Müşrikler,
İslâmın kalblere nüfûzunu ve yayılmasını önlemek için durmadan çabalıyorlardı.
Buna rağmen, her geçen gün müslümanlar biraz daha çoğalıyordu. Müslümanlara
yapılan işkence ve zulümler, onları yollarından döndürmüyor, aksine
birbirlerine daha çok sarılmalarına, kenetlenmelerine sebeb oluyordu. Hiç
birisi dîninden dönmüyor, Resûlullah efendimizin
uğrunda canlarını fedâ etmekten çekinmiyorlardı. Bunu işiten Mekke dışındaki
kabîlelerin merakları artıyor ve İslâmın ışıkları daha uzak yerlere ulaşıyordu.
Müşrikler, Habeşistan'a gönderdikleri kimselerin isteklerine kavuşamadıklarını,
hattâ Necâşî Eshame'nin müslüman olduğunu ve müslümanları koruyup onlara güzel
muâmelede bulunduğunu öğrenince, çılgına döndüler. Bunların acısını fazlasıyla
çıkarmak, İslâmın kökünü kurutmak için toplanarak, şu müthiş kararı aldılar:
"Her nerede olursa olsun, her nerede görülürse görülsün, Muhammed aleyhisselâm
mutlaka öldürülecektir!..." Kâfirler bunun için yemîn üstüne yemînler
ettiler.
Müşriklerin
bu kararını öğrenen Ebû Tâlib, çok üzüldü. Ciğerpâresi, mübârek yeğeninin
hayatı hakkında endişeye düştü. Kabîlesini toplayıp onlara, Kâinatın sultânını
Kureyşli müşriklere karşı korumaları için, emir verdi. Hâşimoğulları akrabâlık
gayretiyle bu emri yerine getirmek üzere birleştiler. Bunun için de Peygamber efendimizi ve O'na inanan bütün
Eshâbını Mekke'nin kuzey tarafında, Beytullah'a üç km. kadar uzaklıktaki tepe
üzerinde bulunan Şı'b-ı Ebû Tâlib'e yâni Ebû Tâlib mahallesine dâvet ettiler. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem), Eshâbını toplayarak, Şı'b'da ikâmet etmeye başladı.
Hâşimoğullarından sâdece Ebû Leheb, Peygamber
efendimizi korumak kararına karşı çıktı, Şı'b'a gitmedi. O da dâhil
olmak üzere müşrikler birleşip, Peygamberimizi
öldürmek için fırsat kollamaya başladılar.
Müşrikler,
Peygamber efendimizin ve Eshâbının,
Ebû Tâlib mahallesinde toplandıklarını görünce, tekrar bir araya geldiler.
Sonra şu kararı aldılar:
"Muhammed aleyhisselâm
öldürülmek üzere Kureyşlilere teslim edilinceye kadar; Hâşimoğullarından kız
alınmayacak!... Onlara kız verilmeyecek!... Onlara hiç bir şey satılmayacak!...
Onlardan hiç bir şey satın alınmayacak!... Onlarla bir araya gelinip
konuşulmayacak, görüşülmeyecek!... Onların evlerine, mahallelerine
girilmeyecek!... Onlardan gelecek bir barışma isteği aslâ kabûl edilmeyecek!..
Hiç bir zaman onlara acınmayacak!..." Mansûr bin İkrime ismindeki müşrikin
bir kağıda yazdığı bu kararı mühürlediler. Herkesin görüp uyması için Kâbe-i
muazzamanın duvarına astılar.
Bu haber sevgili Peygamberimize gelince, çok üzüldüler
ve duâ buyurdular. Duâsı derhal kabûl olunup, Mansûr bedbahtının elleri bir
anda kurudu. Müşrikler şaşkına döndüler ve; "Bakınız! Hâşimoğullarına
yaptığımız zulmün karşılığında Mansûr'un elleri kuruyup, musîbete uğradı"
dediler. Akılları başlarına gelecek yerde daha da azgınlaştılar. Şı'b'a giden
yol başlarına bekçiler diktiler. Oraya yiyecek ve giyecek sokulmasına mâni
oldular. Mekke'ye gelen satıcıların Şı'b'a girmemesini, mallarını oraya
götürmemelerini, gerekirse yüksek fiyatla kendilerinin alacağını söylediler.
