Peygamber efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem büyük oğlu Kâsım
onyedi aylıkken vefât etmişti. Bu acı hâdiseden seneler sonra, diğer oğlu
Abdullah da (radıyallahü anh) vefât etti. Resûlullah efendimizin mübârek gözlerinden
yaşlar aktığı hâlde dağa dönüp; “Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi,
dayanamaz yıkılırdın!" buyurdular ve üzüntüsünü dile
getirdiler. Hazret-i Hadîce vâlidemizin; "Yâ Resûlallah! Onlar şimdi
nerededirler?" suâline karşı da; “Onlar, Cennet’tedirler" buyurdu. Kâinatın
sultânı sevgili Peygamberimizin iki
oğlunun da vefât etmesiyle, müşrikler çok sevindiler. Ebû Cehl gibi kâfirler,
bunu fırsat bilerek; "Artık Muhammed
ebterdir, nesli kesilmiştir. Neslini devam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır.
Kendisi de vefât edince adı sanı unutulacaktır" diye etrâfta yaygara
kopardılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ,
Kevser sûresini indirerek Resûlünü tesellî etti. Meâlen; "(Habibim!) Hakikat, biz sana
Kevser'i verdik (Kevser havuzunu, pek çok hayrı ihsân ettik). O hâlde Rabbin
için namaz kıl. Kurban kes. Doğrusu sana (nesli kesik deyip) dil uzatandır,
hayırsız ve nesli kesik... (Sana ebter diyen kimsenin kendisi
zürriyetsiz, şerefsiz ve namsızdır. Sana gelince, Habîbim, senin pâk neslin,
şân ve şerefin kıyâmet gününe kadar devam edecektir. Âhırette de sana akla
gelmeyecek nice büyük şerefler tahsis edilmiştir)" buyruldu.
Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin
oğullarının vefâtından sonraki günlerde Ebû Tâlib hastalandı ve gün geçtikçe
hastalığı şiddetlendi. Bunun işiten Kureyşli müşrikler; "Ebû Tâlib hayatta
iken, Muhammed'in himâyesine çok
gayret etmiş idi. Artık göç etme zamanı yaklaştı. Son vaktinde de olsa bir
ziyâretine gidelim. Zirâ Hamza gibi eşi olmayan bir Arab merdânesi ve heybeti,
pehlivanlığı ve korkusuzluğu güneş gibi meydanda olan Ömer müslüman oldular.
Her geçen gün Arab kabîlelerinden insanlar gelerek bölük bölük O'na tâbi
oluyorlar. Böylece müslümanlar günden güne çoğalıyor ve sesleri âlemi tutuyor.
Bu vaziyete göre ya bizim onlara tâbi olmamız, veya ceng ve kıtâle hazır
olmamız icâbedecektir. Ebû Tâlib'e varıp durumu anlatalım da aramızı bulsun.
O'nun dînine taarruz etmeyelim, O da bizim dînimize saldırmasın"
düşüncesiyle Ebû Tâlib'in yanına geldiler. Ukbe, Şeybe, Ebû Cehl, Ümeyye bin
Halef gibi tanınmış kimseler, Ebû Tâlib'in yastığı üzerine oturdular. Dediler
ki: "Senin büyüklüğüne inanıyor, üstünlüğünü kabûl ediyoruz. Bu sebeple
sana aslâ muhâlefet etmedik. Korkarız ki, sen öldükten sonra, Muhammed bizimle uğraşır, husûmet aramızda
devam eder. Bizi barıştır da birbirimizin dînine taarruz etmeyelim. "Ebû
Tâlib, Peygamber efendimizi çağırtıp;
"Kureyş'in bütün ileri gelenleri senden, onların dînine karışmamanı ricâ
ediyorlar. Bunu kabûl edersen, senin emrinde çalışırlar ve sana yardımcı
olurlar" dedi. Âlemlerin efendisi buyurdu ki: “Ey Amca! Ben onları, ancak bir kelimeye dâvet
etmek istiyorum ki, o kelime ile bütün Arablar, onlara boyun eğerler. Arab
olmayanlar da cizye öderler" buyurdu. Kureyş eşrâfına da;
"Evet! Siz, bana bir kelime söyleyiverirseniz, onunla bütün Arablara hâkim
olursunuz, Arab olmayanlar da size boyun eğerler" buyurdu. Ebû Cehl;
"Olur. Onu on misli olarak söyleriz. Ne imiş o kelime?" dedi.
