Server-i
âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz,
Medîne-i münevvereyi teşrîf ettikten sonra, çeşitli devletlere elçiler gönderip
onları İslâm’a dâvet eyledi. Umman, Bahreyn hükümdârları teb’asıyla müslüman
olmakla şereflendiler. Ayrıca bir çok kabîlelerden heyetler gelerek, Âlemlerin
efendisine tâbi olduklarını bildirdiler ve saâdete kavuştular.
Artık
İslâmiyet büyük bir hızla yayılıyordu. Çevre kabîlelere, devletlere dînin
esaslarını öğretmek üzere muallimler, onları idâre etmek için vâliler
gönderiliyordu. Hicretin dokuzuncu senesinde, Medîne, müslüman olan heyetlerin
akınına uğradı.
Hicretin
dokuzuncu senesinin Receb ayı idi. Bir gün Resûlullah
efendimiz, Eshâbına; “Bugün, sâlih bir kardeşiniz vefât eyledi. Kalkınız, onun
namazını kılınız" buyurdu. Peygamber
efendimiz imâm olup gâib cenâze namazını kıldırdı. Sonra buyurdular
ki: “Kardeşiniz
Necâşi Eshame için Allahü
teâlâdan mağfiret taleb ettik." Bir
müddet sonra Habeşistan'dan gelen haberde, Necâşi Eshame'nin (radıyallahü anh) vefât ettiği öğrenildi. Peygamber efendimizin cenâze namazını
kıldırdığı güne rastlıyordu.
İslâmiyetin
Arab yarımadasında hızla yayıldığı bu dokuzuncu senede "İslâm Devleti’ni
kıskanan ve büyümesini engellemek isteyen Bizans imparatoru Herakliüs'a,
hıristiyan Arablar; "Şu peygamberlik dâvâsı ile ortaya çıkmış bulunan kişi
vefât etti. Müslümanlar şimdi kıtlık ve yokluk içindeler. Eğer, onları dînine
çevirmek istiyorsan, şimdi tam sırasıdır!" diye mektup yazdılar. Bu mektup
üzerine Herakliüs, kırkbin kişilik bir orduyu, Kubad'ın kumandasında
müslümanlarla savaşmak için yola çıkardı.
Bu durumu
haber alan Fahr-i kâinat efendimiz, Eshâbını toplayarak harbe hazırlanmalarını
emir buyurdu. O sene kuraklık olduğundan sahâbîler maddî yönden büyük bir
darlık içinde bulunuyorlardı. Sâdece, ticâret yapanların durumu, biraz iyi idi.
Peygamber efendimiz, Eshâbının, harbe
katılacak olan askerin teçhîzâtı için mâlî yardımda bulunmalarını da arzu
buyurmuşlardı. Efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem
bu arzuları, sahâbîleri harekete geçirdi. Herkes elinde avucunda ne varsa
getiriyor, malı ve canı ile cihâda hazırlanmağa çalışıyordu.
Peygamber efendimizin
mağara arkadaşı hazret-i Ebû Bekr malının tamamını getirmişti. Resûl-i ekrem efendimiz "Âile efrâdına ne bıraktın, yâ Ebâ
Bekr?" buyurunca, o; "Allahü
teâlâyı ve Resûlünü bıraktım" diye cevap vermişti. Hazret-i
Ömer malının yarısını yardım olarak getirmiş, Peygamber
efendimiz ona da; "Âilene ne bıraktın, yâ Ömer?" diye
suâl edince; "Getirdiklerim kadar bıraktım" diye cevap vermiş, Peygamber efendimiz de; “İkinizin arasındaki fark, sözleriniz
arasındaki fark gibidir" buyurmuştu. Bunun üzerine hazret-i
Ömer; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Ebâ Bekr! Hayır yolundaki bütün
yarışlarda beni geçiyorsun. Artık hiç bir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice
anladım" diye onu takdir etmişti.