Böylece Şı'b'da bulunanları açlıktan öldüreceklerini veya Hâşimoğullarının
pişman olup Peygamber efendimizi
kendilerine teslim edeceklerini sandılar. Bu hâl her sene Kâbe'nin ziyâret
mevsimine kadar devam ederdi. Geleneklere göre bu mevsimde kan dökülmezdi. Bu
sebeple Haşimoğulları serbestçe Mekke'ye giderler, alış-veriş yaparak bir
senelik ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlardı. Onlardan birisi bir tüccarın
yanına mal almaya gelse, müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Leheb ve Ebû Cehl
gibi müşrikler hemen yetişip tüccarlara; "Ey tüccarlar! Muhammed'in Eshâbına karşı fiyatlarınızı çok
yükseltiniz. Öyle ki, pahalı olmasından dolayı kimse bir şey satın alamasın!
Bundan dolayı mallarınız satılmayıp, elinizde kalırsa biz hepsini almaya
hazırız" derlerdi. Onlar da mallarına yüksek fiyat söyler, müslümanlar
alamadan geri dönerlerdi...
Bu yolda sevgili Peygamberimiz, hazret-i Hadîce
vâlidemiz, Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh)
bütün mallarını harcadılar, çocukların açlıktan göklere çıkan feryâdlarını
dindirmeye çalıştılar. Elde avuçta olanlar bitince otları, ağaç yapraklarını
yiyerek rızıklarını te’mine çalıştılar. Çocukların ağlamalarını kesmek için,
kurumuş deri parçalarını ıslatıp ateşte pişirerek yedirdiler. Başta Peygamber efendimiz ve diğer Eshâb-ı kirâm
efendilerimiz açlıktan mübârek karınlarına taş bağladılar. Çocukların
ağlamalarını kesmek için anneler bir deri bir kemik kalmışlardı. Müşriklerden
biri acıyıp da gizlice bir şey getirseydi, onu döverler çok hakâret ederlerdi.
Velhâsıl geliş-gidiş kesilmiş ve zor duruma düşmüşlerdi.
Müşrikler,
yaptıkları bu şiddetli zulüm ile Hâşim oğullarının yola gelip, Ebû Tâlib'in, Peygamber efendimizi kendilerine teslim
etmesini bekleyip durdular. Ebû Tâlib mahallesindeki müslümanlar ise onların bu
düşüncelerinin tam tersine Peygamber efendimizi
koruyor ve ona zarar gelmemesi için her tedbire başvuruyorlardı. Ebû Tâlib,
olabilecek bir sû-i kastı önlemek için, Resûlullah
efendimizin yattığı yere nöbetle muhâfızlar koyuyor veya kendi
evinde yatmasını sağlıyordu. Peygamber efendimiz
ise hiç çekinmeden, Allahü teâlânın
emrini yerine getirmek, İslâmiyeti yaymak için bir sâniyesini boşa harcamıyor,
insanları dîne dâvet ederek onların Cehennem’den kurtulmalarına sebep olmak
için uğraşıyor, bu yolda, sabırla nasîhatine devam ediyordu. O’nu yalanlayan
Kureyşli müşriklerin de, açlığın ne demek olduğunu anlamaları için, bir gün Resûlullah efendimiz; “Ey Allah'ım! Şunlara da, Yûsuf'un (aleyhisselâm) zamanındaki yedi kıtlık yılı gibi yedi kıtlık azâbı vererek
bana yardım eyle" diyerek duâ buyurdular. Bundan sonraki
günlerde, gökyüzünden bir damla yağmur yağmadı. Toprak susuzluktan kavruldu.
Yerde yeşil bir nebâta rastlanmaz oldu. Kureyşli müşrikler neye uğradıklarını
şaşırdılar. Açlıktan ölmüş hayvan leşlerini, kokmuş köpek derilerini yiyerek
ölümden kurtulmaya çalıştılar. Onların da çocukları açlıktan feryâd u figân
etmeye başladı. Pek çoğu açlıktan öldü. Açlıktan, gökyüzüne baktıklarında her
tarafı duman kaplamış gibi görürlerdi. Akılları başlarına gelip, yaptıkları
zulmün büyüklüğünü anlar gibi oldular. İçlerinden Ebû Süfyân'ı, Peygamber efendimizin huzûr-ı şerîflerine
gönderdiler. Ebû Süfyân gelip; "Ey Muhammed!