Resûlullah efendimiz;
“Lâ ilâhe
illallah" derseniz ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduğunuz
putları da kaldırıp atarsanız" buyurunca, müşrikler hemen;
"Sen, bizden, bundan başka bir şey iste!..." dediler. Peygamber efendimiz; “Siz, güneşi getirip ellerime koyacak olsanız,
ben sizden, bundan başkasını ister değilim" buyurdu. Müşrikler;
"Yâ Muhammed! Çok acâib bir
teklifte bulunuyorsun. Biz senin hatırına riâyet etmek istiyoruz; sen, bizim
hatırımızı hoş etmiyorsun!" dediler ve kalkıp gittiler. Onlar gidince, Ebû
Tâlib, Peygamber efendimize;
"Senin Kureyş'ten istediğin şey, gâyet yerinde idi. Doğru söyledin"
dedi. Amcasının bu sözü, Resûlullah efendimizi
ümîdlendirdi ve Ebû Tâlib'in îmâna geleceğini anlayıp; “Ey Amca! Bir kere; “Lâ ilâhe illallah"
de! Tâ ki, kıyâmet günü sana şefâat edeyim" buyurdu. Ebû Tâlib;
"Halkın, ölmekten korktu da onun için müslüman oldu, diyerek
ayıplamalarından korkuyorum. Yoksa, senin hatırını hoş ederdim" diyerek
nefsine ağır geldiğini söyledi ve hastalığının git-gide ağırlaşması üzerine
vefât etti.
Resûlullah efendimizin
dert ortağı, yirmidört senelik hayat arkadaşı olan mübârek hazret-i Hadîce
vâlidemiz de, dert ve üzüntülerle geçen üç senelik muhâsaradan sonra,
Hicret’ten üç sene önce, Ramazân ayının başında, 65 yaşında vefât etti. Fahr-i
kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz,
hazret-i Hadîce vâlidemizi kendi mübârek elleriyle defneylediler. Onun
ayrılığından, çok hüzünlendiler. Aynı sene içinde hazret-i Hadîce vâlidemizin
ve amcası Ebû Tâlib'in vefâtı, Peygamber
efendimizi üzüntüye boğmuştu. Bundan dolayı bu seneye Senet-ül-hüzn
yâni hüzün senesi denildi.
Hazret-i
Hadîce vâlidemizin vefâtı, sevgili Peygamberimizi
sarsmış ve haddinden ziyâde üzmüştü. Çünkü en önce îmâna gelen ve Resûlullah efendimizi tasdik eden o idi.
Ayrıca O'nun en büyük desteği ve tesellî vereni idi. Herkes düşman iken, o,
bütün kalbini açmış ve Peygamberimizin
muhabbetiyle dolmuş idi. Bütün malını, servetini nesi varsa İslâmiyet uğruna
harcamış, sevgili Peygamberimizin
hizmetini görmek için, gecesini gündüzüne katmıştı. Resûlullah'ı
hiç bir zaman üzmemiş, aslâ hatırını kırmamıştı. Peygamber
efendimiz, bunu zaman zaman anlatır, böylece mübârek hanımlarının
fazîletlerini yâd ederlerdi. Bir gün Hazret-i Hadîce, Peygamberimiz dışardayken, O'nu aramak için
çıkmıştı. Cebrâil aleyhisselâm insan kıyafetinde hazret-i Hadîce'ye
göründü. Hazret-i Hadîce vâlidemiz, ona, Peygamber
efendimizi sormak istediyse de, düşmanlardan olma ihtimâlini
düşünerek geri döndü. Sevgili Peygamberimizi
evde görünce, hâdiseyi anlattı. Fahr-i kâinat efendimiz buyurdu ki: “Senin gördüğün ve
beni sormak istediğin o zâtın kim olduğunu biliyor musun? O, Cebrâil (aleyhisselâm) idi. Selâmını
sana bildirmemi söyledi. Şunu da sana bildirmemi söyledi ki, Cennet’te senin
için incilerden yapılmış bir binâ hazırlanmıştır. Tabii orada böyle üzüntülü,
sıkıntılı, zahmetli ve külfetti şeyler bulunmayacaktır."