Eshâb-ı
kirâm, gücü yettiği kadar yardım etmeğe çalışıyordu. Fakat münâfıklar;
"Siz gösteriş için veriyorsunuz" diye Eshâb-ı kirâm ile alay
ediyorlardı. Peygamber efendimiz; “Kim bugün, bir
sadaka verirse, sadakası kıyâmet günü Allahü teâlâ katında, onun lehinde
şâhidlik yapacaktır" buyurdu. Peygamber
efendimizin bu mübârek sözleri üzerine, mü’minler daha fazla yardım
etmeye başladılar. Hazret-i Osman bin Affân, ordunun üçte birini teczhîz etti.
Böylece, müslümanların en fazla yardım edeni oldu. Hazret-i Osman ordunun
ihtiyaçlarını o şekilde karşılamıştı ki, su tulumlarını tâmir ederken
kullanacakları çuvaldızı bile koymayı ihmâl etmemişti. O'nun bu yardımı
üzerine, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Bugünden sonra,
Osman'a günâh yazılmaz" buyurdu. Maddî durumu çok zayıf olan
sahâbîlerden biri de, cihâda yardım sevâbına kavuşmak için, o gece sabaha kadar
bir hurma bahçesinde su çekmiş, kazandığı hurmayı Peygamber
efendimize getirmiş ve; "Yâ Resûlallah! Rabbimin rızâsını
kazanmak için elimde olan getirdim. Kabûl buyrunuz" demişti.
Müslüman
erkekler, ellerinden geldiği kadar yardıma çalışırken, kadınlar da bu yolda
kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yapıyorlardı.
Tebük
seferine hazırlandıkları zaman, müslümanlar, çok sıkıntılı bir zamanda idiler.
Kıtlık öyle şiddetli idi ki, elinde avucunda bir şeyi kalmayan Eshâb-ı kirâmdan
(radıyallahü anhüm) pek çok kimseler, Resûlullah efendimizin huzûruna gelip;
"Yâ Resûlallah! Yaya kaldık! Yiyecek bir şeyimiz de yok! Bu gazâda sizden
ayrılmayıp cihâd sevâbına kavuşmak isteriz" diyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, onlara, kendilerini
bindirecek bir şeyin kalmadığını üzülerek bildiriyorlardı. Bir defâsında Sâlim
bin Umeyr, Abdullah bin Mugaffel, Ebû Leylâ Mâzînî, Ulbe bin Zeyd, Amr bin
Hümâm, Heremî bin Abdullah, İrbâd bin Sâriye (radıyallahü
anhüm), sevgili Peygamberimizin
huzûruna gelerek aynı dilekte bulunmuşlardı. Efendimiz de onlara büyük bir
üzüntü içinde; “Sizi
bindirecek bir şey bulamıyorum" buyurunca, onlar, Peygamber efendimizden ayrı kalma ve cihâda
katılamamanın verdiği üzüntü ile ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ, şu âyet-i kerîmeyi gönderdi. Meâlen;
“Bir de o
kimselere günâh yoktur ki, kendilerini, bindirip savaşa sevkedesin diye sana
geldikleri zaman onlara; “Sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum"
demiştin. Bu uğurda sarfedecekleri şeyi bulamadıklarından dolayı kederlerinden,
gözleri yaş döke döke döndüler " (Tevbe
sûresi: 92) buyruluyordu. Sonunda onları da hazret-i Abbâs ile hazret-i
Osman, gazâya hazırladılar.
Hazırlıklar
tamamlanınca Peygamber efendimiz,
orduyu Seniyyet-ül-Vedâ'da topladı. Gazaya katılmayan yok denecek kadar azdı. Resûl-i ekrem efendimiz, orduyu toplayıp
harekete karar verince, Muhammed bin
Mesleme'yi Medîne'de kendi yerine bıraktı. Sefere başlıyacağı sırada, Peygamber efendimiz; “Yanınıza fazla ayakkabı alınız. Yedek
ayakkabınız bulunduğu müddetçe sıkıntı çekmezsiniz" buyurdu.
Ordu hareket ettiği zaman, münâfıkların başı Abdullah bin Übeyy, müslümanları
korkutmak için, olmayacak sözler söyledi. Hattâ; "Yemîn ederim ki, sanki
O'nu ve Eshâbını ikişer ikişer iplere bağlanmış hâlde görür gibi oluyorum..."
diyordu. Fakat bu sözlere, Eshâb-ı kirâm hiç aldırış etmiyor, cihâda katılma
aşkı gittikçe artıyordu. Bunu gören münâfıklar kahroluyorlardı.
