Kur’an-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden. Şît aleyhisselâmın torunlarındandır. Allahü teâlâ, buna otuz sahife (forma) gönderdi.
Eski Yunanlıların Hermens dedikleri kimse ve daha sonraki filozoflar; fizik,
kimya ve tıp bilgilerini, İdrîs aleyhisselâmın
kitabından çaldılar. Kalem ile kitaplar yazan ve iğne ile dikiş diken budur.
Daha önce, deriden elbise giyilirdi. Diri olarak göke kaldırıldı. Asıl ismi
Ahnuh (Hanûh) dur. Kur’an-ı kerîmde ismi İdrîs diye bildirildi. Çok kitap
okuduğu için ona bu lakap verilmiştir. Kendisine peygamberlik, hikmet ve
sultânlık verildiğinden müselles bin ni’me (kendisine üç nîmet verilen)
de denilmiştir. İbranîce olan Tevrât’da ismi Hanûh diye geçer. Bu. Arapçaya
Ahnuh diye tercüme edilmiştir. Bâbil'de veya Mısır'da Münif denilen yerde
doğduğu rivâyet edilmiştir. Âdem'in (aleyhisselâm)
altıncı göbekten torunudur. İdrîs'in (aleyhisselâm)
Âdem'e (aleyhisselâm) kadar olan nesebi
şöyledir: İdrîs (aleyhisselâm) Yerd, Mehlail,
Kinan, Enûş, Şît (aleyhisselâm), Âdem (aleyhisselâm). İdrîs'in (aleyhisselâm)
annesinin ismi, Berre veya Eşvet'tir. İdrîs'in (aleyhisselâm)
pek çok evlâdı oldu. Aralarında en meşhûru Metüşelah'tır. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek nûru İdrîs'ten (aleyhisselâm) ona geçti. Ondan oğlu Lamek'e,
Lamek'ten de oğlu Nûh'a (aleyhisselâm) geçti. İdrîs
(aleyhisselâm) Âdem ve Şît aleyhimesselâmdan
sonra kendisine kitap verildiği bilinen üçüncü peygamberdir. Kaç yaşında
peygamber olduğu ve ne zaman vefât ettiği hakkında muhtelif rivâyetler vardır.
Eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filozoflar; fizik, kimya ve tıp bilgilerini
İdrîs'in (aleyhisselâm) kitabından aldılar. 105
veya 120 sene insanları hak dîne dâvet ettiği rivâyet edilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde İdrîs'in (aleyhisselâm) hayatı geniş olarak bildirilmemiştir. Kur’an-ı
kerîmde sâdece dört âyet-i kerîmede (Meryem sûresi
56, 57; Enbiyâ sûresi 85, 86) zikredilmiştir. Hakkındaki diğer bilgiler, tefsîr
ve târih kitaplarındaki rivâyetlerden alınmıştır.
İdrîs (aleyhisselâm) yüksek
vasıfları hâiz idi. Mükemmel bir boy ile hoş bir sûrete ve güzel ahlâka sâhip
idi. Âzâları birbirine gâyet mütenâsip idi. Gür sakallı, iri kemikli ve az etli
olup gözleri yaratılıştan sürmeli idi. Ekseriya sükut üzere bulunur, teenni ile
(acele etmeden) ağır ağır konuşurdu. Konuşurken şehâdet parmağı ile işâret
ederdi. Yürürken çoğunlukla önüne bakar ve çok tefekkür ederdi. İdrîs (aleyhisselâm) ceddi Şît’e (aleyhisselâm)
benzerdi. Peygamberliğinden önce de ibâdetle meşgûl olur, iyi kimselerle
beraber bulunur, geçimini kendi çalışması ile te’min ederdi.
İdrîs'in (aleyhisselâm)
içerisinde büyüdüğü cemiyet, madden ve manen bozulmuştu. Onlar, Kâbil'in
evlâdından bir cemâat idi. Âdem'in (aleyhisselâm)
ve Şît'in (aleyhisselâm) gösterdikleri doğru
yoldan ayrılmışlardı. Allahü teâlâya
ibâdeti ve kulluk vazifesini yerine getirmeyi terketmişlerdi. Her türlü
kötülüğü işliyorlar, haramları helâl sayıyorlardı. Âdem ve Şît aleyhisselâmın bildirdikleri meşrû nikâha rağbet
etmiyorlar, zinâ yapıyorlardı. Günahlara, oyun ve eğlenceye dalmışlardı. Bütün
bunlara rağmen çok sabırlı ve kullarına pek merhametli olan Allahü teâlâ, dünyâda ve âhırette Mes’ûd ve
huzûrlu olacakları yolu göstermesi için onlara İdrîs'i (aleyhisselâm) peygamber olarak gönderdi, İdrîs'e (aleyhisselâm) 30 sahife (forma) verdi. Cebrâil (aleyhisselâm)
dört defâ geldi ve İdrîs'e (aleyhisselâm) Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. İdrîs
(aleyhisselâm) da bunları insanlara tebliğ
etti.
İdrîs (aleyhisselâm) insanlara
şöyle emretti; “Allah’dan başka ilâh yoktur. Yalnız O'na ibâdet ediniz. Allahü teâlânın emirlerine itâat edip,
yasaklarından sakınmak sûreti ile kendinizi Cehennem azâbından koruyunuz.
Dünyâya rağbet etmeyiniz, ona gönül bağlamayınız. Dünyâ sevgisini içinizden
atınız. İşlerinizde ve insanlara olan muâmelenizde adâletten ayrılmayınız. Size
bildirdiğim şekilde ve vakitlerde namaz kılınız, oruç tutunuz, mallarınızın
zekâtını veriniz. Cünüp olduğunuzda, ondan temizlenmek için yıkanınız.” Ayrıca;
“Domuz, eşek ve köpek eti yemeyiniz. Sarhoş eden ve aklı gideren içki ve
maddelerden sakınınız” buyurarak bunları Allahü
teâlânın emri ile onlara haram kıldı.
İdrîs (aleyhisselâm),
hilal görüldüğü zamânı ve daha başka vakitleri ümmeti için bayram yaptı.
İdrîs (aleyhisselâm) bizzât
kendisi Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını büyük bir dikkatle yerine getirirdi. Her gün onikibin tesbîh okur;
çok ibâdet ve tâat ederdi. İdrîs (aleyhisselâm)
bizzât Allahü teâlânın kendisine ihsân
ettiği bir mûcize olarak, ağaçlarda ne kadar yaprak olduğunu bilirdi. Dâimâ; “Ağaçların
yaprakları kadar” diyerek tesbîh okumaktan hoşlanırdı. Ağaçlardaki yapraklara
müvekkel olan melekler, İdrîs'e (aleyhisselâm) her
bir ağaçta ne kadar yaprak olduğunu bildirirlerdi. İdrîs'in (aleyhisselâm) meleklerle çok ünsiyeti ve yakınlığı
vardı. Melekler cemâatler hâlinde onu ziyârete gelirler, ona görünürler ve
onunla sohbet ederlerdi. İdrîs (aleyhisselâm) onların
her birinin ismini, yaptığı işi, okuduğu tesbîhi bilir; havada uçup giderlerken
onları tek tek görürdü.
Yine Allahü teâlânın
verdiği bir mûcize olarak, İdrîs (aleyhisselâm)
havadaki bulutlara dağılmaları için emir verebilirdi. O emir verdiği zaman,
bulutlar derhal dağılırlardı. Hattâ, bulutlar, onun emrine itâatlerini sözle de
ifâde ederlerdi. Bir mûcizesi de, gökyüzüne çıkıp, melekût âleminin hayrette
bırakan hâllerini seyretmesiydi.