Sen, kendinin âlemlere rahmet olarak gönderildiğini söylüyorsun. Allah'a
inanmayı, akrabâlık haklarına dikkat etmeyi bize emrediyorsun. Halbuki kavmin,
kuraklıktan ve açlıktan kırılıp ölmektedir. Bu felâketin üzerimizden
kaldırılması için Rabbine bir duâ ediver; Allah, senin yaptığın duâyı kabûl
eder. Eğer böyle bir duâda bulunursan, cümlemiz îmân edeceğiz!..." diyerek
yemîn etti.
Böylece
yaptıkları zulüm ve işkenceleri bir kenara bırakarak, sıkıntıya düşmüşler ve Resûlullah efendimize yalvarmaya
başlamışlardı. Peygamber efendimiz,
yaptıklarını yüzlerine vurmamış, "Îman edeceğiz" sözleri üzerine de
mübârek ellerini kaldırarak cenâb-ı Hakk'a
duâ eylemişti. Allahü teâlâ, Habîbinın
duâsını hemen kabûl edip, Mekke üzerine bol bol yağmur göndermiş, topraklar
suya kanmış ve bitkiler yeşermeye başlamıştı. Müşrikler kuraklık ve kıtlıktan
kurtulmalarına rağmen, verdikleri sözü unutarak küfürde ısrâr ettiler...
Allahü teâlâ,
bunlara cevap olmak üzere indirdiği âyeti kerîmelerde meâlen; “Bilakis onlar, (Kur'ân-ı kerîm ve tekrar dirilme husûsunda) şüphe içinde olup
(seninle) istihzâ, alay ederler. O hâlde (Ey Habîbim!) Semânın ap-açık
bir duman getireceği günü gözetle. O duman, bütün insanları saracak; “Bu, pek
yaman bir azâb! Ey Rabbimiz! Bizden bu azâbı açıp kaldır ki biz îmân
edelim" diyecekler. Onlar için düşünüp ibret almak nerede? Kendilerine
hakîkatleri açıklayan bir peygamber geldiği hâlde, yine O'ndan yüz çevirdiler.
O'na; "Öğretilmiştir, mecnûndur" dediler. Biz bu azâbı (duman
veya açlığı)
biraz (veya az bir zaman) açıp kaldırırız. Fakat siz yine küfür ve şirkinize
dönücülersiniz. Çok büyük bir şiddet ve satvetle (kendilerini) çarpacağımız gün (Bedr
günü), muhakkak
ki biz, (onlardan) intikâm alıcılarız.
Celâlim hakkı için,
muhakkak ki biz, bunlardan (Kureyş
kavminden)
evvel, Fir’avn kavmini de (mühlet ve çok mal vermekle) imtihân etmiştik.
Kendilerine, tarafımızdan şerefli bir peygamber geldi (ki Mûsâ aleyhisselâmdır). O, onlara şöyle dedi: “Allah'ın kullarını (Benî
İsrâil'i) bana
verin. (Onları benimle gönderin. Yakalarını serbest bırakın,
kendilerine azâb etmeyin.) Muhakkak ki ben, Allahü teâlâ tarafından size vahiyle
gönderilmiş emîn bir peygamberim. Allahü teâlâya karşı tekebbür etmeyin.
Zirâ ben, size dâvâmın doğru olduğunu açıklayan delil ile, açık mûcize ile
geldim. Biliniz ki, ben, beni taşlamanızdan, öldürmenizden, benim ve sizin
Rabbiniz olan Allahü
teâlâya sığınıyorum ki, O beni muhâfaza eder.