Resûlullah efendimiz,
Seniyyet-ül-Vedâ'dan Tebük'e hareket edeceği zaman, ordunun bayraklarını ve sancaklarını
açtırdı. En büyük sancağı hazret-i Ebû Bekr'e, en büyük bayrağı da Zübeyr bin
Avvâm hazretlerine verdi. Evs kabîlesinin bayrağını Üseyd bin Hudayr'a, Hazrec
kabîlesinin sancağını Ebû Dücâne'ye verdi (radıyallahü
anhüm). Peygamber efendimizin
kumandasındaki Eshâb-ı kirâmın sayısı, onbini süvâri olmak üzere, otuzbin kişi
idi. Sağ kol kumandanlığına hazret-i Talha bin Ubeydullah, sol kola da
Abdurrahmân bin Avf hazretleri tâyin edildi.
Şanlı
sahâbîler, pek sıcak bir havada ve Peygamberlerinin kumandası altında harekete
geçtiler. Başlarında Allahü teâlânın
Habîbi olduktan sonra, yiyecek ve içeceklerinin olmaması onları yollarından
döndüremez; gidecekleri yolun uzaklığı, düşman askerlerinin çokluğu da
gözlerini korkutamazdı. Bu hâlde her yere gidilirdi.
Sevgili Peygamberimiz
ve kahraman sahâbîler, her konak yerinde bir müddet istirâhattan sonra tekrar
yollarına devam ediyorlardı. Sekizinci konak yerleri, Sâlih aleyhisselâmın kavminin helâk edildiği Hicr'di.
Peygamberlerinin emrini dinlemedikleri için Allahü
teâlâ, şiddetli bir sayha yâni ses ile onları helâk etmişti.
Kâinatın sultânı, Eshâbına; “Bu gece kuvvetli ve ters istikametten bir fırtına
esecektir. Kimse, yanında arkadaşı olmadıkça ayağa kalkmasın. Herkes devesinin
dizini bağlasın. Burası azâb inen yerdir. Kimse bu sudan içmesin ve abdest
almasın!..." buyurdular. Herkes bu emre uydu. Gece çıkan
kuvvetli bir fırtına her tarafı alt-üst etmeğe başladı. Bu sırada devesini
bağlamayı ihmâl eden biri, aramak için tek başına ayağa kalktığında fırtınaya kapılarak
sürüklenip Tayy Dağı’nın eteklerine atıldı. Birisi de çok sıkışmıştı. Abdest
bozmak için gittiği yerde, Hunak denilen bir hastalığa yakalandı. Peygamber efendimizin duâ buyurması ile
yeniden sıhhate kavuştu.
O sabah su
kaplarında hiç su kalmamıştı. Susuzluktan herkes ölecek hâle gelmişti.
Münâfıklar bunu fırsat bilip; "Muhammed
gerçekten peygamber olsaydı, duâ edip yağmur yağdırırdı" dediler. Durum
Âlemlerin efendisine arzedildiğinde, mübârek ellerini kaldırdılar ve Allahü teâlâya yağmur ihsân etmesi için
yalvardılar. Sıcak ve bulutsuz bir havada derhal yağmur bulutları peydâ oldu.
Şiddetli bir yağmur başladı. Herkes kaplarını doldurarak abdest alıp,
hayvanlarını suladı. Yağmur durup bulutlar dağılınca, yağmurun yalnız ordunun
üzerine yağdığı, görülmüştü. Sevgili
Peygamberimiz ve sahâbîler tekbir getirdiler. Allahü teâlâya hamd ettiler. Münâfıklara da;
"Artık bir özrünüz kalmadı. Allahü teâlâya
ve Resûlüne îmân edin ve sâlih bir müslüman olun!..." dediler. Fakat
hayâsız münâfıklar; "Ne olmuş ki?!... Bir bulut, geçerken yağdı ve
gitti!..." diye karşılık verdiler.