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, insanların en bahtiyârlarından olan Eshâbına, bir benzeri daha bulunmayan sohbetler ederek, onların kalblerini nûrlandırırdı. Gelen âyet-i kerîmeleri izâh eder, anlatılmayan, anlaşılmayan hiç bir şey bırakmazdı. Bu arada müşriklerin de îmâna gelmesi için, toplandıkları yerlere gider, bıkmadan ve yılmadan îmâna dâvet ederdi. Bu duruma, Ebû Cehl ile Velîd bin Mugîre çok kızar; "Bu gidişle Muhammed, herkesi kendi dînine çevirecek, putlarımıza tapan kimse bırakmayacak" derlerdi. Bir gün, bu işi bitirmenin tek çâresi, âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimizi öldürmek olduğunda karar kıldılar. Ebû Cehl, Velîd bin Mugîre'yi ve Mahzûm oğullarından bir kaç delikanlıyı yanına alarak Beytullah’a geldi. O anda sevgili Peygamberimiz namaz kılıyordu. Ebû Cehl, eline aldığı bir taş ile hemen ileri atıldı. Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem efendimize, taşı vurmak üzere elini kaldırdığı an, elleri havada hareketsiz kaldı. Hiç bir şey yapamadı ve şaşkına döndü. O hâli ile geldiği yere gitti. Müşriklerin yanına varınca, eli eski hâline döndü ve taş yere düştü. Aynı taşı Mahzûm oğullarından biri kapıp; "Göreceksiniz! O'nu ben öldüreceğim!.." diyerek, Peygamber efendimize doğru yürüdü. Yaklaşınca, bir anda gözü kör olup, etrâfı göremez oldu. Bunun üzerine, Mahzûm oğulları hep birlikte sevgili Peygamberimize doğru ilerlediler. Peygamber efendimize iyice yaklaştıkları an, onu göremez oldular. Fakat mübârek sesini işitiyorlardı. Sesin geldiği yere yürüdüklerinde, ses arkalarından, arkaya döndüklerinde ise, önceki yerden gelmeye başladı. Aynı hâle bir kaç defâ şâhid oldular. Sonunda şaşkına dönüp, Resûlullah efendimize hiç bir şey yapamadan orayı terkettiler. Bunun üzerine, Allahü teâlâ âyet-i kerîme gönderip, meâlen; “Onların önlerine sed çektik. Gözlerini perdeledik. Artık görmezler" buyurdu. (Yâsîn sûresi: 9)
Müşrikler,
sevgili Peygamberimizden pek çok
mûcizeler gördükleri hâlde, inâdlarından îmân etmiyorlar, üstelik müslüman olan
çocuklarına, kardeşlerine, akrabâ ve arkadaşlarına eziyet ve zulümden geri
kalmıyorlardı. Onların gittikçe şiddetlenen bu zulüm ve işkencelerine, sevgili Peygamberimiz çok üzüldüler. Mekke
yakınlarında bulunan Tâif’e giderek, halkını İslâm'a dâvet etmeyi düşündüler.
Bu sebeple, yanlarına Zeyd bin Hârise'yi alıp Tâif’e vardılar. Tâif’in ileri
gelenlerinden Amr'ın oğulları; Abd-i Yâlîl, Habîb ve Mes’ûd ile görüştüler. Onlara
İslâm’ı anlatıp, Allahü teâlâya îmân
etmelerini istediler. Onlar îmân etmedikleri gibi, hakârette bulundular,
üstelik; "Allahü teâlâ peygamber
göndermek için, senden başka kimse bulamadı mı? Allahü
teâlâ senden başkasını peygamber göndermeye âciz mi? Memleketimizden
çık git de, nereye istersen oraya git!.. Senin kavmin, söylediklerini kabûl
etmedi de onun için buraya geldin değil mi? Yemîn ederiz ki, biz de senden uzak
duracağız. Hiç bir isteğini kabûl etmeyeceğiz" dediler.
