaşları çağlar, hasret ateşi herkesin ciğerini
dağlar idi.
Eshâb-ı
kirâm (aleyhimürrıdvân) ilk iş olarak, bütün işleri idâre etmesi için hazret-i
Ebû Bekr'i, halîfe seçtiler. Ona bî'at edip, tâbi oldular ve emrine göre,
işleri görmeye başladılar. Resûl-i ekrem
efendimiz, hicretin onbirinci yılında (miladî 632) Rebî-ül-evvel ayının
12'sinde Pazartesi günü öğleden evvel âhırete irtihâl eyledi. O anda Kamerî
seneye göre 63, şemsî seneye göre de 61 yaşında bulunuyordu.
Peygamber efendimizi,
hazret-i Ali, hazret-i Abbâs, hazret-i Fadl bin Abbâs, hazret-i Kusem bin
Abbâs, hazret-i Üsâme bin Zeyd, hazret-i Sâlih yıkadılar. Yıkama esnâsında
mübârek vücûdundan öyle bir misk kokusu yayıldı ki, şimdiye kadar hiç kimse
öyle bir koku koklamamıştı. Sonra kefenlediler. Bir sedir üzerinde taşınıp,
mescide getirildi. Daha önce sevgili
Peygamberimizin haber verdiği şekilde, herkes mescidden dışarı
çıktı. Melekler, bölük bölük gelip namazını kıldılar. Meleklerin kılması
bitince, sâhibi görünmeyen bir ses; "Giriniz! Peygamberinizin namazını kılınız!"
diyordu. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm içeri girdi. İmâmsız olarak sevgili Peygamberimizin namazını kıldılar.
Çarşamba günü akşamına kadar ancak bitirebildiler.
Eshâb-ı
kirâm, sevgili Peygamberimizin
mübârek kabrinin kazılması husûsunda hazret-i Ebû Bekr'in hatırlattığı şu hadîs-i şerîfe uydular: “Peygamberler, rûhlarını teslim ettikleri
yerde defnolunurlar." Ebû Talha-ı Ensârî hazretlerinin, Lahd
şeklinde kazdığı kabr-i şerîfe, Çarşamba günü gece yarısına doğru defnedildi.
Hazret-i Abbâs'ın oğlu Kusem (radıyallahü anh),
kabirdeki hizmeti bitirip en son çıkan idi. Dedi ki: "Resûlullah'ın mübârek yüzünü en son gören
benim. Mübârek dudakları kıpırdıyordu. Üzerine eğilip kulak verdim; "Yâ
Rabbî! Ümmetim!... Yâ Rabbî! Ümmetim!..." diye yalvarıyordu.
Sevgili Peygamberimiz,
âhırete irtihâl ettiği gün, Abdullah bin Zeyd hazretleri; "Yâ Rabbî! Ben
bu gözü, Habîbinin mübârek nûrlu yüzüne bakmak için isterdim. O görünmez
olunca, artık ne yapayım! Yâ Rabbî! Gözümü al!" diye duâ etti ve göremez
oldu.
Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin görünüşünün anlatılmasına Hilye-i seâdet denir.
İslâm âlimleri, Muhammed aleyhisselâmın görünen bütün uzuvlarını, şeklini, sıfatlarını, güzel huylarını ve bütün inceliklerine varıncaya kadar hayatının tamamını açık bir şekilde senet ve vesikaları ile yazmışlardır. Bu bilgiler, bizzat Peygamber efendimizin kendi beyânları olan hadîs-i şerîflerinden ve Eshâbının bildirdiği haberlerden toplanmıştır. Bunları ihtivâ eden eserlere, siyer kitapları denmektedir. Binlerce siyer kitabı arasında, Peygamber efendimizin hilye-i seâdetini bildiren en meşhûr kitaplar; İmâm-ı Tirmizî'nin "Eş-Şemâil-ür-Resûl"ü ve Kâdı Iyâd'ın "Şifâ-i şerîfi ile İmâm-ı Beyhekî'nin ve Ebû Nuaym İsfehânî'nin "Delâil-ün-Nübüvve"leri, bir de İmâm-ı Kastalânî hazretlerinin "Mevâhib-i Ledünniye" adlı eseridir.
Hadîs-i şerîflerde ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği haberlerde, sevgili Peygamberimizin hilye-i seâdeti şöyle bildirilmektedir:
Fahr-i kâinatın mübârek yüzü ile bütün âzâ-i şerîfesi ve mübârek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve âzâlarından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü bir miktar yuvarlak idi ve neş'eli olduğu zamanda, ay gibi nûrlanırdı. Sevindiği, mübârek alnından belli olurdu. Resûlullah efendimiz gündüz nasıl görürse, gece de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü. Yana ve geriye bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne, semâdan daha çok bakardı. Mübârek gözleri büyük ve kirpikleri uzun idi. Mübârek gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı ve gözlerinin karası gâyet siyah olup, geceleri sürme çekerdi. Fahr-i âlemin sallallahü aleyhi ve sellem alnı açık idi. Mübârek kaşları ince olup, kaşları arası açık idi. İki kaşı arasındaki damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübârek burnu gâyet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksek idi. Mübârek başı büyük idi. Mübârek ağzı küçük değildi. Mübârek dişleri beyaz olup, öndekiler seyrek idi. Söz söyleyince, sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Allahü teâlânın kulları arasında O'ndan daha fasîh ve daha tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gâyet kolay anlaşılır, gönülleri alır ve rûhları çekerdi. Söz söylediği zaman, kelimeler inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimelerini saymak mümkün idi. Bazen iyi anlaşılması için, üç kere tekrar ederdi. Cennet’te Muhammed aleyhisselâm gibi konuşulacaktır. Mübârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere ulaşırdı.
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, güler yüzlü idi. Tebessüm ederek güler ve mübârek ön dişleri görünürdü. Gülünce, nûru duvarlar üzerine aks ederdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmez, yüksek sesle de ağlamazdı. Ama üzülünce, mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşününce, Allahü teâlânın korkusundan ve Kur'ân-ı kerîmi işitince ve bâzan da namaz kılarken ağlardı.
Fahr-i âlem efendimizin, mübârek parmakları iri ve mübârek kolları etli idi. Mübârek avuçlarının içi geniş idi. Bütün vücûdunun kokusu, miskten güzel idi. Mübârek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûlullah'a on sene hizmet ettim. Mübârek elleri ipekten yumuşak idi. Mübârek teni miskten ve çiçekten daha güzel kokuyordu. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübârek ayaklarının parmakları iri, altı da çok yüksek olmayıp yumuşak idi. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile aynı hizada idi. Omuz başının kemikleri iri olup mübârek göğsü genişti. Resûlullah efendimizin kalb-i şerîfi, nazargâh-ı ilâhî idi.
Resûl-i ekrem efendimiz, çok uzun boylu olmadığı gibi, kısa da değildi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman, mübârek omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.
Mübârek saçları va sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışda, ondüle idi. Mübârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mübârek saçlarını bâzan uzatır, bâzan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Vefât ettiği zamanda, saç ve sakalındaki ak kılların sayısı yirmiden az idi. Mübârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, mübârek kaşları kadar idi. Emrinde husûsi berberleri var idi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, misvâkını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar ederdi. Fahr-i kâinat efendimiz, önüne bakarak, sür’atle yürür ve bir yerden geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu. Resûlullah efendimiz, Arab idi. Yâni kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gâyet güzel, nûrlu ve sevimli idi. Bir kimse, Peygamber efendimize siyah dese, kâfir olur.
Arab, lügatda, güzel demektir. Meselâ, lisân-ı Arab, güzel dil demektir. Istılâh mânâsı ise, yâni coğrafyada Arab demek, Arabistan ismindeki yarımadada doğup büyüyen, oranın iklimi, havası, suyu ve gıdası ile yetişen ve onların kanından olan kimse demektir. Anadolu'daki kandan gelenlere Türk, Bulgaristan'da doğup büyüyenlere Bulgar, Almanya'dakilere Alman dedikleri gibi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de, Arabistan yarımadasında doğduğu için Arab'dır. Arablar beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamberimizin sülalesi beyaz ve çok güzel idi. Zâten dedeleri İbrâhim aleyhisselâm, beyaz olup, Basra şehri ahâlisinden Târuh isminde beyaz bir müslümanın oğlu idi. Kâfir olan Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın babası, değil, amcası ve üvey babası idi.
Sevgili Peygamberimizin babası Abdullah'ın güzelliği, Mısır'a kadar yayılmıştı ve alnındaki nûrdan dolayı, ikiyüze yakın kız, evlenmek için Mekke'ye gelmişti. Fakat, Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âmine'ye nasîb oldu.
Amcası Abbâs ile Abbâs'ın oğlu Abdullah da beyaz idi. Peygamberimizin kıyâmete kadar evlâdı da güzel ve beyazdır.
Resûlullah'ın Eshâbı da beyaz ve güzel idi. Osman (radıyallahü anh), beyaz sarışın idi. Resûlullah efendimizin, Rum imparatoru Heraklius hükümetine gönderdiği sefîri Dıhye-i Kelbî çok güzel olup, sokaklarda gezerken, yüzünü görmek için Rum kızları sokaklara çıkardı. Cebrâil aleyhisselâm çok defâ, Dıhye (radıyallahü anh) şeklinde gelirdi.
Mısır, Şam, Afrika, Sicilya ve İspanya yerlileri Arab değildir. Arablar, İslâmiyeti dünyâya yaymak için, Arabistan yarımadasından çıkarak buralara geldiklerinden, bugün buralarda da mevcûttur. Nitekim Anadolu'da, Hindistan'da ve başka memleketlerde de mevcûttur. Fakat, bu gün bu memleketlerin hiç birinin ahâlisini Arab diye isimlendirmek doğru olmaz.
Mısır ahâlisi esmerdir. Habeşistan ahâlisi siyahtır. Bunlara Habeş denir. Zengibâr ahâlisine Zencî denir. Bunlar da siyahtır. Peygamberimizin akrabâsını, torunlarını sevmek ve saymak ibâdettir. Onları her müslüman sever. Anadolu'ya misâfir gelen siyah fellahlar, habeşler, zenciler, hürmet ve ikrâm olunmak için, kendilerini, Arab diye tanıtmışlar, Anadolu'nun saf müslümanları da sözlerine inanıp bunları sevmişlerdir. Çünkü bu sevgide siyah, beyaz ayırımı yoktur. Siyah bir müslüman, beyaz bir kâfirden kat kat daha üstün, daha kıymetli ve sevimlidir. İnsanın siyah olması, îmânın şerefini azaltmaz. Bilâl-i Habeşî hazretleri ve Resûlullah'ın çok sevdiği Üsâme siyah idiler. Kötülükleri ve aşağılıkları herkesçe bilinen Ebû Leheb ve Ebû Cehl kâfirleri beyaz idiler. Allahü teâlâ insanın rengine değil, îmânının kuvvetine ve takvâsına kıymet vermektedir. Fakat, siyahların kendilerini Arab olarak tanıtmaları, İslâm düşmanlarının, yahudilerin işlerine yaradı. Bir yandan, siyah insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıttılar. Bunları köle olarak kullandılar. Bir yandan da kara kedileri, köpekleri, "Arab, Arab" diye çağırarak, gazete ve mecmualara yaptıkları siyah resim ve karikatürlere Arab diyerek, gençliğe, Arabı siyah olarak tanıtmağa, böylece, müslüman yavrularını Peygamberimizden soğutmağa uğraştılar.
Güzel huyların hepsi, sevgili Peygamberimizde toplanmıştı. Güzel huyları, vehbî yâni Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, kesbî yâni çalışarak, sonradan kazanmış değildir. Bir müslümanın ismini söyleyerek hiç bir zaman lânet etmemiş ve aslâ mübârek eliyle kimseyi döğmemiştir. Allah için intikâm almış; kendi için, hiç bir kimseden intikâm almamıştır. Akrabâsına, Eshâbına ve hizmetçilerine tevâzû ederek, iyi muâmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgûl olmazdı. Mübârek rûhu, melekler âleminde idi.
Resûlullah efendimizi, ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik hâllerinden, kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye tâkat getiremezdi. Halbuki kendisi, hayâsından, mübârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, Rum imparatorları, İran şahları ve hiç bir hükümdâr, O'nun kadar ihsân yapamazdı. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayat sürerdi ki, yemek ve içmek hatırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veya falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirilirse yer, her ne meyve verseler kabûl ederdi Bazen aylarca az yer, açlığı severdi. Bazen da çok yerdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile yemek yerken, herkesten sonra el çekerdi. Herkesin hediyesini kabûl ederdi. Hediye getirene karşılık olarak kat kat fazlasını verirdi.
Çeşitli elbise giymek âdeti idi. Yabancı devlet sefîrleri gelince süslenip, kıymetli ve nefis elbise giyerek, güzel yüzünü gösterirdi. Taşı akîkten, gümüş yüzük takar ve mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde "Muhammedün Resûlullah" yazılı idi. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacının lifleri ile dolu idi, Bazen bu yatak üzerine, bâzan yere serili deri üzerine, bâzan da hasır veya kuru toprak üzerine yatardı. Mübârek avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ yanı üzerine yatardı. Zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarımsak gibi şeyler yemez ve şiir söylemezdi.
Peygamber efendimizin mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Hiç esnemezdi. Mübârek vücûdu nûranî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübârek kanını içmezdi. Allahü teâlâ tarafından Resûlullah olduğu bildirildikten sonra, şeytanlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler söyleyemez oldular. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, bizim bilmediğimiz bir hayat ile şimdi hayattadır. Cesed-i şerîfi asla çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevât-ı şerîfeleri kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına Ravda-i mutahhara denir. Burası Cennet bahçelerindendir. Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâatlerin en büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir.
Peygamber efendimizin güzelliğini, Eshâb-ı kirâmın büyükleri şöyle anlattı: Ebû Hüreyre (radıyallahü anh); "Resûlullah'tan daha güzel bir kimse görmedim, sanki güneş bütün parlaklığı ile yüzünde parlıyordu. Güldüğü zaman, dişleri duvarlara aydınlık saçardı" buyurdu,
İbn-i Ebî Hâle (radıyallahü anh); "Peygamber efendimizin mübârek yüzü, ayın ondördü gibi parıldardı" buyurdu.
Hazret-i Ali; "O'nu aniden gören, heybetinden korkuya kapılırdı. O'nunla sohbet edip tanıyan, hemen ısınıp severdi" buyurdu.
Câbir bin Semüre (radıyallahü anh); "Resûlullah, mübârek elini yüzüme sürdü. Elinde, sanki attârların yâni koku satan kimselerin çantasından yeni çıkarılmış gibi güzel bir koku, serinlik buldum. Resûlullah efendimiz, elini bir kimsenin eline müsâfeha için değdirmiş olsa, bütün gün o kimsenin elinden o güzel koku çıkmazdı" buyurdu.
Hazret-i Âişe vâlidemiz; "Resûlullah, bir çocuğun başını okşadığı zaman, diğer çocuklar arasında o çocuk, güzel kokusundan hemen belli olurdu" buyurdu.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, bir gün evlerinde uyumuşlardı. Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) annesi Ümm-i Süleym geldi. Resûlullah efendimizin, uyku esnâsında mübârek yüzünde ter damlaları belirmişti. Ümm-i Süleym, Peygamber efendimizjn mübârek terini toplamaya başladı. Uyanıp sebebini sorunca, Peygamber efendimizin süt teyzesi olan Ümm-i Süleym; "Onu kokularımıza katıyoruz. Teriniz, kokuların en güzeli en hoş kokanıdır" dedi.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh); "Yürüyüşünde Resûlullah'tan daha süratli kimseyi görmedim. Sanki yer kendisine dürülüyordu. O'nunla yürürken, biz bütün gücümüzü sarf edip kendimizi zorluyorduk" buyurdu.
Peygamber efendimiz, fevkalâde güzel konuşurdu. Sözün nereden başlatılıp nerede bitirileceğini en mükemmel bir şekilde bilirdi. Sözleri, söyleyiş bakımından berrak, son derece fasîh ve beliğ idi. Söz ve kelimelerinde, mânânın doğruluğu her zaman kendini gösterirdi. İfâde etme gücü, fevkalâde yüksek olduğundan, konuşurken hiç yorulmaz ve külfet çekmezdi.
Ulemâ-i
râsihîn denilen, hem zâhîr ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber efendimize vâris olan yüksek İslâm
âlimleri, O'nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en
başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh)
gelmektedir. O, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizdeki nübüvvet
nûrunu görüp; üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, âşık olmuş ve
bunda öyle ileri gitmiştir ki, başka hiç bir kimse onun gibi olamamıştır.
Hazret-i Ebû Bekr, her an, her baktığı yerde Resûlullah
efendimizi görürdü. Bir keresinde hâlini; "Yâ Resûlallah!
Nereye baksam sizi görüyorum" diye arzetmişti. Bir keresinde de;
"Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim"
demişti. Resûlullah efendimizin
güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de, mü’minlerin annesi
hazret-i Âişe vâlidemiz idi. Hazret-i Âişe; âlim, müctehid, akıllı, zekî, edîb
idi. Gayet beliğ ve fasîh konuşurdu. Kur'ân-ı kerîmin
mânâlarını, helâl ve haramları, Arab şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi
bilirdi. Resûlullah'ı medheden
şiirleri vardır. Şu iki beyti, hazret-i Âişe vâlidemiz söylemiştir:
"Ve
lev semî'ü fî Mısre evsâfe haddihî;
Lemâ
bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levvâmî
Zelihâ lev reeyne cebînehû,
Le âserne
bilkat'il kulûbi alel eydî."