Açlık da
son haddine gelmişti, öyle ki, bir hurmayı iki kişi bölüşür vaziyete
düşmüşlerdi. Şiddetli sıcağa, çekilen açlık ve susuzluğa rağmen, Tebük'e
yaklaşılmıştı. Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Yarın inşâallah
kuşluk vaktinde Tebük kaynağına varacaksınız. Ben gelinceye kadar o suya el
uzatmayınız" buyurdular. Ertesi gün oraya vardılar. Kaynağın
suyu oldukça azdı. Sevgili Peygamberimiz,
o sudan, bir kaba koydurdular ve içine mübârek elini sokup duâ ettiler. Sonra
kaynağa döktüler. Sular bir anda kabarıp çoğaldı. Otuzbin kişilik İslâm ordusu
içtiği hâlde hiç eksilmedi. Sonradan Fahr-i kâinat efendimizin bir mucizesi
olan bu su ile, her taraf sulandı. O bölge yemyeşil bir sahra olup,
bereketlerle dolup taştı.
Resûl-i ekrem
efendimiz, şanlı Eshâbı ile Tebük'e geldiklerinde, Bizanslılarla, Âmile, Lahm
ve Cüzâm gibi hıristiyanlaştırılmış Arab kabîlelerinden müteşekkil Rum
ordularını karşılarında bulamadılar. Mûte'de üçbin mücâhide karşı yüzbin
kişilik Rum ordusu mağlûb olmuştu. Şimdi ise, karşılarında otuzbin mücâhid
vardı ve komutanları Kâinatın efendisi idi. Rumlar, sevgili
Peygamberimizin kahraman Eshâbını toplayıp geldiğini duyunca, her
biri kaçacak yer aramışlardı.
Resûlullah efendimiz,
Eshâbıyla istişâre ederek Tebük'ten öte gitmediler. Bu sırada o bölgede oturan
bâzı kabîleler ve devletler, İslâm ordusunun geldiğini işitmişlerdi.
Korkularından Peygamber efendimize
birer heyet gönderip, cizye vermek üzere emân dilediler. Peygamber efendimiz, merhamet buyurup
tekliflerini kabûl eyledi ve her biriyle ayrı ayrı andlaşma maddeleri
yazılarak, emniyette oldukları söylendi.
Server-i kâinat aleyhi efdâlüssalevât efendimiz, yirmi güne yakın düşmanı bekledi. Tebük'te Eshâb-ı kirâmıyla nice sohbetler edip, gönüllerini nûr deryâsı ile yıkadı. Mübârek kalbinden fışkıran feyz ve bereketleri onların kalblerine akıttı. Yaptığı benzeri bulunmaz sohbetlerinden birinde buyurdu ki: “İnsanların en iyisini ve şereflisini size haber vereyim mi?" Eshâb-ı kirâm; "Veriniz, yâ Resûlallah!" dediler. Bunun üzerine; “İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, yâhud iki ayağı üzerinde, son nefesine kadar Allahü teâlânın yolunda çalışan kimsedir. İnsanların kötüsü de, Allahü teâlânın Kitabını okuyup ondan hiç faydalanamayan azgın kimsedir" buyurdu.
Şehîdlik hakkında soran bir kimseye de; “Varlığımı yed-i kudretinde bulunduran Allahü teâlâya yemîn ederim ki, şehidler, kıyâmet günü, kılıçları boyunlarında asılı olarak gelecekler. Nûrdan minberlerin üzerine oturacaklardır" buyurdular.
Tebük'ten Medîne'ye dönmek için hazırlıklar yapıldığı bir sıra, açlıktan dayanılamayacak hâle gelen sahâbîler, durumlarını Peygamber efendimize arzettiler. Resûlullah efendimiz onların arta kalan yemeklerini bir deri yaygı üzerine toplattı. Bunlar küçük bir tencereyi zor doldurdu. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, abdestini tazeleyip iki rekat namaz kıldı. Mübârek ellerini açıp, yiyeceklerin bereketli olması için duâ eylediler. Sonra Eshâbına, kaplarını getirmelerini emrettiler. Koca orduda hiç bir kap boş bırakılmayacak şekilde dolduruldu. Ayrıca, bütün mücâhidler doyuncaya kadar yedikleri hâlde, sofradaki yiyeceklerin hiç eksilmediği görüldü.