Bütün bunların yanında, kavmine kendisinden sonra
gelecek peygamberleri haber verdi. Onlara Resûlullahın
(sallallahü aleyhi ve sellem) vasıflarını da
bildirdi. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek vasıflarını
şöyle anlattı: “O, âhır zaman nebisi (sallallahü
aleyhi ve sellem), bütün kötülüklerden ma’sûndur (korunmuştur). Yüksek
bir ahlâk üzere yaratılmıştır. Göklere ve yere dâir her mes’eleyi, her acı ve
elemin şifâ ve devâsını Allahü teâlânın
izni ile bilir ve duâsı kabûl olur. Âlem O'nun dinî ve dâveti ile ıslâh olur,
düzelir.”
İdrîs (aleyhisselâm) kendisinden
sonra meydana gelecek olan Nûh tûfanını da bütün tafsilâtı ile anlatmıştır. İdrîs'in
(aleyhisselâm) peygamberliğine delâlet eden bu
kadar açık mûcizeleri görmelerine rağmen kavminden pek az kimse ona itâat etti.
Bir rivâyete göre kavminden ona bin kişi îmân etti, pek çoğu karşı geldi. Bunun
üzerine İdrîs (aleyhisselâm) o memleketten
başka bir yere hicret etmeye karar verdi. Kendisine îmân edenlere de böyle
yapmalarını emretti. Fakat mü’minlere memleketlerinden ayrılmak zor geldi. İdrîs'e
(aleyhisselâm): “Biz Bâbil'den ayrılırsak,
böyle bir yeri nasıl buluruz?” dediler. Bâbil, Süryanî dilinde nehir demektir.
Burada Bâbil’in Dicle ve Fırat nehri olması muhtemeldir. İdrîs (aleyhisselâm) onlara; “Biz buradan Allah için hicret
ettiğimizden, İnşaallah Allahü teâlâ bize
Bâbil gibi bir yer nasip eder.” buyurdu. Nihâyet, İdrîs (aleyhisselâm) ve ona îmân edenler, mallarını ve
mülklerini bırakarak, birlikte Bâbil'den ayrıldılar. Uzun bir yolculuktan sonra
Bâbilyûn denilen bir yere geldiler. Burada geniş bir vâdiyi ve Nil nehrini
gördüler. İdrîs (aleyhisselâm) Nil nehrinin
kenarında durup, Allahü teâlâyı tesbîh
eyledi. Sonra yanındakilere; “İşte, sizin terk edip geldiğiniz gibi bir nehir”
dedi. Bu mıntıkaya Araplardan başka bütün milletler Bâbilyûn; Araplar ise Mısır
derler. Mısır ismi, Nûh tûfanından sonra buraya gelip yerleşen Mısır bin Hâm ismindeki
bir şahsa nisbeten verilmiştir.
Böylece, İdrîs (aleyhisselâm) kendisine îmân edenlerle beraber burada
yerleşti. İnsanları Allahü teâlânın
emirlerini yapmaya çağırıp, emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i anil-münkere (iyilikle
emredip, kötülükten nehyetmeye) devam etti. Allahü
teâlâ ona 72 lisân ile konuşmayı nasîp etti. Her kavmi kendi lisânı
ile hak dîne dâvet etti. Harp aletleri yapıp kâfirlerle cihâd yaptı. Onlardan
pek çok esir aldı. İnsanlara şehir kurmak san’atını ve idârecilik ilmini
öğretti. 100 şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyârbakır yakınında bulunan Reha
şehridir. Her millet öğrendikleri bu kâidelere göre kendi bölgelerinde pek çok
şehirler kurdu.
İdrîs (aleyhisselâm) bunlardan
başka insanlara, muhtelif ilimleri de öğretti. Pek çok kimseye hikmet ve
riyâziye (matematik) dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alakalı
ince ve derin mes’elelerden bahsetti. Allahü teâlâ
ona semâların esrârını, terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla
alâkalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesap ilmini öğretti. İdrîs (aleyhisselâm) bunların yanında kavmine kalem ile yazı
yazmasını, elbise dikip giymeyi de öğretti. Bundan önce insanlar, hayvan derisi
giyerlerdi. Bu ilimler, Allahü teâlânın
bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekâsı, sâdece araştırma yolu
ile bu bilgilere ulaşamazdı.
Süleymâniye Kütüphânesi 623 nolu “Tezkiret-ül-Hükemâ”
isimli eserin mukaddimesinde şöyle demektedir: “Muhtelif milletlerin âlimleri,
riyâziye (matematik), mantık, tabiîye ve ilâhiyattan ibâret olan hikmetten ilk
önce kimin bahsettiği husûsunda değişik sözler söylemişlerdir. Ancak bu
mes’eleyi dikkatli ve derinlemesine inceleyenler hikmetin, İdrîs'e (aleyhisselâm) verilen peygamberlik bilgilerinden
olduğunu görmüşlerdir. Bütün bu bilgiler, bunları İdrîs'ten öğrenen kimseler
vâsıtasıyla zamanımıza kadar gelmiştir.”
İdrîs (aleyhisselâm) insanlara
hikmetli sözler ile pek çok nasîhatte bulundu. Onun bu kıymetli sözlerinden bâzıları
şunlardır:
Akıllı kimse, sultânlara, âlimlere ve dostlarına
hakâret gözü ile bakmasın. Yoksa sıkıntıya düşer, dînine zarar gelir,
mürüvvetini yok eder.
Akıllı kimse, hikmeti arar. Umûmî belâ ve musîbetten
dolayı boşuna ızdırap gösterip, kendisine zarar vermez.
Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe, tevâzusu artar.
Akıllı kimse başkalarının ayıbına bakmaz. Kişinin
ayıbını yüzüne vurmaz. Malı çoğaldıkça, mağrur olup, ahlâkını bozmaz.
Nefsini temiz tutmayanın aklı yok demektir; onu akılla
medh eyleme.
Nâdan (câhil), mertebesi yüksek olsa da, basîret ehlini
hakîr ve aşağı görür.
Akıllı kimsenin dünyâdaki mertebesi ne kadar aşağı olsa
da basîret ehli yanında yüksektir.
Bir kimse; adâletli devlet reisi, hükmü geçerli kadı
(Hâkim), tabîb-i hâzık ve akar su bulunmayan bir yerde yerleşse canını ve
malını zâyî etmeye çalışmış olur.
İlim ve sâlih amele kavuşmak isteyen, cehâleti ve kötü
işleri bıraksın. Nitekim her san’attan anlayan kimse, terzilik yapmak istediği
zaman, onunla alâkalı aletleri alır, diğerlerine âit olanları bırakır.
Âhıret ile dünyâ sevgisi aslâ bir arada bulunmaz.
Duâ ettiğiniz zaman niyetiniz hâlis olsun, namaz ve
oruçlarınızda da böyle yapınız.
Yalan yere yemîn etmeyiniz.
Adi ve düşük kazançlardan sakınınız.
Sultânlarınıza itâat ediniz. Büyüklerinize tevâzû
gösterip dillerinizden Allahü teâlâya
hamdı düşürmeyiniz.
Hikmet, insan için hayattır.
Kavuştukları nîmetlerden dolayı insanları hased
etmeyiniz. Çünkü, insanlar bu nîmetlerden az faydalanırlar.
Kendisine yetecek miktardan fazlasını elde etmeye
çalışanı hiç bir şey doyuramaz.
İdrîs'e (aleyhisselâm);
“İnsanların hüsn-i zannı nasıl elde edilir?” diye soruldu. İdrîs aleyhisselâm; “İnsanları güzel bir şekilde
karşılamak, onlara güler yüz göstermek, onlara iyi muâmele etmek sûretiyle” buyurdu.