Resûlullah efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, onların yanından
üzüntü ile ayrıldılar. Sekîf kabîlesini on gün veya bir ay İslâmiyete dâvet
ettiler, fakat hiç biri îmân etmediği gibi, ayrıca alay ettiler, işkence
yaptılar ve yuhaladılar. Çocukları ve gençleri, geçeceği yol kenarlarına
dizerek taşa tuttular ve üzerine saldırttılar. Tâifli gençlerin attığı taşlara,
hazret-i Zeyd, vücûdunu siper ederek Peygamberimize
bir zarar gelmesini önlemeye çalışıyordu. Zeyd hazretleri, sevgili Peygamberimizin etrâfında dört
dönüyor, taşların O'na değmemesi için çırpınıyordu. O'nun mübârek vücûduna bir
zarar gelmesin diye kendisine gelen taşlara aldırmıyordu. Canını bu günlerde
fedâ etmek için fırsat beklemiyor muydu? İşte, Âlemlerin efendisini
taşlıyorlar, eziyet, işkence yaparak yurtlarından çıkarmaya çalışıyorlardı.
Hazret-i
Zeyd, Peygamber efendimizi korumak
için sağa-sola koşturdukça, taşlar; başına, vücûduna, ayaklarına birbiri
peşinden değiyordu. Bu sebeple, hazret-i Zeyd'in her tarafı kan içinde
kalmıştı. Sevgili Peygamberini korumak için varını yoğunu harcıyor, taş atan
zâlimlere karşı âvâzı çıktığı kadar; "Yapmayın!.. Vurmayın!.. O âlemlerin
efendisidir! Resûlullah'tır O!..
Benim vücûdumu parça parça yapın, fakat Peygamberime bir zarar gelmesin!"
diye bağırıyordu. Zeyd bin Hârise’yi (radıyallahü anh)
aşarak Resûlullah efendimize gelen
taşlar, Efendimizin mübârek ayaklarını kan içinde bırakmıştı.
Sevgili Peygamberimiz,
üzüntülü, yorgun ve yaralı bir hâlde, Utbe ve Şeybe ismindeki iki kardeşin
bağına yaklaştılar. Orada, bütün mü’minlerin canlarını fedâ etmek istediği Resûlullah efendimiz, mübârek ayaklarından
akan kanları sildiler. Abdest alıp, ağacın altında iki rekat namaz kıldılar.
Sonra mübârek ellerini kaldırıp münâcâtta bulundular.
Bu hâli,
bağ sâhipleri seyrediyordu. Resûlullah efendimizin
başına gelenleri görmüşler, garibliğine şâhid olmuşlardı. Merhamet damarları
harekete geldi. Addâs ismindeki köleleri ile üzüm gönderdiler. Sevgili Peygamberimiz, üzümü yerken Besmele
çekti. Üzümü getiren köle hıristiyan idi. Besmeleyi işitince şaşırdı.
"Yıllardır buralardayım, kimseden böyle bir söz duymadım. Bu nasıl
kelâmdır?" diye sordu.
Resûlullah;
“Sen
neredensin?" buyurdu. Addâs; "Nineveliyim" dedi. Resûlullah; “Yûnus'un (aleyhisselâm) memleketinden
imişsin" buyurdu. Addâs; "Sen Yûnus'u nerden tanıyorsun?
Onu, buralarda kimse bilmez" dedi. Resûlullah;
“O, benim
kardeşimdir. O da, benim gibi peygamber idi" buyurdu.
Addâs;
"Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olamaz. Ben inandım ki,
sen Allah'ın Resûlüsün" dedi. Müslüman oldu; "Yâ Resûllallah!
Yıllardır bu zâlimlere, bu yalancılara kölelik ettim. Herkesin hakkını
yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyâlık toplamak ve
şehvetlerini tatmin için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret
ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, câhillerin,
ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübârek vücûdunuzu
korumak için fedâ olmak istiyorum" dedi.
Resûlullah efendimiz,
tebessüm ederek; “Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zaman sonra, adımı her yerde
işitirsin. O zaman bana gel" buyurdu. Bir müddet istirâhat
edip, Mekke'ye yürüdüler. Mekke'ye iki konaklık bir mesâfe kaldığında, bir
bulutun kendilerini gölgelemekte olduğunu gördüler. Dikkatle baktıklarında. Cebrâil aleyhisselâm
olduğunu anladılar. Bu hâdiseyi sevgili
Peygamberimiz, Âişe-i Sıddîka vâlidemize (radıyallahü
anhâ) anlatmışlardı.