Mücâhidler, Tebük'ten ayrılıp Medîne'nin yolunu tutmuşlardı. Bir gece münâfıklar, ilerdeki dar geçitte sevgili Peygamberimize tuzak kurup öldürmek üzere aralarında anlaştılar ve pusuda beklemeğe başladılar. Peygamber efendimizin devesinin yularını Ammâr bin Yâser hazretleri çekiyor, arkasında da hazret-i Huzeyfe bin Yemân geliyordu. Münâfıkların anlaşıp, sû-i kast tertip ettiklerini Cebrâil aleyhisselâm, haber verdi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz oraya yaklaşınca, bu münâfık grubu yüzlerini maskeleyerek hücûma geçtiler. Hazret-i Huzeyfe; "Ey Allahü teâlânın düşmanları!" diyerek elindeki sopa ile münâfıklara ve hayvanlarına vurmağa başladı. Bu bağırıp çağırmadan korkan oniki münâfık, derhal askerin arasına karıştılar. Resûlullah efendimiz, onların isimlerini hazret-i Huzeyfe'ye bildirdi ve başkalarına söylememesini tenbih etti. Hâdiseyi işiterek huzûra gelen Üseyd bin Hudayr hazretleri, Peygamber efendimize; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Onları bana bildir de başlarını size getireyim!" diyerek çok yalvardı. Fakat Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem müsâde etmedi.
Nihâyet sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshâbı, Bizanslıların gözünü korkutmuş ve mukâvemetlerini kırmış olarak nûrlu Medîne’ye yaklaşmışlardı. Kâinatın sultânı, Medîne'ye çok yakın olan Zî-Evân denilen yerde, Eshâbına konaklamalarını emretti. Sahâbîler dinlenirken birkaç münâfık, sevgili Peygamberimize gelip, Mescid-i Dırâr'a teşrîf etmesini istedi.
Mescid-i Dırâr, Kubâ'da bulunuyordu. Resûlullah efendimizin, Medîne'ye hicreti esnâsında Kubâ'da yaptırdığı ilk mescidin karşısına münâfıklar tarafından yapılmıştı. Sevgili Peygamberimiz, Eshâbıyla Tebük'e giderken, münâfıklar huzûra gelip; "Yâ Resûlallah! Yeni bir mescid yaptık, teşrîf edip bize bir namaz kıldırır mısınız?" diyerek dâvet etmişler, fakat sefer hâlinde olan Âlemlerin efendisi, nasîb olursa Tebük'ten dönüşte uğrayabileceklerini buyurmuşlardı.
Münâfıkların maksadı; müslüman cemâati bölmek, kendi emellerine alet etmek, fitne çıkararak onları birbirlerine düşürmekti. Hattâ, Bizans askerlerini Medîne'ye dâvet edip, bu mescide depo ettikleri silâhlarla onlara yardım edeceklerdi. Peygamber efendimizin orada namaz kılmasını sağlamakla, Mescid-i Dırâr'ın mukaddes bir yer olduğu intibâı hâsıl olacaktı. Böylece müslümanlar, orada namaz kılmak için birbirleriyle yarış edecek ve güyâ münâfıkların ağına düşeceklerdi!...
Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, münâfıkların bu dâvetini kabûl buyurmuş, gitmeğe karar vermişti. Allahü teâlâ Tevbe sûresi 107-108. âyet-i kerîmelerini göndererek işin iç yüzünü bildirdi. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi, Mâlik bin Duhşüm ile Âsım bin Adîy'e (radıyallahü anhüm); “Şu, halkı zâlim olan mescide gidiniz. Onu yıkınız, yakınız" buyurdular. Onlar akşam ile yatsı arasında gidip, binâyı ateşe verdiler. Sonra da yıkıp yerle bir ettiler. Münâfıklardan hiç ses çıkmadı.
