Peygamber
veya velî. Hekimlerin pîri. Kendisine Allahü teâlâ
tarafından hikmet verildi. Evlâdına hikmetli nasîhatlerde bulunduğu, Kur'ân-ı kerîmde ismini taşıyan Lokman sûresinde
bildirilmektedir. Soyu hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Dâvûd aleyhisselâm zamanında Arabistan'ın Umman tarafında
yaşadı. Eyyûb aleyhisselâmla teyze çocukları
olduğu da bildirildi. Bin sene kadar uzun bir ömür sürdükten sonra, ibâdet
hâlinde iken, Kudüs'le Remle arasında vefât etti.
Lokman
Hakîm, Dâvûd aleyhisselâm ile görüşüp, ondan
ilim öğrendi. Dâvûd aleyhisselâmın
peygamberliğinden önce, Lokman Hakîm müftî idi. Dâvûd aleyhisselâm
peygamber olduktan sonra fetva vermeyi bıraktı. Sebebi sorulunca; “Bana ihtiyaç
kalmadı; feragat etmeyeyim mi?” buyurdu ve Dâvûd aleyhisselâma
ümmet oldu. Hazret-i Lokman, aynı zamanda hekimlerin pîridir. Onun hekim
olduğunda âlimlerin söz birliği oldu. Fransızların, Calinos'un bir adı da
Lokman Hakîm idi demeleri yanlıştır. Çünkü Lokman Hakîm, Dâvûd aleyhisselâm zamanında; Calinos ise, ondan bin yıl
kadar sonra yaşamıştır.
Katâde (radıyallahü anh) bildirdi ki: “Lokman Hakîm, cenâb-ı Hak tarafından peygamberlik ve hakîmlikten
birini seçmek için serbest bırakılınca, hikmeti seçti. Sebebi soruldukta;
“Peygamberlik büyük bir iştir, hakkını yerine getiremem diye korktum”
demiştir.”
Lokman
Hakîm, gün ortasında uyuduğu sırada kendisine bir nidâ geldi: “Yâ Lokman! Seni
yeryüzüne halîfe, peygamber kılmamızı, insanlar arasında hak ve adâletle
hükmetmeyi ister misin?” Lokman aleyhisselâm, o
sese cevap verdi ve dedi ki: “Eğer Rabbim beni serbest bırakırsa, âfiyet ve
sıhhat isterim. Belâ ve musîbetten de muhâfaza etmesini dilerim. Eğer sıkıntı
ve belâ da verirse, seve seve kabûl ederim. Çünkü, Allahü
teâlâ bana belâ ve musîbet verirse, yardım edeceğini ve beni
onlardan koruyacağını biliyorum. Bunun üzerine melekler, nereden geldiğini
bilmediği bir sesle; “Niçin yâ Lokman?” dediler. Hazret-i Lokman buyurdu ki:
“Hakîmlik, rütbelerin en sıkıntılısı ve en yükseklerindendir. Her tarafta
mazlum kimseler olsa, adil olursan bunlar rahat ederler ve kurtulurlar. Eğer
yoldan çıkarsan Cennet yolundan ayrılırsın. Bir kimsenin dünyâda fakir ve
şükredici olması; zengin olup, şükretmemesinden hayırlıdır. Kim âhıret üzerine
dünyâyı tercih ederse, dünyâ ona fitne olur ve âhıret üstünlüklerine
kavuşamaz.” Bu sözlerine melekler şaştılar. Hazret-i Lokman tekrar uyuyup
uyandığı zaman, kendisine hikmet verildiğini anladı. Hikmetli sözler konuşmaya
başladı.
Nâfî’nin,
Abdullah ibni Ömer'den (radıyallahü anhümâ)
bildirdiği Hadîs-i şerîfte; “Lokman, peygamber
olmayıp, ibâdet eden bir kuldu. Allahü teâlâ onu günâhlardan korudu. Çok
tefekkür ederdi, îmânı kuvvetli idi. Allahü teâlâyı sever, Allahü teâlâ da onu severdi. Allahü teâlâ ona hikmet ihsân eyledi”
buyruldu. Tefsîr âlimleri, hazret-i Lokman'ın nîmetlere kavuşmuş, hâkim bir zât
olduğunu bildirdiler.
Vehb (radıyallahü anh); “Lokman Hakîm, hikmetten onikibin
mevzuda sözler söyledi. İnsanlar bu hikmetli sözleri darb-ı mesel olarak
kullanıp, sözlerinin ve hükümlerinin arasına kattılar” buyurdu.
Lokman
Hakîm tek başına oturur ve uzun uzun düşünürdü. Dostları yanına gelip; “Yalnız
niye oturuyorsun, toplum arasına karışıp onlarla kaynaşsan daha iyi olmaz mı?”
dediklerinde, Lokman Hakîm; “Yalnızlık, tefekkür için daha uygundur. Tefekkür,
insanı Cennet yoluna ulaştırır” buyururdu.
Lokman
Hakîm'in hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatler meşhûrdur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde Lokman sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle
bildirmektedir: “Muhakkak
biz, Lokman'a hikmet verdik ve sana verilen hikmet nîmetine şükret dedik. Kim,
(Allahü teâlânın verdiği nîmete) şükrederse,
şükrünün faydası kendinedir. Kim ki, küfran-ı nîmet (nankörlük) ederse, hiç şüphe
yok ki Allahü teâlâ ganîdir. O, her hamde lâyıktır.” Buradaki
hikmetten murâdın; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel ve reyde isabet demek
olduğu, tefsîr kitaplarında bildirilmektedir.
Mücâhid (radıyallahü anh); “Hikmet; akıl, fıkıh, sözde
isabettir” buyurdu. Katâde (radıyallahü anh);
“Hikmetten maksat, fıkıh ilmidir” buyurdu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) ve diğer müfessirler; “...Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır
verilmiştir...” (Bakara sûresi: 269) meâlindeki âyet-i kerîmedeki
hikmet kelimesini; Akıl, anlayış, idrâk ve fıkıh ilmi mânâsındadır diye tefsîr
etmişlerdir. “Kullarıma
hikmet ile ve güzel vâz ile beni tanıt...” (Nahl sûresi: 125)
meâlindeki âyet-i kerîmede buyrulan hikmetten murâd da; fıkıh ilminin ve dînin
güzelliklerinin beyânı mânâsındadır. Ahmed Sâvî, Celâleyn tefsîri üzerine
yazdığı dört ciltlik hâşiyesinde; “Hikmet; ilim ve ameldir. Bu ikisi
birleşmedikten sonra, bir kimseye hakîm denilmez. Emânete riâyet etmek, marifet
mânâlarına da gelir. Hikmet, insanın gözüyle gördüğü gibi, eşyayı idrâk
etmesini sağlayan ve kalbde bulunan bir nûrdur da denildi” buyurdu.