Dostlar arasındaki hakîkî sevgi, içinde bir menfaat
te’min etme ve kendisinden bir zararı def etme düşüncesi olmayan sevgidir.
İnsanda bulunan en fazîletli cevher, akıldır. Sâhibini
pişman ettirmeyen en kıymetli şey, sâlih ameldir.
İşleri tedbir ve tanzimde en mühim şey çalışmaktır.
En koyu karanlık cehâlettir.
İyi hasletlerin en üstünü, kızgınlık hâlinde doğruluk,
sıkıntı hâlinde cömertlik, cezâ vermeye gücü yettiği hâlde af etmektir.
Akıllı ile câhili birbirinden ayıran şey, akıllının
konuştuğu lehine, câhilin ki ise aleyhinedir.
Ölüme hazırlıklı olmak sebebiyle ölümden korkmamak,
kişinin fazîletindendir.
Hiç bir kimse Allahü teâlânın
mahlûklarına iyilikte bulunması ile yaptığı şükür gibi, hiç bir şeyle
nîmetlerine, şükür yapamaz.
İnsanlar için en faydalı şey, kanâat ve kadere rızâ
göstermektir. En zararlısı ise, aç gözlülük ve kızmaktır. Çünkü, kanâat ve
kadere rızâ gösteren huzûrlu olur. Aç gözlü ve hırslı olan ve kızan kimse,
dâimâ gamlı ve kederli olur.
Dalâlet ve helâkin temeli; kişinin hayır işleri, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı sayıp,
kötülükleri, fitne ve fesâdı, şeytanın işleri ve tuzaklarından saymamasıdır.
Bir arkadaşına, dostuna iftirâ eden kimse, mutlakâ onun
cezâsını çeker. İnsanlar için durum böyle olursa, hep kötülüklerin sebebi Allahü teâlâdır diye, Allahü
teâlâya iftirâ eden kimse bunun mesûliyetinden nasıl kurtulur.
İyilik de, kötülük de mutlakâ sâhibine ulaşır.
Kendisine hayır ulaşan ve hayra vesîle olan kimseye ne mutlu. Kendisine kötülük
ulaşan ve kötülüğe sebep olan kimseye ise hakîkaten çok yazık.
Her şeyi değiştirmek mümkün fakat, bir şeyin tabîatını,
aslını değiştirmek imkansızdır. Kötü ahlâktan başka her şeyi değiştirmek
mümkündür. Her şeyi def etmek mümkün, fakat kazâ bundan müstesnâdır.
Senin ve yer ehlinin yanında en beğenilen şey, insanlar
arasında adâlet, hikmet ve hak ile konuşan doğru dildir.
Yolu; selâmet, rahmet, başkalarına eziyetten vazgeçmek
olanın yolu, Allahü teâlânın yoludur. Yolu;
helâk etmek, kötü huylu olmak ve başkasına eziyet vermek olanın yolu ise
şeytanın yoludur.
Ey insan, acıktığın zaman sabi çocuk gibi, doyduğun
zaman azgın köle gibi, mülk sâhibi olduğun zaman haddi aşan câhil gibi olma.
Dosta, düşmana herkese nasîhat et. Böylece dostuna
karşı yapman icâbeden bir vazifeyi yapmış olursun. Düşmanın ise, senin nasîhatini
öğrenince, senden korkar ve seni kıskanır. Eğer o akıllı olsa idi, senden
utanır ve işlerinde sana mürâcaat ederdi.
Sıkışık ve darlık zamânında, kişinin cömertlikte
bulunması, onun cömertliğine; mala ve dünyâya düşkün olduğu hâlde,
şüphelilerden bile sakınması, kişinin doğruluğuna; kızgınlık sırasında,
affetmek ise hilmine (yumuşaklığına) delâlet eder.
İnsanların kendisini sevmesini, yardım etmelerini,
onların kendisinden güzel ve iyi yönleri ile bahsetmelerini isteyen kimsenin,
onlara aynı şekilde davranması gerekir.
Kişinin hayır ve hikmeti elde etmesi ve kendisini
ayıplardan muhâfazası üç şeye sâhip olmak ile mümkündür: 1- Vezir. 2- Veli. 3-
Arkadaş. Kişinin veziri; aklı, velîsi; iffeti, arkadaşı; sâlih amelidir.
İdrîs (aleyhisselâm)
buyurmuş ki: “Bizler, peygamber olduğumuz hâlde, dünyânın ömrünü bilemedik.”
“Erd küresinin ömrünü, yâni yaratıldığı günden kıyâmete
kadar olan zamanı, eski müneccimler, yâni astronomlar, seyyâre yıldızların
adedince bin sene, yâni yedibin sene demişlerdir. Zirâ onlar, gezegen adedini
yedi biliyordu. Târihlerin çoğunda yazılı bulunan ve bâzı din kitaplarına da
geçmiş olan yedibin sene, buradan gelmektedir. Bâzıları da, burç adedince,
onikibin sene, bir kısmı da, meridyen derecesi adedince, üçyüzaltmışbin sene
dediler. Bu üç sayı da, zan ve faraziye hâlindedir.
Endülüs âlimlerinin büyüklerinden, Ebû Abdullah-i
Kurtubî'nin Tezkiresinden Abdülvehhab-ı Şa’ranî'nin (rahmetullahi
aleyh) hülâsa ettiği “Muhtasar” ismindeki kitabında, dünyânın ömrünün
(360 bin X 360 bin) yâni yüzyirmidokuzmilyar altıyüzmilyon sene olduğu
yazılıdır.
İdrîs'in (aleyhisselâm)
hem sözleri hem de işleri hikmetli idi. İdrîs (aleyhisselâm)
insanları üç tabakaya ayırdı. Zâhidler, sultânlar ve tebeâ yâni halk. Yalnız Allahü teâlâdan istedikleri ve O'ndan aslâ gâfil
olmadıkları için zâhidleri, diğer iki sınıftan üstün tuttu. Böylece İdrîs (aleyhisselâm) gerek sözleri ve gerekse işleri ile
insanlara günlük hayatlarında lâzım olan pek çok şeyi öğretti. Zamânla,
insanlar çoğaldı. İdrîs (aleyhisselâm) emri
altındaki yerleri dört iklime (bölgeye) ayırdı ve oralara kendi adına idâre
edecek kimseler tâyin etti. Her bölgenin ayrı ayrı örf ve âdetlerini tespit
etti. İdrîs'in (aleyhisselâm) tâyin ettiği bu
vekiller, onun gibi, insanlara Allahü teâlânın
emir ve yasaklarını anlattılar. Her bir ülkeye tâyin edilen bu vekillerin
isimlerinin; İlâvûs, onun oğlu Lâvûs, İskalînus ve Emûn olduğu nakledilmiştir.
İdrîs (aleyhisselâm) yeryüzünün
meskun yerlerini dört bölgeye ayırıp, her birine bir vekil tâyin edince,
Mısır'dan ayrıldı. Yeryüzünü dolaşarak tekrar oraya döndü. Bir müddet sonra aşûrâ
gününde semâya (göğe) kaldırıldı. Nitekim, Kur’an-ı kerîmde Meryem sûresi 57. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle
buyrulur: “Biz
onu yüksek bir mekâna kaldırdık.” tefsîr âlimleri âyet-i kerîmede “Yüce
mekân” ile murâdın, peygamberlik ve Allahü teâlâya
yakınlık mertebesi veya Cennet veya altıncı yâhut dördüncü kat semâ (gök)
olduğunu bildirmişlerdir. Nitekim Sahîhayn (Buharî ve Müslim) de Mâlik bin Sa’saa'nın,
Enes bin Mâlik'ten rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ben dördüncü kat semâya (göğe) vardığımda, İdrîs
(peygamber) ile karşılaştım. Cibrîl bana; “Bu gördüğün İdrîs'tir. Ona
selâm ver dedi. Ben de ona selâm verdim. O da benim selâmıma cevap verdi. Sonra
(bana); Merhâbâ sâlih kardeş, sâlih peygamber!” dedi.” Âlimlerden
bir kısmı İdrîs'in (aleyhisselâm) hayatta
olduğunu söylemektedirler.