Peygamber efendimizin ve şanlı Eshâbının gelmekte olduğunu işiten Medîneliler, derhal toparlanıp büyük bir heyecanla karşılamaya çıktılar... Sevgili Peygamberimizin Tebük seferi dönüşünden iki ay sonra, münâfıkların başı Abdullah bin Übeyy öldü. Bundan sonra münâfıkların birlikleri bozulup dağıldılar.
Böylece, sâdece münâfıkların değil, Arabistan'da müşriklerin ve yahudilerin de başları ezilmiş, İslâm’a karşı durma, engelleme faaliyetleri söndürülmüş oldu.
İslâmın
beş şartından biri olan Hac da, hicretin dokuzuncu yılında farz kılındı. Nâzil
olan âyet-i kerîmede buyruluyordu ki: “Orada (Kâbe'de) apaçık alâmetler, İbrâhim'in makâmı vardır.
Kim oraya girerse, taarruzdan emîn olur. Ona bir yol bulabilenlerin
(gücü yetenlerin) o Beyt'i hac (ve ziyâret) etmesi, Allahü teâlânın
insanlar üzerinde bir hakkıdır, farzdır. Kim bu farzı inkâr ederse, şüphesiz
ki, Allahü teâlâ bütün âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmrân sûresi: 97)
Fahr-i
âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Allahü teâlânın bu emrini Eshâbına bildirdi. O
sene hazret-i Ebû Bekr'i üçyüz kişilik bir kâfileye hac emîri tâyin etti. Bu
kâfilede bulunan Eshâb-ı kirâm, hazret-i Ebû Bekr'in emirliğinde Mekke'ye gitti.
Bu sırada "Berâe" sûresinin ilk âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. Burada
muâhede hakkındaki bâzı hükümler bildirildi. Sevgili
Peygamberimiz bunu bildirmek üzere hazret-i Ali'yi de Mekke'ye
gönderdi.
O zaman
Arablar arasında yaygın olan bir geleneğe göre, bir andlaşma yapılır veya
yapılmış olan bir andlaşma bozulursa, bunu bizzat yapan veya onun tâyin ettiği
bir akrabâsı îlân ederdi. Peygamber efendimiz,
bu iş için hazret-i Ali'yi Hac kâfilesinin arkasından Mekke'ye gönderdi. Ali (radıyallahü anh) kâfileye yetişip, birlikte Mekke'ye
girdiler.
Hazret-i
Ebû Bekr bir hutbe okudu ve hac ibâdetini anlattı. Eshâb-ı kirâm
(aleyhimürrıdvân), öğretilen esaslara göre hac yaptılar. Hac ibâdeti edâ
edilirken, hazret-i Ali de Minâ’da "Cemre-i Akabe" denilen yerde bir
hutbe okudu. Bu hutbesinde;
"Ey
insanlar! Beni size Resûlullah
gönderdi" diyerek söze başladı ve Berâe sûresinin ilk âyet-i kerîmesini
okudu. Bundan sonra; "Ben, size dört şeyi bildirmeye me’mûrum" dedi.
Bu dört husûs şunlar idi:
1-
Mü’minlerden başka hiç kimse Cennet’e giremez.
2- Bu
seneden sonra hiç bir müşrik, Kâbe'ye yaklaşamayacak.
3- Hiç bir
kimse Kâbe'yi çıplak tavâf etmeyecek (o zaman müşrikler Kâbe'yi çıplak
oldukları hâlde tavâf ederlerdi).
4- Her
kimin Resûlullah ile andlaşması
varsa, müddeti bitinceye kadar mûteber olacak. Bunun dışındakilere dört ay
mühlet tanınmıştır. Bundan sonra hiç bir müşrik için ahd ve himâye
yoktur."
O günden
sonra hiç bir müşrik, Kâbe'ye gelmedi ve hiç kimse çıplak olarak Kâbe'yi tavâf
etmedi. Bu husûslar bildirildikten sonra, müşriklerden çoğu müslüman oldu. Hac
farîzası yerine getirildikten sonra, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali,
yanlarındaki Eshâb-ı kirâm ile Medîne'ye döndüler.