Tercümesi:
"Eğer
Mısır'dakiler, O'nun (Peygamber efendimizin)
yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı; (güzelliği dillere destan olan)
Yûsuf aleyhisselâma hiç para vermezlerdi. Yâni
bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâ'yı,
"Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu
diyerek" kötüleyen kadınlar, Resûlullah'ın
nûrlu alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını
duymazlardı."
Hazret-i
Âişe vâlidemiz buyuruyor ki: "Bir gün Resûlullah,
mübârek nalınlarının kayışlarını çıkarıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek
yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr
saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşa kaldım. Bana doğru bakıp; “Sana ne oldu ki,
böyle dalgın duruyorsun" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Mübârek
yüzündeki nûrların parlaklığına ve mübârek alnındaki ter dânelerinin saçtıkları
ışıklara bakarak kendimden geçtim" dedim. Resûlullah,
kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasından öptü ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana
iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim" buyurdu.
Yâni senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur buyurdu. Hazret-i
Âişe'nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullah
efendimizi severek, O'nun cemâlini anlayarak gördüğü içindir. Bu
sebeple takdir ve taltif edilmiştir.
Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin,
mübârek bedeninde toplanan, bâtinî güzellikleri gösteren görünen güzellikler,
hiç bir ferdin bedeninde toplanmamıştır. İmâm-ı Kurtubî hazretleri şöyle
rivâyet etmiştir: "Resûl-i ekrem
efendimizin güzelliği büsbütün görünmemiştir. Eğer hakîkî güzelliği görünseydi,
Eshâb-ı kirâm O'na bakmaya tâkât getiremezdi. Şâyet hakîkî güzelliğini
gösterseydi, hiç kimse bakmaya dayanamazdı."
Yûsuf aleyhisselâm, zâhirî; Resûlullah
efendimiz de, bâtınî güzellikleriyle insanlara göründüler. Yûsuf aleyhisselâmın cemâli görülünce eller kesildi. Resûlullah efendimizin kemâli ile zünnarlar
kesildi, putlar kırıldı ve küfür bulutları dağıldı. Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm, Peygamber
efendimize; "Yâ Resûlallah! Siz mi güzelsiniz, Yûsuf aleyhisselâm mı daha güzeldi?" diye sordular.
Efendimiz cevap olarak; “Kardeşim Yûsuf benden sabîh (güzel), ben ondan
melîhim (sevimliyim). Onun görünen güzelliği, benim görünen güzelliğimden
çoktur" buyurdular. Peygamber
efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde;
“Allahü teâlânın gönderdiği her peygamber güzel yüzlü, güzel seslidir.
Sizin Peygamberiniz ise, onların en güzel yüzlüsü ve en güzel seslisidir" buyurdular.
Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, Kur'ân-ı kerîmde geçen isimlerinden biri de Kur'ân-ı kerîmin kalbi olan Yâsîn sûresindeki
"Yâsîn" kelimesidir. Ulemâ-i râsihînin büyüklerinden olan Seyyid
Abdülhakim-i Arvasi hazretleri; "Yâsîn, "Ey benim muhabbet deryâmın
dalgıcı olan habîbim" demektir" buyurmuştur. Bu deryanın ismini
duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine
inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullah'ın
aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryâdlar, içli gözyaşları ve yakıcı
mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve
meşhûrlarından biri olan ve bu muhabbet deryâsından büyük pay alan Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretleridir. O, Resûlullah
efendimize olan muhabbet ve aşkını dile getirdiği kasîdelerinden
birinde şunları yazmaktadır:
Serveri
âlem, sana âşık olup da, yanarım!
Her nerede
olsam, o güzel cemâlin ararım.
Kâbe
kavseyn tahtının sultânı sen, ben bir hiçim,
Misâfirinim
dememi, saygısızlık sayarım.
Her şey
cihânda senin şerefine yaratıldı,
Rahmetin
bana da yağsa, o ân olur behârım.
Herkes
Kâbe'yi tavâf için geliyor Hicaz'a,
Sana
kavuşmak şevkiyle, ben dağları aşarım.
Seâdet
tâcı giydirildi, rüyâda başıma,
Ayağın
toprağı serpildi yüzüme sanırım.
Dostunu
öven âşıkların bülbülü, ey Câmî!
Dîvanında
şu yazılar, oluyor tercümânım;
"Dili
sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
Senin
ihsân denizinden bir damla arzularım."
Peygamber efendimizi
medheden parça parça yazılmış şiirler ve medhiyeler bir tarafa, O'nun için pek
çok eser yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve san’atları bütün
dünyâyı ve asırları kaplamış olanları bile, Resûlullah'ı
medhetmekten âciz olduklarını beyân etmişlerdir. O'nu görüp güzelliğine âşık
olanlar, dilleri döndüğü kadar anlatmağa çalışmışlar, o güzelliği bildirmeğe
insan gücü yetmez demişlerdir. İslâm âlimlerinin kitaplarında o âşıkların haber
verdiklerinden yüzlercesi yazılmıştır. Okuyanlar, Allahü
teâlânın, sevgili Peygamberini, düşünülemiyecek bir düzende ve
bakmağa doyulamayacak bir güzellikte yaratmış olduğunu hemen anlarlar. Görmeden,
O'na gönül verirler. Habîbullah'a âşık olanlar, her nefeste, ciğerlerine giren
havanın serinliğinde, O'nun sevgisinin tadını duyarlar. Aya her bakışlarında,
O'nun mübârek gözlerinden gelmiş olan ışınların akslerini aramakla
zevklenirler. O'nun güzelliği deryâsından bir damlaya kavuşanların her zerresi;
"Güzel
yanağını bilen, güle hiç bakmaz,
Senin
sevginde eriyen, derman aramaz!"
diye
söyler.
Enes bin
Mâlik'den (radıyallahü anh) rivâyetle bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Hiç biriniz, ben
ona, evlâdından da, pederinden de ve bütün halktan daha sevgili olmadıkça îmân
etmiş olmaz."
Bir gün
Hazret-i Ömer, Peygamber efendimize;
"Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, canım hariç, bana her şeyden sevgilisin" dedi. Resûlullah efendimiz ise; “Ben, kendisine canından daha sevgili
olmadıkça, sizden biriniz aslâ îmân etmiş olmaz" buyurdular.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer; "Yâ Resûlallah! Sana Kur'ân-ı kerîmi gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, sen bana canımdan
daha sevgilisin" deyince, “Ey Ömer, şimdi (tamam) oldu" buyurdular.
Bir kimse,
Resûlullah efendimize gelip dedi ki:
"Ey Allahü teâlânın Resûlü! Kıyâmet
ne zaman kopacaktır?" Peygamber efendimiz;
“Kıyâmet için
ne hazırladın?" buyurdular. O kimse; "Evet, çok namaz
kılarak, oruç tutarak, sadaka vererek kıyâmet için hazırlanmadım. Lâkin ben, Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü seviyorum"
dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz.
“Kişi sevdiği
ile beraberdir" buyurdular.
Resûlullah'ı
sevmek, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle
yerleşirse, İslâmiyeti yaşamak, îmânın ve İslâmın tadına, doyulmaz zevkine
ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki cihânın Efendisine tam uymaya sebeb olur.
Bu sevgi ile, Allahü teâlânın, Habîbine
ikrâm ettiği sonsuz ve anlatılması mümkün olmayan nîmetlere ve bereketlere
kavuşmakla şereflenilir. Küçük-büyük her müslümanı, doğrudan doğruya Resûlullah'ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet
âlimleri ve kitapları, bu bereketlerin senetleridir.
Resûl aleyhisselâmın mübârek ismini anan veya duyan
mü’minin, Resûlullah'ın şerefli
meclisinde bulunuyormuş gibi; sükûnet, edeb, kalb ve bedenle tâzim üzere
bulunması vâcibdir.
Vefâtından
sonra Peygamber efendimizin
ayrılığına dayanamayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Şam'a gitmiş, burada bir
müddet kaldıktan sonra, bir gece rüyâsında Peygamber
efendimizi görmüş ve; "Beni ziyâret etmeyecek misin yâ
Bilâl?" buyurması üzerine Medîne'nin yolunu tutmuştur. Medîne-i
münevvereye gelince, doğruca Peygamberimizin
kabr-i şerîfine giden, büyük bir hürmet ve hasretle ziyârette bulunan Bilâl-i
Habeşî, Resûlullah efendimizle
geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları döktü. Uzun müddet
ağladıktan sonra, Resûlullah'ın
torunları hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn’in ısrarları ile bir gün, sabah
namazı vaktinde ezân okumaya başladı. Onun sesini duyan herkes, sokaklara
döküldüler ve Resûlullah ile
yaşadıkları seâdetli günleri, Bilâl-i Habeşî'nin okuduğu ezân sadâlarıyla
hatırlayıp ağladılar. Bilâl-i Habeşî hazretleri de, ağlamaktan ezânı güçlükle
tamamlayabildi.
Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, hazret-i
Hadîce vâlidemizin vefâtından sonra, ikinci defâ olarak; ellibeş yaşında iken
hazret-i Ebû Bekrin kızı hazret-i Âişe vâlidemizle evlendi. Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişti. Âhırete
irtihâl edinceye kadar, sekiz sene onunla yaşadı.
Diğer
evliliklerini hep dîni, siyâsî sebeplerle veya merhamet ve ihsân ederek
yapmıştır. Bunların hepsi dul olup, çoğu yaşlı idi. Meselâ, Mekke'deki
kâfirlerin, müslümanlara eziyet ve zararları dayanılamayacak bir dereceye
geldikte, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistan'a hicret etmişti. Habeş pâdişahı
Necâşî, hıristiyan idi. Müslümanlara çeşitli şeyler sorup, aldığı olgun
cevaplara hayran kalarak îmâna geldi. Müslümanlara çok iyilik yaptı. İmânı
zayıf olan Ubeydullah bin Cahş, fakirlikten kurtulmak için papazlara aldanıp
mürted olmuş, dînini dünyâya değişmişti. Resûlullah
efendimizin halasının oğlu olan bu mel’ûn, karısı Ümm-i Habîbe'yi de
(radıyallahü anhâ) dinden çıkıp zengin olmaya
cebr ve teşvik etti ise de, kadın, fakirliğe ve ölüme râzı olacağını, fakat Muhammed aleyhisselâmın
dininden çıkmayacağını söyleyince, bunu boşadı. Sürünerek, sefâletten ölmesini
bekliyordu. Fakat, az zamanda kendi öldü. Ümm-i Habîbe, Mekke’deki Kureyş'in o
zamanki başkumandanı Ebû Süfyân'ın kızı idi. Resûlullah
efendimiz, o zamanlarda, Kureyş orduları ile çok çetin muhârebelerde
bulunuyor ve Ebû Süfyân, İslâmiyeti yok etmek için son gayreti ile
çarpışıyordu. Resûlullah, Ümm-i
Habîbe'nin dîninin kuvvetini ve başına gelen çok acı hâli işitti. Necâşî'ye
mektup yazıp; “Oradaki
Ümm-i Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya gönder"
şeklinde talepte bulundu. Necâşî daha önce müslüman olmuştu. Mektuba
çok hürmet edip, oradaki müslümanları sarayına dâvet ederek, ziyâfet verdi.
Hicretin yedinci yılında nikâh yapılıp, hediye ve ihsânlarda bulundu. Bu
sûretle Ümm-i Habîbe, îmânının mükâfatına kavuşarak, orada zengin ve rahat
oldu. Onun sayesinde, diğer müslümanlar da rahat etti. Cennet’de, kadınlar
kocalarının yanında bulunacakları için, Cennet’in en yüksek derecesi ile
müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve nîmetleri, bu müjde yanında pek
küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyân'ın ilerde müslüman olmakla şereflenmesini
hazırlayan sebeplerden birisi oldu. Görülüyor ki, bu nikâh, Resûlullah'ın aklının, zekâsının, dehâsının,
ihsânının ve merhametinin derecesini de göstermektedir.
İkinci
misâl olarak; hazret-i Ömer'in kızı Hafsa (radıyallahü
anhâ) dul kalmıştı. Hicretin üçüncü yılında hazret-i Ömer, hazret-i Ebû
Bekr'e ve hazret-i Osman'a; "Kızımı alır mısın?" dedikde, düşüneyim
demişlerdi. Bir gün, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, her üçü ve
başkaları yanında iken; “Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?" diye
sordu. Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah efendimiz de, herkesin düşüncesini,
bir bakışta anlardı. Lüzum görürse sorardı. Ona, hattâ herkese doğru söylememiz
farz olduğundan, hazret-i Ömer de; "Yâ Resûlallah! Kızımı Ebû Bekr'e ve
Osman'a teklif ettim, almadılar" cevâbını verdi. Resûlullah, en çok sevdiği bu üç Eshâbının
üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen buyurdu ki: “Yâ Ömer! Kızını,
Ebû Bekr'den ve Osman'dan daha iyi birisine vermemi ister misin?"
Hazret-i Ömer şaşırdı. Çünkü hazret-i Ebû Bekr'den ve hazret-i Osman'dan daha
iyi kimse olmadığını biliyordu. "Evet, yâ Resûlallah!" dedi. “Yâ Ömer, kızını
bana ver!" buyurdu. Bu sûretle, Hafsa (radıyallahü
anhâ), hazret-i Ebû Bekr'in ve hazret-i Osman'ın ve bütün mü’minlerin
anneleri oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i
Ömer ve hazret-i Osman birbirlerine daha yakın ve daha sevgili oldular.
Üçüncü bir
misâl; hicretin beş veya altıncı senesinde, Benî Mustalak kabîlesinden alınan
yüzlerce esir arasında, Cüveyriyye (radıyallahü anhâ),
kabîlenin reîsi Hâris'in kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek, kendilerine
nikâh edince, Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân hepsi; "Biz Resûlullah efendimizin âilesinin, annemizin
akrabâsını câriye olarak, hizmetçi olarak kullanmaktan hayâ ederiz" dedi.
Hepsi, esirlerini âzâd etti. Bu nikâh, yüzlerce esirin âzâd olmasına sebeb
oldu. Cüveyriyye (radıyallahü anhâ), bu hâli
her zaman söyleyerek öğünürdü. Âişe (radıyallahü anhâ)
"Cüveyriyye'den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim"
derdi.
Âişe (radıyallahü anhâ): Resûlullah'ın ikinci zevce-i mutâhherasıdır. Ebû Bekr-i Sıddîk'ın kızıdır. Çok akıllı, zekî, âlime, edîbe, afîfe ve sâlihâ idi. Hafızası pek kuvvetli olduğu için, Eshâb-ı kirâm, bir çok şeyleri ondan sorup öğrenirdi. Âyet-i kerîme ile medh edildi. İctihâdı hazret-i Ali'ye uymadığı için, Deve vak'asında hazret-i Ali ile harb eden Eshâb-ı kirâm ile birlikle idi, Hazret-i Ali şehid edilince pek üzüldü. Hurûfîler kendisine çok iftirâ ediyor. Hazret-i Ali'yi sevmezdi diyorlar. Halbuki; “Ali'yi sevmek îmândandır" hadîs-i şerîfini, hazret-i Âişe haber verdi. Böylece, onu sevdiğini ve herkesin de sevmesi lâzım geldiğini bildirdi. Hicretden sekiz sene önce doğdu ve elliyedinci yılda, altmışbeş yaşında Medîne'de vefât etti.
Sevde binti Zem’a (radıyallahü anhâ): Resûlullah'ın üçüncü zevcesidir. Zevci ile îmâna gelip Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Mekkeye dönünce zevci vefât etti. Resûlullah önce hazret-i Âişe'yi, sonra Sevde'yi nikâhladı. Sevde'yi Mekke'de, hazret-i Âişe'yi ise Medîne'de evine aldı. Çok merhametli ve iffetli bir hanım efendi idi. Hazret-i Ömer zamanında vefât etti,
Zeyneb binti Huzeyme (radıyallahü anhâ): Çok ibâdet eder, çok sadaka verirdi. Önce Abdullah bin Cahş'ın zevcesi idi. Abdullah, Resûlullah'ın halası Ümeyme'nin oğlu idi. Uhud gazâsında şehîd oldu. Resûlullah'ın nikâhı ile şereflendi ise de, sekiz ay sonra vefat etti.
Ümmü Seleme (radıyallahü anhâ): Adı Hind idi. Zevci Ebû Seleme ile Habeşistan'a ilk olarak hicret ettiler. Ebû Seleme, Resûlullah'ın halası Berre'nin oğlu Ubeydullah bin Cahş'ın kardeşi olup, Medîne'de, hicretin dördüncü yılı Uhud gazâsında aldığı yaradan vefât etti. Ebû Bekr ve Ömer'in (radıyallahü anhümâ) nikâh taleblerini kabûl etmedi. Resûlullah'ın nikâhı ile şereflendi. Ellidokuzuncu yılda Medîne'de seksendört yaşında vefât etti. Son vefât eden zevceleri bu idi.