Sementarî'nin (rahmetullahi aleyh) Menâkıb-ı
İmâm-ı âzam kitabında; Lokman sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak biz,
Lokman'a hikmet verdik ve sana verilen hikmet nîmetine şükret dedik” buyruluyor.
Buradaki hikmeti izâh eden bâzı müfessirler, Kur'ân-ı
kerîmde geçen hikmetten maksadın, (fıkıh) olduğunu bildirdiler
denmektedir.
Âyet-i
kerîmede, Allahü teâlâ Lokman Hakîm'den,
verdiği nîmetlerden (hikmetten) dolayı şükür etmesini istemektedir. Zirâ
nîmetin hakkı şükürle ödenir. Şükür, nîmetin devamına ve ziyâdesine sebeptir.
Şükürden istifâde eden, yine şükreden kimsedir. Nankörlük edenin zararı yine
kendisinedir. Allahü teâlânın ise
kimsenin şükrüne ihtiyâcı yoktur. Kimse şükretmese, O'na bir zarar gelmez.
Kalbin şükrü, Allahü teâlâyı mârifet
(bilmek, tanımak); lisânın şükrü, hamd ü senâ; âzânın şükrü, ibâdettir.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin Mektûbât adlı eserinin üçüncü cildinin 17. mektubunda
buyruldu ki: “İyice düşünmeli ve anlamalıdır ki, herkese her nîmeti gönderen,
yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var
eden, ancak O'dur. Her varlığı, her an varlıkta durduran hep O'dur. Kullardaki
üstün ve iyi sıfatlar, O'nun lütfu ve ihsânıdır. Hayatımız, aklımız, bilgimiz,
gücümüz, görmemiz, işitmemiz ve söyleyebilmemiz hep O'ndandır. Saymakla
bitirilemeyen çeşitli nîmetleri, iyilikleri gönderen O'dur. İnsanları
güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri belâları
gideren O'dur. Rızıkları yaratan, ulaştıran yalnız O'dur. İhsânı o kadar boldur
ki, günâh işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günâhları örtmesi o kadar çoktur ki,
emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezil ve rüsvâ
etmiyor ve nâmus perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki,
cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Nimetlerini,
ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor.
Bütün nîmetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve
kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennet’e girmek için teşvik
buyuruyor. Cennet’teki sonsuz nîmetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi
rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için sevgili Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) uymamızı emrediyor.
İşte, Allahü teâlânın nîmetleri güneş
gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine O'ndan gelmektedir.
Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik
yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesten
gelen nîmetleri gönderen hep O'dur. O'ndan başkasından iyilik, ihsân beklemek,
emânetçiden, emânet olarak bir şey ve fakirden sadaka istemeye benzer. Bu
sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil olanlar da, âlimler gibi bilir.
Kalın kafalılar da, zekî ve keskin görüşlü olanlar gibi anlar. Çünkü,
anlatılanlar, meydanda olan, düşünmeye bile lüzum olmayan bilgilerdir.
İnsanın,
bu nîmetleri gönderen Allahü teâlâya, gücü
yettiği kadar şükretmesi, kulluk vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir
borçtur. Fakat, Allahü teâlâya yapılması
gerekli bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar,
yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtâç, ayıplı, kusurludur. Allahü teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır.
Ayıplardan, kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların, Allahü teâlâya hiç bir bakımdan benzerlikleri,
yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allah'ın şânına
yakışacak bir şükür yapabilir mi? Çünkü, çok şey vardır ki, insanlar onları
güzel ve kıymetli sanır. Fakat, Allahü teâlâ,
bunları kötülük bilir ve beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız şeyler,
beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu
akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya
karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükretmeye, saygı göstermeye
yarayan vazifeler, Allahü teâlâ
tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir. İşte,
insanların Allahü teâlâya karşı, kalb,
dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk
vazifeleri, Allahü teâlâ tarafından
bildirilmiş ve O'nun sevgili Peygamberi (sallallahü
aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk
vazifelerine İslâmiyet denir. Allahü teâlâya
şükür, O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun
dışında kalan hiç bir şükrü ve ibâdeti, Allahü teâlâ
kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır
ki, İslâmiyet bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.”
Kur'ân-ı kerîmde
cenâb-ı Hak, Hazret-i Lokman'a hikmeti
ihsân ettiğini bildirdikten sonra, insanların inanıp uymaları için onun
nasîhatlerini bildirdi: “Lokman, oğluna nasîhat ederek dedi ki: “Ey oğulcuğum! Allahü teâlâya şirk koşma! Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür.”
(Lokman sûresi: 13)
Şirk; zulüm olup, bir haksızlıktır. Allahü teâlânın hakkını başkasına vermektir. Aynı
zamanda, kendisine şeref veren insanı, mahlûka ibâdet ettirerek derecesinden
düşürmektir. İslâm Ahlâkı kitabında bildirildi ki: Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist olmaktır.
İnanılması lâzım olan bir şeye inanmamak küfr olur. Meleklerin, insanların ve
cinnin îmân etmeleri, inanmaları emrolundu. Muhammed
aleyhisselâmın, Allahü
teâlâ katından getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalb ile inanıp,
dil ile de ikrâr etmeye, söylemeye, îmân denir. Söylemeye mâni bulunduğu zaman
söylememek affolur. Meselâ korkutulduğu, hasta, dilsiz olduğu, söyleyecek vakit
bulamadan öldüğü zaman, söylemek icâb etmez. Anlamadan, taklid ederek inanmak
da, îmân olur. Allahü teâlânın var
olduğunu anlamamak, düşünmemek günâh olur. Bildirilenlerden birine inanmamak,
hepsine inanmamak olur. Her birini bilmeden, hepsine inandım demek de îmân
olur. Îmân hâsıl olmak için, İslâmiyetin küfr alâmeti dediği şeylerden sakınmak
da lâzımdır. İslâmiyetin ahkâmından yâni emir ve yasaklarından birini hafif
görmek, Kur'ân-ı kerîm ile, melekle,
peygamberlerden biri ile (aleyhimüssalevatü
vetteslimat) alay etmek, küfr alâmetlerindendir. Bu hâl inkar olup, işittikten
sonra inanmamak, tasdik etmemek demektir. Şüphe etmek de, inkar olur.