Tâbiîn devrinin büyük âlimlerinden Vehb bin Münebbih, İdrîs'in
(aleyhisselâm) diri olarak göke kaldırılışını
şöyle anlattı; “İdrîs (aleyhisselâm) zamanında
yeryüzünde yaşayanların yaptıkları ibâdetler her gün Allahü teâlâya arz ediliyordu. Bu arz sonunda melekler,
bilhassa Melek-ül mevt (Azrâil (aleyhisselâm)) İdrîs’in
(aleyhisselâm) bu hâline hayran kaldı. Onu
ziyâret etmek ve sohbette bulunmak için Allahü teâlâdan
izin istedi. Allahü teâlâ ona müsâade
etti. Melek-ül mevt, İdrîs'e (aleyhisselâm) insan
sûretinde geldi, İdrîs (aleyhisselâm) dehr orucu
(bütün sene oruç) tutuyordu. İftar vakti gelince, Melek-ül mevt'i yemeğe dâvet
etti. Fakat Azrâil, İdrîs (aleyhisselâm) ile
yemek yemedi. Bu hâl üç iftar vakti devam etti. Üçüncü gece olunca, İdrîs (aleyhisselâm) Melek-ül mevt'e; “Artık senin kim
olduğunu öğrenmek istiyorum” dedi. Azrâil (aleyhisselâm)
kendisinin Melek-ül mevt olduğunu söyledi. “Allahü
teâlâdan, seni ziyâret etmek ve seninle sohbet etmek için izin
istedim. Allahü teâlâ bana izin verdi.
Ben de geldim” dedi. Bunun üzerine İdrîs (aleyhisselâm)
ona; “Senden bir ricâm var” dedi. Melek-ül mevt; “Nedir?” dedi. İdrîs (aleyhisselâm); “Bir anlık benim rûhumu al” dedi.
Bunun üzerine Allahü teâlâ Melek-ül
mevt'e; “Onun rûhunu al” diye vahyetti. Melek-ül mevt (aleyhisselâm)
İdrîs'in (aleyhisselâm) rûhunu aldı. Fakat bir
müddet sonra Allahü teâlâ, tekrar iâde
etti. Melek-ül mevt, İdrîs'e (aleyhisselâm); “Niçin
rûhunun kabzedilmesini istedin” diye sordu. İdrîs (aleyhisselâm);
“Ölümün acısının ve sıkıntısının nasıl olduğunu tadayım da ona göre
hazırlanayım, diye rûhumu kabzetmeni istedim” dedi.
Sonra İdrîs (aleyhisselâm)
şöyle dedi: “Ey Melek-ül mevt! Benim sana başka bir ricâm daha var.” Azrâil (aleyhisselâm); “Nedir o ricân?” dedi. İdrîs (aleyhisselâm); “Beni semâlara götür, Cennet’i ve
Cehennem’i göreyim” dedi. Allahü teâlâ,
Melek-ül mevt'e (aleyhisselâm) semâya götürmesi
husûsunda izin verdi. Melek-ül mevt onu semâlara götürdü. Cehennem’e
yaklaşınca, İdrîs (aleyhisselâm) Melek-ül
mevt'e; “Benim sana bir ricâm var” dedi. Melek-ül mevt; “Nedir o ricân?” dedi. İdrîs
(aleyhisselâm) “Mâlik'e söyle Cehennem’i açsın,
tabakalarını göreyim” dedi. İdrîs'e (aleyhisselâm)
Cehennem gösterildi. Sonra, Cennet’i görmek istedi. Cennet de ona gösterildi ve
Cennet’e girmesine izin verildi. Cennet’e girip, bir müddet geçtikten sonra,
Melek-ül mevt; “Artık çık, seni yerine götüreyim” deyince, İdrîs (aleyhisselâm); “Buradan çıkmam” dedi. Allahü teâlâ aralarında hakemlik yapmak üzere,
onlara bir melek gönderdi. O melek gelip, İdrîs'e (aleyhisselâm),
“Niçin çıkmıyorsun” dedi. İdrîs (aleyhisselâm) ona
şöyle cevap verdi: “Allahü teâlâ; “Her nefs ölümü
tadacaktır buyurdu.” Ben ise, ölümü tattım. Yine Allahü teâlâ; “Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.” buyurdu. Ben
oraya uğradım. Allahü teâlâ; Onlar oradan
“Cennet’ten” çıkmayacaklardır buyurdu. İşte ben bunun için çıkmam” dedi. Bunun
üzerine Allahü teâlâ Melek-ül mevt'e; “O,
oraya benim iznim ile girdi, yine benim emrim ile oradan çıkar” buyurdu. İşte; “Biz onu yüksek
bir makâma yükselttik.” âyet-i kerîmesinden murat, budur.
İdrîs (aleyhisselâm) diri
olarak Cennet’e çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadı.
Resmini yapıp seyreyledi. Daha sonra gelenler, bu resimleri tanrı sandı.
Çeşitli heykeller de yapılıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.
Peygamberimizden (sallallahü
aleyhi ve sellem) bin sene önce, Hicaz'daki Huzâ’a hükümetinin reisi
olan Amr bin Luhay, putperestliği Şam'dan Mekke'ye getirdi. Putlara tapanlar,
putlardan ses işitirdi. Cin, putun, yâni heykelin içine girip söylerdi. Peygamberimizin (sallallahü
aleyhi ve sellem) dünyâyı teşrîf ettiği, İslâmiyetin başladığı, birçok
putlardan işitilmişti. Bu sözlerle, çok kimselerin müslüman olduğu, Mir’ât-ı
Mekke adlı târih kitabında uzun yazılıdır.
Şeytanlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve
hareket sinirlerine tesir ederek, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın bu
kendi söz ve hareketinden haberi olmaz. Böylece vaktiyle Roma'da ve Peşte'de,
son zamanlarda Adana'da konuşan çocuk ve hastalar görülmüştür. Bunları
konuşturan cin, uzak memleketlerdeki veya eski zamanlardaki şeyleri
söylediklerinden, bâzı kimseler, bu çocukların iki rûhunun bulunduğunu veya
başka insanın rûhunu taşıdığını, yâni tenâsüh olduğunu sanmışlardır. Böyle zan
etmenin yanlışlığını dînimiz açıkça bildirmektedir. Eskiden kâhinler,
cinnîlerden bâzı şeyler işiterek falcılık yaparlardı. Bunun için, puta
tapanlar, cinnin varlığına inanır ve cinden korkardı. Cinnîn var olduğunu,
müslümanlar, putperestlerden işiterek öğrenmedi. Kur’an-ı kerîmden ve Muhammed aleyhisselâmdan
öğrendi. Müslümanlar puta tapanlar gibi cinden korkmaz. Muhâfaza melekleri,
insanları cinden koruduğu gibi, âyet-i kerîme ve duâ okuyup, Allahü teâlâya sığınanlara da bir şey yapamazlar.