Hicretin
onuncu yılında İslâmiyet bütün Arab yarımadasına yayıldı. Arabistan'ın her
tarafından insanlar Medîne'ye geliyor; müslüman olmakla şereflenmek, ebedî
saâdete kavuşmak için birbirleriyle yarış ediyorlardı. Artık Arabistan'da
müslümanlara karşı duracak hiç bir kuvvet kalmamış, İslâmiyet her tarafa hâkim
olmuştu. Sâdece bâzı yahudi ve hıristiyan kabîleleri müslüman olmamıştı.
Sevgili Peygamberimiz
hicretin onuncu yılında, Hâlid bin Velîd'i (radıyallahü
anh) dörtyüz mücâhid ile Yemen civarında bulunan Hâris bin
Ka'boğullarını İslâm’a dâvet etmek üzere gönderdi. Hâlid bin Velîd hazretleri Resûlullah efendimizin emri üzerine, bu
kabîleyi üç gün üst üste İslâm’a dâvet etti. Onlar da dâvete icâbet ederek
müslüman oldular. Yine bu yılda Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Necrânlı
hıristiyanlar ile sulh andlaşması yaptı. Bunlardan bâzıları daha sonra
kendiliklerinden müslüman oldu. Aynı yıl hazret-i Ali de, Eshâb-ı kirâmdan
üçyüz kişi ile birlikte, Yemen'de bulunan Medlec kabîlesini İslâm’a dâvet etmek
için gönderildi. Önce karşı çıkmalarına rağmen, daha sonra müslüman oldular. Peygamber efendimiz, bu sene, İslâmiyetin
yayıldığı bütün beldelere vâliler ve zekât toplamak üzere vazifeliler (âmil,
sâi) gönderdi.
Hicretin
onuncu senesinde Peygamber efendimiz,
hac için hazırlanıp, Medîne'deki müslümanlara da hac için hazırlanmalarını emir
buyurdu. Medîne dışında bulunanlara da haber gönderdi. Bunun üzerine, binlerce
müslüman Medîne'de toplandı. Hazırlıklar tamamlanınca, sevgili Peygamberimiz Zilka'de ayının 25. günü
40 bin kişilik bir kâfile ile öğle namazından sonra Medîne'den hareket etti. Server-i kâinat efendimiz; “Ey Allah'ım! Bunu
bana, içinde riyâ, gösteriş ve şöhret bulunmayan mebrûr ve makbûl bir hac
kıl" diyerek duâ eyledi. İhrâma girip, Cebrâil aleyhisselâmın
haber vermesiyle yüksek sesle, telbiye getirmeye başladı. Buna, Eshâb-ı kirâm
da katılınca, yer gök telbiye nidâları ile inlemeye başladı. "Lebbeyk!
Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke lebbeyk! İnnelhamde vennimete leke
vel mülke lâ şerîke lek!..." Sevgili
Peygamberimiz, kesilmek üzere 100 kurbanlık deve götürdü. 10 gün
süren yolculuktan sonra, Zilhicce'nin 4. günü Mekke'ye vardılar. Yemen'den ve
diğer beldelerden hac yapmak üzere gelenlerin de katılmasıyla, müslümanların
sayısı 124 bini aştı. Sevgili Peygamberimiz,
Zilhicce'nin 8. günü Minâ'ya, 9. (Arefe) günü Arafat'a gittiler. Arafat
vâdisinin ortasında öğleden sonra, Kusvâ adındaki devesinin üstünde, Vedâ
Hutbesi'ni okuyup Eshâb-ı kirâm ile vedalaştılar.
...Ey insanlar! Sözümü
iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak
bir daha birleşemiyeceğim.
İnsanlar! Bu günleriniz
nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz
(Mekke) nasıl mübârek bir
şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü
tecâvüzden korunmuştur.
Eshâbım! Yarın Rabbinize
kavuşacaksınız ve bu günkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız.
Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız!
Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki
bildirilen kimse, burada bulunup işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş
olur.
Eshâbım! Kimin yanında
bir emânet varsa onu sâhibine versin! Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır,
ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz,
ne de zulme uğrayınız. Allahü teâlânın emriyle, fâizcilik
artık yasaktır. Câhiliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü, ayağımın
altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalîb'in oğlu (amcam) Abbâs'ın fâizidir.