Zeyneb binti Cahş (radıyallahü anhâ): Resûlullah'ın halası olan Ümeyme'nin kızı, Abdullah bin Cahş'ın kardeşi idi. Babasının adı Berre idi. Îmân etmediği için, Cahş denildi. Zeyneb ilk îmân edenlerdendir. Resûlullah efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bunu, önce, oğulluğu olan Zeyd bin Hârise'ye nikâh etti. Zeyd, Zeyneb'in hakkını gözetemediğinden, hicretin üçüncü yılında ayrıldılar. Resûl aleyhisselâm nikâh etmek istedi. Zeyneb bunu işitince, sevincinden iki rekat namaz kılıp; "Yâ Rabbî! Senin Resûlün beni istiyor. Eğer Onun zevceliği ile şereflenmemi takdir buyurdun ise, beni O'na sen ver" diye duâ etti. Duâsı kabûl olup, Ahzâb sûresinin; “Zeyd, onun hakkında istediğini yaptıktan sonra (yani Zeyneb’i boşadıktan sonra), biz onu sana zevce eyledik" meâl-i şerîfinde olan otuzyedinci âyeti nâzil oldu. Zeyneb'in nikâhını Allahü teâlâ yaptığı için, Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ayrıca nikâh yapmadı. Zeyneb (radıyallahü anhâ) bununla her an öğünür ve; "Her kadını babası evlendirir. Beni ise, Allahü teâlâ nikâhladı" derdi. O zaman otuzsekiz yaşında idi. Hicretin yirminci yılında, elliüç yaşında vefât etti. Hayrı ve ihsânı bol olup, sadaka vermeyi pek çok severdi. El işlerinde de mahir idi. İşlediği şeyleri ve eline geçen her şeyi akrabâsına ve fakirlere verirdi. Hattâ, Halîfe Ömer (radıyallahü anh), Ezvâc-ı mutâhherâtın her birine onikibin dirhem verirdi. Bu, alır almaz hepsini sadaka eder, dağıtırdı. Resûlullah'tan sonra, Zevcât-i tâhirât arasında, en önce vefât eden budur. Hazret-i Âişe, bunu çok medh ve senâ eyledi. “Zevcelerim arasında, bana en önce kavuşacak olan, eli açık olandır" hadîs-i şerîfi, bunun önce vefât edeceğini haber vermişti. Çünkü en çok sadaka veren bu idi. Fransız olan edebsiz ve müfteri şâir Volter, Resûlullah'ın hazret-i Zeyneb'i (radıyallahü anhâ) zevceliğe kabûl buyurmasını, târihlere, vak'a ve haberlere taban tabana zıd ve uydurma, alçak iftirâlarla, şiir düzerek bir tiyatro kitabı yazmıştır. Edebiyat ve fikir adamına yakışmayan bu çirkin, iğrenç yazısı, kendisini afaroz etmiş olan, büyük düşmanı papanın hoşuna gitmiş, kendisini okşayıcı mektup yazmıştır. Müslümanların halîfesi, Sultân ikinci Abdülhamid Han, bu piyesin sahnede oynatılacağını işitince, Fransa ve İngiltere hükümetlerine ültimatom vererek hemen önlemiş, bütün insanlığı, yüz kızartıcı, aşağılıklardan kurtarmıştır.
Safiyye (radıyallahü anhâ): Hayber yahudilerinin başı olan Huyey ibni Âhtab'ın kızı idi. Hayber'de bir yahudiye nişânlı idi. Sonra çok zengin olan Kenâne bin Hakîk ile evlenmişti. Hicretin yedinci senesinde Hayber fetholundukta, Safiyye de esir edilmişti. Resûlullah'ın hissesine düşüp âzâd buyurdu. Îmân eyledi ve Resûlullah'ın nikâhı ile şereflendi. Hicretin ellisinde Medîne'de vefât etti.
Meymûne (radıyallahü anhâ): İsmi, Berre iken Resûlullah Meymûne yaptı. Hayber'in fethinden sonra Mekke'ye Umre için gidildikte, Meymûne'nin zevci vefât etmişti. Resûlullah'ın nikâhı ile şereflendi. Hicretin elliüçünde Mekke'de hastalandı. "Beni Mekke'den çıkarınız! Çünkü, Resûlullah benim Mekke'nin dışında vefât edeceğimi haber verdi" dedi. Çıkardılar, Resûlullah'a nikâhı yapılmış olduğu yerde vefât etti.
Mâriye (radıyallahü anhâ): Peygamber efendimizin câriyesi iken îmân etti ve Efendimizin nikâhı ile şereflendi. Mâriye (radıyallahü anhâ), Mısır İskenderiye'nin hükümdârı Mukavkıs'tan hediye olarak gönderildiği için, nesebi (silsilesi) ve doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Resûl-i ekrem efendimizin, hazret-i Mâriye vâlidemizden İbrâhim isminde bir oğlu olmuştur. Mâriye (radıyallahü anhâ) çok sâkin, sessiz ve kendi hâlinde idi. Hazret-i Ömer'in halîfeliğinin son yıllarında 637 (h.16) de vefât etmişir. Bakî' kabristanlığına defnedilmiştir.
Reyhâne (radıyallahü anhâ): Peygamber efendimizin câriyesi iken müslüman olmuştur. Medîne'de bulunan yahudilerin Benî Kureyzâ kabîlesindendir. Nesebi (silsilesi), Reyhâne binti Şem’ûn ibni Yezid veya Reyhâne binti Zeyd ibni Amr ibni Hanefe bin Şem’ûn bin Yezid'dir. Doğum târihi kesin olarak belli değildir. Peygamber efendimizden önce 631 (H.10) da Medîne'de vefât etti. Bakî' kabristanlığına defnedilmiştir.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Bütün zevcemlerimle evliliklerim ve kızlarımı evlendirmem, hepsi Cebrâil'in (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan getirdiği izinle olmuştur."
Resûlullah efendimizin çok evlenmesinin mühim bir sebebi, İslâm dînini bildirmek içindi. Hicâb âyeti gelmeden, yâni kadınların örtünmeleri emir olunmadan önce, kadınlar da Resûlullah'a gelip, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. Resûlullah birinin evine gitse, kadınlar da gelir, oturur, dinler, istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip, kadınların yabancı erkeklerle oturmaları, konuşmaları, yasak edilince, yabancı kadınları kabûl etmedi. Onların, bilmediklerini, mübârek zevcesi hazret-i Âişe'den sorup öğrenmelerini emreyledi. Gelip soranların çokluğundan, hazret-i Âişe, hepsine cevap yetiştirmeye vakit bulamıyordu. Bu mühim hizmeti kolaylaştırmak ve Âişe (radıyallahü anhâ) vâlidemizin yükünü hafifletmek için, lâzım olduğu kadar hanımı nikâh etti. Kadınlara âit yüzlerce nâzik bilgileri, müslüman kadınlarına, mübârek zevceleri yolu ile bildirdi. Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hattâ imkânsız olurdu. Allahü teâlânın dînini tam olarak bildirmek için, çok evlenmek yükünü de omuzlarına aldı.
Peygamber efendimizin
üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi çocuğu olmuştur. Hazret-i Fâtıma hariç,
hepsi de Resûlullah efendimizden önce
vefât etmişlerdir. Sevgili Peygamberimizin
soyu hazret-i Fâtıma vâlidemizle devam etmiştir. Torunları hazret-i Hüseyn’in
soyuna seyyid,
hazret-i Hasen'in soyuna şerîf denir. Seyyidlere ve şerîflere hürmet, Peygamber efendimize hürmettir. Seyyidleri ve
şerîfleri sevmek, son nefeste îmânla gitmeye sebeb olur.
Kâsım (radıyallahü anh): Resûlullah'ın
üç oğlundan birincisidir. Bunun için, Resûlullah'a
Ebü’l-Kâsım denildi. Nübüvvetden önce Mekke'de dünyâya geldi. Annesi,
Hadîcet-ül-kübrâdır. Onyedi aylık iken vefât etti.
Zeyneb (radıyallahü anhâ): Resûlullah'ın
dört kızından birincisidir. Peygamberimiz
otuz yaşında iken dünyâya geldi. Nübüvvetden önce, annesi Hadîce'nin
hemşirezadesi Ebü'l-Âs bin Rebî ile evlendi. Ebü'l-As, önce îmân etmedi. Bedr
gazâsında esir olup, zevcesini Medîne'ye göndermek şartı ile bırakıldı. Kendi
kardeşi ile gönderdi ise de, kâfirler Zeyneb'i yolda geri çevirdi. Resûl aleyhisselâm Zeyd bin Hârise'yi Mekke'ye gönderip,
Zeyneb'i gece Medîne'ye kaçırdı. Ebü'l-As, Hudeybiye gazâsından sonra îmâna
geldi. Zeyneb tekrar kendisine verildi. Hicretin sekizinci yılında, otuzbir
yaşında vefât etti. Oğlu Ali, Mekke'nin fethinde Resûlullah'ın
devesinde ve arkasında idi. Zeyneb'in kızı Ümmâme'yi Hazret-i Ali kendine nikâh
eyledi.
Rukayye (radıyallahü anhâ): Resûlullah'ın
kızıdır. Peygamberimiz otuzüç yaşında
iken dünyâya geldi. Çok güzel idi. Ebû Leheb'in oğlu Utbe'ye nikâh edildi. “Tebbet yedâ"
sûresi gelince, Utbe, düğünden önce boşadı. Vahy gelerek hazret-i Osman'a nikâh
edildi. Birlikte iki kere Habeşistan'a hicret ettiler. Yirmiiki yaşında iken,
Bedr gazâsından önce hastalandı. Hazret-i Osman'a, Bedre gelmeyip zevcesine
hizmet etmesi emrolundu. Bedr zaferinin müjdesi Medîne'ye geldiği gün
defnolundu.
Ümmü
Gülsüm (radıyallahü anhâ): Resûlullah'ın kızıdır. Ebû Leheb'in ikinci
oğlu Uteybe'ye nikâhlandı ise de, “Tebbet yedâ" sûresi gelince, daha düğünleri
olmadan boşadı ve Resûlullah'a üzücü
sözler söyledi. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de; “Yâ Rabbî! Buna canavarlarından birini
musallat et!" diye bedduâ eyledi. Şam yolunda bir aslan bunu
parçaladı. Rukayye vefât ettikden sonra vahy gelerek, Ümmü Gülsüm de hazret-i
Osman'a nikâhlandı. Hicretin dokuzunda vefât etti. Namazını Resûlullah kıldırıp, defnolunurken kabri
yanında durup, mübârek gözlerinden yaş akardı.
Fâtıma (radıyallahü anhâ); Resûlullah'ın dördüncü kızı, hazret-i Ali'nin zevcesi ve
hazret-i Ömer'in kayın vâlidesidir. Nikâh yapılırken onbeş yaşında idi. Mehri
dörtyüz miskal gümüş olduğu "Mevâhib-i ledünniyye"de Sevîk gazvesinde
yazılıdır. Bu, 57.14 miskal altın karşılığı demektir. (Bugün için 38 altın liradır).
Ali (radıyallahü anh) yirmibir yaşında idi.
Ehl-i beyt'dendir. Beyaz, çok güzel idi. Hicretden onüç yıl önce, Mekke'de
doğdu, onbirinci yılda yirmidört yaşında vefât etti. Hasen, Hüseyin ve Muhsîn
adında üç oğlu ile Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adında iki kızı oldu. Resûlullah'ın soyu Fâtıma'dan türedi. Zeyneb,
Abdullah bin Ca'fer Tayyar ile nikâhlanıp, Ali ve Ümmü Gülsüm isimli çocukları
oldu. Bunlara Şerif-i
Ca'ferî denir.
Abdullah (radıyallahü anh): Resûlullah'ın
Hadîce-tül-kübrâdan olan son çocuğudur. Nübüvvetden sonra doğup memede iken
vefât etti. Tayyib ve Tâhir de denilir. Abdullah vefât edince, Âs bin Vâil;
"Muhammed ebter oldu" yâni
soyu kesildi dedi. Allahü teâlâ; “İnnâ
a'taynâ" ile Âs kâfirine cevap verdi.
İbrâhim (radıyallahü anh): Resûlullah'ın
oğullarının üçüncüsü ve bütün çocuklarının sonuncusudur. Heraklius'un Mısır
valisi olan Mukavkıs'ın hediye gönderdiği Mâriye'nin oğludur. Hicretin
sekizinci senesi tevellüd edip, bir buçuk yaşında iken, vefât etti. Hasta iken,
Resûlullah kucağına alıp mübârek
gözlerinden yaş akardı. Vefâtı için güneş tutuldu dediler. Resûlullah efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem bunu işitince; “Ay ve güneş Allahü teâlânın varlığını ve birliğini
gösteren iki mahlûkudur. Kimsenin ölmesi, kalması ile tutulmazlar. Onları
görünce Allahü teâlâyı hatırlayınız." buyurdu. İbrâhim vefât
edince; “Yâ
İbrâhim! ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat,
Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz" buyurdular.
Fahr-i
kâinat efendimiz buyurdular ki: “Kim vefâtımdan sonra beni ziyâret ederse, beni hayatta iken
ziyâret etmiş gibidir." "Mir’ât-i Medîne" kitabında
bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “Kabrimi ziyâret
edene şefâatim vâcib oldu" buyurdu. Bu Hadîs-i şerîfi, İbn-i Huzeyme ve Bezzâr ve
Dâre-Kutnî ve Taberânî haber vermektedir. Bezzâr hazretlerinin bildirdiği başka
bir hadîs-i şerîfte; “Kabrimi ziyâret
edene şefâatim helâl oldu" buyruldu. Müslim-i şerîf’de ve Ebû
Bekr bin Mekkârî'nin Mu'cem kitabında bildirilen hadîs-i
şerîfte; “Bir kimse beni ziyâret etmek için gelse ve başka bir şey
için niyeti olmasa, kıyâmet günü, ona şefâat etmemi hak etmiş olur" buyruldu.
Bu Hadîs-i şerîf, Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellemin kendisini ziyâret etmek için Medîne-i münevvereye
gelenlere, şefâat edeceğini haber vermektedir.
Dâre-Kutnî'nin
haber verdiği başka bir hadîs-i şerîfte;
“Hac edip de
beni ziyâret etmeyen kimse, beni incitmiş olur" buyruldu. Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellemin ziyâret olunmak istemeleri, ümmetinin, bu yoldan da
sevâb kazanmaları içindir.
Bunun
için, fıkıh âlimlerimiz, hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye
gelerek, Mescid-i şerîfte namaz kılarlardı. Sonra "Ravda-i mutâhhera"
ile Minber-i münîri ve Arş-ı âlâdan efdâl olan kabr-i şerîfi, sonra oturdukları,
yürüdükleri, dayandıkları yerleri, vahiy geldiği zaman dayandıkları direği ve
mescid yapılırken ve tâmir edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen
Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle
bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler ve sâlihler de, hacdan sonra
Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı. Dün olduğu gibi bugün de
hacılar, buna bağlı kalarak Medîne-i münevverede ziyâretlerde bulunuyorlar.
Şiir:
Sakın
terk-i edebden, kûy-i mahdûb-i Huda'dır bu,
Nazargâh'ı
ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ'dır bu!
Murâ'ât-ı
edeb şartıyle gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı
kudsîyândır, bûsegâh-ı enbiyâ'dır bu!
İslâm
âlimlerinin güneşi Ebû Hanîfe hazretleri; "Müstehâbların en üstünlerinden
olan kabr-i seâdetin ziyâreti, vâcib derecesine yakın bir ibâdettir"
buyurdu.
Resûlullah efendimizin
kabr-i şerîflerini ziyârete giden kimsenin, çok salevât-ı şerîfe getirmesi
lâzımdır. Okunan bu salât ve selâmların Peygamber
efendimize ulaştığı, hadîs-i şerîfte
bildirilmiştir.
Sevgili Peygamberimizi
ziyâret etme âdabı şöyle bildirildi: Medîne-i münevvere şehri uzaktan
görününce, salât ve selâm getirilir. Sonra; "Allahümme hazâ haremü
Nebiyyike, fec'alhü vikâyeten lî min-en-nâr ve emânen min-el-azâb ve
sû-il-hisâb" denir. Mümkünse şehre veya mescide girmeden önce gusl abdesti
alınır. Güzel koku (esans) sürünülür. Yeni, temiz elbise giyilir. Çünkü bunlar,
tâzim ve hürmet ifâde ederler. Medîne-i münevvereye mütevâzi, vekârlı ve
sükûnet hâli ile girilir. "Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillâh"
dedikten sonra, İsrâ sûresinin 80. âyet-i kerîmesini okumalıdır. Onun
akabinden; "Allahümme salli alâ Muhammedin
ve alâ âli Muhammed. Vagfir lî zünûbî
veftah lî ebvâbe rahmetike ve fâdlike" diyerek, Mescid-i Nebevî'ye
girilir. Sonra Resûlullah efendimizin
minberinin yanında iki rekat tahıyyet-ül-mescit namazı kılmalı, minberin
direği, sağ omuzuna gelecek şekilde durmalıdır. Sevgili
Peygamberimiz, burada namaz kılardı. Burası, Peygamber efendimizin kabri ile minberi
arasıdır. Hadîs-i şerîfte; “Kabrim ile
minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim, havzım
üzerindedir" buyrulmuştur. Sonra, ziyâret eden kimse Allahü teâlâya, Resûlullah'ın
mübârek kabrini ziyâret etmeyi kendisine nasîb ettiğinden dolayı secdeye
varmalıdır. Duadan sonra kalkıp, Peygamber
efendimizin kabr-i şerîfine, hücre-i seâdete gelmeli, arkasını
kıbleye vererek Resûlullah'ın mübârek
yüzüne karşı iki metre kadar uzakta edeble durmalıdır. Daha fazla yaklaşılmaz.