Putperestliğin Âdem'in (aleyhisselâm)
vefâtından sonra, İdrîs'in (aleyhisselâm) peygamber
olarak gönderilmesinden önce çıktığı da rivâyet edilir. İdrîs (aleyhisselâm) peygamber olarak gönderilmeden önce,
duâları makbûl bâzı sâlih kimseler vardı. Bunların isimleri, Ved, Süvâ, Yegûs,
Yeûk ve Nesr idiler. Bunlar vefât edince, onları sevenler, teselli bulmak için,
onların sûretlerini yapıp, evlerinde sakladılar. Zamânla bu sûretlerin yapılış
maksadı unutuldu. Onlara tapmağa başladılar. Bu sûretlere tâzim ve hürmette çok
ileri gittiler. Bu sırada şeytan onlara şöyle vesvese verdi: “Bu sûretler,
yeryüzünün tanrılarıdır. Ecdâdınız onlara ibâdet ederlerdi” deyip insanları
doğru yoldan saptırdı. Nûh (aleyhisselâm) tûfanı
ile bu putlar kayboldu. Fakat tûfandan sonra şeytan onları çıkarıp, her birini
bir kabîleye verdi. Putperestlik, İslâm’ın zuhûruna kadar devam etti. İslâmiyet
gelince putperestliğin kökünü kazıdı. İslâmiyet, zâtında ve sıfatlarında aslâ Allahü teâlâya şerik, ortak kabûl etmez.
İnsanları her şeyin yaratıcısı ve sâhibi, bir olan
Allah'a inanmağa, O'nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmağa dâvet eden, bu
husûsta büyük bir azîm ve sabırla çalışan İdrîs (aleyhisselâm)
Kur’an-ı kerîmde şu vasıflarla zikredildi: “Peygamberdi. Sıddîk (dosdoğru) idi. Yüce bir
mertebeye yükseltildi. Sabırlı idi. Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştu. İyi
kimselerden idi.” Bu vasıflardan bâzılarını İslâm âlimleri şöyle
açıklamaktadır.
Sıdk'ın (doğruluğun) fazîleti: Allahü teâlâ Meryem sûresi
56. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Kitapta İdrîs'i de an; çünkü o, çok sâdık bir
peygamberdi.” buyurulmaktadır.
Resûlullah da (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde
şöyle buyurdular: “Doğruluk iyiliğe, iyilik ise Cennet’e götürür. İnsan,
doğruluğu ile Allahü
teâlânın katında sıddîklardan yazılır.
Yalancılık, kötülüğe, kötülük de Cehennem’e götürür.”
Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü
anh), “Şu dört vasıf kendisinde bulunan kimse kârdadır: Bunlar;
doğruluk, hayâ, güzel huy ve şükürdür” buyurdu.
Şiblî'nin (rahmetullahi aleyh)
sohbetine iştirâk edenlerden birisi, anlatılanların mânevî tesiri ile
haykırarak kendisini Dicle'ye attı. Bunun üzerine Şiblî (rahmetullahi aleyh); “Eğer bu şahıs bu hareketinde sâdık,
doğru ise, Allahü teâlâ Mûsâ'yı (aleyhisselâm) kurtardığı gibi onu da boğulmaktan
kurtarır. Şâyet yalancı ise, Fir’avn'u batırdığı gibi onu da batırır” dedi.
Nihâyet bu insan kurtuldu.
Sıdk kelimesi altı mânâda kullanılır: Sözde doğruluk,
niyet ve irâdede doğruluk, azîmde doğruluk, amelde doğruluk, dînin bütün
makâmlarında doğruluktur. Bütün bunların hepsinde doğru olan kimse sıddîktır.
Çünkü sıddîk,
doğrulukta çok yükselmiş olan kimsedir. Bir kimse altı husûstan birisinde sâdık
olursa o cihetten sâdık olur. Meselâ, bir kimse sâdece sözünde doğru ise
sözünde sâdık (doğru) denir. Bu makâmda kişi, hiç yalan söylemez; geçmiş
haberlerden ve ne hâlde olursa olsun verdiği sözde yalan yoktur. Kalb ile dilin
yakın ilgisi vardır. Eğri sözden eğrilir, doğru sözden de doğrulur. Bu sıdkın
en yükseği iki şey iledir. Birincisi: Doğru sanılsın diye kapalı ve kinâye ile
bir şeyi anlatmamaktır. Fakat bâzan doğru söylemek iyi olmaz. Harpte devlete,
orduya âit sırları vermede doğru olan söylenmez. Ayrıca hanımı kırıp üzmemek ve
insanları barıştırmak için yalan söylemeye izin vardır. Burada üstün derece,
elinden geldiği kadar kinâye ve îmâ ile konuşup açıkça yalan söylememektir.
İkincisi: Allahü teâlâya münâcâtta
bulunurken sözünde sâdık olmalıdır. Yüzümü sana döndüm dediği zaman, kalb yüzü
dünyâya dönmüş ise yalan söylemiş olur ve yüzünü Allahü
teâlâya dönmemiş olur. Senin kulunum ve yalnız sana ibâdet ediyorum
dediği zaman dünyâya, şehvetlerinin bağı ile bağlanıp, şehvetlerine hâkim
olamaz, şehvetlerine kapılırsa, yalan söylemiş olur. Çünkü, kime ve neye
bağlanmışsa onun kuludur. Bunun için Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) “Altın, gümüş,
zînet ve süslü elbiselerin kulu olanlar helâk olmuştur.” Buyurmuştur.
Îsâ (aleyhisselâm) da kavmine; “Ey dünyânın
kulları” buyurmuştur. Belki bunlardan kurtulmayınca Hakkın kulu olunmaz. Bu
kurtulmanın, âzâd olmanın ve hürriyetin tamamı, Allahü
teâlâdan başka her şeyden olduğu gibi nefsinden (kendinden) de
kurtulmakla olur. Kendisi için takdir edilene gönül hoşluğu ile râzı olur. İşte
böyle kulluk sıdkın tamamıdır. Böyle olmayan kimseye sıddîk denilmediği gibi, sâdık
bile denilmez.
İkinci sıdk: Niyetle olur. Tâatinde yalnız Allahü teâlâyı kasteder, başkasını karıştırmaz. Bu
ihlâsla olur. İhlâsa
da sıdk denir. Çünkü, içinde tâattan başka bir düşüncesi olan kimse, ibâdetinde
yalancı olur. Nitekim âlime kıyâmet günü “İlminle ne amel ettin” diye
sorulunca; “Allah rızâsı için okuttum. İlmi yaydım” der. Fakat kendisine; “Sen
yalancısın, ilim okutuyor desinler için okuttun. Okuttun, fakat irâdende
yalancısın” denir. Bunun için bir zât: “Sadâkat, kasıt ve irâde, tevhidin
sıhhatidir” demiştir.
Üçüncü sıdk: Azmetmekle olur. Bir kimse vâli olsa
adâlet etmeye, malı olsa sadaka vermeye, kendinden daha iyi idâre eden bir
kimse ortaya çıkınca vâliliği ona teslim etmeye azmeder. Bu azîm bâzan kuvvetli
ve zorlayıcı olur. Bazen bunda zayıflık ve tereddüt olur. Tereddütsüz olan
kuvvetli azme, sıdk-ı azm denir. Sıddîk, dâimâ iyiliğe azmetmeye kendinde büyük
kuvvet bulan kimsedir.
Dördüncü sıdk: Azmde vefâkarlıktır. Nefs, peşin olarak
söz vermek ve bir şeye azmetmekte yâni yönelmede pek cömert ve serbesttir.