"Sahîh-i
Buhârî"de ve Ahmed bin Hanbel'in "Müsned’inde bildirildi ki: Bir gün
Hazret-i Âişe vâlidemiz; "Yâ Resûlallah! Senin başından Uhud gününden daha
ızdıraplı bir gün geçti mi?" diye sormuştu da, Resûlullah
efendimiz şöyle cevap vermişti: “Vallahi senin kavminden öyle cefâ çektim ki, Uhud
Gazâsı’nda bulunan kâfirlerden onu çekmedim. İbn-i Abd-i Yâlîl bin Abd-i
Külâl'e nefsimi arz ettiğimde (yani nübüvvetimi bildirip onu dîne
dâvet ettiğimde)
kabûl etmedi. Yanlarından öyle büyük bir ızdırapla ayrıldım ki, tâ Karn-ı
Seâlib denilen yere varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı yukarı
kaldırdım. Bir bulutun üzerime gölgesini saldığını gördüm. Baktım ki, bulutun
içinde Cebrâil (aleyhisselâm) duruyor. Bana
nidâ edip dedi ki: “Yâ Muhammed! Hak teâlâ
hazretleri, kavminin senin hakkındaki sözlerini işitti. Seni korumak
istemediklerine de vâkıf oldu. Sana, dağlara me’mûr olan şu meleği gönderdi ki,
ne istersen ona emredersin." O melek de bana nidâ edip selam verdikten
sonra; “Yâ Muhammed! Hak
teâlâ hazretleri, Cibrîl'in dediği gibi,
dağların meleği olan beni sana gönderdi ki, ne istersen bana emredesin. Emrine
âmâdeyim. Eğer şu iki yalçın dağın (Kuaykıan Dağı ile Ebû Kubeys
Dağı’nın)
Mekkeliler üzerine kapanırcasına birbirine kavuşmasını (ve
müşrikleri tamâmiyle ezmesini) istiyorsan, emret kavuşturayım!" dedi. Ben râzı
olmadım ve dedim ki: "(Hayır! Ben âlemlere rahmet olarak
gönderildim.) Allahü teâlânın bu müşriklerin sulbünden, yalnız cenâb-ı Hakk'a ibâdet eden ve Allahü telaya hiç bir şeyi ortak koşmayan
bir nesil meydana çıkarması için duâ ederim."
Peygamber efendimiz
Tâif’den Mekke'ye dönerken, Nahle mevkîinde birazcık istirâhat buyurdular. Bir
ara namaza durmuşlardı. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken, sevgili Peygamberimizin okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetlerini duyunca, durup
dinlediler. Sonra Peygamber efendimizle
görüşüp müslüman oldular. Peygamber efendimiz
onlara; “Kavminize
varınca, benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin. Onları da îmâna dâvet
edin" buyurdu. O cinnîler, kavimlerine gidip bunu bildirince,
işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husûs, Kur'ân-ı
kerîmde Cin sûresinde ve "Buhârî" ve "Müslim"
adındaki meşhûr hadîs-i şerîf
kitaplarında bildirilmektedir. Bu hâdiseden sonra Mekke'ye yürüdüler.
Habîb-i ekrem
ve Nebiyy-i muhterem efendimiz, Mut'im bin Adî'nin himâyesinde Mekke'ye geldi.
İnsanları hak yola dâvet etmeye devam etti. Bu durum karşısında, müşrikler yine
azıtıp eskisinden daha çok işkence ve zulüm yapmaya başladılar. Bunun üzerine cenâb-ı Hak, Peygamber
efendimize, Kâbe'yi ziyâret mevsiminde, ziyârete gelen Arab
kabîleleriyle görüşüp, onları İslâm'a dâvet etmesini emreyledi. Sevgili Peygamberimiz, bu emir üzerine, Mekke
civarında kurulan Zülmecâz, Ukâz ve Mecenne panayırlarına giderek, kabîleleri, Allahü teâlânın birliğine ve O'na ibâdet etmeye
dâvet eder, kendisinin peygamber olduğunu kabûl etmelerini söylerdi. Kabûl
ettikleri takdirde, cenâb-ı Hakk'ın,
onlara Cennet’i vereceğini bildirirdi. Peygamber
efendimizin, yalvarırcasına yaptığı bu dâvetlere, ne yazık ki, hiç
birisi kulak asmaz, bâzıları kaba davranır, hakârette bulunur, bâzıları da
suratını asıp kötü sözler sarf ederdi. Kureyş müşrikleri de O'nu tâkib ederek
gittikleri kabîleleri ifsâd ederlerdi.