Eğer beni tasdik ve îmân etmezseniz, beni kendi hâlime bırakınız. (Ben
hayrınızdan geçtim. Şerriniz bâri dokunmasın." Onlar îmân etmedikleri,
kendisini yalanladıkları gibi, bilakis bir takım ezâ ve cefâya başlayınca) Mûsâ (aleyhisselâm) Allahü
teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Bunlar küfür üzere
ısrâr eden bir kavimdir" dedi. Allahü teâlâ Mûsâ'ya (aleyhisselâm) vahyedip, buyurdu ki; “Kullarım (Benî İsrâil) ile gece (Mısır'dan) çıkıp git!
Fir’avn ve avânesi sizin çıktığınızı haber aldıklarında ardınızdan gelirler (onlar
mutlaka sizi tâkib edeceklerdir.) Kavminle denizi geçtikten sonra, onu olduğu gibi bırak (asânı
tekrar vurup, açılmış olan yolları kapatma. Açık bırak). Zirâ, Fir’avn ve askeri o yollara girip
garkolacaklar, boğulacaklardır." (Duhân sûresi: 9-24)
Müşrikler;
"Îmân edeceğiz" sözlerinden dönüp yine zulme başladılar. Allahü teâlâ, bir gün Peygamber
efendimize vahiy ile; "Kâbe'de asılı bulunan sahifeye bir ağaç
kurdunu (güvesini) musallat ettiğini ve güvenin Allahü
teâlânın isminden başka bütün yazıları yediğini bildirdi. Peygamber efendimiz de Ebû Tâlib'e; “Ey Amca! Benim
Rabbim olan Allahü
teâlâ Kureyşîlerin sahifesine ağaç kurdunu
musallat etti. Allahü
teâlânın isminden başka onda belirtilen zulüm,
akrabâ ile ilişiği kesme, bühtan... gibi şeylerden hiç birini bırakmadı,
hepsini yok etti" buyurdu. Ebû Tâlib; "Bunu sana Rabbin mi
haber verdi?" diye sorunca. Peygamber
efendimiz; “Evet" buyurdular. O zaman Ebû Tâlib;
"Ben şehâdet ederim ki, sen ancak doğru söylersin" dedi. Hemen
giyinip Kâbe'ye gitti. Müşriklerin ileri gelenleri orada oturuyorlardı. Ebû
Tâlib'in geldiğini görünce; "Her hâlde Muhammedi
bize teslim etmek üzere geliyor!.." dediler. Ebû Tâlib, yanlarına varınca;
"Ey Kureyş topluluğu! El-Emîn olup hiç bir zaman yalan söylememiş olan
kardeşimin oğlu, yazmış olduğunuz sahifedeki Allahü
teâlânın isminden başka bütün yazıları bir ağaç kurdunun yediğini
haber verdi. Haydi aleyhimizde yazdığınız kağıdı getirin de görelim!.. Eğer bu
söz doğru ise, yemîn ederim ki, hepimiz ölünceye kadar O'nu korumaya devam
edeceğiz. Artık siz de bu zulüm ve kötü davranışınızdan vaz geçiniz..."
dedi. Müşrikler heyecanla Kâbe'nin duvarından sahifeyi indirip getirdiler. Ebû
Tâlib; "Okuyunuz!" deyince, işlerinden biri okumak için sahifeyi
açtığında. "Bismike Allahümme"den gayri bütün yazıların silinmiş
olduğunu gördü. Müşrikler ne diyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar.
Hattâ bâzılarının vazgeçmesi üzerine, üç senedir devam eden unutulmaz acıları
bırakarak, gönüllerde derin yaralar açan bu şiddetli muhâsarayı kaldırdılar.
Fakat düşmanlıklarından bir türlü vazgeçmediler, üstelik daha da sertlik
gösterdiler. İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için bütün yolları denediler.
Bütün bu gayretlerine rağmen İslâmiyet sür’atle yayılıyor; sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm,
câhiliye devrinin zulmetinden bunalan insanları kurtarmaya çalışıyor ve hakîkî
saâdete kavuşturuyordu. Bu saâdete kavuşanlar, kavuştukları büyük nîmete
şükrediyorlar, müşriklerin hakâretleri ve işkenceleri karşısında aslâ
yılmıyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerini ve müslümanların
dinlerindeki sebâtını gören nice gönüller İslâm nûru ile aydınlanıyordu.