Huşû ve hudû üzere olmalı, Allahü teâlânın
Kur'ân-ı kerîmde emrettiği şekilde, Resûlullah efendimize, hayatta imiş de yüksek
huzûrlarında bulunuyormuş gibi edeb üzere bulunmalıdır, Sekînet ve vekârı
terketmemelidir. Elini, kabr-i şerîfin duvarlarına koymayıp uzakta edeble
durmak, hürmete daha muvafıktır. Namazda gibi durmalıdır. Resûlullah efendimizin mübârek, latîf sûretini
hayâline getirmeli, kendisini bildiğini, sözünü, selâmını ve duâlarını
işittiğini düşünmeli ve cevap verdiğini, âmin dediğini düşünmelidir. Nitekim Resûlullah efendimiz; “Kim bana kabrimde salât okursa, onu
işitirim" buyurdu. Yine hadîs-i
şerîfte, Resûlullah efendimizin
kabr-i şerîflerinde bir melek vekil bırakıldığı, o meleğin, ümmetinden selâm
edenlerin selâmını kendisine ulaştırdığı bildirildi. Sonra; "Esselâmü
aleyke yâ seyyidî yâ Resûlallah! Esselâmü aleyke yâ Nebiyyallah! Esselâmü
aleyke yâ Safiyyallah! Esselâmü aleyke ya Habîballah! Esselâmü aleyke yâ
Nebiyyerrahmeti! Esselâmü aleyke yâ Şefî-al ümmeti! Esselâmü aleyke yâ
Seyyid-el-mürselîn! Esselâmü aleyke yâ Hâtemennebiyyîn! Allahü teâlâ sana en yüksek mükâfat ve karşılık
ihsân eylesin. Ben şehâdet ederim ki, sen peygamberlik vazifeni yaptın. Emâneti
edâ ettin. Ümmetine nasîhat eyledin. Yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar, Allahü teâlânın yolunda cihâd eyledin. Allahü teâlâ sana kıyâmet gününe kadar, salât ve
selâm eylesin. Yâ Resûlallah! Bizler sana çok uzak yerlerden geldik. Senin
kabr-i şerîfini ziyâret etmek, senin hakkını ödemek, senin yaptıklarını yerinde
görmek, seni ziyâret ile bereketlenmek, senin Allahü
teâlânın katında bize şefâatçi olmanı istemek için geldik. Çünkü
hatâlarımız bellerimizi büktü. Günâhlarımız omuzlarımıza ağır geldi. Yâ
Resûlallah! Sen, hem şefâat eden ve hem de şefâati kabûl olunansın. Makâm-ı
Mahmûd senin için vâd edilmiştir. Hem, Allahü teâlâ
da Kur'ân-ı kerîmde (Nisâ sûresinin 64.
âyet-i kerîmesinde meâlen); “Biz, her peygamberi, ancak Allahü teâlânın emri
ile (gönderildiği kavmi tarafından) kendisine itâat olunması için gönderdik.
Onlar, nefslerine zulüm ettikten sonra, gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tevbeleri kabûl ve merhamet edici bulurlar"
buyurmaktadır. Bizler, senin huzûruna geldik. Fakat bizler, nefslerimize
zulmettik. Günâhlarımızın bağışlanmasını diliyoruz. Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın katında bize şefâat eyle. Yâ
Resûlallah! Allahü teâlâdan, bizim
rûhumuzu, sünnetin üzere almasını, yarın kıyâmet gününde, senin ile beraber
mahşer yerine gelenler arasına katmasını, senin havzına gelip, orada senin
havzından içmeyi nasîb etmesini dile. Yâ Resûlallah! Senin şefâatini
istiyoruz" diye duâ edilmeli ve "... Ey Rabbimiz! Bizi ve îmân ile bizden evvel geçmiş
olan kardeşlerimizi bağışla! Îmân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin
bırakma! Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, şefkât ve merhamet sâhibisin!"
meâlindeki Haşr sûresinin 10. âyet-i kerîmesini okumalıdır.
Sonra
selâm gönderenlerin selâmını iletip; "Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! Şu
kimse, senin Allahü teâlânın katında
kendisine şefâatçi olmanı istiyor. Ona ve bütün müslümanlara şefâat eyle"
demeli ve dilediği kadar salevât okumalıdır. Sonra yarım metre sağa, Ebû Bekr-i
Sıddîk hazretlerinin mübârek başı hizasına gelip; "Esselâmü aleyke yâ
halîfete Resûlillah! Esselâmü aleyke yâ refîkahu fil-esfâr! Esselâmü aleyke yâ
emînehu alel-esrâr! Allahü teâlâ, bu
ümmetinin imâmı olarak sana en yüksek mükâfat ve karşılığı lutfetsin. Sen, Resûlullah'a en güzel şekilde halîfe oldun. En
iyi şekilde O'nun yüce sünnetini tâkib ettin. Mürtedlerle (dinden dönenlerle)
ve doğru yoldan ayrılmış olanlarla, muhârebe ettin. Dâimâ hakkı söyledin. Vefât
edinceye kadar, hak yolda olanlara yardımcı oldun. Allahü
teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun! Allah'ım!
Rahmetinle, onun sevgisi üzere rûhumuzu al. Onu ziyâretimizi boşa
çıkarma!" diye duâ etmelidir.
Sonra yine
yarım metre sağa, hazret-i Ömer'in kabrinin hizasına gelmeli ve; "Esselâmü
aleyke yâ Emîr-el-mü’minîn! Esselâmü aleyke yâ Müzhir-el-İslâm! Esselâmü aleyke
yâ Müksir-el-esnâm! Allahü teâlâ sana en
yüksek karşılık ve mükâfat versin. Hayatta iken de, ölümünde de İslâm’a ve
müslümanlara yardım ettin. Yetimlere kefil oldun. Akrabâya iyilik yaptın.
Müslümanlara; onların râzı oldukları, hem hidâyet üzere bulunan ve hem de
insanları doğru yola ileten bir rehber oldun. Onların işlerini derleyip
topladın. Fakirlerini zengin yaptın, yaralarını sardın. Allahü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi senin
üzerine olsun!" demelidir.
Sonra
hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'e hitâben; "Esselâmü aleykümâ yâ
dacîay-resûlillah ve refîkayhi ve vezîreyhi ve müşîreyhi vel-muâvineyni lehû
alel-kıyâmi fid-dîni vel-kâimeyni ba'dehû bi-mesâlih-il-müslimîn! Allahü teâlâ, size en güzel karşılığı versin. Resûlullah'ın bize şefâat etmesini Allahü teâlâdan, bizim sa'yimizi kabûl etmesini,
bizi İslâm dîni üzere öldürüp, yine İslâm dîni üzere diriltmesini, kıyâmet
gününde Resûlullah'a yakın olanlar
arasında haşretmesini dilemesi için, sizi Resûlullah'ın
yanında vesile ediniyoruz" demelidir.
Sonra
kendisine, ana-babasına, duâ isteyenlere ve bütün müslümanlara duâ etmelidir.
Bundan sonra Resûlullah efendimizin
mübârek yüzüne karşı durup; "Ey Allah'ım! “Biz her peygamberi, ancak Allahü teâlânın emri ile (gönderildiği kavmi tarafından) kendisine itâat
olunması için gönderdik. Onlar nefslerine zulüm ettikten sonra, gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de onlar için istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı elbette tevbeleri kabûl ve merhamet edici bulurlar" buyuruyorsun.
(Nisâ sûresi: 64) Yâ Rabbî! Senin yüce kelâmına uyarak, emrine itâat ederek,
sevgili Peygamberinin senin huzûrunda bize şefâat etmesini diliyoruz" diye
duâ ettikten sonra daha önce okuduğu; “Ey Rabbimiz! Bizi ve îmân ile bizden evvel geçmiş olan
kardeşlerimizi bağışla. Îmân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma!
Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, çok şefkât ve merhamet sâhibisin!"
meâlindeki Haşr sûresinin 10. âyet-i kerîmesi ile; “Rabbenâgfir lenâ ve li-âbâ-inâ ve
li-ümmehâtinâ ve li-ihvâninel-lezîne sebekûne bil-îmâni" “Rabbenâ
âtinâ..." ve “Sübhâne rabbike..." âyet-i kerîmelerini
okuyarak Hücre-i seâdet ziyâretini tamamlar.
Sonra Resûlullah'ın kabri ile minberi arasında
bulunan ve Ebû Lübâbe hazretlerinin kendini bağlayarak tevbe etmiş olduğu
direğe gelir. Burada iki rekat namaz kılar ve Allahü
teâlâya tevbe ve istiğfârda bulunur. Dilediği duâları yapar. Sonra
Ravda-i mutâhheraya gelir. Burası kare şeklinde bir yerdir. Burada istediği
kadar namaz kılar. Duâ eder. Tesbîhler okur. Allahü
teâlâya hamd ü senâlarda bulunur. Sonra minbere gelir. Resûlullah'ın bereketinin kendisine ulaşması
niyetiyle, Peygamber efendimizin
hutbe okurlarken mübârek elini üzerine koymuş oldukları yere elini kor. Burada
iki rekat namaz kılar. Allahü teâlâdan
dilediklerini ister. Allahü teâlânın
gadabından, rahmetine sığınır. Sonra Hannâne direğine gelir. Bu direk, Resûlullah efendimizin hutbe okumak için
minbere geçeğinden dolayı, kendisini terkettiği için inleyip, sonra Resûlullah'ın inip, kendisini kucaklaması
üzerine sükûn bulan direktir. Burada kaldığı müddet içerisinde, gecelerini Kur'ân-ı kerîm okumakla, Allahü teâlâyı zikretmek, minber ile kabrin
yanında, gizli ve açıktan duâ yapmakla ve rabıta yapmakla meşgûl olmalıdır.
Resûlullah efendimizi
ziyâretten sonra Bakî' kabristanına gitmek, orayı da ziyâret etmek müsteâbdır.
Sonra diğer kabirleri, bilhassa Seyyid-üş-şühedâ (şehitlerin efendisi) Hazret-i
Hamza'nın kabrini ziyâret etmelidir. Yine Bakî'de hazret-i Abbâs'ı ve orada
bulunan Hasen bin Ali'yi, Zeynelâbidîn'i, oğlu Muhammed
Bâkır ve oğlu Ca’fer-i Sadık, Emîr-ül-mü’minîn hazret-i Osman'ı, Resûlullah efendimizin oğlu İbrâhim'i, Resûlullah efendimizin orada bulunan zevce-i
mutâhheralarını, halası Safiyye'yi ve daha birçok Sahâbe ve Tabiîn'den olan
büyükleri (radıyallahü anhüm) ziyâret
etmelidir. Bakî'deki Fâtıma Mescidi'nde namaz kılmalıdır. Perşembe günü Uhud
şehidlerini ziyâret etmek müsteâbdır. Orada; "Selâmün aleyküm bimâ
sabertüm. Feni'me ukbeddâr. Selâmün aleyküm yâ ehle dâr-il-kavm-il-mü’minîn ve
innâ inşâallahü an karîbin biküm lâhikûn" demelidir. Sonra Âyet-el-kürsî
ve İhlâs sûresini okumalıdır.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ismi söylenip işitildiği ve yazıldığı zaman saygı ve hürmet ifâdesi olarak O'na salevât-ı şerîfe okumak, en önemli vazifelerimizdendir. Kur'ân-ı kerîmde Ahzâb sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Gerçekten Allahü teâlâ ve melekleri, Peygambere salât ederler (şeref ve şanını yüceltirler). Ey îmân edenler! Siz de O'na salât edin (Allahümme salli alâ Muhammed deyin) ve O'na gönülden teslim olun" buyrulmuştur.
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmede zikredilen salât kelimesinin; Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden istiğfâr ve mü’minlerden duâ mânâlarına geldiğini bildirmişlerdir. Bütün İslâm âlimleri, Peygamber efendimizin mübârek isimlerinden biri işitildiği, yazıldığı ve söylendiği zaman; salevât-ı şerîfe yazmak ve söylemenin birincisinde vâcib, tekrarında ise müsteâb olduğunu söz birliğiyle bildirdiler. Allahü teâlâdan bir şey isteyen kimse, önce Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra, Resûlullah efendimize salât okumalıdır. Böyle bir duâ kabûle pek lâyıktır. İki salât ile (duânın başında sonunda olmak üzere) yapılan duâ geri çevrilmez.
Hadîs-i şerîflerde; "Kim bana bir kere salât ederse, Allahü teâlâ ona on kere salât (rahmet) eder, onun on günâhını bağışlar ve derecesini on kat yükseltir."
“Kıyâmet günü bana en yakın olan, benim şefâatime en lâyık olan, bana en çok salât ü selâm getiren kimsedir."
“Kim bir kitapda bana salât ü selâm getirirse (yazarsa), benim ismim o kitapda bulunduğu müddetçe, melekler onun için istiğfâr ederler."
“Kim bana bir kere salât ü selâm getirirse, melekler ona da salât ü selâm getirirler. Kul, salât ü selâmı ister az getirsin, isterse çok" buyruldu.
Ebû Talha (radıyallahü anh) anlatır: "Resûlullah'ın huzûruna girmiştim. Kendisinde daha önce hiç görmediğim bir sevinç ve hoşnudluk içinde olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda; “Nasıl sevinmeyeyim? Biraz önce Cebrâil (aleyhisselâm) müjde getirdi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ümmetinden biri sana, bir salevât söyleyince Allahü teâlâ, ona karşılık olarak on salevât eder dedi" buyurdu."
Bu konuda bâzı hadîs-i şerîfler şöyledir: “Kim bana salât ü selâm getirirse o kimse bir köle âzâd etmiş gibi sevâb alır."
“Cumâ günü bana çok salât ü selâm getirin. Okunan salevâtlar bana bildirilir. Kıyâmette bana en yakın olanlarınız, dünyâda bana en çok salevât-ı şerîfe getirenlerdir."
“Bana öyle kavimler gelirler ki, ben onları ancak bana getirdikleri salât ü selâmın çokluğu sebebiyle tanırım."
“Yanında ismim anılıp da bana salât ü selâm getirmeyen kişinin burnu yerde sürtülsün. Ramazân ayı girip de, günâhlarını affettirmeden Ramazân ayı çıkıp giden kimsenin de burnu yerde sürtülsün. Anne ve babasının ihtiyârlıklarına ulaşıp da, onların rızâsını kazanıp Cennet’e giremeyen kimsenin de burnu yere sürtülsün" ve “Yanında ismim zikredilip, bana salât ü selâm getirmeyen kimse, cimrilerin en cimrisidir" ve “Kim ki yanında ismim anılır da salât ü selâm getirmezse, o kimse Cennet’in yolunu bulamaz" ve “Herhangi bir kavim (topluluk) bir yerde toplanarak oturur, Allahü teâlâyı zikr etmeden ve bana salât ü selâm getirmeden dağılırsa, Allahü teâlâ onlara noksanlık verir. Allahü teâlâ onları dilerse af, dilerse azâb eder."
Ebû Humeyd es-Sa’îdî (radıyallahü anh) haber verdi; "Sahâbe-i kirâmdan bâzıları, Resûlullah efendimize sordular ve dediler ki: "Yâ Resûlallah! Sana nasıl salât ü selâm getirelim?" Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hamîdün mecîd" deyiniz."
Bâzı salevât-ı şerîfeler şöyledir: "Aleyhisselâm ", "Sallallahü aleyhi ve sellem", "Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed", "Esselâtü vesselâmü aleyke yâ Resûlallah", "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm...", "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn", "Aleyhisselâtü vesselâmü vettehiyye", "Aleyhi ve alâ cemî'i minessalevâti etemmühâ ve minettehiyyâti eymenühâ."
Bir salevât-ı şerîfe de şöyledir:
"Allahümme salli ve sellim ve bârik verham alâ seyyidinâ Muhammedin hüve seyyid-ül-Arabî vel Acem. Ve İmâmi Mekket-el-mükerremeti vel Medînet-il-münevvereti vel harem. Allem-el-insâne mâlem ya'lem.
Aslühû nûrun ve neslühû Âdem. Ba'sühû müahharun ve halkuhû mukaddem.
İsmih-üş-şerifü mektûbün alel Levh-il-mahfûzi biyakût-il-Kalem.
Ve cismüh-üş-şerifü medfûnün fil Medînet-il-münevvereti vel Harem.
Yâ leyte ektehilü türâbellezî taht-el-kadem.
Fetûbâ sümme tûbâ limen deâ ve tebiahû ve limen esleme Sâhib-eş-şefâati lil âlemin.
Kâilen yâ Rabbî! Sellim ümmetî, ümmetî vâ ümmetâ yâ zel lutfi vel kerem.
Feyünâd-il-münadî min kıbel-ir-Rahmân.
Kabiltü şefâateke yâ Nebiyy-el-muhterem.
Üdhul'ül-Cennete, lâ havlün aleyküm velâ huznün velâ elem.
Sümme radıyallahü teâlâ an Ebî Bekrin ve Ömera ve Osmâne ve Aliyyin zil kerem.
Ve sallallahü alâ seyyidinâ Muhammedin vel hamdü leke yâ Rabb-el-âlemin.
Ve bihürmeti Seyyid-il-mürselîn"
Bir kimse şöyle anlattı: "Arkadaşlarımdan biri gönderdiği bir mektupta, Resûlullah'ın mübârek isminin geçtiği her yere "Sallallahü aleyhi ve sellem teslimen kesîren kesîrâ" diye yazmış. Görüp sebebini sorduğumda; "Gençligimde hâdis kitapları yazdım. Resûlullah'ın mübârek ismini yazdıkça, salevâtı yazmazdım. Rüyâda Âlemlerin efendisini görüp, yanlarına vardım. Mübârek yüzünü benden döndürdüler. Öbür yanlarına geçtim, yine döndürdüler. Karşılarına varıp; "Yâ Resûlallah! Niçin benden yüzünüzü döndürürsünüz?" diye arz ettim. Buyurdular ki: "Çünkü sen kitabında, benim ismimi yazınca, bana salât vermedin!" O zamandan beri ism-i şerîflerini, hep salât ile birlikte yazarım" dedi."
Sevgili peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın,
Allahü teâlânın peygamberi olduğunu
açıklayan şâhidler sayılamayacak kadar çoktur. Allahü
teâlâ; "Sen olmasaydın âlemi yaratmazdım"
buyurdu. Bütün varlıklar, Allahü teâlânın
varlığını, birliğini gösterdikleri gibi, Muhammed
aleyhisselâmın peygamber olduğunu ve
üstünlüğünü de göstermektedirler. Ümmetinin evliyâsında hâsıl olan kerâmetler,
hep O'nun mûcizeleridir. Çünkü, kerâmetler, O'na tâbi olanlarda, O'nun izinde
gidenlerde hâsıl olmaktadır. Hattâ, bütün peygamberler, O'nun ümmetinden olmak
isledikleri için, daha doğrusu, hepsi O'nun nûrundan yaratıldıkları için,
Onların mûcizeleri de Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinden sayılır.