Eshâbım! Câhiliyet
devrinde güdülen kan dâvâları da tamâmen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan
dâvâsı Abdülmuttalîb'in torunu (amcamoğlu) Rebîa'nın kan
davasıdır.
Ey insanlar!
Harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki, küfürde
çok ileri gitmektir. Bu, kâfirlerin kendisiyle dalâlete düşürüldükleri bir
şeydir. Bir sene, helâl olarak kabûl ettikleri (bir ayı), öbür sene haram olarak îlân ederler. Cenâb-ı Hakk'ın helâl ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için
bunu yaparlar. Onlar, Allahü
teâlânın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını
da haram ederler.
Hiç şüphe yok ki, zaman, Allahü teâlânın yarattığı gündeki şekil ve nizâmına dönmüştür.
Ey insanlar! Bugün
şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurma gücünü
ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük
gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu onu memnun edecektir. Dîninizi korumak
için bunlardan da sakınınız!
Ey insanlar! Kadınların
haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü teâlâdan
korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları, Allahü teâlânın emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde
hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki
hakkınız; onların, aile mahremiyetinizi, sizin hoşlanmadığınız hiç bir kimseye
çiğnetmemeleridir. Eğer râzı olmadığınız herhangi bir kimseyi âile yuvanıza
alırlarsa, onları hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki
hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini te’min etmenizdir.
Ey Mü'minler! Size bir
emânet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O
emânet, Allahü teâlânın kitabı Kur'ân-ı kerîmdir.
(Başka rivâyetlerde; “Sünnetim" ve “Ehl-i beytim" diye de
bildirilmiştir)
Ey Mü’minler! Sözümü iyi
dinleyiniz ve iyi muhâfaza ediniz! Müslüman, müslümanın kardeşidir ve böylece
bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize âid olan herhangi bir hakka
tecâvüz, başkasına helâl değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş
olsun.
Eshâbım! Nefsinize (kendinize) de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde
hakkı vardır.
Ey insanlar! Allahü teâlâ her hak sâhibine hakkını
(Kur'ân-ı kerîmde) vermiştir. Vârise, vasiyete lüzum yoktur.
Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona aittir. Zinâ eden için mahrûmiyet vardır.
Babasından başkasına âit soy iddia eden soysuz, yâhud efendisinden başkasına
intisâba kalkan nankör, Allahü teâlânın gazâbına, meleklerin ve
bütün müslümanların lânetine uğrasın! Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne
tevbelerini, ne de adâlet ile şehâdetlerini kabûl eder.
Ey insanlar! Rabbiniz
birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise
topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvâsı çok olanınızdır. Arabın
Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.
Ey insanlar! Yarın beni
sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?!..."
Eshâb-ı
kirâm; "Allahü teâlânın dînini
tebliğ ettin. Vazifeni yerine getirdin. Bize vasiyet ve nasîhatte bulundun,
diye şehâdet ederiz" dediler.
Bunun
üzerine Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübârek
şehâdet parmağını kaldırarak cemâat üzerine çevirip indirdiler ve, “Şâhîd ol yâ Rab!
Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!" buyurdular.
Sevgili Peygamberimiz,
Vedâ Hutbesi'ni okuduğu gün, Mâide sûresinin; “Bugün, dîninizi
sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size din olarak
İslâmiyeti vermekle râzı oldum..." meâlindeki 3. âyet-i
kerîmesi nâzil oldu. Peygamber efendimiz,
bu âyet-i kerîmeyi, Eshâb-ı kirâma okuyunca, hazret-i Ebû Bekr ağlamaya
başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini sorunca; "Bu âyet-i kerîme, Resûlullah'ın vefâtının yakın olduğuna delâlet
ediyor. Onun için ağlıyorum" buyurdu.
Resûlullah efendimiz,
Mekke'de 10 gün kalıp, Vedâ haccını yaptı ve Vedâ tavâfı yaparak, Medîne'ye
döndü. Vedâ haccından sonra Eshâb-ı kirâm geldikleri yerlere gidip, Resûlullah'ın bildirdiği ve emrettiği şeyleri
oralarda anlattılar.