İmâm-ı
Ahmed, Beyhekî, Taberânî ve İbn-i İshak'ın bildirdiklerine göre, Rebîa bin
Abbad şöyle rivâyet etti. "Genç idim. Babamla beraber Minâ’ya gitmiştik.
Resûl aleyhisselâm, Arab kabîlelerinin kondukları
yere varır; “Ey
filan oğulları! Taptığınız şu putları atarak, Allahü teâlâya hiç
bir ortak koşmadan ibâdet etmenizi, bana inanıp beni tasdik etmenizi, Hak teâlâ tarafından gönderilmiş olduğum vazifeyi açıklayıp yerine
getirinceye kadar beni korumanızı size emreden Allahü teâlânın
resûlüyüm!..." buyururdu. Peşi sıra giden şaşı gözlü, örgülü
saçlı bir adam da; "Ey filan oğulları! Bu sizi, putlarımız Lât ve Uzzâ'ya
tapmaktan men edip, kendisinin uydurduğu bir dîne dâvet ediyor!.. Sakınınız!..
O'nu dinlemeyiniz ve O'na itâat etmeyiniz!.." diyordu. Ben babama;
"Bu zâtı tâkib eden kimdir?" diye sordum. "Amcası Ebû
Leheb'dir" dedi.
Taberânî,
Târık bin Abdullah'dan şöyle rivâyet elti: "Resûl aleyhisselâmı
Zülmecâz panayırında görmüştüm. İnsanların duyması için, yüksek sesle; “Ey insanlar! “Lâ
ilâhe illallah (Allahü teâlâdan
başka ilâh yoktur)" deyiniz de kurtulunuz" buyurarak
sesleniyordu. O'nu tâkib eden bir kimse de eline geçirdiği taşları ayaklarına
atarak; "Ey cemâat! İnanmayınız!.. O'ndan sakınınız! Çünkü O
yalancıdır!.." diyordu. Öyle ki, değen taşlar mübârek ayaklarını
kanatmıştı da, O hâlâ yılmadan, yorulmadan dâvetine devam ediyordu. "Bu
genç kimdir?" diye sordular. Birisi; "Abdülmuttalîb oğullarından bir
gençtir" cevâbını verdi. "Taş atan kim?" diye sorduklarında;
"Amcası Ebû Leheb" dedi.
İmâm-ı
Buhârî "Târih-ul-Kebîr"inde ve Taberânî "Mu'cem-ül-Kebîr’inde
zikr etti: "Müdrik bin Münib, babasından, o da dedesinden nakletti ve dedi
ki: "Babamla Minâ’ya gelip konaklamıştık. Bir toplulukla karşılaştık. Bir
kimse onlara; “Ey
insanlar! “Lâ ilâhe illallah" deyiniz de kurtulunuz"
buyuruyordu. Etrâfındaki insanlardan bâzıları O'nun, o güzel yüzüne tükürüyor,
bâzıları başına toprak saçıyor, bâzıları da küfredip çeşitli hakâretlerde
bulunuyordu. Bu hâl öğleye kadar devam etti. Bu sırada bir kız çocuğu elinde su
kabı ile oraya geldi. O'nu o hâlde görünce ağlamaya başladı. O kimse, su
içtikten sonra kıza dönüp; “Ey kızım! Baban hakkında; tuzağa düşürülüp öldürülecek,
zillete uğrayacak diye korkma!" buyurdu "Bu kimse ve o kız
kimdir?" diye sorduk. "Bu, Abdülmuttalîb oğullarından Muhammed'dir, yanındaki de kızı Zeyneb'dir (radıyallahü anhâ)" dediler."
Sa’îd bin
Yahyâ bin Sa’îd, "El-Emevî Megâzî’sinde babasından nakletti. O da Ebû
Naîm'den, Abdurrahmân Âmirî'den, o da bir çok kimseden rivâyet etti. Dediler
ki; sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bir gün Ukâz panayırına
gitti. Benî Âmir kabîlesine varıp, onlara; “Ey Benî Âmir! Sizde, size sığınan kimselere himâye
nasıldır?" diye sordular. Onlar da; "Bize hiç kimse laf
atamaz, habersiz ateşimizden ısınamaz!.." dediler. Peygamber efendimiz; “Ben, Allahü teâlânın
resûlüyüm. Yanınıza geldiğim zaman, Rabbimin, bana verdiği peygamberlik
vazifesini insanlara ulaştırıncaya kadar beni korur musunuz?" buyurdu.