Sevgili peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın
mûcizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır: Birincisi, mübârek rûhu
yaratıldığından başlayarak peygamberliğinin bildirildiği bi'set zamanına kadar
olanlardır. İkincisi, bi'setden vefâtına kadar olan zaman içindekilerdir.
Üçüncüsü, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir. Bunlardan
birincilere,
irhâs denir. Her biri de ayrıca, görerek veya görmeyip akıl ile
anlaşılan mûcizeler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bütün mûcizeler o kadar
çoktur ki, sınırlamak, saymak mümkün olmamıştır. İkinci kısımdaki mûcizelerin
üçbin kadar olduğu bildirilmiştir. Bunlardan meşhûr olan birkaç tanesi
aşağıdadır. (Mübârek hayatını anlatırken belirtilen, mûcizeleri ayrıca
yazılmamıştır.)
1- Muhammed aleyhisselâmın
mûcizelerinin en büyüğü Kur'ân-ı kerîmdir.
Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyatçılar, Kur'ân-ı
kerîmin nazmında ve mânâsında, âciz ve hayran kalmışlardır. Bir
âyet-i kerîmenin benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâgatı insan sözüne
benzemiyor. Yâni, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lâfzındaki ve
mânâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka
kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı, Arab şâirlerinin şiirlerine
benzemiyor. Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber
vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da,
usanmıyorlar. Okuması ve işitmesi sıkıntıları giderdiği, sayısız tecrübelerle
anlaşılmıştır. İşitince kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten
ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslâm düşmanları Kur'ân-ı kerîmi dinlemekle, kalbleri yumuşamış,
îmâna gelmişlerdir.
2- Bir gün
amcası Abbâs'ın evine gidip onu ve evlâdını yanına oturttu. Üzerlerini ihrâmı
ile örterek; “Yâ
Rabbî! Bu amcamı ve Ehl-i beytimi örttüğüm gibi, sen de, Cehennem ateşinden
kendilerini koru?" dedi. Duvarlardan üç kere âmin sesi
işitildi.
3- Bir gün
elinde put bulunan kimseye; “Put bana söylerse, îmân eder misin?" buyurdu.
Adam; "Ben buna elli senedir ibâdet ediyorum. Bana hiç bir şey söylemedi.
Sana nasıl söyler?" dedi. Muhammed
aleyhisselâm; “Ey put! Ben kimim?"
buyurunca; "Sen Allah'ın peygamberisin" sesi işitildi. Putun sâhibi,
hemen îmâna geldi.
4- Resûl-i ekrem sallallahü
aleyhi ve sellem efendimiz, bir çayırda giderken, üç kere, "Yâ
Resûlallah" sesini işitti. O tarafa bakıp, bağlı bir geyik gördü. Yanında
bir adam uyuyordu. Geyiğe isteğini sorunca; "Bu avcı beni avladı.
Karşıdaki tepede iki yavrum var. Beni salıver! Gidip, onları doyurup
geleyim" dedi. Resûl aleyhisselâm; "Sözünde durup
gelir misin?" buyurdu. Geyik; "Allah için söz veriyorum,
gelmezsem Allah'ın azâbı benim üzerime olsun" dedi. Resûlullah geyiği bıraktı. Biraz sonra geldi.
Adam uyanıp; "Yâ Resûlallah! Bir emrin mi var?" dedi. Peygamber efendimiz de; “Bu geyiği âzâd et!" buyurdu.
Adam, geyiğin ipini çözüp bıraktı. Geyik; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve
enneke Resûlullah" dedi ve
gitti.
5- Tirmizî
ve Nesâî'nin Sünen kitaplarında diyor ki: İki gözü âmâ (kör) bir kimse gelip;
"Yâ Resûlallah! Duâ et, gözlerim açılsın" dedi. Efendimiz, merhamet
buyurup; kusursuz bir abdest almasını, sonra; “Yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili peygamberin
Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok
sevdiğim peygamberim hazret-i Muhammed! Seni vesile ederek, Rabbime
yalvarıyorum. Senin hatırın için kabûl etmesini istiyorum. Yâ Rabbî! Bu yüce
Peygamberi bana şefâatçi eyle! O'nun hürmetine duâmı kabûl et" duâsını
okumasını söyledi. Adam, abdest alıp duâ edince, gözleri açıldı. Bu duâyı
müslümanlar, her zaman okumuşlar ve dileklerine kavuşmuşlardır.
6- Bir
kadın, hediye olarak bal gönderdi. Balı kabûl edip boş kabı geri gönderdi. Allahü teâlânın kudreti ile, kap bal ile dolu
olarak geri geldi. Kadın gelerek; "Yâ Resûlallah! Günâhım nedir?"
Hediyemi niçin kabûl etmediniz? dedi. “Senin hediyeni kabûl ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir" buyurdu.
Kadın sevinerek, balı evine götürdü. Çoluk-çocuğu ile aylarca yediler. Hiç
eksilmedi. Bir gün yanılarak balı başka kaba koydular. Oradan yiyerek
bitirdiler. Bunu Resûlullah'a haber
verdiler. “Gönderdiğim
kabda kalsaydı, dünyâ durdukça yerlerdi, hiç eksilmezdi." buyurdu.
7-
Ümmetinden çok kimsenin denizden gazâya gideceklerini ve sahâbeden olan Ümmü
Hirâm (radıyallahü anhâ) ismindeki hanımın
gazâda bulunacağını haber verdi. Hazret-i Osman halîfe iken müslümanlar,
gemiler ile Kıbrıs adasına gidip harb ettiler. Bu hanım da beraber idi. Orada
şehîd oldu.
8-
Hazret-i Muâviyye'ye; “Bir gün ümmetimin üzerine hâkim olursan, iyilik yapanlara
mükâfat et! Kötülük edenleri de af eyle!" buyurdu. Hazret-i
Muâviye, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman zamanlarında Şam'da yirmi sene vâlilik,
sonra yirmi sene de halîfelik yaptı.
9-
Abdullah ibni Abbâs'ın annesine bakıp; “Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!"
buyurdu. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, mübârek
tükürüğünden ağzına sürdü. İsmini Abdullah koyup, annesinin kucağına verdi; “Hâlifelerin
babasını al, götür!" buyurdu. Çocuğun babası olan hazret-i
Abbâs, bunu işitip, gelip sorunca; “Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır. Onlar
arasında Seffâh, Mehdî ve Îsâ aleyhisselâmlâ namaz kılan bir kimse
bulunacaktır" buyurdu. Abbâsî devletinin başına çok halîfeler
geldi. Bunların hepsi Abdullah bin Abbâs'ın soyundan oldu.
10-
Amcasının oğlu Abdullah bin Abbâs’ın alnına mübârek elini koyup; “Yâ Rabbî! Bunu
dinde derin âlim yap, hikmet sâhibi eyle! Kur'ân-ı kerîmin
bilgilerini kendisine ihsân eyle!" buyurdu. Abdullah bin Abbâs,
bundan sonra bütün ilimlerde ve bilhassa tefsîr, hâdis ve fıkıh bilgilerinde
zamanın bir tanesi oldu. Sahâbe ve Tabiîn her şeyi bundan öğrenirdi. Tercümân-ül-Kur'ân,
Bahr-ül-ilim ve Reis-ül-müfessirîn isimleriyle meşhûr oldu. İslâm
memleketleri bunun talebeleri ile doldu.
11-
Hizmetçilerinden Enes bin Mâlik'e; “Yâ Rabbî! Bunun malını ve çocuklarını çok, ömrünü uzun,
günâhlarını af eyle!" duâsını yaptı. Zamân geçtikçe malları mülkleri
çoğaldı. Ağaçları, bağları her sene meyve verdi. Çok fazla çocuğu oldu. Yüzon
sene yaşadı. Ömrünün sonunda; "Yâ Rabbî! Habîbinin benim için yaptığı
duâlardan üçünü kabul ettin, ihsân ettin! Dördüncüsü olan günâhlarımın
affedilmesi acaba nasıl olacak" deyince; "Dördüncüsünü de kabûl
ettim. Hatırını hoş tut!" sesini işitti:
12-
Hicretin üçüncü senesinde, Resûl aleyhisselâm
Kattan gazvesinde bir ağaç dibinde yalnız yatarken, Dâsür isminde bir pehlivan
kâfir, elinde kılıçla gelip; "Seni benden kim kurtarır?" dedi. Resûlullah; "Allahü
teâlâ kurtarır" buyurdu. Cebrâil
aleyhisselâm insan şeklinde görünüp, kâfirin
göğsüne vurdu. Yıkılıp kılıç elinden düştü. Resûl aleyhisselâm,
kılıcı eline alıp; "Seni benden kim kurtarır?" buyurdu. "Beni
kurtaracak senden daha hayırlı kimse yoktur" diye yalvardı. Af buyurup
serbest bıraktı. Îmâna gelip, çok kimselerin îmâna gelmesine sebeb oldu.
13- Resûl aleyhisselâm, bir gün abdest alıp, mestlerinden
birini giyip, ikincisine elini uzatırken, bir kuş mesti kapıp havada silkti.
İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş, mesti yere bıraktı. Bu günden sonra,
ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu.
14-
Sahâbeden Enes bin Mâlik’de, Resûlullah'ın
mübârek yüzünü sildiği bir mendili vardı. Enes, bununla yüzünü siler,
kirlendiği zaman, ateşe bırakırdı. Kirler yanar mendil yanmaz, tertemiz olurdu.
15- Uhud
gazâsında, Ebû Katâde'nin bir gözü çıkıp yanağı üzerine düştü. Resûlullah'a getirdiler. Mübârek eli ile
gözünü yerine koyup; “Yâ Rabbî! Gözünü güzel eyle!" buyurdu. Bu
gözü, diğerinden güzel oldu. Ondan daha kuvvetli görürdü. Ebû Katâde'nin (radıyallahü anh) torunlarından biri, halîfe Ömer bin
Abdülaziz'in (radıyallahü anh) yanına gelmişti.
"Sen kimsin?" dedi. Bir beyt okuyarak, Resûlullah'ın
mübârek eli ile gözünü yerine koymuş olduğu zâtın torunu olduğunu bildirdi.
Halîfe, bu beytleri işitince, kendisine, ziyâde ikrâm ve ihsânda bulundu.
Allahü teâlâ,
sevgili Peygamberine sallallahü aleyhi ve sellem
verdiği iyilikleri, ihsânları sayarak, O'nun mübârek kalbini okşarken,
kendisine güzel huylar verdiğini de saymakta, meâlen; “Sen, güzel huylu olarak yaratıldın"
buyurmaktadır. İkrime (radıyallahü anh)
buyuruyor ki: "Abdullah ibni Abbâs'dan işittim: Bu âyet-i kerîmede,
"Huluk-ı azîm" yâni güzel huylar, Kur'ân-ı
kerîmin bildirdiği ahlâktır. Âyet-i kerîmede meâlen; “Sen Huluk-ı azîm
üzeresin" (Kalem sûresi: 4) buyuruldu. Huluk-ı azîm; Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak,
insanlar ile de güzel huylu olmak demektir. Çok kimselerin İslâm dînine
girmesine, Resûlullah'ın güzel ahlâkı
sebeb oldu.
Sözleri
gâyet tatlı olup gönülleri alır, rûhları cezbederdi. Aklı o kadar çoktu ki,
Arabistan yarımadasında, sert, inâdçı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre
ederek ve cefâlarına sabrederek, onları yumuşaklığa ve itâata getirdi. Çoğu,
dinlerini bırakıp müslüman oldu ve dîn-i İslâm yolunda, babalarına ve
oğullarına karşı harb etti. O'nun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip,
kanlarını akıttı. Halbuki böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu,
yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı o kadar çoktu ki, herkesi hayran
bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslüman olurdu. Hiç bir
hareketinde, hiç bir işinde, hiçbir sözünde, hiç bir zaman, hiç bir çirkinlik,
hiç bir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din
düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi.
Muhammed
aleyhisselâmın binlerce mûcizesi göründü, bunu;
dost-düşman herkes söyledi. Bu mûcizelerin en kıymetlisi, edebli ve güzel huylu
olması idi. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem, hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü.
Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü diker, çamaşırını yamardı.
Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca, ona
yardım ederdi. Pazardan öte-beri alıp, torba içinde eve getirirdi. Fakirle,
zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla mûsâfeha
etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve
beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağırılan yere giderdi. Önüne konulan
şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama
yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever, herkesle iyi
geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü olup, söylerken gülmezdi. Üzüntülü
görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabîatlı
değildi. Heybetli olup, saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat, kaba değildi. Nâzik
ve cömert idi. Fakat, isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermez, herkese
acırdı. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Saâdet,
huzûr isteyen, O'nun gibi olmalıdır."
Enes bin
Mâlik (radıyallahü anh) buyuruyor ki: "Resûlullah'a on sene hizmet ettim, bir kere üf
demedi. Şunu niçin böyle yaptın, bunu niçin yapmadın buyurmadı."
Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh); "Bir gazada,
kâfirlerin yok olması için duâ buyurmasını söyledik; “Ben, lânet etmek için, insanların azâb
çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek ve insanların huzûra
kavuşması için gönderildim" buyurdu." Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 107. âyet-i
kerîmesinde meâlen; “Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik"
buyuruyor.
Ebû
Sa’îd-i Hudrî (radıyallahü anh) buyurdu ki:
"Resûlullah'ın hayâsı, bâkire
İslâm kızlarının hayâlarından daha çoktu."
Enes bin
Mâlik (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûlullah, bir kimse ile mûsâfeha edince, o
kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünü
çevirmedikçe, mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken,
iki diz üzerinde oturur, ona saygı olmak için mübârek bacağını dikip
oturmazdı.”
Câbir bin
Sümre (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûlullah az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman
veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın
mâlaya'nî faydasız şey söylemeyip, susması lâzımdır. Mübârek sözlerinde tertîl
ve tersîl vardı. Yâni, gâyet açık ve düzenli konuşur ve kolay anlaşılırdı.
Enes bin
Mâlik (radıyallahü anh) buyuruyor ki:
"Resûl aleyhisselâm hasta ziyâretinde
bulunur, cenâze arkasında yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi. Resûl
aleyhisselâmı Hayber gazâsında gördüm. Yuları
bir ip olan eşek üzerinde idi. Resûl aleyhisselâm,
sabah namazından çıkınca, Medîne çocukları ve işçileri su dolu kablarını önüne
getirirler, mübârek parmağını içine sokmasını isterler, kış ve soğuk su olsa
da, isteklerini geri çevirmez, gönüllerini hoş ederdi." Yine Enes (radıyallahü anh) diyor ki: "Bir küçük kız, Resûl
aleyhisselâmın elini tutup bir iş için
götürseydi, birlikte gider, müşkülünü hâllederdi."
Câbir (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûl aleyhisselâmdan bir şey istenip de yok dediği
işitilmedi."
Enes bin
Mâlik (radıyallahü anh) buyuruyor ki: "Resûl
aleyhisselâm ile birlikte gidiyordum. Üzerinde
bürd-i Necrânî vardı. Yâni Yemen kumaşından bir palto vardı. Arkadan bir köylü
gelip, yakasından öyle çekti ki, paltonun yakası mübârek boynunu çizdi ve izi
kaldı. Resûl aleyhisselâm, adamın bu hâline güldü
ve ona bir şey verilmesi için emir buyurdu."
Resûl aleyhisselâmın komşusu, bir ihtiyâr kadın vardı.
Kızını, Resûl aleyhisselâma gönderdi.
"Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, namazda örtünecek bir
elbise gönder" diye yalvardı. Resûl aleyhisselâmın
o ânda başka elbisesi yoktu. Mübârek arkasındaki antâriyi çıkarıp, o kadına
gönderdi. Namaz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı kirâm, bu
hâli işitince, Resûl aleyhisselâm o kadar
cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâate gelemiyor. Biz de her
şeyimizi fakirlere dağıtalım dediler. Allahü teâlâ,
hemen İsrâ sûresinin 29. âyet-i kerîmesini gönderdi. Önce Habîbine; “Hasislik etme,
birsey vermemezlik yapma" buyurup, sonra da; “Sıkıntıya düşecek
ve namazı kaçırarak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada vasat davran" buyurdu.
O gün, namazdan sonra, hazret-i Ali, Resûlullah'ın
yanına gelip; "Yâ Resûlallah! Bugün, çoluk-çocuğuma nafaka yapmak için
sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize
antâri (elbise) alınız" dedi. Resûl aleyhisselâm
çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir antâri satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile
yiyecek almaya giderken bir âmânın oturduğunu gördü; "Allah rızâsı için ve
Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir?" diyordu.
Almış olduğu antâriyi, ona verdi. Âmâ, antâriyi eline alınca, misk gibi güzel
koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek
elinden geldiğini anladı. Çünkü Resûl aleyhisselâmın
bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, her parçası misk gibi güzel
kokardı. Âmâ duâ ederek; "Yâ Rabbî! Bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi
aç" dedi, iki gözü hemen açıldı ve Resûl aleyhisselâmın
ayaklarına kapandı. Resûl aleyhisselâm oradan
ayrıldı. Bir dirhem ile bir antâri satın aldı. Bir dirhem ile yiyecek almaya
giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını görüp; “Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?"
buyurdu. "Bir yahudinin hizetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem
ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum.
Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım"
dedi. Resûl aleyhisselâm, son dirhemini kıza
verdi. “Bununla
şişe ve yağ al, evine götür" buyurdu. Kızcağız; "Eve geç
kaldığım için yahudinin beni döğeceğinden korkuyorum" deyince; “Korkma! Seninle
birlikte gelir, sana bir şey yapmamasını söylerim" buyurdu. Eve
gelip kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp, Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellemi görünce, şaşırıp
kaldı. Yahudiye, olan biteni anlatıp, kıza bir şey yapmaması için şefâat buyurdu.