Fakat, işin gerçekleşme safhasına gelince, birçok arzu ve istekleri sebebiyle o
işi yapmaya yanaşmaz. Bu ise sadâkate muhaliftir. Azminde kuvvetli olan kimse
muhârebede canını bile fedâ edebilir. Enes (radıyallahü
anh) şöyle anlattı: “Amcam Enes bin Nadr, Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
Bedir muhârebesine iştirâk edemedi. Bu sebeple çok üzüldü. Kendi kendine;
ikinci bir muhârebe olursa, yapacağımı ben bilirim dedi. Ertesi sene vukû bulan
Uhud muhârebesine katıldı. Sa’d bin Mu’âz (radıyallahü
anh) muhârebe sırasında onu görüp; “Ne yapıyorsun, böyle nereye
gidiyorsun” diye sordu. O; “Uhud Dağı’nın ardında Cennet’in kokusunu aldım. Cennet’e
gidiyorum” diye cevap verdi. Uhud muhârebesinde müşriklere karşı öyle harp etti
ki, sonunda şehîd oldu. Vücûdunda seksen küsur yara vardı. Hemşiresi, onu ancak
elbisesinden tanıyabildiğini söyledi. Bunun üzerine; “Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a
verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Kimi (şehîd oluncaya kadar
dövüşeceğine dair) adağını ödedi, şehîd oldu. Kimi de (şehîd
olmayı)
bekliyor. Onlar aslâ verdikleri sözü değiştirmediler.” meâlindeki
Ahzâb sûresinin 23. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Yine Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem),
sancaktarlarından olup, Uhud muhârebesinde şehîd olarak yüzüstü düşen Mus'ab
bin Umeyr'in baş ucunda durup, bu âyet-i kerîmeyi okumuştur.
Beşinci sıdk: Amelde sadâkattir. Bu, içini dışına,
dışını da içine uydurmaktır. Dışın içe uymaması maksatlı olursa bu riyâdır;
bu ihlâsı yok eder. Eğer dışın içe uymamasında kasıt bulunmazsa bu riyâ olmaz,
ancak sadâkati yok eder. Şöyle ki; Çok huşû ile namaz kılan kimseler vardır. Bunların
amellerinde riyâ ve gösteriş olmadığı hâlde kalbleri gaflet içerisindedir.
Onları böyle zâhiren huşû ile ibâdet ederken görenler, gerçekten kalblerinin de
huşû üzere olduğunu zanneder. Halbuki kalbleri başka işlerle meşgûldür. Onun bu
şekildeki zâhirî görünüşü, lisân-ı hâli ile (o görünüş ile), o kimsenin kalben
de huşû üzere olduğunu bildirmesinde yalancıdır. Aynı şekilde, nice sükûnet ve
vakâr üzere olan kimseler vardır ki, kalblerinde vakârdan aslâ bir eser, bir iz
yoktur. Halbuki görünüşleri kalblerinin böyle olduğunu gösteriyor. Bu gibiler,
amellerinde sâdık değildir. Onların bu hâlleri, riyâ olmasa da, yalan olmaktan
kurtulamaz.
Altıncı sıdk: En üstün derece budur. Zühd, muhabbet,
tevekkül, havf ve recâ, rızâ ve şevk gibi hâller her mü’minde biraz bulunur,
fakat zayıf olur. Bunlarda kuvvetli olan sâdık olur. Nitekim Hucurât sûresi 15. âyet-i
kerîmesinde meâlen; “Hakikatte mü’minler, Allah'a ve Peygamberine îmân edip
şüphe etmeyenler, can ve malları ile Allah yolunda cihâd edenlerdir. İşte böyle
kimseler, îmânlarında sâdık olanlardır.” buyruldu. Demek ki îmânı
tamam olana sâdık
buyruldu. Bu şuna benzer; bir kimse bir şeyden korkarsa, bunun alâmeti;
titremesi, yüzünün sararması, yiyip içememesidir. Bir kimse Allahü teâlâdan böyle korkarsa günahtan el çekmesi
gerekir. Günahtan korkuyorum deyip el çekmeyene yalancı denir.
Bu altı işte sâdık olup en üstün derecede olana sıddîk
denir. Bunların bâzısında sadık olana sıddîk denmez. Derecesi sıdkına göre
olur.
İdrîs'in aleyhisselâm
vasıflarından birisi de sabırdır. Nitekim Enbiyâ sûresi 85. âyet-i kerîmesinde
meâlen şöyle buyurulmaktadır: “Ey Habîbim! İsmâil, İdrîs ve Zülkifl hakkında anlattığımızı
da hatırla! Onların her biri sabredenlerdendi.”
Bütün farzları edâ etmek ve bir günahı yapmamak sabr
olmadan ele geçmez. Bunun için Resûlullah’dan
(sallallahü aleyhi ve sellem) “Îmân nedir?”
diye sorduklarında; “Sabırdır” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Sabır, îmânın yarısıdır.” buyurdu.
Sabrın öneminin büyüklüğü ve fazîleti sebebiyledir ki, Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde yetmişten çok yerde
sabrı bildirdi. Daha iyi olan dereceleri, hattâ dinde imâm olmayı sabra havâle
etti. Bu husûsta Secde sûresi 24. âyet-i kerîmesinde meâlen “İsrâil
oğullarından da (dinlerinde) sabrettikleri için, emrimizle (insanları doğru
yola götürecek)
imâmlar kılmıştık. Onlar (Tevrât’daki) âyetlerimizi yakînen biliyorlardı.”
buyuruyor. Sayısız ve hesapsız sevapları sabra havâle ediyor ve Zümer sûresi
10. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Allah yolunda) sabredenlere, mükâfâtları hesapsız
verilecektir” buyuruyor. Kendisinin sabredenlerle olduğuna söz
veriyor ve Bakara sûresi 153. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak Allah'ın yardımı sabredenlerle
beraberdir.” buyuruyor. Salevâtı, rahmeti ve hidâyeti,
sabredenlerden başkasında toplamadı. Yine Bakara sûresi 157. âyet-i kerîmesinde
meâlen; “O teslîmiyet
gösterip, Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet (ve
Cennet) vardır.
Ve işte onlar hidâyete ermiş olanlardır.” buyuruyor. Sabrın
fazîletinin büyüklüğündendir ki, Allahü teâlâ
onu azîz ve kıymetli eyleyip, dostlarından az bir kısmı hâriç herkese vermedi.
Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Size verilen en az şey, yakîn ve sabırdır. Bu
ikisinin kendisine verildiği kimse, çok nâfile namaz kılmasa da, çok oruç
tutmasa da korkmasın. Ey Eshâbım, bugün nasıl iseniz, ona sabrediniz,
değişmeyiniz! Bu hâlinizi, birinizin, hepinizin amelini yapmasından daha çok
severim. Fakat dünyânın size yaklaşacağından korkuyorum. Benden sonra
birbirinize kırılırsanız, göklerdekiler de size kırılır. Sabreden tam sevap
alır. Sabredin! “Dünyâ bâki kalmaz. Bâki olan Allahü teâlâdır.
Sizin yanınızda olanlar yok olur. Allahü teâlânın indindekiler devamlıdır.
Sabredenlere, yaptıkları için en iyi karşılıklar veririz” (Nahl sûresi:
96) âyet-i
kerîmedir” buyurup bu âyet-i kerîmeyi sonuna kadar okudu. Yine
buyurdu: “Sabır,
Cennet hazînelerinden bir hazînedir.” Yine buyurdu: “Eğer sabır insan
olsaydı çok kerîm ve cömert olurdu.” Yine buyurdu: “Allahü teâlâ sabredenleri sever.”
Dâvûd aleyhisselâma
şöyle vahyedildi: “Ahlâkta bana uy! Benim ahlâkımdan biri, çok sabredici
olmamdır.” Îsâ aleyhisselâm buyurdu: “Sabretmeyince
istediğine kavuşamazsın.” Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ensârdan bir grup
gördü; “Mü’min
misiniz?” buyurdu. “Evet” dediler, “Îmânın alâmeti nedir?” buyurdu. “Nimete
şükrederiz, belâya sabrederiz. Allahü teâlânın
kazâsına râzı oluruz” dediler. “Kâbe'nin Rabbi olan Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, Müslümansınız” buyurdu. Hazret-i Ali buyurdu: “Sabrın îmândaki
yeri, başın bedendeki yeri gibidir. Başı olmayanın bedeni, sabrı olmayanın
îmânı olmaz.”
Sabır, insana mahsustur ve hayvanlarda
yoktur. Çünkü, çok noksandırlar. Çok kâmil ve şehvetten emîn olduklarından
meleklerin sabra ihtiyâcı yoktur. Bu durumda hayvan, şehvete ve isteklere
esirdir. Onun zâten şehvetten, istekten başka hâli yoktur. Melekler ise, Allahü teâlânın aşkına gömülmüşlerdir. Onlar için
bu aşka hiçbir engel yoktur. Sabır; belâ ve engel karşısında olur. Fakat insan
başlangıçta, hayvanlar sıfatında yaratılmış ve kendisine elbise, süs, oyun ve
çalgı şehvetleri (arzuları) verilmiştir. Sonra büluğ zamanında, işlerin sonunu
görmek için ona meleklerin nûrundan bir nûr ile iki melek verilmiştir. Melek
ona hidâyet eder ve doğru yolu gösterir. Sâhip olduğu bu nûr sebebiyle de
işlerin sonunu anlar ve niçin olduğunu bilir. İşte bu nûr ile kendini ve Rabbini
tanır. Başlangıçta tatlı görünseler de şehvetlerin sonunda helâk olacağını
anlar. Yine rahat ve iyiliğin çabuk geçeceğini ve geriye bitmeyen cefâ ve
sıkıntıların kalacağını bilir. Bu şekilde hakîkatleri görmek hayvanda yoktur.
Fakat bu durum da insana yetişmez. Ziyan ve zararda olduğunu bildiği hâlde bunu
giderecek kudreti yoksa, ne faydası olur? (Bu, tıpkı bir hastanın, hastalığın
kendine zararlı olduğunu bildiği hâlde, tedâvisini yapmamasına benzer.) Bunun
için Allahü teâlâ diğer meleği, kuvvet ve
kudret vermesi ve kendisi için zararlı bildiği şeyden sakındırması için ona
verdi. İçindeki arzu, şehvetini yaptırmak isteği uyandığında, gelecekteki bir
zararı önlemek için, şehvete muhâlefet eden ikinci bir arzu da meydana gelir.
Karşı koyan bu arzu melektendir. Birincisi, yâni şehvetlerini yaptırmak arzusu
şeytanın askerindendir. Bu şehvete uymayan ona mâni olmaya çalışan arzu ve
kuvvete dînî
sebep denir. Şehvet kuvveti ve arzusuna da hevâ denir. O hâlde bu iki asker
arasında dâimâ kavga vardır. Biri yap, diğeri yapma der. İnsan ise bu iki arzu
ve kuvvet arasında kalmıştır. Eğer din sebebi, yâni din kuvveti hevânın,
yâni nefsin arzularına kavgada diretirse ve devamlılık gösterirse buna sabır
denir. Nefsi yener ve arzularını atarsa bu galibiyetine zafer denir. Hep onunla kavga
ederse, buna nefisle cihâd denir. O hâlde sabır, din kuvvet ve gayretinin,
nefis kuvveti karşısında direnmesi demektir. Bu iki muhalif askerin bulunmadığı
yerde sabır da bulunmaz. Maksadımız, karşılıklı iki şeyin kavga üzere olduğu
yerde sabrın bulunduğunu anlamaktır. Cenk (kavga) ise, iki düşman askerinin bulunduğu
yerde olur. Bu iki askerden biri, melekler grubundan, diğeri ise şeytan
tâifesindendir. İkisi de, insanın göğsünde bir arada bulunmaktadır. O hâlde din
yolunda ilk adım, bu cenk ile uğraşmaktır. Çünkü, göğüs sahrasını çocuklukta
şeytan askeri kuşatmış ve melek askeri ise bülûğ zamanında ortaya çıkmıştır. O
hâlde şehvet askerini kırmadıkça saâdete kavuşmak mümkün değildir. Bunun için
de cenkte sabır gösterip, devamlı bunda ısrâr etmek lâzımdır. Şehvetin önüne
ancak bu şekilde geçilebilir. Bu cenkten kaçan kimse şeytanın emri altına
girmiş demektir. Şehvetini yenen ve isteyerek dînimizin emirlerine uyduran bu
fethe kavuşmuş, göğüs kalesini elde etmiştir. Nitekim Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: “Allahü
teâlâ şeytanıma karşı bana yardım etti ve
şeytanım bana teslim oldu.” Ekseriyâ cihâdda olanlar, ya yener, yâhut
yenilirler. Bazen şehvet tarafı, bâzan din tarafı gâlib gelir. Bu kalenin fethi
için de sabırdan başka çâre yoktur.
Îmân yalnız değildir. Birçok dalları ve
kısımları vardır. Nitekim hadîs-i şerîfte;
“Îmân yetmiş bu
kadar bâbdır. En büyüğü “Lailahe illallah” kelimesidir. En küçüğü ise yoldaki
dikenleri kaldırmaktır.” buyruldu. Îmânın kısımları çok olmakla
birlikte aslı üç cinstir. Bunlar; mârifetler, hâller ve amellerdir. Dinde hiç bir mertebe bu üç şeyin
dışında kalmaz. Meselâ tevbenin aslı, pişmanlıktır. Bu kalbe âit bir hâl
olup aslı mârifettir.
Günahın öldürücü zehir olduğunu bilmektir. Netîcesi günahtan el çekmek ve
hayırlı amellerle meşgûl olmaktır. Böylece, bu hâl, bu marifet (böyle bilmek)
ve bu amelin üçü de îmândandır. Îmân ise üçünden ibârettir. Fakat mârifete,
bilmeye tahsis edebilir. Çünkü, onun aslıdır. Hâl ise mârifetten meydana gelir. Hâlden
de amel meydana gelir. O hâlde mârifet ağaç gibidir. Kalbin mârifet sebebi ile
değişmesi, ağacın dal vermesi, bu hâllerden meydana gelen ameller de, meyveleri
gibidir. O hâlde îmân iki şeydir. İnanma ve yapma. Yapma ise sabırsız olmaz. O
hâlde sabır, îmânın yarısıdır ve iki kısımdır. Biri şehvete (arzulara), diğeri
ise kızmaya sabırdır. Oruç ise arzular kısmından olan sabırdır. O hâlde oruç da
sabrın yarısıdır. Mü’minin ameli ise sıkıntılara sabır ve nîmete şükürdür. Bu
sebepten de sabır, îmânın yarısıdır. Hiç bir asıl sabırdan zor değildir. Bu
yüzden sabır, îmân kısmındandır. Nitekim Peygamberimize
(sallallahü aleyhi ve sellem) îmân nedir diye
sorduklarında; “Sabırdır”
buyurdu. Yâni en zorudur.
Kul, her anda nefsinin hoşuna giden veya gitmeyen bir
işten ayrı değildir. Her iki hâlde de sabra muhtâçtır. Fakat arzularına uygun
olanlar, mal, nîmet, sıhhat, evlenmek, istediği çocuk ve buna benzer şeylerdir.
Hiç bir hâlde sabır, bunlardakinden mühim değildir. Çünkü kendini tutamayıp bu
nîmetlere dalar ve kalbini bunlara bağlarsa ve bu hâlde olursa, onda nîmetlere
aşırı derecede dalmak ve haddi aşmak meydana gelir. Nitekim; “Herkes mihnete
katlanır amma, sıddîklar hariç, âfiyete sabredilmez” demişlerdir. Mal ve nîmet,
Eshâb-ı kirâm zamanında çok olunca; “Mihnet ve sıkıntı içerisinde bulunduğumuz
zamanlar sabretmek, bugün içerisinde bulunduğumuz nîmet ve zenginliklere
sabretmekten daha kolay idi” dediler. Bunun için Allahü
teâlâ, Enfâl sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biliniz ki,
mallarınız ve evlâdınız bir fitnedir.” buyurdu. Nîmete sabır, kalbi
ona bağlamamak, ona sevinmemek, âriyet olduğunu ve çabucak elinden alınacağını
bilmektir. Belki aslında bunu nîmet bilmemelidir. Çünkü kıyâmette derecesinin
noksan olmasına sebep olur. O hâlde, Allahü teâlâ
kendisine mal, sıhhat ve çeşitli nîmetler verdiği için şükür ile meşgûl
olmalıdır. Bunların birinde sabra ihtiyaç vardır.
İnsanın başına gelenlerden nefsin arzularına uygun
olmayanlar üç kısımdır: Biri, kendi isteğiyle olanlardır. Hayırlı amelleri
işlemek ve günahlardan kaçmak gibi. Biri, belâ ve musîbetler gibi kendi isteği
dışında olanlar, diğeri de aslı kendi isteğinde olmayan fakat def edilmesi ve
karşılık verilmesi, elinde olanlardır. İnsanın kendisine sıkıntı vermesi gibi.
İyi ameller işlemek gibi, kendi isteği ile olan
şeylerde, sabra ihtiyaç vardır. Çünkü, ibâdetlerin bir kısmı tembellikten
dolayı zor gelir; namaz gibi. Bâzısı da bâhillik yâni cimrilikten dolayı zor
gelir; zekât gibi. Bâzısı da her ikisi sebebiyle zor gelir ve sabırsız
yapılamaz; hac gibi. Her iyi amelin başında, ortasında ve sonunda sabra ihtiyaç
vardır. Başında olan, niyeti ihlâsla yapmak, riyâyı kalbden çıkarmak gibi.
Bunlar ise zordur. Tâat esnâsında sabretmek ise, yaptığı ibâdetin şart ve
edeblerini hiç bir şeyle karıştırmamaktır. Meselâ namazda ise, etrâfa bakmamalı,
hiç bir şey düşünmemelidir. İbâdetten sonraki sabır da; yaptığını açıklamaktan
ve söylemekten kaçınarak ucba (kibre) yer vermemeye sabretmektir.
Günahlara gelince, sabretmeden el çekmek imkansızdır.
Şehvet ne kadar kuvvetli ve günah işlemek ne kadar kolay olursa, o günahı
işlememeye sabretmek de, o kadar zor olur. Bunun için dil ile işlenen günahlara
sabretmek daha güçtür. Çünkü dilin hareketi kolaydır. Hele çok konuşursa âdet
hâline gelir ve huy edinmiş olur. Şeytanın askerinden biri de budur. Bundan
dolayı dil; gıybette, yalan söylemekte, kendini övmekte, diğerlerini
ayıplamakta ve buna benzer şeylerde dolaşır. Dil ucuna gelip kendisini
başkalarına beğendirecek bir kelimeye sabretmek büyük eziyet olur. Ekseriye,
kalabalıkta dilini korumak mümkün olmadığından, selâmeti, kurtuluşu uzlette
arar.
İnsanların eliyle veya diliyle eziyet etmeleri gibi,
kendi isteği ile olmayan, fakat karşılık vermesi isteği ile olan şeylerde,
karşılık vermemek için veya karşılık verirken haddi aşmamakta sabır etmeye tam ihtiyaç
vardır. Eshâb-ı kirâmdan aleyhimürrıdvân biri buyurur: “Biz insanların
sıkıntısına katlanmadığımız îmânı, îmân saymazdık.” Bunun için Allahü teâlâ Ahzâb sûresi 40. âyet-i kerîmesinde
meâlen; “Kafirlere
ve münâfıklara boyun eğme. (Şimdilik) eziyetlerine mukâbelede bulunma, sabret ve
Allah'a tevekkül et. Allah vekil olarak kâfidir.” buyurdu. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) efendimize; Müzzemmil sûresi 10, ve 11. âyet-i
kerîmesinde meâlen; “Ve inkârcıların sana iftirâ ve yalanlarına sabırlı ol ve
onları güzel bir şekilde terk edip ayrıl. (Ey Resûlüm, seni) inkâr eden o
refâh sâhiplerini bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. (Yakında
Bedir muhârebesinde ve kıyâmette onların cezâsını vereceğim.)” Yine
Hicr sûresi 97. ve 98. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Muhakkak biliyoruz ki, onların sözlerinden
kalbin sıkılıyor. O hâlde Rabbini hamd ile tesbîh et. (Sübhânallahi
ve bihamdihi de!) ve secde edenlerden ol (namaz kıl).” buyurdu. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: “Sizi mahrûm edene, siz ihsân edin. Bir kimse size kötülük
yaparsa, siz ona iyilik yapınız.” Böyle sabır sıddîkların
derecesidir.
Üçüncü kısım,
başlama ve bitmesinin senin isteğin ile ilgisi olmayan şeylerdir. Bunlar da
musîbetlerdir. Çocuğunun ölmesi, malının elden çıkması ve göz, kulak gibi
uzuvların görmemesi ve işitmemesi ve bütün semâvî belâlar böyledir. Bunlara
sabretmekten fazîletli sabır yoktur.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr
2) Tefsîr-i Mazharî
3) Tefsîr-i Kurtubî
4) Tefsîr-i Taberî
5) Rûh-ul-Beyân
6) Zâd-ül-mesîr
7) Feth-ul-Bârî şerh-ul-Buhârî; cild–1, sh. 390,
cild-6, sh. 265
8) Nesâî; cild-1, sh. 178-179
9) Tirmizî; cild-4, sh. 277
10) Müsned-i Ahmed ibni Hanbel; cild-3, sh. 260
11) Târih-üt-Taberî; cild–1, sh. 83
12) Hasâis-ül-Kübrâ; cild–1, sh. 180
13) Bedâyi-üz-zühûr; sh. 59
14) Ravdat-üs-safâ; sh. 118
15) Künh-ül-Ahbâr; cild–2, sh. 6
16) Tezkiret-ül-Hikem; sh. 4, 5
17) Lügat-i târihiyye ve coğrafiyye; cild-1, sh. 109
18) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-1, sh. 40
19) Delâil-ün-Nübüvve; sh. 96
20) Arâis-ül-mecâlis; sh. 49
21) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 78, 79, 334,
705, 1080, 1116
22) Rehber Ansiklopedisi; cild–8, sh. 75
23) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-9, sh. 182
24) Kısâs-ı Enbiyâ (Kisâî); cild-1, vr. 65
25) Mir’ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 66
26) El-Kâmil fit-târih; cild-1, sh. 62
27) El-Milel ven-nihâl; cild-2, sh. 45
28) Târih-ul-hükemâ (Kıftî); sh. 3
29) Mu’cizât-ül-enbiyâ; sh. 16