Onlar; "Sen, Kureyş'ten kimlerdensin?" diye sordular. Efendimiz: “Abdülmuttalîb
oğullarındanım" buyurunca, onlar; "Mâdem ki, Abdülmuttalîb
oğullarındansın, niçin onlar seni korumuyorlar?" dediler. Resûlullah efendimiz de; “Beni yalanlayanların önde geleni onlar
oldular" buyurdu. Benî Âmir topluluğu dediler ki: "Ey Muhammed! Biz seni ne reddederiz, ne de
getirdiklerine îmân ederiz. Ancak, sen, peygamberlik vazifeni insanlara
ulaştırıncaya kadar seni koruruz." Bunun üzerine Peygamber efendimiz, onların yanına oturdu.
O sırada
Benî Âmir'in ileri gelenlerinden Beyhara bin Fâris, panayırda alış verişini
bitirip yanlarına geldiğinde, oradakilere, Peygamber
efendimizi göstererek; "Bu kimdir?" diye sordu. Onlar da;
"Muhammed bin Abdullah'dır"
dediler. Beyhara; "Sizin O'nunla ne işiniz var ki, yanınıza
oturttunuz?" deyince; "Bize sığındı, Allah'ın resûlü olduğunu
söylüyor ve peygamberlik vazifesini insanlara tebliğ edinceye kadar, kendisini
korumamızı istiyor" dediler. Bunun üzerine Beyhara, Peygamber efendimize dönüp; "Seni
korumağa kalkmamız, bütün Arabların okuna göğsümüzü hedef tutmamız
demektir" dedi ve kavmine de; "Yurtlarına, sizden daha kötü bir şeyle
dönen bir kabîle yoktur. Demek siz, bütün Arablarla savaşacak, onların okuna
vücûdunuzu hedef tutacaksınız ha!.. Eğer kavmi, O'nda bir hayır görseydi, önce
kendileri korurdu. Siz, kavminin yalanlayıp yanlarından uzaklaştırdığı kimseyi
barındırmaya, O'na yardım etmeye kalkıyorsunuz!.. Çok yanlış
düşünüyorsunuz!..." dedi. Sonra sevgili
Peygamberimize dönüp; "Derhal aramızdan ayrılıp kavmine dön!..
Yemîn ederim ki, kavmimin arasında olmasaydın, şimdi senin boynunu
vururdum!.." demek bedbahtlığında bulundu. Bu sözler üzerine, Âlemlerin
efendisi büyük bir üzüntü içerisinde devesine bindi. O küstah Beyhara, Resûlullah efendimizi devesinden düşürdü. Bu
hâdiseyi gören Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm)
Dabââ binti Âmir isminde bir hanım feryâd edip; "Allahü teâlânın Habîbine, şu yapılanı nasıl revâ
görüyorsunuz? Benim hatırım için Resûlullah'ı
bunların elinden kurtaracak yok mudur?" diyerek akrabâlarına seslendi.
Amcaoğullarından üç kişi, hemen bahtsız Beyhara'nın üzerine yürüdü. Beyhara'nın
kavminden iki kişi ona yardım etmek istediyse de, diğerleri Beyhara'yı ve
yardımcılarını hırpalayıp dövdüler. Bu durumu tâkibeden sevgili Peygamberimiz, kendisi için dövüşen o
üç kimse için; “Yâ
Rabbî! Bu kimselere bereketini ihsân eyle"; Beyhara ve
yardımcıları için de: “Yâ Rabbî! Bunları da rahmetinden uzaklaştır" diye
duâ ettiler. Hayır duâ buyurduğu kimseler, müslüman olmakla şereflenirken,
diğerleri de kâfir olarak can verdiler. Benî Âmir kabîlesi mensupları,
memleketlerine döndüklerinde, kabîlelerindeki, semâvî kitapları okumuş yaşlı
bir kimseye, Mekke'de başlarından geçenleri anlattılar. O kimse, Peygamber efendimizin ismini duyunca; "Ey
Benî Âmir! Siz ne yaptınız? İsmâil oğullarından hiç biri şimdiye kadar yalan
yere peygamberlik davasında bulunmamıştır. Muhakkak ki, O'nun söylediği doğru
ve hak idi. Kaçırılan bu fırsatı artık telâfî etmek çok zordur!.." diyerek
onları kınadı.