Yahudi, Resûlullah'ın ayaklarına
kapanıp; "Binlerce insanın baş tâcı olan, binlerce aslanın, emrini yapmak
için beklediği ey büyük Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir
miskinin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine âzâd
ettim. Bana îmânı, İslâm’ı öğret. Huzûrunda müslüman olayım" dedi. Resûl aleyhisselâm, ona müslümanlığı öğretti. Müslüman
oldu. Evine girdi. Çoluğuna-çocuğuna anlattı. Hepsi müslüman oldu. Bunlar, hep Resûlullah'ın güzel huylarının bereketi ile
oldu. Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pek
çoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır.
Böylece, dünyâda ve âhırette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki
cihân efendisinin şefâatine kavuşmak nasîb olur.
1- Resûlullah'ın ilmi, irfânı, fehmi, îkânı, aklı, zekâsı, cömertliği, tevâzûu, şefkâti, sabrı, gayreti, hamiyyeti, sadâkati, emâneti, şecâati, mehâbeti, belâgatı, fesâhati, fetaneti, melâheti, verâı, iffeti, keremi, insâfı, hayâsı, zühdü, takvâsı bütün peygamberlerden daha çoktu. Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları, eziyetleri affederdi. Hiç birine karşılık vermezdi. Uhud gazâsında kâfirler, yanağını kanatıp, mübârek dişlerini şehîd ettikleri zaman, bunu yapanlar için; “Yâ Rabbî, bunları affet! Câhilliklerine bağışla" buyurmuştur.
2- Kendisini kimseden üstün tutmazdı. Bir yolculukta, bir koyun kebabı yapılacağı zaman, biri; "Ben keserim" dedi. Bir başkası. "Ben derisini yüzerim" dedi. Diğeri, “Ben pişiririm" dedi. Resûlullah da; “Ben odun toplarım" deyince; "Yâ Resûlallah! Sen istirâhat buyur! Biz toplarız” dediler. “Evet! Sizin her şeyi yapacağınızı biliyorum. Fakat, iş görenlerden ayrılarak oturmak istemem. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez" buyurdu ve odun toplamaya gitti.
3- Eshâbının oturdukları yere gelince, baş tarafa geçmezdi. Gördüğü aralığa otururdu. Elinde bastonu olduğu hâlde, bir gün sokağa çıktıkta, görenler ayağa kalktılar. “Başkalarının birbirlerine saygı duruşu yaptıkları gibi, benim için ayağa kalkmayınız! Ben de, sizin gibi bir insanım. Herkes gibi yerim. Yorulunca otururum" buyurdu.
4- Çok zaman diz çökerek otururdu. Dizlerini dikip, etrâfına kollarını sararak oturduğu da görülmüştür. Yemekte, giymekte ve her şeyde hizmetçilerini kendinden ayırmazdı. Onların işlerine yardım ederdi. Kimseyi dövdüğü, kötü söz söylediği hiç görülmedi. Her zaman hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik; "Resûlullah'a on sene hizmet ettim. O'nun bana yaptığı hizmet, benim ona yaptığımdan çok idi. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim" demiştir.
5- Sabah namazlarını kıldırdıktan sonra, cemâata karşı oturup; “Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyâretine gidelim " buyururdu. Hasta yoksa; “Cenâzesi olan var mı? Yardıma gidelim!" buyururdu. Cenâze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenâze yoksa; “Rüyâ gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tabir edelim!" buyururdu.
6- Misâfirlerine, Eshâbına hizmet eder; “Bir topululuğun en üstünü, hizmet edenidir" buyururdu.
7- Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi. Sessizce tebessüm ederdi. Bazen gülerken mübarek ön dişleri görünürdü.
8- Lüzumsuz ve faydasız bir şey söylemezdi. Lâzım olunca, kısa, faydalı ve mânâsı açık olarak söylerdi. İyi anlaşılması için bâzan üç kere tekrar ederdi.
9- Heybetinden kimse yüzüne bakamazdı. Biri gelip mübârek yüzüne bakınca, terlerdi; “Sıkılma! Ben melik değilim, zâlim değilim. Et suyu yiyen bir kadıncağızın oğluyum" derdi. Bunun üzerine adamın korkusu gidip derdini söylemeye başlardı.
10- “İçinizde Allahü teâlâyı en iyi anlayan ve O'ndan en çok korkan benim", “Benim gördüğümü görseydiniz, az güler, çok ağlardınız" buyururdu. Havada bulut görünce; “Yâ Rabbî! Bu bulutla bize azâb gönderme!”, rüzgâr esince; “Yâ Rabbî! Bize hayırlı rüzgâr gönder" gök gürleyince; “Yâ Rabbî! Bize incinib de, öldürme. Azâbını gönderme. Afiyet ihsân eyle." diye duâ ederdi. Namaza dururken, ağlayan kimsenin içini çektiği gibi, göğsünde ses işitilirdi. Kur'ân-ı kerîm okurken de böyle olurdu.
11- Kalbinin kuvveti, şecâati şaşılacak kadar çoktu. Huneyn gazâsında, Müslümanlar dağılıp, üç dört kimse ile kalmıştı. Bir kaç defâ, kâfirlerin hücûmuna, tek başına karşı koydu ve aslâ gerilemedi.
12- Çok cömert idi. Yüzlerce deve ve koyun bağışlar, kendisine bir şey bırakmazdı. Nice katı kalbli kâfirler, bu ihsânlarını görerek îmâna gelmişlerdir.
13- Zevcelerine ve bir kaç hizmetçisine bâzan bir senelik arpa ve hurma ayırır, bundan fakirlere de sadaka verirdi.
14- Yiyeceklerden; koyun etini, et suyunu, kabağı, tatlıları, balı, hurmayı, sütü, kaymağı, karpuzu, kavunu, üzümü ve hıyarı severdi.
15- Suyu yavaş yavaş, Besmele ile başlayaak üç yudumda içer, sonunda; “Elhamdülillah" der ve duâ ederdi.
16- Giyilmesi câiz olanlardan her bulduğunu giyerdi. Kalın kumaştan ihrâm şeklinde dikilmemiş şeylerle örtünür, peştamal sarınır, gömlek ve cübbe de giyerdi. Bunlar pamuktan, yünden veya kıldan dokunmuştu. Ekseriya beyaz, bâzan yeşil giyerdi. Dikilmiş elbise giydiği de olurdu. Cumâ ve bayramlarda ve yabancı elçiler geldikte ve cenk zamanlarında kıymetli gömlekler, cübbeler, yeşil, kırmızı, siyah da giyerdi. Kollarını bileklerine kadar, mübârek ayaklarını baldırın yarısına kadar örterdi.
17- Arabistan'daki âdete uyarak saçlarını kulaklarının yarısına kadar uzatır, fazlasını kestirirdi. Saçlarına özel olarak hazırlanmış, güzel kokulu yağ sürerdi.
18- Ellerine, başına, yüzüne misk veya başka kokular sürer, ud ağacı, kâfuri ile buhurlanırdı.
19- Yatağı, içi hurma iplikleri ile dolu, dabağlanmış deriden idi. İçi yünle dolmuş bir yatak getirdiklerinde, kabûl etmedi ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer istesem, Allahü teâlâ her yerde altın ve gümüş yığınlarını yanımda bulundurur" buyurdu. Bazen hasır, tahta, döşek, yünden dokunmuş keçe veya kuru toprak üzerinde yatardı.
20- Her gece gözlerine üç kere sürme çekerdi.
21- Evinde; ayna, tarak, sürme kabı, misvâk, makas, iğne, iplik eksik olmazdı. Yolculukta bunları beraberinde götürürdü.
22- Yatsıdan sonra gece yarısına kadar uyuyup, sonra sabah namazına kadar ibâdet yapardı. Sağ yanına yatar, sağ elini yanağı altına kor, bâzı sûreler okuyup uyurdu.
23- Tefe'ül ederdi. Yâni, ilk gördüğü, birden bire gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz saymazdı.
24- Üzüntülü zamanlarında sakalını tutar, düşünürdü.
25- Üzüldüğü zaman, hemen namaza başlardı. Namazın lezzet ve safâsı ile gamı giderdi.
Peygamber efendimizin, Allahü teâlâdan korkması, O'na itâat ve ibâdet etmesi o kadar çoktu ki, O'nun bu hâline hiç kimse tâkât getiremezdi. Mübârek ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. "Yâ Resûlallah! Sizin gelmiş geçmiş bütün günâhlarınız affedildiği hâlde, neden bu kadar kendinize zahmet veriyorsunuz?" denildiğinde; “Ben, Allahü teâlânın en çok şükreden kulu olmayayım mı?" diye cevap buyurdular.
Muhammed
aleyhisselâmın fazîletlerini bildiren yüzlerce
kitap vardır. Fazîlet, üstünlük demektir. Üstünlüklerinden bâzıları aşağıda
bildirilmiştir:
1-
Mahlûklar içinde, ilk olarak Muhammed
aleyhisselâmın nûru ve rûhu yaratılmıştır.
2- Allahü teâlâ, O'nun ismini arşa, Cennetlere ve
yedi kat göklere yazmıştır.
3-
Hindistan'da yetişen bir gülün yapraklarında, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" yazılıdır.
4- Basra
şehrine yakın bir nehirde tutulan balığın sağ tarafında "Allah", sol tarafında "Muhammed" yazılı olduğu görülmüştür.
5- Muhammed aleyhisselâmın
ismini söylemekten başka vazifesi olmayan melekler vardır.
6-
Meleklerin hazret-i Âdem'e karşı secde etmeleri için emrolunması, alnında Muhammed aleyhisselâmın
nûru bulunduğu için idi.
7- Allahü teâlâ, bütün peygamberlere, Muhammed aleyhisselâmın
geleceğini; ayrıca, ümmetlerine, zamanına yetişdikleri takdirde O'na
inanmalarını emretmeyi bildirdi.
8- Dünyâya
geleceği zaman, çok büyük alâmetler görülmüştür. Târih ve mevlîd kitaplarında
yazılıdır.
9- Dünyâya
geldiği zaman, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü.
10-
Dünyâya gelince, şeytanlar göğe çıkamaz, meleklerden haber çalamaz oldular.
11-
Dünyâya geldiği zaman, yeryüzündeki bütün putlar, tapınılan heykeller yüzüstü
devrildiler.
12-
Beşiğini melekler sallardı.
13-
Beşikte iken gökdeki ay ile konuşurdu. Mübârek parmağı ile işâret ettiği tarafa
meylederdi.
14-
Beşikte iken konuşmaya başladı.
15- Çocuk
iken, açıklarda gezerken, başı hizasında bir bulut da birlikde hareket ederek
gölge yapardı. Bu hal, peygamberliği başlayıncaya kadar devam etti.
16- Her
peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed
aleyhisselâmın ise, mübârek sırtı ortasında sol
küreğe yakın, kalbi üzerinde idi.
17-
Önünden gördüğü gibi, arkasından da görürdü.
18-
Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü.
19-
Tükürüğü, acı suları tatlı yaptı. Hastalara şifâ verdi. Bebeklere süt gibi gıda
oldu.
20-
Gözleri uyurken, kalbi uyanık olurdu. Bütün peygamberler de böyle idi.
21-
Ömründe hiç esnemedi. Bütün peygamberler de böyle idi.
22-
Mübârek teri, gül gibi güzel kokardı. Bir fakir kimse, kızını evlendirirken,
kendisinden yardım istemişti. O ânda verecek şeyi yoktu. Küçük bir şişeye
terinden koyup verdi. O kız, yüzüne, başına sürünce, evi misk gibi kokardı.
Evi, (güzel kokulu ev) adı ile meşhûr oldu.
23- Orta
boylu olduğu hâlde, uzun kimselerin yanında iken, onlardan yüksek görünürdü.
24- Güneş
ve ay ışığında yürüyünce, gölgesi yere düşmezdi.
25-
Bedenine ve elbisesine sinek, sivri sinek ve başka böcekler konmazdı.
26- Çamaşırları,
ne kadar giyerse giysin, hiç kirlenmezdi.
27- Her
yürüdüğü zaman, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını önden
yürütür; "Arkamı meleklere bırakın" buyururlardı.
28- Taş
üstüne basınca, taşta ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken hiç iz
bırakmazdı. Abdest bozduğu zaman, yer yarılıp bevl ve benzerleri toprak içinde
kalırdı. Oradan etrâfa güzel kokular yayılırdı. Bütün peygamberler de böyle
idi.
29-
İnsanlar ve melekler içinde en çok ilim O'na verildi. Ümmî olduğu hâlde, yâni
kimse den bir şey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ
O'na her şeyi bildirmiştir. Âdem aleyhisselâma
her şeyin ismi bildirildiği gibi, O'na, her şeyin ismi ve ilmi bildirilmiştir.
30-
Ümmetinin isimleri, cisimleri ve aralarında olacak şeylerin hepsi kendisine
bildirildi.
31- Aklı,
bütün insanların aklından daha çoktur.
32-
insanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi O'na ihsân olundu. Büyük şâir
Ömer İbn-il-Fârıd'a; "Resûlullah'ı
niçin medhetmedin?" dediklerinde; "O"nu medhetmeye gücüm
yetmeyeceğini anladım. O'nu medhetecek kelime bulamadım" demiştir.
33-
Kelime-i şehâdette, ezânda, ikâmetde, namazdaki teşehhüdde, birçok duâlarda,
bâzı ibadetlerde ve hutbelerde, nasîhat yapmakta, sıkıntılı zamanlarda,
kabirde, mahşerde, Cennet’te ve her mahlûkun lisânında Allahü teâlâ O'nun ismini kendi isminin yanına
koymuştur.
34-
Üstünlüklerinin en üstünü, Habîbullah olmasıdır. Allahü
teâlâ O'nu kendisine sevgili, dost yapmıştır. O'nu herkesten, her
melekten daha çok sevmiştir, “İbrâhim'i Halîl yaptım ise, seni kendime Habîb yaptım"
buyurmuştur.
35- “Sana râzı
oluncaya kadar, (yeter deyinceye kadar) her dilediğini vereceğim"
(Duhâ sûresi: 5) meâlindeki âyet-i kerîme, Allahü
teâlânın Peygamberine bütün ilimleri, bütün üstünlükleri, ahkâm-ı
İslâmiyyeyi, düşmanlarına karşı yardım ve galebe ve ümmetine fetihler, zaferler
ve kıyâmette her türlü şefâat ve tecelliler ihsân edeceğini vâd etmektedir. Bu
âyet-i kerîme geldiği zaman, Cebrâil aleyhisselâma bakarak; “Ümmetimden birinin Cehennem’de kalmasına râzı
olmam" buyurdu.
36- Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde, her peygambere kendi ismi ile; Muhammed
aleyhisselâma ise; "Ey Resûlüm! Ey
Peygamberim!" diye hitâb etmiştir.
37- Gayet
açık, kolay anlaşılır bir şekilde Arabî lisânının her lehçesi ile konuşurdu.
Çeşitli yerlerden gelip soranlara onların lügati ile cevap verirdi. İşitenler
hayran olurlardı; “Allahü
teâlâ beni çok güzel yetiştirdi"
buyururdu.
38- Az
kelimelerle çok şey anlatırdı. Yüzbinden ziyâde hadîs-i
şerîfi, O'nun "Cevâmi-ül kelîm" olduğunu göstermektedir.
Bâzı âlimler dediler ki; "Muhammed
aleyhisselâm, İslâm dininin dört temelini, dört
hadisle bildirmiştir. “Ameller niyyete göre değerlendirilir" ve “Helâl meydandadır,
haram meydandadır" ve “Dâvâcının şâhid göstermesi ve dâvâlının yemîn etmesi
lâzımdır" ve “Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de
istemedikçe, îmanı kâmil olmaz." Bu dört hadisten birincisi,
ibâdet; ikincisi, muâmelât; üçüncüsü, husûmât, yâni adâlet işleri ve siyâset;
dördüncüsü de, âdâb ve ahlâk bilgilerinin temelidir."
39- Muhammed aleyhisselâm,
mâsun ve mâsûm idi. Bilerek ve bilmeyerek, büyük ve küçük, kırk yaşından evvel
ve sonra hiçbir günâh işlememiştir. Çirkin hiç bir hareketi görülmemiştir.
40-
Müslümanların namazda otururken "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve
rahmetullâhi" okuyarak, Muhammed
aleyhisselâma selâm vermeleri emrolundu.
Namazda başka bir peygambere ve meleklere karşı selâm vermek câiz olmadı.
41- Allahü teâlâ, Muhammed
aleyhisselâmın, kendisinden râzı olmasını
istemiştir.
42- Başka
peygamberler, kâfirlerin iftirâlarına kendileri cevap vermiştir. Muhammed aleyhisselâma
yapılan iftirâlara ise, Allahü teâlâ
cevap vererek, O'nun müdâfâsını yapmıştır.
43- Muhammed aleyhisselâmın
ümmetinin sayısı, başka peygamberlerin ümmetlerinin sayıları toplamından daha
çoktur. Onlardan daha üstün ve daha şereflidirler. Cennet’e gideceklerin üçte
ikisinin bu ümmetten olacağı, hadîs-i şerîflerde
bildirilmiştir.
44- Resûlullah'a verilecek sevâblar, diğer
peygamberlere verilecek sevâblardan kat kat ziyâdedir.
45-
Kendisini; ismi ile çağırmak, yanında yüksek sesle konuşmak, uzaktan kendisine
seslenmek, yolda önüne geçmek haram edilmiştir. Başka peygamberlerin ümmetleri,
kendilerini isimleri ile çağırırlardı.