Oğlu bir
gün Lokman Hakîm'e; “Ey babacığım! Ben kimsenin göremeyeceği tenhâ bir yerde
günâh işlesem, Allahü teâlâ bana ne
muâmelede bulunur?” dedi. Bunun üzerine Lokman Hakîm ona, kemâl-i şefkâtle
nasîhat etti. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde
meâlen şöyle bildirilmektedir: “Oğulcuğum! Hakîkat yaptığın (iyilik ve kötülük) bir hardal tanesi
kadar olsa dahî, bir kaya içinde, ya göklerde, yahut yerin (veya
kayanın) içinde
(gizlenmiş) olsa bile, Allah onu getirir (meydana çıkarır ve
hesâbını görür.) Çünkü Allah, latîftir (O'na bir şey gizli değildir), habîrdir
(Allahü teâlâ her şeyden haberdârdır.)”
(Lokman sûresi: 16)
Yâni
Lokman Hakîm oğluna dedi ki: “Ey oğlum! Yapılan iyi veya kötü iş, bir hardal
tanesi kadar olsa da, bir kaya içinde yahut göklerde veya yerin dibinde
gizlense, Allahü teâlâ o işi huzûruna
getirir ve onu senden suâl eder. Zirâ Allahü teâlâ,
gizli, âşikâr her şeye vâkıf, latîf ve habîrdir.” Her şeyi yaratan, terbiye
eden, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Allahü
teâlâdır. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız O'dur. O hatırlatmazsa,
kimse, iyilik ve kötülük yapmayı irâde, arzu edemez. Kulun irâdesinden sonra, O
da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiç bir kimse, hiç bir kimseye
zerre kadar iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği her şey, O'nun irâde ve
dilemesiyle meydana gelir. Yalnız O'nun dilediği olur.
Lokman
Hakîm, oğlunu şirkten sakındırıp, ona, Allahü teâlânın
kudretinin sonsuz olduğunu bildirdikten sonra, namazı ve herkese karşı iyiliği,
yâni emr-i
bil-maruf ve nehy-i anil münkeri emretti. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“Ey oğulcuğum! Namazını
dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten nehyet. Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) isabet eden
şeylere sabret. Çünkü bunlar, kat’î sûrette farz edilen işlerdendir” (Lokman
sûresi: 17)
Yâni
Lokman Hakîm oğluna dedi ki: “Ey oğlum! Namazı dosdoğru kıl. Şartlarına
rükûnlerine, edeblerine riâyet ederek kıl. Çünkü namaz, dînin direğidir ve Allahü teâlâya münâcâttır. Namaz insanı günâhtan
alıkoyup, kemâle (olgunluğa) kavuşturur.”
Bir
defâsında da şöyle nasîhat etti: “Dinin hayır ve iyilik olarak bildirdiği bütün
husûsları emret. El, dil ve kalb ile gücün yettiği kadar insanları kötülükten
sakındır. Onların da ahlâkının güzelleşmesine çalış ve sevâb kazan. İbâdetlerin
ve insanlara nasîhatin esnâsında, karşılaşacağın güçlük ve musîbetlere sabret.
İnsanlara iyilikleri emredip, nasîhatte bulunurken, kendini unutma. Yoksa mum
gibi olursun. Mum insanları aydınlatır. Fakat kendini yakıp eritir.”
Umeyr ibni
Habîb (radıyallahü anh) oğullarına vasiyetinde;
“Herhangi biriniz, emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker yapmak isterse; ondan
evvel ezaya, sıkıntı çekmeye hazırlansın. Allahü
teâlâdan sevâba kavuşacağını kesin olarak bilsin. Çünkü her kim, Allahü teâlâdan gelecek sevâbı, yakîn (kesin)
olarak bilirse, kendisine dokunan eziyeti duymaz” buyurdu.
İslâm
Ahlâkı kitabında bildirildi ki: “Günâh işleyene, tatlı sözle emr-i maruf yâni
nasîhat edilir. Dinlemezse, fitne çıkacak ise edilmez, susulur. İnciterek ve
söverek emr-i maruf yapmamalıdır. Karşılık verecek kimseye, emr-i maruf ve
nehy-i münker yapılmaz. Karşılığa sabr edebilirse yapması efdâl olur. Âmirler
el, âlimler dil, câhiller de kalb ile emr-i maruf yapar. İnsan evvela kendine
emr-i maruf yapmalıdır.”
Lokman,
oğluna; namaz ile emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkeri emrettikten sonra; “Ey
oğlum! Sen insanlardan yüz çevirme. Kibirlenerek onları hakîr ve küçük görme.
İnsanlara karşı öğünme. Seninle konuştukları zaman, onlardan yüz çevirme.
Sözlerini tevâzû ile dinle. Onlar konuşurken ilgilen ve başka şeylerle meşgûl
olma. Çünkü insanlara karşı hüsn-i muâmele gereklidir.
Ey oğlum!
Yeryüzünde kimseye karşı kibirlenerek yürüme. Allahü
teâlânın verdiği nîmetin, yalnız senin olduğunu zannederek insanları
hor görme” diye nasîhat etti. Bu husûs, Kur'ân-ı
kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:
“İnsanlara tekebbür edip (kibirlilerin yaptığı gibi) yüzünü onlardan
çevirme ve yeryüzünde çalımla, salınarak yürüme. Allahü teâlâ
mütekebbirâne (kibirlenerek) salınanları, kendini beğenip öğünenleri sevmez.
Yürüyüşünde mûtedil ol. (Ne çok hızlı ne de yavaş yürü!
Sükûnet ve vakârını muhâfaza et.) Sesini alçalt. (Bağırıp çağırarak konuşma.) Seslerin en
çirkini, hımârın, (merkeplerin) sesidir.” (Lokman sûresi: 18-19)
Âlimler
kibir hakkında buyurdular ki: “Kibir kötü huydur. Kendini başkasından üstün
görmektir. Hâlıkını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Kibrin aksine tevâzû denir. Tevâzu;
kendini başkaları ile bir görmek olup, insanı süsleyen ve kıymetlendiren bir
huydur. Hadîs-i şerîfte; “Tevâzu edene
müjdeler olsun” buyruldu. Allahü teâlâ
kibriya sâhibidir. Kibrin en kötüsü, Allahü teâlâya
karşı kibirli olmaktır.
Hadîs-i şerîflerde
buyruldu ki: “Allahü teâlâ buyuruyor ki; kibriya, üstünlük ve âzamet bana mahsustur.
Bu ikisinde bana ortak olan Cehennem’e atarım, hiç acımam. Kibri, hıyâneti ve
kul borcu olmayan, hesapsız Cennet’e, girecektir.”
“Kıyâmet günü, dünyâdaki
kibir sâhipleri, küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden
çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şeklinde olacaklardır. Herkes bunları
hakîr görecektir. Cehennem’in en derin ve azâbı en şiddetli olan bolis çukuruna
sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmaktan me’yûs oldukları için, bolis
denilmiştir. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine
Cehennem’dekilerin irinleri verilecektir.”
“Önceki ümmetlerde kibir
sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye
dokunarak, yer bunu yuttu”
ve “Merkebe
binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibirsizlik alâmetidir.”
İbn-i
Mes’ûd'un bildirdiği Hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem); “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse Cennet’e giremez.
Kalbinde zerre kadar îmânı olan kimse de ateşe girmez” buyurdu. Ebû
Seleme'nin Abdullah ibni Amr'dan bildirdiği Hadîs-i
şerîfte, Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) “Kimin kalbinde
zerre kadar kibir varsa, Allahü teâlâ onu yüzüstü Cehennem’e atar”
buyurdu. Iyâd bin Seleme'den, onun da babasından rivâyetinde buyruldu ki: “Kişi
kendini beğenmeğe o kadar devam eder ki, sonunda Allah katında kötülerden (zorbalardan)
yazılır. Onlara isabet eden azâb, onun da başına gelir.” Muhammed bin Hüseyin bin Ali (radıyallahü anhüm) buyurdu ki: “Kişinin kalbine
kibirden bir şey girmişse, onun kalbine giren kibir ölçüsünde aklı
eksilmiştir.” İbn-i Ebî Leyla'nın, İbn-i Büreyde'den rivâyetinde buyruldu ki;
“Kim böbürlenerek yürürse, Allahü teâlâ
ona rahmet nazarıyla bakmaz.”
Ebüssü’ûd
Efendi de (rahmetullahi aleyh); “Mütekebbir
kimselerin âdetleri, beğenmedikleri kimselerden yüzlerini çevirip, kibirle
yürümektir” buyurdu. İbn-i Ebî Hatim anlatır: “Lokman Hakîm'e mal verilmemişti.
Lâkin o; güçlü kuvvetli, susan, az konuşan, uzun uzun tefekkür eden, keskin
zekâlı, firâset sâhibi bir zât idi. Gündüzleri hiç bir şekilde uyumazdı. Onun
tükürdüğünü, burnunu temizlediğini, abesle (boş ve lüzumsuz şeylerle) meşgûl
olduğunu gören olmadı. Her şeye ibret nazarı ile bakardı. O'na verilenler bu
yüzden verilmiştir.”
Lokman
Hakîm'e; “Hikmete nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Benden gizlenen şeyi
araştırmadım. Vazifem olmayan şeyin üzerinde durmadım” buyurdu.
Lokman
Hakîm'in şöyle duâ ettiği nakledilir: “Allah'ım! Benim arkadaşlarımı
gâfillerden, seni unutmuş kimselerden yapma! Çünkü onlar, seni andığım zaman,
bana bu husûsta yardımcı olmazlar. Gaflette olduğum zaman, bana seni hatırlatmazlar.
Senin emir ve yasaklarına uymayı, iyi şeyleri emrettiğim zaman, bana itâat
etmezler. Sustuğum zaman beni üzerler.”
Lokman
Hakîm, günlerden bir gün eşkıya tarafından yolu kesilip, esir edildi. Kendisini
yabancı bir şehre götürüp, köle olarak bir zengine sattılar. Efendisi, ona
kerpiç yapma gibi ağır işler verdi. Lokman Hakîm, işin zorluğundan şikayet
etmeyip, herkesten daha iyi çalışıyordu. Zamânla efendisi, Lokman'ın; şefkâtli,
güç işlere dayanır ve iyilik sever birisi olduğunu anladı. Lokman Hakîm, değer
verip, sevdiği kimselerden biri oldu. Sonunda efendisi, hemşehrilerinden bir
topluluğun o şehre gelmesi ile, Lokman'ın kim olduğunu öğrendi. Daha önce
Lokman'ı tanımadan şöhretini duyan zengin efendi, hâdisenin böyle cereyan
etmesine üzüldü. Lokman Hakîm'den özür diledi. Kendisine, pek çok mal ve para
hediye ederek serbest bıraktı. Ona; “Neden kendini daha önce tanıtmadın” dedi.
Lokman Hakîm; “Bana zulmedenler, kötülük yaptıklarını biliyorlardı. Beni
tanımıyorlardı. Ama hür birini esir almak zulümdür. Bu Lokman olmazsa günâhsız
başka biri olur. Zalim kimse, hikmetin değerini bilmez. Fakat sen, gücümden
faydalanmak için beni satın aldın. Şehrinizde benim hakkımı iâde edecek bir
kanun mevcût değildi. Ben sonunda kıymetimin anlaşılacağını ve sabrın hikmetten
ileri geldiğini biliyordum. Her şeye rağmen çalışacaktım, burada çalıştım;
yaşayacaktım, burada yaşadım. Her şeye rağmen iyi olmalıydım. Burada iyiydim.
İşimin ağır olması, sağlığın değerini daha iyi anlamama ve kendi şehrimde olan
kölelere daha iyi davranmama sebep oldu. Yemeğimin iyi olmaması, düşkün ve
fakirlerin sıkıntılarını daha çok anlamama yaradı. Köleydim ama suçum yoktu.
Sıkıntıda idim, fakat ibret ve nasîhat alıyordum. Kimseye, inanmayacağı bir söz
söylemedim. Kimsenin benimle düşman olmaması için, kendimi övüp, büyük
göstermedim. Şehrinize geldim ve tanınmayan bir yabancıydım. Şu anda ise,
aranızdan beni hayırla anacak dostlarım var. Eşkıya benim varlığımdan
faydalandı. Sen de benim gücümden istifâde ettin. Lokman'ı iddia edildiği
şekilde değil, gördüğün şekilde tanıdın. Allahü
teâlâya şükürler olsun ki, netîce îtibâriyle, sen de benden memnun
oldun. Ben de hoşnut olarak memleketime dönüyorum. Eğer ilk gün kendimi
tanıtsaydım, ya inanmayıp bugün daha utanılacak bir duruma düşecektin; yahut da
inanıp, beni kölelikten âzâd edecektin. Bu iyilikler de meydana
gelmeyecekti...” dedi. Zengin kişi; “Ey güneş gibi parlak insan, sözlerin,
seçkinlerin ve peygamberlerin sözlerine benziyor” dedi.
Lokman
Hakîm'in mûteber kitaplarda bildirilen hikmetli sözleri, nasîhatleri, menkıbe
ve hâlleri, bilhassa kendi oğluna ettiği nasîhatlerden Kur'ân-ı kerîmde bildirilenleri, altın harflerle
yazılsa yerinde olup, pek çoktur. Bunlardan bâzıları, şunlardır: “Ey oğlum!
Takvâyı kendin için âhıret sermâyesi edin. Çünkü takvâ, mal ve mülk ile olmayan
bir ticârettir.
“Ey oğlum!
Cenâzede hazır bulun. Çünkü cenâze, sana âhıreti hatırlatır. Haram ve günâhlar
ise, senin dünyâya karşı meylini arttırır.”
“Ey oğlum!
Yalan söyleyen kimsenin nûru gider, kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi
çoğalır. Anlayışsız kimseye bir mes’eleyi anlatmaktan, bir kayayı yerinden
oynatmak daha kolaydır.”
“Ey oğlum!
Câhili bir yere elçi olarak gönderme. Eğer akıllı ve hikmet sâhibi birini
bulamazsan kendin git. Ey oğlum! Allahü teâlâyı
anan (hatırlayan) insanlar görürsen, onlarla otur. Âlim olsan da, ilminin
faydasını görürsün ve ilmin artar. İlmin yok ise sana öğretirler. Allahü teâlâ onlara olan rahmetinden seni de
faydalandırır.”
“Ey oğlum!
Allahü teâlânın zikredilmediği meclise
rastlarsan, orada oturma. Sen âlim olsan da, ilmin sana fayda vermez. Eğer
ilmin yok ise câhilliğin fazlalaşır. Onlarla bulunman sebebiyle, Allahü teâlânın gazâbı sana isabet eder.”
“Ey oğlum!
Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Takvâ gemin, îmân
yükün, tevekkül hâlin, sâlih amel azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiyle, boğulursan günâhın
sebebiyledir.”
“Ey oğlum!
Ben nice ağır yükler taşıdım. Kötü komşudan ağırını görmedim. Nice acılar
tattım, fakat fakirlik gibi acı tatmadım.”
“Ey oğlum!
Bilmediğin şeyi tam öğren. Bir kişiyle kardeşlik (dostluk) kurmak istediğin
zaman, önce onu gazâplandır. Eğer kızgınlığı ânında sana adâletle davranırsa,
yaklaş; yoksa ondan sakın!”
“Ey oğlum!
Borçlu olmaktan sakın. Çünkü gündüz zillet, gece gam ve keder içinde olursun.”
“Ey oğlum!
Allahü teâlâ günâhımdan dolayı beni
cezâlandırmaz diye ümîdli olmadığın gibi, rahmetinden de ümidini kesici olma.”
“Ey oğlum!
Âlimlere karşı öğünmek, akılsızlarla inâdlaşmak, meclislerde ve toplantılarda
gösteriş yapmak için ilim öğrenme. İhtiyacım yok diyerek ilmi de terk etme.”
“Ey oğlum!
Yalandan çok sakın. Çünkü dînini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır.
Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin.”
“Ey oğlum!
Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamâ etmekten
sakın. Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın
sana verdiği rızka kanaat et.”
“Ey oğlum!
Helâl lokma ye ve işlerinde âlimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara
sor.”
“Ey oğlum!
Bir hatâ işlediğinde hemen tevbe et ve sadaka ver.”
“Ey oğlum!
Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecbûriyetinde olduğun
gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan uykudan uyanma.
Uykudan uyandığın gibi, öldükten sonra da dirileceksin.”
“Ey oğlum!
Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr
eder. Kötü konuşan günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur.”
“Ey oğlum!
Kanâatkâr olursan, cihânda senden zengin kimse yoktur.”
“Ey oğlum!
Başkasına hased eden ızdıraptan kurtulamaz.”
“Ey oğlum!
Mala tok, hikmete aç olasın.”
“Ey oğlum!
Sözü tatlı söyle; katı, kaba, sert söyleme. Çok zaman sus. Tefekkür et. O zaman
dilin belâsından emîn olursun.”
Ey oğlum!
Sende olmayan fazîletler ile insanlar seni medh ederlerse, zinhâr mağrur olma
(gururlanıp kibirlenme). Kendinden aşağısını hor görme. Ahmaklara ve câhillere
sükut eyle.”
“Ey oğlum!
Her hâlinde, Hak teâlâ hazretlerine
sığın. Her şeyi Hak'tan bil.”
“Ey oğul!
Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Su-i zannı terk eyle. Zirâ su-i zan, seni
hiç kimse ile dost yapmaz.”
“Ey oğlum!
insanlara güler yüzlü ve doğru sözlü ol. Selâmı yaymayı âdet edin.”
“Ey oğlum!
İnsan cimri olunca, onun hakkında kötü sözler çok olur.”
“Ey oğul!
Az mal; güzel idâre ile çok olur. Çok mal; kötü idâre ile isrâf (yok) olur.”
“Ey oğul!
Sakın kıymetini bilmeyenlere gitme. Ana-baba hakkını gözet. Hakîri tahkir
eyleme (aşağı görme). Kibre kapılma. Allahü teâlâ
Râfî ve Hâfıd (yükselten ve alçaltan) dır. Zirâ O, hakîri azîz; fakiri zengin
yapar. Dilerse, azîzi zelîl; zengini fakir yapar.”
“Ey oğul!
Kötü huylu, her ne kadar güzel ve yakışıklı olsa da, onun sohbetinden kaç. Zirâ
onun cemâli (güzelliği), kötü huyunu örtmez.”
“Ey oğul!
Kılıcın parlaklığına bakma. Fiili (işi) kötüdür.”
“Oğlum!
Tevbeyi yarına bırakma. Çünkü ölüm, ansızın gelip yakalar.”
“Ey oğlum!
Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim, ilimden lezzetli bir şey
bulamadım.”
“Ey oğlum!
Yakîn ve sabrı san’at edin. Allahü teâlânın
haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zahid ve mücâhid olursun.”
“Ey oğlum!
Ticaret olarak, takvâya (Allahü teâlâdan
korkmaya) sarıl. Zirâ o, mal olmadan kâr getirir.”
“Ey oğlum!
Sıhhat gibi zenginlik, güzel ahlâk gibi nîmet yoktur.”
“Ey oğlum!
Bildiğin şeyle amel edinceye kadar, bilmediğin şeyi öğrenmeye çalışma.
Ana-babanın evlâdını terbiye için dövmesi, zirâata su vermek gibidir.
“Ey oğlum!
Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, sen ise
uyuyorsun.”
“Ey oğlum!
Seçilmiş kullara teslim ol, kötülerle dost olma.”
“Ey oğlum!
Dünyâ geçici ve kısadır, senin dünyâ hayatın ise azın azıdır. Bunun da azının
azı kalmış, çoğu geçmiştir."
“Ey oğlum!
Sükût etmekten pişman olmazsın. Söz gümüş ise sükut altındır.”
“Ey oğlum!
Amel ancak yakîn (Allahü teâlâya olan
ilim ve marifet) ile yapılır. Herkes yakîni nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı,
yakîn noksanlığından gelir.”
“Ey oğlum!
Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi; kulda, belâ ve musîbetlerle tecrübe
edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nisbetinde anlaşılır.”
“Ey oğlum!
Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın. Sabırsız olma. Yoksa arkadaş
bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi
huylu ol. Çünkü insanlara karşı iyi huylu olan ve onlara güler yüz göstereni
herkes sever.”
“Ey oğlum!
Dünyâdan yetecek kadar nasîbini al. Yoksa insanlara muhtâç olur ellerine
bakarsın.”
“Ey oğlum!
Kötü kadından sakın. Çünkü o, vaktinden önce seni kocaltır. Kötü kadınların
şerrinden kork. Çünkü onlar iyiliğe çağırmaz.”
“Ey oğlum!
Helâl kazanarak yoksulluktan korun. Yoksul düşen kimse üç musîbetle karşılaşır
1- Din zayıflığı; çünkü fakirlik, insanı kötülüğe sürükler. 2- Akıl zayıflığı;
çünkü ihtiyaç düşüncesi insanı şaşırtır. 3- Mürüvvet ve insanlığı kaybolur.
Bunlardan daha büyüğü de insanların maskarası olur.”
“Ey oğlum!
Şüphesiz hikmet, yoksulları, pâdişahların meclislerine oturtur.”
“Ey oğlum!
Mide dolunca; tefekkür uyur, hikmet lal (dilsiz) olur ve âzâ ibâdetten
tembelleşir.”
“Ey oğlum!
Bir kavmin toplandığı yere geldiğin zaman, önce onlara selâm ver, sonra bir
köşeye otur ve onları konuşur görmedikçe konuşma. Şâyet Allahü teâlânın zikrine dalarlarsa, sen de katıl.
Boş ve lüzumsuz konuşmalara dalacak olurlarsa, oradan uzaklaş.”
“Ey oğlum!
Diline sâhip olmayan, sonunda pişman olur. Çok münâkâşa ve münazara yapan,
kötülenir. Kötü işlerin yapıldığı yerlere girenler, oralarda işlenen kötü
işleri yapmakla suçlanır ve töhmet altında kalırlar. Kötü kimse ile arkadaş
olan, kötülükten kurtulamaz, emîn olamaz. İyi kimse ile arkadaş olan kimsede,
iyi şeylere kavuşur.”
“Yavrucuğum!
Âlimlerin meclislerinde devamlı bulun. Hukemânın sözlerini dinle. Zirâ Allahü teâlâ, yağmur suyu ile ölü toprağa hayat
verdiği gibi, hikmet nûruyla da ölü kalbi diriltir.”
“Yavrucuğum!
İlimden bilmediğini öğren. Bildiğini bilmeyenlere öğret. Allahü teâlâyı zikreden bir kavim gördüğünde,
onlarla beraber otur. Olur ki, Allahü teâlânın
rahmetine kavuşmuşlardır. Sen de onlar sebebiyle rahmete kavuşursun.”
“Ey oğlum!
Allahü teâlâdan öyle kork ki, bu korku
seninle ümidin arasına girsin, senin ümidini tamâmen kessin. Fakat Allahü teâlâdan öyle ümîd et ki, senin ile korkun
arasına girip, sendeki korkudan hiç bir şey bırakmasın.” Bunun üzerine oğlu;
“Ey Babacığım! Benim bir kalbim var. Kalbimi korku ile doldurursam, bu benim
ümidime mâni olur. Kalbimi ümîd ile doldurursam, bu ümidim, hiç bir korkuya
kalbimde yer vermez” dedi. Lokman Hakîm; “Ey oğul! Mü’minin öyle bir kalbi
vardır ki, sanki o iki kalb gibidir. Birisi ile Allahü
teâlânın rahmetini umar, diğeri ile Allahü
teâlânın azâbından korkar. (Yâni, mü’min ümîd ile korku arasında
olacaktır. Ne sâdece ümîd edip azâbdan emîn olacak; ne de korkuya düşüp Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesecek)”
buyurdu.
Bir gün
Dâvûd aleyhisselâm demir telden yelek örerken,
Lokman Hakîm varıp, bunu ne yapacaksınız diyecekti. Lâkin faydasız sözden
sakınmak için sustu. Dâvûd aleyhisselâm yeleği
bitirip giydi: “Ne güzel savaş elbisesi” dedi. Lokman Hakîm sabredip, cevâbı
aldığından pek sevinip; “Sükût, hikmettir; ama her kişinin kârı değildir” dedi.
Hazret-i Dâvûd durumu firasetle bilip; “Sana Hakîm demeleri, ona lâyık olduğun
içindir” buyurdu.
Bir gün
Dâvûd aleyhisselâm, Hazret-i Lokman'a; “Bir
koyun boğazlayıp, bütün vücûdunun en iyisi olan iki parça et getir” dedi. O da
gidip, dille yürek getirdi. Bir başka defâsında; “En aşağı kısımlarını getir”
dedi. Yine dille yürek getirdi. Sebebini sordukta; “Dille yürek (kalb) iyi
olursa, bütün iyilerin iyisi olur, kötü olunca, bütün kötülerin kötüsü olur”
deyip, insanın iyilik ve kötülüğünün dil ve kalbine bağlı olduğuna işâret etti.
“Oğlum!
Yalandan sakın, zirâ o serçe eti gibi tatlıdır. Ondan az kimseler
kurtulabilir.”
“Oğlum!
Sana bir takım hasletler tavsiye edeceğim. Bunları yerine getirirsen mensup
olduğun topluluğun efendisi olursun: Yakın-uzak kim olursa olsun, herkese tatlı
davran. İyiden de kötüden de cehaletini gizle. Dostlarını koru. Yakınlarını
ziyâret et, gammazlığa kıymet vermeyeceğine, arayı bozacak azgınların sözünü
dinlemeyeceğine dâir onları te’min et. Öyle arkadaş seç ki, ayrıldığınız zaman,
ne sen onları, ne de onlar seni dillerine dolasınlar.”
“Ey oğlum!
Üç şey, üç şey ile bilinir: Hilim gadab ânında, şecâat harb meydanında,
kardeşlik ise ihtiyaç ânında.”
“Ey oğlum!
Dostlarının bir şeyini reddetme. Fakat Allahü teâlânın
istediğinden başka türlü hareket edecek kadar da ileri gitme.”
“Ey oğlum!
Dünyâyı sat, âhıreti al. Böylece alış-verişinde, her iki yönden kâr edersin.
Sakın âhıretini satıp dünyâyı alma. Zirâ bu sûretle, her iki taraftan zararın
olur.”
“Oğlum!
Kalbin katı olduğu hâlde, insanların sana hürmet etmesi için, kendini Allahü teâlâdan korkar gibi göstermeğe çalışma.”
“Oğlum!
İlim meclisine sokul, fakat âlimlerle mücâdele edip onları üzme. Dünyâdan
yetecek kadarını al, fazlasını âhıretin için infak et. Sıkıntıya düşüp
başkasının sırtına yük olacak şekilde dünyâyı tamâmen arkaya atma. Oruç tut,
fakat orucun şehvetini kırsın. Şehvetini kıracak şekilde oruç tut. Âdi
kimselerin meclisine katılma, riyâkarların içine girme.”
“Ey oğlum!
Yolculuğa çıkınca; iğnen, ipliğin, tarağın, aynan, senin ve beraberindekilerin
ihtiyâcını görecek kadar ilacın yanında olsun. Günâhlar hariç, arkadaşlarına
muvafakat eyle!”
“Ey oğlum!
Orta hâlde ikrâm edici ol, saçıcı olma.”
“Ey oğlum!
Hasta olmadan önce tabib çağır. Tabibe, hasta olmadan önce hürmet göster.”
Lokman
Hakîm'e, oğlu; “Ey babacığım! Bir insan için en hayırlı haslet nedir?” dedi.
Lokman Hakîm; “Dindir” buyurdu. “Yâ iki haslet olsa?” dedi. “Din ve mal” diye
cevap verdi. “Üç haslet olsa?” dedi. “Din, mal ve hayâdır” buyurdu. “Dört
olsa?” dedi. “Din, mal, hayâ ve güzel ahlâk” dedi. “Yâ beş haslet olsa?”
deyince; “Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve sehâvet” (cömertlik) buyurdu. “Altı
olsa?” deyince; “Ey oğlum! Bir insanda bu beş haslet toplanırsa, o insan
müttekî, velî ve Allahü teâlânın kendine
yakın kıldığı kullarından olup, şeytandan uzaklaşır” buyurdu.
Lokman
Hakîm'in oğlu devamla; “Ey babacığım! En kötü haslet nedir?” dedi. Lokman
Hakîm; “En kötü haslet, küfürdür” buyurdu. Oğlu; “Yâ en kötü iki haslet nedir?”
deyince; “Küfür ve kibir” buyurdu. “Üç olursa?” deyince; “Küfür, kibir, şükür
azlığı yâni az şükretmek” buyurdu. “Dört olursa?” deyince; “Küfür, kibir, şükür
azlığı ve cimriliktir” buyurdu. “Beş olursa” deyince; “Küfür, kibir, şükür
azlığı, cimrilik ve kötü ahlâktır” buyurdu. “Ey babacığım altı olursa?”
deyince; “Ey oğulcuğum, bu beş kötü haslet bir kimsede toplanınca, o kimse
şakîdir. Allahü teâlâdan uzaktır”
buyurdu.
“Oğlum!
Hayreti mucib olmayan lüzumsuz şeylere gülme, lüzumsuz yerde gezme, üstüne
vazife olmayandan sorma. Başkasının servetini koruyacağım diye, kendi servetini
mahvetme. Senin malın, kendin için infak edip takdim ettiğindir. Başkasının
malı, veresiye terk ettiğindir.”
“Oğlum!
Merhamet eden merhamet bulur, sükut eden selâmete erer, hayır söyleyen kâr
eder, kötü konuşan günâhkâr olur, diline hâkim olmayan pişman olur.”
“Oğlum!
Sakın kesesi eskidir (fakirdir) diye kimseye hakâret etme. Çünkü her ikinizin
de Rabbi birdir.”
“Oğlum!
Sonunu gören, pişmanlıktan emîn olur.”
“Ey oğlum!
Küçük şeylere küçük diye bakma, Yarın büyük olur.”
“Ey oğlum!
Küçükken terbiye edersen, büyüyünce faydasını görürsün.”
Hafs ibni
Ömer'den rivâyet edildi ki: “Lokman Hakîm, yanına bir hardal torbası koydu ve
oğluna nasîhat etmeye başladı. Her bir nasîhatte bir hardal tanesi çıkarıyordu.
Nihâyet hardalları tükendi. Sonra da; “Ey oğlum! Sana o kadar nasîhat ettim ki,
şâyet bu nasîhatler bir dağa verilseydi dağ yarılır, parça parça olurdu”
buyurdu. Oğlu da bu nasîhatleri tuttu.”
Bir gün
Lokman Hakîm'e; “Halkın en zelîl ve rezili kimdir?” diye soruldukta; “Halk
arasında rezalet ve çirkin işlerden utanmayıp, en rezil hâller üzere
görünmekten sıkılmayandır” buyurdu.
Beyhekî,
Süleymân Temîmî'den şöyle rivâyet etti: Lokman Hakîm oğluna; “Ey oğlum!
Rabbigfirlî (Yâ Rabbî beni affet) duâsını çok oku. Zirâ öyle bir an vardır ki, Allahü teâlâ o anda duâ edenin dileğini geri
çevirmez” buyurdu.
Lokman
Hakîm'e; “Bize peygamberlerden öğrendiğiniz ilimleri özetleyerek, nefis
terbiyesine dâir, en derli toplu bir nasîhat verir misiniz?” dediler. Lokman
Hakîm; “Evet, peygamberlerin ilimlerinden kendim için özetleyip dünyâ ve âhıret
işlerini üzerine kurduğum kısa bir sözü size de söyleyeyim. Sekiz şeye dikkat
eden, öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel etmiş olur. Bunlar dört
zamanda dört şeyi korumak, iki şeyi hatırdan çıkarmamak, iki şeyi de tamâmen
unutmaktır. Korunacak şeyler; namazda gönül, halk arasında dil, yiyip-içme
ânında boğaz, bir kimsenin evine girilince de öteye beriye bakmamaktır. Hiç
hatırdan çıkmaması gereken şeyler; Allahü teâlânın
büyüklüğü ile ölüm hâlidir. Unutulması gereken şeyler de; bir kimseye yapılan
iyilik ve kendine yapılan kötülüklerdir” buyurdu.
“Yavrucuğum!
Kötü insanlardan Allahü teâlâya sığın,
böylece insanların en hayırlısı olursun.”
“Yavrucuğum!
Dünyâya gönül bağlama! Ona itimat etme! Zirâ sen bunun için yaratılmadın. Allahü teâlâ, dünyâ nîmetlerini, itâat edenlere
yâni mü’minlere sevâb, asîlere cezâ kılmadı.”
“Yavrucuğum!
Sakınılması lâzım olan bir husûstan çok sakın! O da şudur; insanlar seni
Allah'tan korkuyor gördükleri hâlde, kalbin facirdir yâni günâhla doludur.”
Bu husûsta
Resûlullah efendimiz Hadîs-i şerîfte buyurdular ki: “Batınını
(içini) ıslâh
eden kimsenin, dışını da Allahü teâlâ ıslâh eder.”
“Yavrucuğum!
Sana iki şey tavsiye ederim. Bunlara dikkat edersen dâimâ hayır üzere
bulunursun. Bunlar; geçineceğin para ve ödeyeceğin borcundur.”
Lokman
Hakîm oğluna; “İnsanlara muhtâç olduğunu gösterme. Çünkü senin böyle yapman
zenginliktir. Tamâdan sakın. Çünkü tamâ hazır bir fakirliktir. Namazını dünyâya
veda eden kimse gibi kıl. Özür dilemeyi gerektirecek şeylerden sakın” buyurdu.
“Ey oğlum!
Hak teâlâya tâbi ol! Nâsîhati önce
kendine yap! Başkasına tavsiye edeceğin şeylerle önce kendin amel et! Sözünü,
bilgine, hâline göre söyle!”
“Yavrucuğum!
Sana dost olanları, sıkıntılı zamanlarda dene! Oğlum! Gençlik zamanını ganîmet
bil! Bir işte akıllı ve ilim sâhibi kimselere danış!”
“Yavrucuğum!
Dostlarına da düşmanlarına da güler yüzlü ol! Dostlarına hürmet ve ikrâmda
bulun!”
“Oğlum!
Masraflarını gelirine göre ayarla! iktisat et! Aşırı gitme! Her işte itidâl
sâhibi ol, yâni orta yolu tercih et! Cömertliği âdet et!”
“Ey Oğlum!
Büyüklerle konuşurken sözü uzatma! Akrabâya karşı alâkanı kesme! Üzerinde
ittifâk olunmuş şeye muhâlefet etme! Hiç kimseye üstünlük taslama!”
“Oğlum!
Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma!
Başkasının yanında kendini veya âileni medhetme!”
“Oğlum!
Elinden geldiği kadar kavgadan, münâkâşadan sakın! Dünyâ işleri için kendini
fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et, ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin
önünden yürüme! Bir kimse konuşurken araya laf karıştırma!”
Abdullah bin
Vehb bildirdi ki: Birisi Lokman Hakîm'e; “İnsanların sana gelip, sözünü
dinlemelerine şaşıyorum” dedi. Lokman Hakîm, ona; “Ey kardeşim! Sana
söyleyeceğime kulak verirsen, sen de böyle olursun” dedi ve şöyle ilave etti:
“Beni, gördüğün duruma getiren şeyler; gözümü haramdan korumam, dilimi tutmam,
yemede iffetli ve ölçülü olmam, nâmusumu korumam, doğruyu söylemem, ahdime vefâ
etmem, misâfirime ikrâmda bulunmam, komşumu korumam ve beni ilgilendirmeyen
şeyleri terk etmemdir.”
Lokman
Hakîm'e; “Terbiyeyi kimden öğrendin?” dediler. O da; “Terbiyesizlerden. Onların
beğenilmeyen her şeyinden sakınmak sûretiyle” buyurdu. “Hikmeti kimden
öğrendin?” dediler. “Basacakları yeri görür gibi, bilmeden ayağını yere
koymayan âmâlardan” (körlerden) buyurdu.
Resûl-i ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem), Lokman Hakîm'den
haber vererek; “Lokman,
oğluna; Allahü teâlâ kendisine emânet edilen şeyi korur. Ben de seni, malını,
dînini ve amelinin sonunu, Allahü teâlâya emânet ediyorum” dedi”
buyurdu.
Lokman
Hakîm'in yüzük taşında; “Gördüğünü gizlemen, şüphe ettiğini açıklamandan daha
güzeldir” yazılı idi.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Mazharî; cilt 7, sh. 252
2)
Tefsîr-i Kebîr; cild-25, sh. 142
3)
Tefsîr-i Kurtubî; cild-14, sh. 57
4)
Dürr-ül-Mensur; cild-5, sh. 162
5)
Tefsîr-i Hazin; cild-5, sh. 214
6)
Şeyhzade Hâşiyesi
7)
Zâd-ül-mesîr; cild-6, sh. 318
8) Rûh-ul
Beyân; cild-7, sh. 66
9)
Garâib-ül-Kur'ân; cild-21, sh. 45
10) Şihâb
Hâşiyesi; cild-7, sh. 133
11)
Tefsîr-i Taberî; cild-21, sh. 64
12)
Ravdat-üt-Ebrâr; cild-1, sh. 74
13)
Mürûc-üz-Zeheb; cild-1, sh. 54
14)
Feth-ul-Bârî; cild-6, sh. 125
15)
Sahîh-i Buhârî
16)
Füsûs-ül-Hikem; sh. 206
17)
El-Meârif; sh. 25
18)
Muhâdarat-ül-ebrâr; cild-1, sh. 139
19)
Müzekkin-nüfûs; sh. 66
20)
Ravdat-üs-safâ; sh. 331-335
21)
Lügat-i Târih ve Coğrafya; cild-6, sh. 141
22)
Ahsen-ül Enba’i; sh. 39
23)
Mir’ât-ı Kâinat; sh. 198
24)
Râmûz-ül-Ehâdis; 332-2
25)
Bedâi-uz-zühûr: sh. 181
26) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1031
27)
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; cild-2, 66. mektup
28) Rehber
Ansiklopedisi cild.11, sh. 102
29) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 5, 9, 10, 14
30) İhyâu
ulûmiddîn; cild-1, 2, 3, 4