46- Cebrâil aleyhisselâmı
melek şeklinde iki kere görmüştür. Başka hiç bir peygamber onu asıl şeklinde
görmemiştir. Kendisine, Cebrâil aleyhisselâm yirmidörtbin kere gelmiştir. Başka
peygamberlerden en çok Mûsâ aleyhisselâma,
gelmiştir. Bu geliş dörtyüz defâ vâki olmuştur.
47- Allahü teâlâya, Muhammed
aleyhisselâm ile and vermek câiz olup başka
peygamberlerle ve meleklerle câiz değildir.
48- Muhammed aleyhisselâmdan
sonra, zevcelerini başkalarının nikâhla almaları haram edilmiş, bu bakımdan
mü’minlerin anneleri oldukları bildirilmiştir.
49- Nesep
ve sebep bakımından, yâni kan ve nikâh bakımından olan akrabâlığın, kıyâmetde
faydası yoktur. Resûlullah'ın
akrabâsı bundan müstesnâdır.
50- Resûlullah'ın ismini almak, dünyâda ve
âhırette faydalıdır. O'nun ismini taşıyan hakîkî mü’minler Cehennem’e
girmeyecektir.
51- O'nun
her sözü, her işi doğrudur. Her ictihâdı, Allahü
teâlâ tarafından doğrulanır.
52- O'nu
sevmek herkese farzdır. “Allahü tedlayı seven, beni sever"
buyurmuştur. O'nu sevmenin alâmeti, dînine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına
uymaktır. Kur'ân-ı kerîmde; “Bana uyarsanız, Allahü teâlâ sizi sever" demesi emrolundu.
53- O'nun
Ehl-i beytini sevmek vâcibdir. “Ehl-i beytime düşmanlık eden münâfıktır"
buyurmuştur. Ehl-i beyt, zekât alması haram olan akrabâsıdır. Bunlar, zevceleri
ve dedesi Hâşim’in soyundan olan mü’minlerdir ki, Ali'nin, Ukayl'in, Ca'fer
Tayyâr'ın ve Abbâs'ın (radıyallahü anhüm)
soyundan olanlardır.
54-
Eshâbının hepsini sevmek vâcibdir. “Benden sonra Eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onları sevmek,
beni sevmektir. Onlara düşman olmak, bana düşman olmaktır. Onları inciten, beni
incitmiş otur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ, kendisini incitene azâb yapar" buyurdu.
55- Allahü teâlâ, Muhammed
aleyhisselâma, gökte iki ve yerde iki yardımcı
yaratmıştır. Bunlar; Cebrâil, Mikâil,
Ebû Bekr ve Ömer'dir "radıyallahü teâlâ anhüm
ecma'în."
56- Erkek,
kadın, büyük yaşta vefât eden herkese, kabrinde Muhammed
aleyhisselâm sorulacaktır. "Rabbin
kimdir?" denildiği gibi; "Peygamberin kimdir?" de denilecektir.
57- Muhammed aleyhisselâmın
hadîs-i şerîflerini okumak ibâdettir.
Okuyana sevâb verilir.
58-
Mübârek rûhunu almak için, Azrâil aleyhisselâm
insan şeklinde geldi. İçeri girmek için izin istedi.
59-
Kabrinin içindeki toprak her yerden ve Kâbe'den ve Cennetlerden daha efdâldir.
60-
Kabirde, bilmediğimiz bir hayatla diridir. Kabirde Kur'ân-ı
kerîm okur, namaz kılar. Bütün peygamberler de böyledir.
61-
Dünyânın her yerinde, Resûlullah'a
salevât okuyan müslümanların selâmlarını işiten melekler, kabrine gelip haber
verirler. Kabrini her gün binlerce melek ziyâret eder.
62-
Ümmetinin amelleri ve ibâdetleri her sabah ve akşam kendisine gösterilir.
Bunları yapanları da görür, günâh işleyenlerin affolması için duâ eder.
63-
Kabrini ziyâret etmek, kadınlara da müsteâbdır. Başka kabirleri ise, yalnız
tenhâ zamanlarda ve müslümana yakışan kıyafetle ziyâret etmeleri câizdir.
64- Diri
iken olduğu gibi, vefâtından sonra da, dünyânın her yerinde, her zaman O'na
tevessül edenlerin, yâni O'nun hatırı ve hürmeti için isteyenlerin duâsını Allahü teâlâ kabûl eder.
65-
Kıyâmet günü kabirden ilk önce Resûlullah
kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır. Burâk üzerinde mahşer
yerine gidecektir. Elinde Liva-ül-hamd denilen bayrak olacaktır.
Peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracaktır. Hepsi, bin sene
beklemekten, çok sıkılacaklardır. İnsanlar sıra ile; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ
ve Îsâ peygamberlere aleyhimüsselâm gidip, hesâba başlanması için şefâat
etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, özür bildirerek, Allahü teâlâdan utanıp korktuklarını söyleyecekler
ve şefâat etmekten çekinecekler. Sonra, Resûlullah'a
gidip yalvardıklarında, O, secdeye varıp, duâ edecek ve şefâati kabûl olacaktır.
Önce, O'nun ümmetinin hesâbı görülecek, en önce sırâttan onlar geçip Cennet’e
girecekler bunlar olacaktır. Her gittiği yeri nûrlandıracaklardır. Hazret-i
Fâtıma, sırâtdân geçerken; "Herkes gözlerini kapasın! Muhammed aleyhisselâmın
kızı geliyor" denecektir.
66- Altı
yerde şefâat edecektir. Birincisi, “Makâm-ı Mahmûd" denilen şefâati ile, bütün
insanları mahşerde beklemek azâbından kurtaracaktır. İkincisi; şefâati, çok
kimseyi Cennet’e sokacaktır. Üçüncüsü, azâb çekmesi lâzım olanları azâbdan
kurtaracaktır. Dördüncüsü, günâhı çok olan mü’minleri Cehennem’den
çıkaracaktır. Beşincisi, sevâbı ve günâhı müsavi olup, A’râf denilen yerde bekleyenlerin,
Cennet’e gitmelerine şefâat edecektir. Altıncısı, Cennet’te olanların
derecelerinin yükselmesine şefâat edecektir.
67- Resûlullah'ın Cennet’te bulunduğu makâmın ismi
Vesile
dir. Burası Cennet’in en yüksek derecesidir. Cennet’te bulunan herkese, birer
dalının uzandığı Sidret-ül müntehâ ağacının kökü oradadır. Cennet’tekilere
nîmetler bu dallardan gelecektir.
Allahü teâlânın,
Cebrâil ismindeki melek vâsıtası ile
sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve
âhırette rahat ve mes’ûd olmalarını sağlayan, usûl ve kâidelerdir. Bütün
üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Eski dinlerin,
görünür-görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet kendinde toplamıştır. Bütün
saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl
edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir.
Yaratılışında
kusursuz olanlar, onu reddetmez ve nefret etmezler, İslâmiyetin içinde hiç bir
zarar, dışında da hiç bir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyetin haricinde bir
menfaat düşünmek, serâbdan içecek beklemek gibidir. İslâmiyet, memleketleri
îmâr, insanları terfih etmeği, refâha kavuşturmağı emreylemekte, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeği ve
mahlûklara merhameti istemektedir.
İslâmiyet;
zirâati, ticâreti ve san’atı, kat’î olarak emreder. İlme, fenne, tekniğe,
endüstriye, lâyık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmasını,
birbirlerine hizmet etmesini ehemmiyetle istemektedir. Kendi idâresi altında
bulunan insanların, evlâdın, âilenin ve milletlerin haklarını ve idârelerini
öğretmekte; dirilere, geçmişlere, geleceklere karşı bir hak ve mes’ûliyet
gözetmektedir. Seâdet-i dâreyn yâni dünyâ ve âhıret saâdetini kendisinde
toplamıştır.
İslâmiyet,
insanların rûhî ve maddî refâhını en mükemmel şekilde te’min edecek prensipler
getirmiştir. İnsan hak ve vazifelerini en geniş şekilde düzenlemiştir. Kısaca
İslâm dîninin; îmân, ibâdet, münâkehât, muâmelât, ukûbât esâsları vardır.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu ve O'nun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek, inanarak söylemek, O'nun, Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca, geniş bildirdiklerine etrâflıca inanmak ve gücü yettikçe Kelime-i şehâdeti dil ile de söylemektir. Kuvvetli îmân şöyledir ki; ateşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçtığı gibi, gönülden tam olarak Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek, O'nun rızâsına ve cemâline koşmak, gazâbından, celâletinden kaçmak ve îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleştirmektir.
Mutlaka inanmamız lâzım gelen îmânın altı şartı vardır: Birincisi; Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî mâbud ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhıret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O'dur. O'nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O'nundur. O'nda, hiç bir kusur, hiç bir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütûflar, ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olan, yarar olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Asîlerin, günâh işleyenlerin hepsini Cennet’e koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem’e atsa, adâlete muhalif olmaz. Fakat, müslümanları, ibâdet edenleri Cennet'e sokacağını, bunlara, sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennem’de sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itâat etse, O'na hiç bir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O'na hiç bir zarar vermez. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günâhı işleyip, tevbesiz ölen kimseyi dilerse affeder. Küçük günâh için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmeyeceğini, bunlara sonsuz, azâb edeceğini bildirmiştir.
Müslüman ve ehl-i kıble olup, ibâdet edip, fakat, îtikâdı Ehl-i sünnet îtikâdına uymayan ve tevbe etmeden ölen kimseye, Cehennem’de azâb edecek ise de, böyle bid’at sâhibi müslümanlar, Cehennem’de sonsuz kalmayacaktır.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde kâfirlere ve günâhı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü’minlere ise, lütûf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennet’te, cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir.
Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi, düşünülemez. Allahü teâlâda, hiç bir bakımdan, hiç bir değişiklik olmayacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir, denemez. Allahü teâlâ, hiç bir şeye hulûl etmez. Hiç bir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Her zaman, herkes ile hâzır ve her şeyi muhît ve nâzırdır. Herkese can damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihâta etmesi, beraber ve yakın olması bizim anladığımız gibi değildir. O'nun yakınlığı; âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların içyüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiç birinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhûrdur. Yâni, isimlerinden binbir tanesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksandokuzu bildirilmiştir. Bunlara; Esmâ-i hüsnâ denir.
Îmânın altı esasından ikincisi; meleklere inanmaktır. Melekler, cisimdir. Latîftir. Gaz hâlinden daha latîftirler. Nûrânîdirler. Diridirler. Akıllıdırlar. İnsanlardaki kötülükler, meleklerde yoktur. Her şekle girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, şekil aldığı gibi, melekler de güzel şekiller alabilirler. Melekler, büyük insanların bedeninden ayrılan rûhlar değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle rûh sanıyor. Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı, böyle zannetti.
Melek; elçi, haber verici veya kuvvet demektir. Çoğulu; "Melâike"dir. Melekler, her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplara îmândan önce, meleklere îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur'ân-ı kerîmde de, inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir.
Meleklere îmân şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle sandılar. Allahü teâlâ, meleklerin hepsinden râzıdır. Allahü teâlânın emirlerine itâat ederler. Günâh işlemezler. Emirlere isyân etmezler. Erkek ve dişi değildirler. Evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sâhibi yâni diridirler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman; “Yâ Rabbî! Yeryüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?" gibi meleklerin, zelle denilen soruları, bunların masum, suçsuz olmalarına zarar vermez.
Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükû veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Bâzıları, başka meleklerin âmiridir. Bâzıları, insanların peygamberlerine haber getirir. Bâzıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna İlhâm denir. Bâzılarının, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemâli karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Her birinin belli yeri vardır. Oradan ayrılamazlar. Cennet melekleri, Cennet’tedir. Bunların büyüklerinin adı Rıdvân'dır. Cehennem meleklerine Zebânî denir. Bunlar, Cehennem’de emrolunan vazifelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez. Deniz, balığa zararlı olmadığı gibidir. Cehennem zebânîlerinin büyükleri ondokuz tanedir. En büyüğünün adı Mâlik'dir.
Her insanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe, Kirâmen kâtibin veya Hafaza melekleri denir. Hafaza meleklerinin, bunlardan başka olduğu da rivâyet edilmiştir. Sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri yazar. Soldaki, kötülükleri yazar. Kabirlerde, kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine Münker ve Nekîr denir. Mü’minlere soranlara, Mübeşşir ve Beşîr de denir.
Meleklerin birbirlerinden üstünlükleri vardır. En üstünleri dört tanedir. Bunların birincisi Cebrâil aleyhisselâmdır. Bunun vazifesi, peygamberlere vahy getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. İkincisi sûr denilen boruyu üfürecek olan İsrâfil aleyhisselâmdır. Sûru iki defâ üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. Üçüncüsü, Mikâil aleyhisselâmdır. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak ve her maddeyi hareket ettirmek, bunun vazifesidir. Dördüncüsü, Azrâil aleyhisselâmdır. İnsanların rûhunu alan budur. Bu dört melekten sonra üstün olan, dört sınıftır. Hamele-i Arş denilen melekler, dört tanedir. Kıyâmette sekiz olacaktır. Huzûr-i ilâhîde bulunan meleklere Mukarrebîn denir. Azâb meleklerinin büyüklerine Kerûbiyân denir. Rahmet meleklerine Rûhâniyân denir. Bunların hepsi, meleklerin havâssı yâni üstünleridir. Bunlar peygamberlerden başka bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri ve velîleri, meleklerin avâmından, daha efdâl, daha üstündür. Meleklerin avâmı, müslümanların avâmından, yâni âsî ve fâsıklardan efdâldir.
Îmânın altı esasından üçüncüsü; Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır. Allahü teâlâ, bu kitapları, bâzı peygamberlere, melekle okutarak, bâzılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ebedî ve ezelîdirler. Mahlûk değildirler. Bunlar, meleklerin veya peygamberlerin kendi sözleri değildir.
Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur.
Kur'ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş, hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur'ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiç bir zaman, yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmiş ve gelecekteki bütün ilimler, Kur'ân-ı kerîmde vardır. Bunun için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin en büyük mûcizesi Kur'ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cinler bir araya gelse, hepsi Kur'ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyleyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler.
Semâvî kitapların bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şis (Şit) aleyhisselâma, otuz suhuf İdris aleyhisselâma, on suhuf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât Mûsâ aleyhisselâma, Zebur Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.
İnanılacak altı esastan, dördüncüsü; Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. Peygamberler, insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Yaratılış, huy, ilim ve akıl bakımından zamanlarında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem kimselerdir. Hiç bir kötü huy ve beğenilmeyecek hâlleri yoktur. Peygamberlerde ismet sıfatı vardır. Yâni peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiç bir günâh işlemez. Peygamber olduğu bildirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzeri ayıp ve kusurları da olmaz. Her peygamberde şu yedi sıfatın bulunduğuna inanmak lâzımdır: Emânet, sıdk, tebliğ, adâlet, ismet, fetanet ve emn-ül-azl. Yâni peygamberlikten azl edilmezler. Fetanet çok akıllı, çok anlayışlı demektir.
Yeni bir din getiren peygamberlere Resûl denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne dâvet eden peygamberlere Nebî denir. Emirleri tebliğ etmekte ve insanları, Allah'ın dînine çağırmakta, resûl ile nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiç bir fark görmeyerek, hepsinin, sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse hiç birine inanmamış olur.
Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhıretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması ve onları zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata kavuşturmak için, peygamberler vâsıtası ile dinler göndermiştir. Peygamberler, düşmanların çokluğuna, inanmayanların alay etmelerine, üzmelerine rağmen, Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış, göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, peygamberlerin sıdk sâhibi oldukları, doğru söylediklerini göstermek için, onları mûcizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mûcizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o peygamberin ümmeti denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günâhı çok olanlara şefâat etmeleri için izin verilecek ve şefâatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, velî olanlarına da, şefâat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefâatlerini kabûl buyuracaktır. Peygamberler aleyhimüssalevatü vetteslimat, mezârlarında, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücudlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfte; “Peygamberler, mezârlarında, namaz kılarlar" buyruldu.
Peygamberlerin aleyhimüsselâm mübârek gözleri uyurken, kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazifelerini görmekte, peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsâvîdir. Yukarıda bildirilen yedi sıfat hepsinde vardır. Peygamberler, peygamberlikten azledilmez. Velîler ise, evliyâlıktan ayrılabilir. Peygamberler aleyhimüssalevatü vetteslimat insandan olur. Cinden, melekten ve kadınlardan insanlara peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez. Peygamberlerin birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve marifetlerinin büyük olması, ilim ve marifetlerinin çok yerlere yayılması, mûcizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstündür. Ülü'l-azm olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller, resûl olmayan nebîlerden daha üstündürler.
Peygamberlerin aleyhimüsselâm sayısı belli değildir. Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüç veya üçyüzonbeş adedi resûldür. Bunların içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara "Ülü’l-azm" peygamberler denir. Ülü’l-azm peygamberler; "Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafa aleyhimüssalâtü vesselâm" hazretleridir.
İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullah'dır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiç bir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullah'dır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. Îsâ aleyhisselâm, Rûhullah ve Kelimetullah'dır. Çünkü, babası yoktur. Yalnız “Ol" kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, vâz vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.
Mahlûkların yaratılmasına sebeb olan ve Âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunun Muhammed aleyhisselâm, Habîbullah'dır. O'nun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için O'na; "Mağlub olmak", "Bozguna uğramak" gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennet’e herkesten önce girecektir. Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve anlatmaya insan gücü yetişmez.
Kıyâmet günü, bütün peygamberler, O'nun sancağı altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her peygambere emir buyurdu ki: Mahlûklarımın içinde, seçip sevdiğim, habîbim Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu zamana erişirseniz, O'na îmân ediniz ve yardımcı olunuz! Bütün peygamberler de, ümmetlerine böyle vasiyet ve emreyledi. Muhammed aleyhisselâm, "Hâtem-ül-enbiyâ" dır. Yâni O'ndan sonra hiç peygamber gelmeyecektir.
Îmân edilmesi lâzım olan esaslardan beşincisi; âhıret gününe inanmaktır. Âhıret gününün başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamanını kimse anlayamadı. Fakat, Peygamber efendimiz bir çok alâmetlerini ve başlangıçlarını şöyle haber verdi: Hazret-i Mehdî gelecek. Îsâ aleyhisselâm gökten Şam'a inecek. Deccal çıkacak. Ye’cüc Me’cüc denilen kimseler her yeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, nâmussuz kimseler emîr olacak. Allahü teâlânın emirleri yaptırılmayacak. Haramlar her yerde işlenecek. Yemen'den ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır.
Günâh işleri yapan müslümanlara fâsık denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevtâ kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. Münker ve Nekir adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezâra gelip suâl soracaklarını hadîs-i şerîfler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, bâzı âlimlere göre, bâzı akâidden olacak, bâzılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. Bunun için çocuklara; "Rabbin kim? Dinin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda ve amelde mezhebin nedir?" suâllerinin cevaplarını öğretmelidir! Ehl-i sünnet olmayanın doğru cevap veremiyeceği, "Tezkire-i Kurtubî"de yazılıdır. Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennet’ten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennet’teki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennem’deki yerini görüp, mezârda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.
Öldükten sonra, yine dirilmeğe inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, rûhlardan bedenlerine girip, herkes mezârdan kalkacaktır. Bunun için, bu zamana Kıyâmet günü denir.
Bütün canlılar, Mahşer yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerlerin, göklerin, zerrelerin, yıldızların yaratanı, sonsuz kudret sâhibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz haber vermiştir. O'nun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.
Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların, kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde bulunacaktır. Kirâmen kâtibin meleklerinin bilmediği işler bile, azanın haber vermesi ile Allahü teâlânın bilmesi ile ortaya çıkarılacak, her şeyden suâl ve hesap olunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere; "Yerlerde, göklerde neler yaptınız?", Peygamberlere; "Allahü teâlânın hükümlerini kullara nasıl bildirdiniz?" herkese de; "Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazifeleri nasıl yaptınız? Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz?" diye sorulacaktır. Mahşerde, îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfat ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezâlar verilecektir.
Allahü teâlâ, adâleti ile, bâzı küçük günâhlar için de azâb yapacak, dilediği mü’minlerin büyük ve küçük bütün günâhlarını fadlı ile, ihsânı ile affedecektir. Şirkden ve küfürden başka, her günâhı dilerse affedecek, dilerse, küçük günâh için de azâb edecektir. Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç affetmeyeceğini bildirmektedir. Kitaplı ve kitapsız kâfirler yâni Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara peygamber olduğuna inanmayan, O'nun bildirdiği ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan birisini bile beğenmeyenler, bu hâlde ölürlerse, elbette Cehennem’e sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.
Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir Mîzân, bir ölçü âleti, bir terâzi vardır. Yer gök bir gözüne sığar. Sevâb gözü, parlak olup, Arş'ın sağında Cennet tarafındadır. Günâh tarafı ise, Arş'ın solunda Cehennem tarafında, karanlıktadır. Dünyâda yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terâzide tartılacaktır. Bu terâzi, dünyâ terâzilerine benzemez. Ağır tarafı yukarı kalkar, hafif tarafı aşağı iner denildi. Âlimlerin (rahmetullahi aleyhim) bir kısmına göre, çeşitli terâziler olacaktır.
Sırât köprüsü vardır. Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem’in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. O gün, bütün peygamberler; "Yâ Rabbî! Selâmet ver" diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennet’e gideceklerdir. Bunlardan bâzısı şimşek gibi, bir kısmı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi geçeceklerdir. Sırât köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda İslâmiyete uymak da böyledir. İslâmiyete tam uymağa uğraşmak, sırât köprüsünden geçmek gibidir Burada nefs ile mücâdele güçlüğüne katlananlar, orada sırâtı kolay ve rahat geçecektir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ İslâmiyetin gösterdiği doğru yola; "Sırât-ı müstakîm" adını verdi. Bu isim benzerliği de, İslâmiyet yolunda bulunmanın, sırât köprüsünü geçmek gibi olduğunu göstermektedir. Cehennemlik olanlar, sırâttan Cehennem’e düşeceklerdir.
Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem mahsus olan Kevser havuzu vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir. Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan daha çoktur. Bir içen, Cehennem’de olsa bile, bir daha susamaz.
Şefâat haktır. Tevbesiz ölen mü’minlerin küçük ve büyük günâhlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecek ve kabûl edilecektir.
Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, her şeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır. Cennet, yer küresinden, güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de güneşten büyüktür.
İnanılması lâzım olan esaslardan altıncısı; kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır. İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Allahü teâlânın, bir şeyin varlığını dilemesine Kader denilmiştir. Kaderin, yâni varlığı dilenilen şeyin var olmasına Kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri bir biri yerine de kullanlır.
Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların, katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektromagnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik hâdiseleri, kimya tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler, her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların cezâsını görmeleri ve her şey, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak; eşyayı, özellikleri, hareketleri, hâdiseleri, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O'dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O'dur. Her şeyi bir sebeb ile yaratmaktadır.
Meselâ, ateş yakıcıdır. Halbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin yakmakta, hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir ki, bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmıştır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse; "Ateş yakıyor" sözünü beğenmez. "Hava yakıyor" der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabûl etmez; "Havadaki oksijen yakıyor" der. Liseyi bitiren; "Yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır" der. Üniversiteli ise; madde ile birlikte enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin iç yüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tam gören peygamberler ve o büyüklerin izinde giderek ilim deryâlarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri (rahmetullahi aleyhim), bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zavallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını, hakîkî yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduğunu bildiriyor. Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat, ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde de yakmaz. İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu.
Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Fakat lütfederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O'nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lambayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennet’e gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca çeken, zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günâh işleyen, küfre düşen de Cehennem’e gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen din câhili olur. Din câhillerinin çoğu îmânsız olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.
Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâç olmazdı. Herkes, herşeyi Allahü teâlâdan ister, hiç bir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, me’mur, işçi, san’atkar, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhıretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve muti' ile âsî arasında fark kalmazdı.
İslâmiyet, müslumanlardan; Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamberimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, O'nun bildirdiği gibi inanmış, îtikâdda (inançta) hiç bir ayrılıkları olmamıştır. Peygamber, efendimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti, Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygamberimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna Ehl-i sünnet îtikâdı denilmiştir. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsânî arzularını, siyâsî görüşlerini ve buna benzer başka şeyleri, aslâ karıştırmadılar. Eshâb-ı kirâm, hepsinde kemâl derecede mevcût bulunan Allahü teâlâyı tenzîh ve takdis etmek, O'nun bildirdiklerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih (manâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak... gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler. İslâmiyetteki îmân esaslarını insanlara soranlara; saf, berrak ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.
Eshâb-ı kirâmın Resûlullah'dan naklen bildirdikleri bu tebliği, olduğu gibi, hiç bir şey eklemeden ve çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası, bu doğru ve asıl (hakiki) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da; Bid’at fırkaları (dalâlet fırkaları, bozuk- sapık yollar) denildi.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah'dan aldılar. O'nu bizzat görmenin, O'nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemâllere, olgunluklara ve üstünlüklere erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, her biri ihlâs, edeb, ilim ve irfânda Eshâbdan olmayanlardan hiç bir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı derecelere kavuştular. Her birinin hidâyet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, îtikâdı bir idi. Haklarında nass (âyet ve hadis) bulunmayan mes’elelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezheb sâhibi idiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirlerine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tabiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i Tabiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezheb sâhibi idiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir. Üçüncüsü İmâm-ı Muhammed bin İdris Şafiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel'dir.
Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı âzamın yoluna Hanefî Mezhebi, İmâm-ı Mâlik'in yoluna Mâliki Mezhebi, İmâm-ı Şafiînin yoluna Şafiî Mezhebi, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in yoluna da Hanbelî Mezhebi denilmiştir. Bu gün bir müslümanın Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet ve iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhebden birine uyması ile mümkündür.
Birincisi;
şartlarına ve farzlarına uygun olarak, her gün beş kere, vakti gelince, namaz
kılmaktır. Namazları; farzlarına, vâciblerine ve sünnetlerine dikkat ederek ve
gönlünü Hakk'a vererek, vakitleri geçmeden kılmalıdır. Kur'ân-ı kerîmde, namaza; “Salât” buyuruluyor. Salât, lügatte
insanın duâ etmesi, meleklerin istiğfâr etmesi, Allahü
teâlânın merhamet etmesi, acıması demektir. İslâmiyette salât demek;
ilmihal kitaplarında bildirildiği şekilde, belli hareketleri yapmak ve belli
şeyleri okumak demektir. Namaz kılmağa iftitâh tekbiri ile başlanır. Yâni
erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına indirirken; "Allahü
ekber" demeleri ile başlanır. Son oturuşta, başı sağ ve sol omuzlara
döndürüp, selâm vererek bitirilir.
İkincisi;
malın zekâtını vermektir. Zekâtın mânâsı, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle
gelmek demektir. İslâmiyette zekât demek; ihtiyâcından fazla ve nisâb denilen
belli bir sınır miktarında zekât malı olan kimsenin, malından belli miktarını
ayırıp, Kur'ân-ı kerîmde vasıfları
bildirilen müslümanlara, başa kakmadan vermesi demektir. Zekât, sekiz çeşit
insana verilir. Dört mezhebde de, dört türlü zekât malı vardır. Altın ve gümüş
zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlayan dört
ayaklı kasap hayvanlarının zekâtı ve yerden biten her çeşit ihtiyaç maddesi
zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta, Uşr denir. Yerden mahsul alınır alınmaz uşr
verilir. Diğer üç zekât, nisâb miktarı olduktan bir sene sonra verilir.
Üçüncüsü;
Ramazân-ı şerîf ayında, her gün oruç tutmaktır. Oruç tutmağa Savm
denir. Savm, lügatte, bir şeyi bir şeyden korumak demektir. İslâmiyette;
şartlarını gözeterek, Ramazân ayında, her gün üç şeyden kendini korumak
demektir. Bu üç şey; yemek, içmek ve cimâdır. Ramazân ayı, gökte hilali (yeni
ayı) görmekle başlar. Takvimle önceden hesap etmekle başlamaz.
Dördüncüsü;
gücü yetenin, ömründe bir kere hac etmesidir. Yol emin ve beden sağlam olarak
Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı
çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip
gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, ihrâmlı olarak, Kâbe-i muazzamayı tavâf
etmesi ve Arafat meydanında durması farzdır.
Beşincisi;
Allahü teâlânın dînini yaymak için
uğraşmak, yâni cihâd etmektir. Cihâda hazırlanmak ibâdettir.
Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka... gibi
bölümleri vardır.
Muâmelât: Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz,
mîras... gibi bölümleri vardır.
Ukûbât: Cezalar olup başlıca beşe
ayrılmaktadır. Kısas, sirkat, zinâ, kazf, riddet yâni mürted olmak cezâlarıdır.
Ahlâk: İslâmiyet, güzel ahlâk ile
ahlâklanmayı, nefsi kötü huylardan temizlemeyi, iyi huylu olmayı, her cihetten
iffeti ve hayâyı emreder. Bu bilgileri ve yolları öğreten ilme, tasavvuf denir.
Beden
sağlığına âit bilgileri tıb ilmi öğrettiği gibi, kalbin, rûhun kötü huylardan
kurtulmasını da tasavvuf ilmi öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü
işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar.
İslâmiyet,
önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve
bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını, kısaca; ilim, amel ve ihlâsı
emretmektedir. İnsanın mânen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşması,
bir tayyârenin uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet bunun gövdesi ve
motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi yâni
benzinidir. Maksada ulaşmak için tayyâre elde edilir. Yâni îmân ve ibâdet
kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, yâni tasavvuf yolunda ilerlemek
lâzımdır.
Tasavvufun
iki gâyesi vardır. Birincisi; imanın vicdânileşmesi, yâni kalbe yerleşmesi ve
şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile
kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü
teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Ra'd
sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve
yalnız zikr ile olur." Zikr, her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O'nun rızâsına uygun iş
yapmak demektir.
Tasavvufun
ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla
yapılmasını ve nefs-i emmareden doğan tembelliklerin, sıkıntıların
giderilmesidir. İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günâh olan
işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu
yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini
görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rüyâlar görmek için
değildir. Tasavvuf ile ele geçen marifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak
için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara
uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin
tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi
mümkün değildir. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve
sellem efendimize tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, O'nu tam ve
kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de; O'nun düşmanlarını
düşman bilmek ve O'nu beğenmeyenleri sevmemektir.
Bu birkaç
günlük hayat; eğer dünyâ ve âhıretin sultânı olan Muhammed
aleyhisselâma tabi' olarak geçirilirse;
saâdet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa O'na tâbi olmadıkça,
herşey hiçtir. O'na uymadıkça her yapılan hayr, iyilik burada kalır, âhırette
ele bir şey geçmez.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Mazharî
2)
Tefsîr-i Taberî (Câmi-ul-beyân)
3)
Tefsîr-i Kurtubî
4)
Hâşiyetü Şeyh zâde alel-Beydâvî
5)
Tefsîr-i Kebîr (Mefâtîh-ül-gayb)
6)
Tefsîr-i Ebüssü’ûd
7) Tefsîr-i
Hüseynî
8) Zâd-ül
mesîr
9)
Ed-Dürr-ül-mensûr
10)
Meâlim-üt-tenzîl
11)
El-Bahr-ül-muhît
12)
Te'vîlât-ı Ehl-i Sünne
13)
Rûh-ul-beyân
14)
Hâşiyet-üs-Sâvî alel-Celâleyn
15)
Tefsîr-i Hâzin
16)
Tefsîr-i Azîzî
17)
Sahîh-i Buhârî
18)
Sahîh-i Müslim
19)
Sünen-i Ebû Dâvûd
20)
Sünen-i Tirmizî
21)
Sünen-i Nesâî
22)
Sünen-i İbn-i Mâce
23)
Muvattâ
24)
Müsned-i Ahmed bin Hanbel
25)
Sünen-i Beyhekî
26)
Müstedrek ales-Sahîhayn
27)
Sünen-i Dârimî
28)
Sünen-i Dâre-kutnî
29)
Mu'cem-us-sagîr (Taberânî)
30)
Kenz-ül-ummâl
31) Mişkât-ül-Mesâbîh
32)
Eşi'at-ül-lemeât
33)
Umdet-ül-kârî
34)
Feth-ül-Bârî
35)
İrşad-üs-sârî
36)
Mecma'uz zevâid
37)
El-Metalib-ül-âliyye
38)
Musannef
39)
Sîret-i ibn-i Hişâm
40)
Ravd-ül-ünf
41) Megâzi
(Vâkidî)
42)
Tabakat-ı ibn-i Sa'd
43)
Ensâb-ül-eşrâf
44)
Târih-ül-ümem vel-mülûk
45)
El-Kâmil fit-târih
46)
İnsân-ül-üyûn
47)
Sîret-ün-Nebî (Ahmed Zeynî Daklân)
48)
Medâric-ün-nübüvve
49)
Me'âric-ün-nübüvve
50)
Me'âric-ün-nübüvve tercümesi (Altıparmak)
51)
Mevâhib-i ledünniyye ve Zerkânî şerhi
52)
Târih-ul-Hamîs
53)
Kısas-ı Enbiyâ (Ahmed Cevdet Paşa)
54)
El-Vefâ bi ahvâl-il-Mustafâ
55)
Hasais-ül-kübrâ
56)
Mir’ât-ı kâinât
57)
Delâil-ün-nübüvve (Beyhekî)
58)
Delâil-ün-nübüvve (Ebû Nu'aym)
59)
Şemâil-ür-Resûl (Tirmizî)
60) Şifâ-i
şerîf
61)
Huccetullahi alel-alemîn
62)
Sübül-ül-hüdâ ver-reşâd (Sîret-i Şâmî)
63)
Fütûh-ül-büldân
64)
Şevâhîd-ün-nübüvve
65)
Kitâb-ül-emvâl
66)
Kitâb-ül-harâc
67)
Siyer-i kebîr
68)
Sifr-us-seâde
69)
El-İsâbe
70)
El-İstiâb
71)
Usüd-ül-gâbe
72)
Ikd-ül-ferîd
73)
Târih-ül-iber (İbn-i Haldûn)
74)
Muhâdarât-ül-ebrâr
75)
Târih-ul-İslâm (Zehebî)
76)
Vefâ-ul-Vefâ (Semhûdî)
77)
İsbât-ün-nübüvve
78)
Hilyet-ül-evliyâ
79) Siyeru
a'lâm-in-nübelâ
80)
Câliyet-ül-ekdâr
81)
Ecdâd-ı Peygamberî
82)
Muktefâ fi zikri fedâil-il-Mustafâ (İbn-i Habîb Hâlebî, Süleymâniye
83)
Mektûbât-ı Rabbânî
84)
Neseb-i Kureyş
85)
Dîvân-ı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
86) İhyâu
ulûmiddîn
87)
Mektûbât-ı Muhammed Ma’sûm Fârûkî
88)
Mir’ât-ül-Haremeyn
89) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye
90)
Eshâb-ı Kirâm
91) Hak
Sözün Vesîkaları
92)
Herkese Lâzım Olan Îmân
93) Cevâb
Veremedi
94)
Fâideli Bilgiler
95)
Müjdeci Mektûblar
96)
Kıyâmet ve Âhıret
97) İslâm
Ahlâkı
98) Rehber
Ansiklopedisi
99) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi