Yeryüzünde
yaratılan ilk insan ve ilk peygamber. Bütün insanların babasıdır. Çeşitli
memleketlerden getirilen toprakları, melekler su ile çamur yapıp, insan şekline
koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp salsâl oldu. Pişmiş gibi kurudu. Önce
Muhammed aleyhisselâmın
nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onunda Cumâ günü rûh verildi. Her şeyin
ismi ve faydası bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Bir
rivâyette boyu beşyüz zra' (ikiyüzelli metre) idi. Cennet’ten çıkınca altmış
zra' oldu. Allahü teâlânın emri ile,
bütün melekler, Âdem'e doğru secde etti. Meleklerin hocası olan iblis, emri
dinlemeyip secde etmedi. Kırk yaşında iken Firdevs adındaki Cennet’e götürüldü. Cennet’te yâhut
daha önce, Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden, hazret-i Havvâ
yaratıldı. Allahü teâlâ bunları nikâh
etti. Cennet’te, bin yıl kadar yaşayıp, yasak edilen ağaçtan unutarak, önce
Havvâ, sonra kendisi, buğday yedikleri için çıkarıldılar. Âdem aleyhisselâm, Hindistan'da, Seylan (Serendip)
adasına, Havvâ ise, Cidde'ye indirildi. İkiyüz sene ağlayıp yalvardıktan sonra,
tevbe ve duâları kabûl olup, hacca gelmesi emrolundu. Arafat ovasında, Havvâ
ile buluştu. Kâbe'yi yaptı. Her yıl hac yaptı. Arafat meydanında veya başka
meydanda, kıyâmete kadar gelecek çocukları, belinden zerreler hâlinde çıktı.
Bunlara Allahü teâlâ: “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Hepsi; (evet) dedi. Sonra, hepsi
gelip, Âdem aleyhisselâmın beline girdi. Yâhud,
belinden yalnız kendi çocukları çıktı. Her çocuğun belinden, bunun çocukları
çıktı. Böylece, herkes, kendi babasından zâhir oldu. Sonra Şam'a geldiler.
Burada yirmi defâ ikiz evlâdı, bir defâ da yalnız Şît aleyhisselâm
oldu. Neslinden kırkbin kişiyi gördü. Beşyüz yaşında iken bir rivâyete göre de,
binbeşyüz yaşında iken evlâdına peygamber oldu. Evlâdı çeşitli dil ile konuştu.
Cebrâil “aleyhisselâm”
Âdem aleyhisselâma oniki kere gelmiştir. Oruç,
günde bir vakit namaz ile gusül abdesti emredildi. Kitap gelip, fizik, kimyâ,
tıp, eczâcılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryanî, İbranî ve Arabî diller
ile kerpiç üstünde çok kitap yazıldı. Âdem aleyhisselâmın
hiç sakalı yok idi. İlk sakalı çıkan Şît aleyhisselâmdır.
Âdem aleyhisselâm çok güzel olup, siyah saçlı,
buğday renkli idi. Havvâ'da böyle idi. Bir rivâyete göre, bin yaşına bir
rivâyete göre de ikibin yaşına gelince, onbir gün hasta olup, Cumâ günü vefât
etti. Hazret-i Havvâ bir sene, bir rivâyete göre de kırk sene sonra Cidde'de
vefât etti. Kabirleri, Kudüs'te veya Minâ'da Mescid-i Hîf'de veya Arafat'tadır.
Hayatlarını bildiren rivâyetler de çok farklıdırlar.
Her şeyi
yoktan yaratan, yokluktan varlık âlemine getiren Allahü
teâlâdır. Allahü teâlânın ilk
yarattığı şey peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın
nûrudur. Herşey Muhammed aleyhisselâmın hürmetine yaratılmıştır. Allahü teâlâ bir hadis-i
kudsîde Muhammed aleyhisselâm için; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi
yaratmazdım” buyurdu. Eshâb-ı kirâmdan Câbir bin Abdullah, “Yâ
Resûlallah! Allahü teâlânın her şeyden
evvel, ilk yarattığı şey nedir?” diye sorunca, Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel
senin peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne levh
ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ (gökler) ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Allahü teâlâ sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın
nûrunu yarattıktan sonra bu nûrdan âlemleri ve içinde olanları sonra da Âdem aleyhisselâmı yarattı.
Allahü teâlâdan
başka her şeye mâ-sivâ
veya âlem
denir. Şimdi tabîat
denilmektedir. Âlemlerin hepsi yok idi. Hepsini Allahü
teâlâ yoktan yarattı. Âlemlerin hepsi mümkindir, yâni var da
olabilir, yok da olabilir. Âlemler hâdisdir, yâni yok iken var olabilir ve yok
iken var olmuştur. “Allahü
teâlâ var idi, hiç bir şey yok idi” hadîs-i şerîfi böyle olduğunu göstermektedir.
Mevcût, yâni var olan şey ikidir: Biri mümkin, yâni var da olabilir, yok da olabilir. İkincisi
vâcib,
yâni varlığı lâzım olan vücûddur ve hep vardır. Ezelî ve ebedîdir. Hiç yok
olmaz. Yalnız Allahü teâlâ vâcib-ül vücûddur.
Eğer, mevcûd, yalnız mümkin olsaydı ve vâcib-ül vücûd bulunmasaydı, hiç bir şey
var olamazdı. Çünkü, yok iken var olmak, bir değişiklik, bir olaydır. Fizik
bilgisine göre, her cisimde bir olay olması için, bu cisme dışardan bir
kuvvetin tesir etmesi, bu kuvvet kaynağının, bu cisimden önce mevcûd olması
lâzımdır. Bunun için, mümkin olan mevcûd, kendi kendine var olamaz ve varlıkta
duramaz. Ona bir kuvvet tesir etmeseydi, hep yoklukta kalıp, var olamazdı.
Kendini var edemiyen, başka mümkinleri elbette halk edemez, yaratamaz. Mümkini
yaratanın, vâcib-ül vücûd olması lâzımdır. Âlemin var olması, bunu yoktan var
eden bir yaratıcının var olduğunu gösteriyor. Görülüyor ki, hâdis olmayarak ve
mümkin olmayarak yâni hep var olarak, bütün mümkinlerin tek yaratıcısı, ancak
vâcib-ül vücûddur, yâni Allahü teâlâdır.
Âlemin
hâdis olduğunu, yoktan yaratıldığını gösteren bir delil de, âlemin her zaman
bozularak değişmesidir. Her şey değişmektedir. Kadîm olan şey ise, hiç
değişmez. Cenâb-ı Hakkın zâtı (yani
kendisi) ve sıfatları böyledir. Bunlar hiç değişmez. Halbuki âlemde, fizik
olaylarında, maddelerin hâl değiştirmesi oluyor. Kimyâ reaksiyonlarında,
maddelerin özü, yapısı değişiyor. Cisimlerin yok olarak başka cisimlere döndüğü
görülüyor. Bugün yeni bilinen atom değişmelerinde ve çekirdek reaksiyonlarında,
madde, element de yok oluyor. Enerjiye dönüyor. Âlemlerin böyle değişmeleri,
birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelemez. Bir başlangıcı olması, yoktan
var edilmiş olan ilk maddelerden, elementlerden başlaması lâzımdır. Her şeyi
yoktan yaratan Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ da bütün kemâl sıfatları vardır.
O'nun zâtında ve sıfatlarında ve işlerinde hiç bir kusur ve karışıklık ve
değişiklik yoktur.
Âdem aleyhisselâm, yaratılmadan önce bütün âlemler ve
âlemlerde bulunan şeyler, Âlem-i melekût denilen bütün rûhlar, Âlem-i mülk
denilen madde âleminde de Arşı âzam, kürsî, Cennet, Cehennem, yedi kat semâ ve
diğer varlıklar, melekler ve cinler yaratılmıştı. Allahü
teâlâ meleklere semâyı, cinlere de yeryüzünü mesken kıldı. Cinler
yeryüzünde uzun zaman yaşadılar (bir rivâyete göre altmışbin sene). Sonra
aralarında hased ve azgınlık baş gösterdi, bozgunculuk yaptılar, kan döktüler.
Bunun üzerine Allahü teâlâ dünyâ
semâsındaki meleklerden bir orduyu cinlerin üzerine gönderdi. Gönderdiği bu
meleklerin başına o zaman henüz isyân etmemiş, doğru yoldan sapmamış olan
iblisi (şeytanı) emir tâyin etti. Bu sırada iblisin ismi Azâzil idi. Hepsinden daha âlim
idi. Cinler üzerine gönderilen melekler ordusu, cinleri yeryüzünden
denizlerdeki adalara ve dağlara sürdüler. Bundan sonra bu melekler yeryüzüne
yerleştiler. İblis de bunlar arasında onlara emîr olarak bulundu. Allahü teâlâ iblise yeryüzünün ve göklerin
idâresini verdi. Cennet hazînelerine de bekçi kıldı. İblis bâzan yeryüzünde
bâzan semâda bâzan da Cennet’te ibâdet ederdi. Bu hâlinden dolayı kendini
beğenip kibirlendi ve kendi kendine Allah bana verdiği bu mülk gibi hiç kimseye
vermedi. Çünkü, ben diğerlerinden daha üstünüm diyerek isyânına sebep olan
kibre kapıldı.
Allahü teâlâ,
Âdem aleyhisselâmı yaratmayı dileyince,
meleklere yeryüzünde bir halîfe yaratacağını bildirdi. Melekler; (Yâ Rabbî!
Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin
yaratıyorsun?" dediklerinde, “Onlar fesâd çıkarmazlar” demedi. “Sizin bilmediklerinizi ben
bilirim, lâyık olmayanları lâyık yaparım! Uzak kalanları yaklaştırırım, zelîl
olanları azîz ederim. Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalblerine bakarım.
Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar, benim rahmetime sığınırlar. Sizin
günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, onların günahlarını affetmeği de severim.
Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Onları, ezelî olan lütfuma kavuşturur,
ebedî olan lütfum ile hepsini okşarım” buyurdu. Meleklerin niçin yaratacaksın
diye sormaları, yaratmasındaki hikmeti öğrenmek istediklerinden idi. Kur’an-ı kerîmde
meâlen şöyle bildirilmektedir: “(Ey Habîbim), o vakti hatırla ki, Rabbin meleklere; Ben
yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halîfe (bir insan) yaratacağım
demişti. Melekler de; Biz seni hamdinle tesbîh ve zikrinle takdis etmekte
olduğumuz hâlde, orada fesâd çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın
demişlerdi. Allah; Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim buyurdu.” (Bakara
sûresi: 30)
“(Melekler) de; (Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka
bizim hiç bir ilmimiz yok. Muhakkak sen her şeyi hakkıyla bilensin ve üstün
hikmet sâhibisin” dediler. (Bakara sûresi: 32) Melekler, aczlerini
böylece îtirâftan sonra, yedi yıl kürsî etrâfında tavâf edip, istiğfârda
bulundular.
İbn-i
Abbâs'dan ve İbn-i Mes’ûd'dan ve daha birçok sahâbîden şöyle rivâyet
edilmiştir: “Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratmayı dileyince, Cebrâil aleyhisselâmı
arza, yâni yeryüzüne gönderdi ve yeryüzünden toprak almasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm
arzdan toprak almaya gidince, arz; “Benden bir parça alıp noksanlaştırmandan Allahü teâlâya sığınırım” dedi. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm
yeryüzünden toprak almadan geri döndü ve, “Yâ Rabbî, dünyâ kendinden bir parça
toprak alınmasından sana sığındı. Ben de almadan geldiğimden dolayı sana
sığınırım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ
Mikâil aleyhisselâmı gönderdi. Arz, Mikâil aleyhisselâma da aynı şeyi söyledi. O da toprak
almadan dönüp, Allahü teâlâya Cebrâil'in aleyhisselâm
söylediği gibi söyledi. Bundan sonra Allahü teâlâ,
melek-ül mevt olan Azrâil aleyhisselâmı
yeryüzüne gönderip toprak almasını emretti. Azrâil aleyhisselâm
yeryüzüne gidip, toprak alacağı zaman yeryüzü ona da bir şey vermeyeceğini ve Allahü teâlâya sığındığını söyledi. Bunun üzerine
Azrâil aleyhisselâm yeryüzüne, “Ben de Rabbimin
emrini yerine getirmemekten Rabbime sığınırım” dedi. Sonra yeryüzünün değişik
yerlerinden, kırmızı, beyaz, siyah değişik renkte topraklar aldı. İnsanların
değişik renkten olması bundandır.” Ahmed bin Hanbel'in bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı, yeryüzünün her tarafından aldırdığı
topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte
olanlar olduğu gibi, bâzıları da bu renklerin arasındadır. Bâzısı yumuşak,
bâzısı sert, bâzısı hâlis ve temiz oldu.”
Âdem aleyhisselâma “Âdem” denilmesinin sebebi; edîmden,
yeryüzü toprağından yaratıldığı içindir. Edîm, Arapça'da yeryüzü toprağı demektir. Bu
ismin İbranîcedeki Adama kelimesine dayandığı da rivâyet edilmiştir.
Adama kelimesi de İbranîcede toprak mânâsınadır.
Âdem aleyhisselâmın yaratılacağı toprak, yeryüzünün
çeşitli yerlerinden alınıp, bir araya toplandıktan sonra, melekler su ile çamur
yapıp insan şekline koydular. Allahü teâlâ
bu toprağı çeşitli safhalardan ve tavırlardan geçirdi. Önce tîn
(çamur) hâline getirilip, bir müddet öylece kaldı ve balçık çamuru oldu. Bu
çamur şekil verilecek bir hâl alınca, insan sûretine sokuldu. Bir müddet de bu
hâl üzere bekletildi. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp, salsâl
oldu ve pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed
aleyhisselâmın nûru alnına kondu ve Muharrem
ayının onunda Cumâ günü rûh verildi.
Âdem aleyhisselâmın şekil verilmiş hâli Mekke ile Tâif
arasında kırk yıl yattığı sırada melekler ve iblis (şeytan) onu görmüşlerdi ve
ondan korkmuşlardı. Ondan en çok korkan da iblis (şeytan) idi. İblis, Âdem aleyhisselâmın henüz rûh verilmemiş salsâl hâlindeki
bedenine dokununca çınlayarak ses çıkardı. İblis, onun, bedenine girip çıkar ve
meleklere; “Korkmayınız bunun içi boştur. Eğer ben ona musallat olursam helâk
ederim” derdi.
Ahmed bin
Hanbel'in (rahmetullahi aleyh) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Allahü teâlâ Âdem’in bedenine şekil verip bıraktıktan sonra (henüz
rûh verilmeden)
İblis, etrâfında dolaşıp ona bakmağa başladı. Onun içini boş görünce; “Bu
kendine sâhip olamaz, benim için kolay ele geçirilebilir” dedi.”
Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verilmeden önce,
melekler, Âdem aleyhisselâmın bedenini görüp,
ondaki uygunluğa, ahenge ve ilâhî san’ata hayran kaldılar. Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi
acaba dediler.
İblis,
Âdem aleyhisselâmın rûh verilmemiş hâlindeki
bedenini görünce, meleklere; “Eğer o sizden üstün, fazîletli kılınırsa ve ona
hürmet etmeniz emredilirse ne yaparsınız?” dedi. Melekler; “Biz Rabbimizin
emrine uyarız” dediler. İblis ise kendi kendine; “Eğer ona hürmet etmem emrolunursa
isyân ederim” dedi.
Ebû Ya’la'nın
ve Buharî'nin, Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh)
rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte
şöyle buyruldu: “Şüphesiz
ki Allahü teâlâ Âdem'i topraktan yarattı. Âdem aleyhisselâmı yaratacağı
toprağı tin (çamur) hâline sokup, hame-i mesnûn (balçık çamuru) oluncaya kadar
bekletti. Sonra ona şekil verip, salsâlün kelfehhar (pişmiş kerpiç gibi) oluncaya kadar
bekletti. Şeytan, Âdem aleyhisselâmın bedeninin rûh verilmemiş bu hâlini görüp,
yanına vardıkça, “Şüphesiz sen büyük bir iş için yaratıldın” derdi. Sonra Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verdi. Rûh önce gözüne ve
genizlerine sirayet etti. Genzine sirayet edince aksırdı. Allahü teâlâ onu rahmetiyle karşılayıp; “Rabbin sana merhamet etsin”buyurdu...”
Kur’an-ı
Kerimde meâlen buyruldu ki: “And olsun ki, biz insanı hame-i mesnûn (balçık
çamuru) olan
salsâldan (suret verilmiş, pişmemiş kuru çamurdan) yarattık.”
(Hicr sûresi: 26)
“Muhakkak ki, Îsâ'nın
hâli de (yani
babasız dünyâya gelişi de) Allah indinde, Âdem'in hâli gibidir. Onu topraktan yarattı
sonra ona "Ol" dedi o da (can gelip) oluverdi.” (Âl-i İmrân sûresi: 59)
Müslim'in
bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle
buyrulmuştur: “Allahü teâlâ, yeri (arzı) Cumartesi günü yaratmış, yer üzerinde dağları
Pazar günü, ağaçları Pazartesi günü, sevilen şeyleri Salı günü, nûru Çarşamba
günü yarattı. Yerin üzerine hayvanları Perşembe günü yaymıştır. Âdem aleyhisselâmı
da Cumâ günü ikindiden sonra mahlûkâtın en sonunda ve Cumâ saatlerinin
nihâyetinde, ikindi ile akşam arasında yarattı.”
Yine
Müslim'in bildirdiği hadîs-i şerîfte;
“Üzerine güneş
doğan en hayırlı gün Cumâ günüdür. Âdem o gün yaratıldı, o gün Cennet’e konuldu
ve o gün Cennet’ten çıkarıldı. Kıyâmet de ancak Cumâ günü kopacaktır” buyruldu.
Allahü teâlâ,
toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, yâni
bitkilerde proteinlere (yumurta akı maddelerine) döndürmekte, bu nebâti
proteinleri de, hayvan vücûdunda, ete ve kemiğe ve aza yâni organ şekline
çevirmektedir. Bugün fen bunu anlayabildiği gibi, katalizör ismi verilen
maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan kimya reaksiyonları, bir
saniyede, pek çabuk yapılabilmektedir. Allahü teâlânın,
toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, bugünkü
bilgimize göre, bir anda çevireceği, fen yolu ile kolayca anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, toprak maddelerini bir anda organik
hâle çevirip, rûhu bir bedene bağlayarak Âdem aleyhisselâmı
yarattığı gibi, kıyâmette de, elemanları, bir anda bir araya toplayıp, insan
vücûdunu yapacak ve zâten mevcût olan önceki rûhları, bu vücutlara verecektir. İnsanın
ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Kıyâmette, her şeyle beraber, rûhlar
da yok edilip tekrar yaratılacaktır. Bugün, fizik, kimya, fizyoloji ve
astronomi gibi ilimlerde Allahü teâlânın
kudretini iyi anlayan, zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın
ve kıyâmette bütün insan ve hayvanların topraktan çıkarılacaklarını, bir fen
olayı olarak, kolayca anlayabilir.
Allahü teâlâ
Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verince, rûhun
cesede sirâyet ettiği yerler canlanıp, ete dönüştü. Önce başına sirâyet etti ve
Âdem aleyhisselâm aksırdı. Melekler, “Elhamdülillah de!”
dediler. Âdem aleyhisselâm da; “Elhamdülillah”
dedi. Yine rivâyete göre aksırınca, Allahü teâlâ
ona Elhamdülillah;
yâni âlemlerin Rabbi'ne hamdolsun demesini ilham etti ve aksırdıkça böyle dedi.
Rûh, Âdem aleyhisselâmın gözlerine sirâyet
edince, Cennet’in meyvelerini gördü. Midesine yürüyünce o meyvelerden yemeyi
arzu edip, rûh henüz ayaklarına gelmediği hâlde doğrulup kalkmak istedi. Bu
sebeple Allahü teâlâ, “İnsan aceleci
olarak yaratılmış” buyurdu. (Enbiyâ sûresi: 37)
Allahü teâlâ
Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh vermeden önce,
meleklere, ona rûh verdiğim zaman hepiniz ona karşı secde edin buyurdu. Bu
husûs Kur’an-ı kerîmde bildirilmiş olup meâlen şöyledir: “Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti: Ben
çamurdan bir insan (Âdem'i) yaratacağım. Onun yaratılışını tamamlayıp da tarafımdan ona
rûh verdiğim zaman, hemen ona (hürmet için) secdeye kapanın. Bunun üzerine melekler hep
birden secde ettiler.” (Sâd sûresi: 71,
72. 73)
“Gerçekten ilk defâ sizi (ruhlarınızı) yarattık, sonra size şekil verdik ve sonra da
meleklere Âdem'e secde edin dedik. İblis'ten başka bütün melekler hemen secde
ettiler. O (iblis) secde edicilerden olmadı.” (A’râf sûresi: 11)
“Onu hatırla ki,
meleklere, Âdem'e secde edin demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak
İblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara sûresi: 34)
“Bir vakit meleklere
Âdem'e hürmet için secde edin demiştik de hepsi secde ettiler. İblis müstesna,
o imtinâ etti.”
(Tâhâ sûresi: 116)
Âdem aleyhisselâma rûh verilip, canlanıp ayağa kalkınca, Allahü teâlânın emri üzerine melekler ona karşı
secde ettiler. Rivâyete göre bu secde eğilmek sûretiyle yapılmıştır. Meleklerin
Âdem aleyhisselâma karşı olan bu secdesi,
namazda Allahü teâlânın emriyle Kâbe'ye
yönelip secde etmek gibidir. Önce Cebrâil
aleyhisselâm, sonra Mikâil aleyhisselâm, sonra İsrâfil aleyhisselâm,
sonra Azrâil aleyhisselâm sonra da Mukarrebun
denilen melekler secde etmiştir. Ömer bin Abdülaziz’den rivâyet edildiğine
göre, en önce secde eden İsrâfil aleyhisselâm
olmuştur. Âdem aleyhisselâma karşı meleklerin
secde etmelerinin emredilmesi, alnında Muhammed
aleyhisselâmın nûru bulunduğu için idi.
İblis
(şeytan) kibirlenip, Âdem aleyhisselâma karşı
secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı. Ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm.”
diye iddiada bulundu. Bundan dolayı, huzûr-u ilâhîden kovuldu. İsmi de
kovulmuş, uzaklaştırılmış mânâsında şeytan kaldı.
Ka’b-ül-Ahbâr'dan
şöyle rivâyet edilmiştir: “İblis-i laîn, kırkbin sene Cennet’te bekçilik yaptı.
Seksenbin sene melekler arasında bulundu. Sonra yirmibin sene meleklere vâz
etti. Kerûbiyyun denilen meleklerin üstünlerine otuzbin sene vâz etti.
Rûhaniyyun denilen meleklerin de en üstünlerine binsene vâz etti. Arş-ı âlânın
etrâfında ondörtbin sene tavâf yaptı. İblisin o zaman, dünyâ semâsında ismi Âbid,
ikinci kat semâda Zâhid, üçüncü kat semâda Ârif, dördüncü kat semâda Velî,
beşinci kat semâda Takî (muttakî), altıncı kat semâda Hâzin, yedinci kat semâda ise Azâzil
idi. Fakat ismi Levh-i mahfûz'da İblis şeklinde yazılı olup, âkıbetinden yâni son
hâlinden gâfil idi. İblis, Arapça'da İblâs masdarından olup, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmek
mânâsınadır.
Kur’an-ı
kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Allah, İblis’e; “Ben sana secde ile emretmiş iken seni secde
etmekten alıkoyan neydi?” buyurdu. İblis şöyle dedi; “Ben Âdem'den hayırlıyım,
çünkü beni ateşten yarattın onu çamurdan yarattın.” (A’râf sûresi: 12)
“Yine hatırla ki, bir
vakit meleklere, Âdem için secde edin demiştik de onlar hemen secde etmişlerdi.
Fakat İblis secde etmemiş şöyle demişti: “Ben, çamur hâlinde yarattığın bir
kimseye secde eder miyim.”
(İsrâ sûresi: 61)
“Yine hatırla o vakit ki,
biz meleklere, Âdem için secde edin, demiştik de hemen secde ettiler; yalnız İblis
cinden idi de Rabbi'nin emrinden çıktı. Şimdi (ey insanoğulları), beni bırakıp da İblisi
ve onun zürriyetini kendinize dostlar edinir misiniz ki, onların hepsi size
düşmandır. Zâlimlerin, İblis ve zürriyetine itâati, Allahü teâlâya itâate bedel tutmaları ne kötü bir şeydir.”
(Kehf sûresi: 50)
“(Allah, İblis’e şöyle) buyurdu: “Ey
İblis! Bizzât kudretimle yarattığıma secde etmene, sana hangi şey engel oldu?
Kibirlenmek mi istedin yoksa yücelenenden mi oldun?” (Sâd sûresi: 75)
“(İblis şöyle) dedi, ben ondan daha hayırlıyım, beni bir
ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (Sâd sûresi: 76)
“(Allah) buyurdu ki, hemen oradan (Cennet’ten) çık! Çünkü sen (benim
rahmetimden)
koğulmuşsun ve muhakkak sûrette hesap gününe kadar lânetim senin üzerindedir.”
(Sâd sûresi: 78)
İblis
(şeytan) kendini üstün görüp, kibirlenerek Allahü
teâlânın emrine uymayınca, gadab-ı ilâhiyeye uğradı ve kovuldu.
Bunun üzerine helâk edileceğinden korkarak kıyâmete kadar ömür ve mühlet
istedi. Allahü teâlâ ona mühlet verdi.
Şeytan; “Öyle ise mâdem ki ben azgınlığa müptelâ oldum. Yemin olsun ki,
insanların doğru yolunda pusu kurup oturacağım, onların ön ve arkalarından, sağ
ve sollarından musallat olacağım. Sen onların çoğunu şükredici kimseler
bulamayacaksın. Yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim. Hâlis
kulların hariç onların hepsini saptıracağım.” dedi. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde
şöyle bildirilmektedir:
“Rabbinin meleklere şöyle
dediği vakti hatırla, ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir
insan yaratacağım.”
“Ben onun yaratılışını
tamamlayıp rûh verdiğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.”
“Bunun üzerine melekler
hep birden secde ettiler.”
“Ancak iblis, secde
edenlerle beraber olmaktan çekindi.”
“Allahü teâlâ buyurdu ki, ey İblis, sen neden secde edenlerle beraber olmadın?”
“İblis şöyle dedi; kuru
bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana, benim secde
etmem doğru olmaz.”
“Allahü teâlâ buyurdu ki, o hâlde Cennet’ten çık. Çünkü sen koğulmuşsun.”
“Şüphe yok ki, lânet
kıyâmet gününe kadar senin üzerinedir.”
“İblis; “Rabbim, öyle
ise, insanların kabirlerinden kaldırılacakları güne (kıyâmete) kadar bana mühlet ver” dedi.”
“Allahü teâlâ buyurdu ki, sen mühlet verilenlerdensin.”
“Allah katında bilinen
bir vaktin gününe kadar... (Birinci
sûra kadar)”
“İblis şöyle dedi; “Rabbim,
beni azdırmana yemin ederim ki, muhakkak sûrette ben, yeryüzünde kullara (sana isyânı ve dünyâyı) süsleyeceğim,
elbette onların hepsini azdıracağım.”
“Ancak içlerinden muhlas
olan mü’minler müstesnâ.”
“Allahü teâlâ şöyle buyurdu; “İşte (ihlaslı
mü’minleri azıtamayacağına dair) bu dediğin söz, bana âit gerçek bir yoldur.”
“Azgın olanlardan sana
uyan müstesnâ, kullarımın üzerine aslâ senin hiç bir hükmün yoktur.”
“Şüphesiz Cehennem de, o
azgınların hepsinin vâd olunan yeridir.” (Hicr sûresi: 28-43)
“(İblis şöyle dedi); öyle ise, izzet
ve kudretine yemin ederim ki, onların hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak
içlerinden muhlas olan kulların müstesnâ...” (Sâd sûresi: 82-83)
“Doğrusu benim o gerçek
kullarım var ya! Senin (ey
iblis) onlar
üzerine hiçbir tasallutun yoktur. Rabbin ise vekil olarak yeter.”
(İsrâ sûresi: 66)
“(Allahü
teâlâ, İblis’e şöyle) buyurdu; ben hakkı yerine getiririm ve hep doğruyu
söylerim. And olsun ki, Cehennem’i senden (türeyenler) ve âdemoğullarının
içinden sana uyanların hepsi ile dolduracağım.” (Sâd sûresi: 84-86)
Ebû
Nuâymın bildirdiği hadîs-i şerîfte de
şöyle buyruldu:
“İblis, Rabbine dedi ki,
izzetin ve Celâlin hakkı için, canları bedenlerinde bulundukça Âdemoğlunu
azdıracağım. Allahü teâlâ da buyurdu ki; “Onlar
benden mağfiret istedikleri müddetçe, ben de onları mağfiret edeceğim.”
Allahü teâlâ
Âdem aleyhisselâmı en güzel bir sûrette yaratıp
ona rûh verdikten sonra her şeyin ismini ve faydasını öğretti. Âdem aleyhisselâma öğretilen şeyler husûsunda çeşitli
rivâyetler yapılmıştır. İbn-i Abbâs'dan şöyle nakledilmiştir: “Allahü teâlâ yeryüzünde insanların bildiği bütün
eşyânın isimlerini Âdem aleyhisselâma
öğretmiştir. Meselâ, insan, hayvan, vadi, dağ, ova, tepe ve buna benzer
isimleri, hattâ karanlık ve uzunluğu da öğretti.” Mücâhid hazretlerinden ve
Sa'id bin Cübeyr'den de böyle rivâyet edilmiştir. Âdem aleyhisselâma
öğretilen bilgiler husûsunda bâzı âlimler de olmuş ve kıyâmete kadar
yaratılacak şeylerin ismi ve her şeyin sıfatı demişlerdir. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma
bütün eşyanın ismini, hakîkatini, husûsiyetlerini, yeryüzünde onlardan tam
istifâde etmesi için öğretti. Böylece meleklerden üstün oldu. Bu husûslar
Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirilmiştir: “Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyâyı
meleklere gösterip; “Eğer sâdıklarsanız bunların isimlerini bana haber verin”
buyurdu. Melekler; “Biz seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka, hiç
bir ilmimiz yok. Muhakkak sen her şeyi hakkıyla bilensin, üstün hikmet
sâhibisin” dediler. Allah, Âdem'e, “Ey Âdem! Eşyanın ismini meleklere haber ver”
buyurdu. Âdem aleyhisselâm da meleklere, o isimleri haber verince, Allahü teâlâ, “Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin gayblerini ben
bilirim. Açıkladığınızı da gizlediğinizi de elbet ben bilirim” buyurdu.”
(Bakara sûresi: 30, 32, 33)
Âdem
aleyhisselâm kırk yaşında iken Firdevs adındaki
Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, peygamberler sayısınca kürsîler konulmuş
gördü. Her birinde ayrı ayrı oturdu ve her kürsîde oturdukça, o peygamberin
nûru alnında parlıyordu. En son Muhammed
aleyhisselâmın kürsîsinde oturdu. Melekler
yetmişbin adet nûrdan meşaleyi başı üzerinde tuttular. O kadar aydınlık oldu ki
evvelki nûrların hiç birisi kalmadı. Her biri görünmez olup güneş çıkınca
yıldızların kaybolması gibi oldu. Bu hâl Âdem aleyhisselâmın
Muhammed aleyhisselâma
muhabbetini arttırdı.
Âdem
aleyhisselâm Cennet’e girince, Cennet
yemeklerine ve meyvelerine rağbet eyledi. Cennet bağlarını, bahçelerini ve
Cennet köşklerini dolaşmaya başladı. Canı her ne isterse hemen hazır olurdu.
Lâkin yaratılışı icâbı olarak, kendi cinsinden arkadaş bulup onunla yakınlık
kurmak istedi. Bu düşüncede iken uyuyuverdi. O esnâda Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın
sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ'yı yarattı. Âdem aleyhisselâm
uykudan uyanınca başucunda ayakta duran bir kadın gördü ve ona; “Sen kimsin?
Niçin yaratıldın?” dedi. O da, “Ben sana zevce olarak yaratıldım.” diye cevap
verdi.
Hazret-i
Havvâ vâlidemizin yaratılmasından Âdem aleyhisselâmın
hiç haberi olmadı. Hazret-i Havvâ, Âdem aleyhisselâm
sûretinde, onun boyunda, onun şeklinde ve renginde idi.
Buharî
ve Müslim'in, Ebû Hüreyre'den rivâyet ettikleri bir hadîs-i
şerîfte; “Kadınlar ile iyi geçinmenizi tavsiye ederim. Çünkü onlar (kadınlar), Âdem'in kaburga
kemiğinden yaratıldı” buyruldu.
Allahü teâlâ,
Hazret-i Havvâ'yı yarattıktan sonra Âdem aleyhisselâm
ile nikâh etti. Rivâyete göre melekler; “Ey Âdem (aleyhisselâm)
mihrini ver” dediler. “Mihri nedir?” deyince; “Onun mihri üç defâ veya yirmi
defâ Muhammed aleyhisselâma salât okumandır” dediler. Bu, mihir için verilen bir
mal değildi. Bundan maksat her şeyin yaratılmasına sebep olan Muhammed aleyhisselâmın
üstünlüğünü bildirmek için idi. Çünkü, her şey O'nun yüzü suyu hürmetine
yaratıldı.
Kur’an-ı
kerîmde şöyle buyruldu: “Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan (Hazret-i
Âdem'den)
yaratan, o şahıstan da zevcesini (Hazret-i Havvâ'yı) vücûda getiren,
ikisinden de birçok erkeklerle kadınlar halkeden Rabbinizden korkun ve günah işlemekten
sakının..” (Nisâ sûresi: 1)
Allahü teâlâ
Âdem aleyhisselâma Hazret-i Havvâ ile birlikte Cennet’te
yerleşmelerini ve Cennet’in meyvelerinden diledikleri kadar yemelerini
bildirdi. Fakat Cennet’te bir ağaç için, bu ağaca yaklaşmayın, bundan yemeyin
buyurdu. Onu yasakladı ve bundan yerseniz zahmete düşer, bedbaht olursunuz
buyurdu. Âdem aleyhisselâm, Hazret-i Havvâ ile Cennet’te
iken şeytan onlara düşmanlık besleyip, aldatmak ve öç almak için harekete
geçti. Bu husûslarda Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Ve biz demiştik ki, ey
Âdem sen zevcenle Cennet’te kal. Onun (Cennet’in) nîmetlerinden
ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa (nefslerine) zulmedenlerden
olursunuz.” (Bakara sûresi: 35)
“Ey Âdem! Sen zevcenle
birlikte Cennet’te kal, ikiniz de dilediğiniz nîmetlerden bol bol yiyiniz.
Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra zâlimlerden olursunuz.” (A’râf sûresi: 17)
“Bir vakit meleklere,
Âdem'e hürmet için secde edin demiştik de hepsi secde ettiler; İblis müstesna,
o imtina etmişti. Biz de Âdem'e şöyle demiştik: Muhakkak bu (İblis), sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet’ten
çıkarmasın, sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman (ancak) Cennet’tedir. Ve
sen orada susamazsın, güneşte yanmazsın.” (Tâhâ sûresi: 116-119)
Şeytan,
Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeyip kibirlenmesi
sebebiyle gadab-ı ilâhiyyeye uğradığı için, Âdem aleyhisselâma
ve Hazret-i Havvâ'ya düşmanlık besleyip, onları içinde bulundukları nîmetten
mahrûm etmek istiyordu. Bunun için hîle düşünüyor, onları yanıltma yolları
arıyordu. Onlara kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden yedirmeyi ve
böylece Cennet’ten çıkarılmalarını istiyordu. Bu iş için onları Cennet’in
dışından gözetleyerek fırsat kolluyordu. Bir defâsında Âdem aleyhisselâm ile Hazret-i Havvâ, Cennet’in kapısının
yakınında dolaşırken, şeytan onların dikkatini çekti. Sonra da onlarla
konuşmaya başladı. Bir rivâyete göre de önce, dikkatlerini çekmek için
karşılarında ağlayıp sızlayarak feryâdını duyurdu. Böylece Âdem aleyhisselâm ile Hazret-i Havvâ'nın dikkatini
çekmişti. Neden böyle feryâd ediyorsun dediklerinde, ben sizin öleceğinize ve
bu sebepten de içinde bulunduğunuz nîmetlerden ayrılacağınıza ağlamaktayım diye
cevap verdi. Sonra sözüne devam edip; “Size ebedîlik ağacına delâlet edeyim mi?
Eğer o ağaçtan yerseniz iki melek olursunuz ve Cennet’te devamlı kalırsınız,
sona ermeyen bir devlete kavuşursunuz” dedi. “Ayrıca ben muhakkak sizin
iyiliğinizi istiyorum” diyerek yemin etti. Şeytanın bu sözleri ve yemini
üzerine Hazret-i Havvâ ile Âdem aleyhisselâm
onun kendilerine düşman olduğunu unuttular. Önce Hazret-i Havvâ, sonrada onun
teşviki ile unutarak Âdem aleyhisselâm,
kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden tattılar. Bu ağacın hangi ağaç
olduğu husûsunda farklı rivâyetler yapılmıştır. İslâm âlimlerinden bir kısmı
buğday olduğunu söylemişlerdir.
Âdem
aleyhisselâmın bu yasak edilen ağaçtan yemesi
zelle idi. Kur’an-ı kerîmde bu husûsta şöyle buyruldu: “Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu
ağaçtan yeme diye) emrettik de unuttu. Biz onda bir sabır ve sebât bulmadık.”
Tâhâ sûresi: 115)
“Bunun üzerine ikisi de o
ağaçtan yediler. Hemen seveteynleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet
yaprağından örtüp yamamaya başladılar...” (Tâhâ sûresi: 121)
“Ağacın meyvesini
tattıkları zaman seveteynleri kendilerine açılıverdi. Onlar da hemen Cennet
yapraklarından üst üste koymakla örtünmeye başladılar. Rableri onlara şöyle
nidâ etti. Ben ikinize de bu ağacı yasak etmedim mi, şeytan size apaçık bir
düşmandır, demedim mi?”
(A’râf sûresi: 22)
Âdem
aleyhisselâm ve Hazret-i Havvâ ağacın
meyvesinden alıp henüz tattıkları anda avret mahalleri açılıverdi.
Utançlarından hemen Cennet’teki ağaçların yapraklarından alıp üst üste koyarak
örtündüler.
İbn-i
Abbâs ve Katâde hazretleri şöyle demişlerdir: “Allahü
teâlâ Âdem aleyhisselâma; “Sana Cennet’te
pek çok şeyi mubâh ettiğim hâlde niçin yasak ettiğim ağacın meyvesinden yedin?”
buyurunca, Âdem aleyhisselâm şeytanın yemin
ettiğini söyleyip, “Yâ Rabbî! Ben bir kimsenin senin adına yalan yere yemin
edeceğini zannetmiyordum!” dedi. Yine Sa’îd bin Cübeyr, İbn-i Abbâs'dan şöyle
nakletmiştir: Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma; “Seni yasak ettiğim ağacın meyvesinden
yemeye teşvik eden sebep nedir?” buyurunca; “Yâ Rabbî! Bu işe beni Havvâ teşvik
etti” dedi.”
Übey
bin Ka'b'den şöyle rivâyet edilmiştir: Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı uzun boylu, uzun dallı bir hurma gibi ve
başında çok saç bulunan bir kişi olarak yarattı. Cennet’te kendisine yasak
edilen ağaçtan tadınca üzerinden elbisesi düştü ve önce avret mahalli açıldı.
Avret mahallinin açıldığını görünce Cennet’te koşmaya başladı. Koşarken saçı
bir ağaca takıldı, çekmeye başladı. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona; “Ey Âdem! Benden mi kaçıyorsun!” “Hayır ya Rabbi, sâdece
utancımdan kaçıyorum” dedi.”
Âdem
aleyhisselâm ile Hazret-i Havvâ, Cennet’te iken
kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak yemelerinden dolayı
yeryüzüne indirildiler.
Âdem
aleyhisselâm Cennet’ten Cumâ günü ikindi ile
akşam arasında çıkarılarak Hindistan'da Seylan (Serendib) adasına, Hazret-i
Havvâ da Cidde'ye indirildi. Şeytan ise çok hakîr ve perişân bir hâlde Cennet’in
civarından taşlık bir yere indirildi. Bu husûsta Kur’an-ı kerîm'de meâlen şöyle
buyruldu:
“Nihâyet onları (Âdem ile Havvâ'yı) şeytan Cennet’ten
çıkarılmalarına ve içinde bulundukları nîmetten uzaklaştırılmalarına sebep
oldu. Biz de, “Birbirinize düşman olarak buradan (yere) inin, yeryüzünde
sizin bir vakte (ömrünüzün sonuna) kadar yerleşmek ve menfaatlenmek vardır”
demiştik.” (Bakara sûresi: 36)
“Biz onlara; “Hepiniz Cennet’ten
inin. Benden size bir hidâyet (peygamber
ve kitap)
gelince biliniz ki, benim bu hidâyetime tâbi ve bağlı olanlar için aslâ korku
yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar” dedik.” (Bakara sûresi: 38)
“Allah onlara buyurdu;
Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak ininiz. Yerde sizin için bir zamana (ecelinizin sonuna) kadar yerleşip
kalmak ve geçinmek var.” (A’râf sûresi: 24)
“Allah buyurdu ki, orada
yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan dirilip çıkarılacaksınız.” (A’râf sûresi: 25)
“Allah şöyle buyurdu:
Birbirinize (size
ve sizden sonra zürriyetiniz) düşman olmak üzere hepiniz oradan, (Cennet’ten) ininiz. Artık
benden size bir hidâyet (kitap) geldiği zaman, kim benim hidâyetime uyarsa işte o, (dünyâda) sapıklığa düşmez
ve âhırette cezâ görmez.” (Tâhâ sûresi: 123)
Vehb
bin Münebbih'ten şöyle nakledilmiştir: “Âdem aleyhisselâm
Cennet’ten yeryüzüne indirilince bir hafta gözünün yaşı dinmedi. Yedinci gün
mahzûn, kederli ve başı eğik bir hâlde iken Allahü
teâlâ ona; “Sendeki bu çırpınma hâli nedir?” diye hitap etti. Bunun
üzerine Âdem aleyhisselâm; “Ey Rabbim! Düştüğüm
felâketin büyüklüğünü biliyorsun. Günahım beni kuşattı da Cennet’ten, sıkıntı
diyârı olan dünyâya indirildim. Bu durumda günahıma nasıl ağlamayayım?” dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Âdem! Ben seni kendim
için seçmedim mi ve seni Cennet’te yerleştirmedim mi? Seni ihsânlarıma gark
edip, kendi kudretimle yaratmadım mı? Sana rûh verip melekleri sana doğru secde
ettirmedim mi? Bütün bunların karşısında sana yasak edilen ağaçtan unutarak
tattın. Böylece yeryüzüne indirildin.
İzzet
ve celâlim hakkı için yeryüzü insanla dolu olsa, bana devamlı ibâdet ettikleri
hâlde sonunda isyân etseler hepsini Cehennem’in derekesine indiririm.” Bunun
üzerine Âdem aleyhisselâm üçyüz yıl ağladı.”
Taberânî'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte
şöyle buyruldu: “Âdem
aleyhisselâmın gözünün yaşları zürriyetinin göz yaşlarıyla tartılsa, Âdem'in
gözyaşları bütün evlâdının gözyaşlarından ağır gelirdi.”
Ahmed
bin Hanbel'in bildirdiği hadîs-i şerîfte
de buyruldu ki: “Dâvûd'un
ve bütün yeryüzü halkının ağlaması, Âdem'in ağlamasına denk değildir.”
Yûnus
bin Habbâb ve Alkame hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir: “Dâvûd aleyhisselâmın gözyaşı bütün yeryüzü ahâlisinin
gözyaşından fazladır. Âdem aleyhisselâmın
gözyaşı da Dâvûd aleyhisselâmın gözyaşından
fazladır. Âdem aleyhisselâm üçyüz sene ağlayıp
gözyaşı döktü ve Allahü teâlâdan utandığı
için başını yerden kaldırmazdı.”
Âdem
aleyhisselâm ve Hazret-i Havvâ Cennet’ten
çıkarılıp yeryüzüne ayrı yerlere indirildikten sonra senelerce ayrı kaldılar.
Âdem aleyhisselâm Hindistan'da, Hazret-i Havvâ
vâlidemiz de Arabistan'da kaldı. Dünyânın dert ve sıkıntılarına katlandılar.
Mihnet içinde uzun yıllar ağlayıp gözyaşı dökerek tevbe ettiler.
Câbir
bin Abdullah'tan şöyle rivâyet edilmiştir: “Âdem aleyhisselâm
yeryüzüne indiği zaman şöyle dedi: “Ey Rabbim! Aramıza düşmanlık koyduğun şu
düşmanın şeytana karşı bana yardımcı olmazsan ben bunu yenemem.” Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Her doğan çocuğuna, onu
koruması için bir melek müvekkel kıldım.” buyurdu.
Hâkim,
“Müstedrek”inde Hazret-i Ömer'den şöyle rivâyet etmiştir. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem)buyurdu ki: “Âdem aleyhisselâm zellesi sebebiyle Cennet’ten çıkarılınca;
“Yâ Rabbî, Beni Muhammed'in hürmetine affet” dedi. Allahü teâlâ; “Yâ
Âdem! Sen Muhammed'i nasıl bildin. Daha ben O'nu yaratmadım?” buyurdu. Âdem aleyhisselâm
dedi ki: “Yâ Rabbî Beni yaratıp, bana rûh verdiğin zaman gözümü açıp baktığımda
arşın kenarında (La ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı gördüm. İsmini isminle yazdığından yarattıklarından
en çok sevdiğin O'dur.” Allahü teâlâ; “Doğru söyledin ey
Âdem. Mahlûkâtımdan en çok sevdiğim O'dur. O'nun hürmetine af dilediğin için
seni affettim" buyurdu.” Bir rivâyete göre de; “O senin
zürriyetinden gelecek olan bir peygamberdir. O'nu yaratmasaydım seni, evlâdını
yaratmazdım. O'nu şefâatçi gösterdiğin için seni affettim, bağışladım”
buyurdu ve tevbesini aşûre günü kabûl etti.
Ramuz-ül-ehadis'teki
bir hadîs-i şerîfte bildirildiğine
göre; “Âdem aleyhisselâm
Cennet’ten Hind diyârına indirilince, yalnızlık duyduğundan, Cebrâil aleyhisselâm ona ezân okuyup iki kere; “Allahü ekber” “Eşhedü
enlâ ilâhe illallah” ve iki kere de; “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” demiştir”
buyruldu.
Âdem
aleyhisselâmın tevbesinin kabûl edilmesi
husûsunda Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:
“Derken Âdem, Rabbi'nden
bir takım kelimeler aldı. O'na yalvarıp tevbe etti. O da tevbesini kabûl
buyurdu. Çünkü, Allahü teâlâ (kullarının) tevbelerini kabûl ve (onlara) merhamet
edendir." (Bakara sûresi: 37)
Bu
âyet-i kerîmenin tefsîrinde Sa'id bin Cübeyr, Mücâhid bin Cebr ve Hasen-i Basrî
şöyle buyurdular: “Âdem aleyhisselâma, “Ey Rabbimiz! Biz
nefsimize zulmettik” kelimeleri vahyolundu demişlerdir. Bâzı
müfessirler de Âdem aleyhisselâmın Rabbi'nden
aldığı kelimeler, duâ, istiğfâr ve tazarru, yalvarmadır demişlerdir. İbn-i
Abbâs ise şöyle buyurdu: “Âdem aleyhisselâm ve
Havvâ ikiyüz sene ağladılar. Yeryüzüne indirilince kırk gün hiç bir şey yiyip
içmediler.”
İbn-i
Ebî Hâtem'in, Übey bin Ka'b'den rivâyet ettiği bir hadîs-i
şerîfte buyruldu ki: “Âdem aleyhisselâm; “Ey Rabbim! Tevbe edip, sana rücu’ etsem,
beni tekrar Cennet’ine kor musun?” dedi. Allahü teâlâ; “Evet”
buyurdu.” Âdem aleyhisselâmın
Rabbi'nden aldığı kelimeler, ilham edilen tevbesi bu şekilde oldu diye de
rivâyet edilmiştir.
İbn-i
Ebî Nüceyh, Mücâhid bin Cebr'den naklen şöyle demiştir: Âdem aleyhisselâmın Rabbi'nden aldığı, yâni tevbe ederken
söylemesi ilham edilen kelimeler (sözler) şöyle idi: “Allahümme lâ ilâhe illâ
ente sübhaneke ve bi hamdike Rabbi innî zalemtü nefsî, fagfirlî inneke
hayrurrahîmin. Allahümme lâ ilâhe illâ ente sübhaneke ve bi hamdike, Rabbi innî
zalemtü nefsî, fetüb aleyye inneke ente't-tevvabür-rahîm.”
Hazret-i
Hasen şöyle buyurdu: “Tevbeleri ziyâdesiyle kabûl eden Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın
tevbesini kabûl ettiğinde, melekler Âdem aleyhisselâmı
müjdelediler. O anda Cebrâil, Mikâil
ve İsrâfil aleyhimüsselâm yer yüzüne inip; “Allahü
teâlâ tevbeni kabûl etti. Gözün aydın olsun” dediklerinde, Âdem aleyhisselâm; “Bu tevbeden sonra, bir şey istersem
hangi makâmı isteyeyim?” diye sorunca, Allahü teâlâ;
“Yâ Âdem, sen dünyâda meşakkat ve tevbeye zürriyetini vâris kıldın. Onlardan
biri bana duâ edip, tazarruda bulunduğu zaman senin tevbeni ve duânı kabûl
ettiğim gibi, onun da tevbesini ve duâsını kabûl ederim. Onlardan biri, benden
af ve mağfiret dileyip, bana sığınırsa tevbesini kabûl ederim. Çünkü ben tevbeleri
kabûl ediciyim. Ey Âdem, ben günahtan tevbe edenleri, Cennet’te haşrederim.
Onları mezârlarından neşeli ve güler yüzlü oldukları hâlde duâları kabûl
edilmiş olarak kaldırırız.” buyurdu.
Âdem
aleyhisselâm tevbe ederken, yanılmasını ve
böylece Cennet’te kendisine yasak edilen ağaçtan yemesini kendi nefsine
yükledi, yâni kendi irâdesi ile yanıldığını kabûl edip; “Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik”
dedi. Böylece af ve mağfiret diledi ve Allahü teâlâ
da tevbesini kabûl buyurup onu affetti. Şeytan ise kibir ve hasedinden dolayı
kendi irâdesi ile isyân etti ve; “Rabbimin emri gereğince fıska, isyâna düştüm”
dedi. Bu sebeple tevbesi kabûl olunmadı.
Âdem
aleyhisselâm bir defâsında şeytan ile
karşılaşıp; “Ey şeytan! Bana ve benim oğullarıma (zürriyetime) bir düşmanlığın
var mı?” dedi. Şeytan; “Senin ve oğullarınla düşmanlığım ebedî olarak vardır?”
dedi. Niçin deyince; “Sen bir hatâ işledin, bir günah da ben işledim. Sen de tevbe
ettin, ben de. Senin tevben kabûl olundu, benimki kabûl olunmadı” dedi. Âdem aleyhisselâm şeytana şöyle cevap verdi: “Ey mel’ûn!
Sen bir günah işledin ve onu kendinden bilmedin, ebedî olarak tard edildin. Ben
ise hatâmdan dolayı, tevbe edip, onu nefsime yükledim. Böylece tevbem kabûl
olundu.”
Âdem
aleyhisselâm Hindistan'da uzun yıllar kalıp
mağfiret olunması, bağışlanması için tevbe edince, Allahü
teâlâ ona; “Benim için yeryüzünde, arşın altındaki Beyt-i Ma’mûrun
hizasında bir beyt (Kâbe'yi) yap” diye emretti. Yapacağı yeri de göstermesi
için bir melek vazifelendirdi. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm
Hindistan'dan Arabistan'a gitti. Arabistan'a varınca, Arafat'ta Hazret-i Havvâ
vâlidemiz ile buluştu. Bu sırada Hazret-i Havvâ da Âdem aleyhisselâmı aramak için Cidde'den Arafat'a gelmişti. Arafat ovasında
Müzdelife'de buluştular. Uzun seneler ayrı kalıp, ayrılık ateşiyle yanmışlardı.
Hazret-i Havvâ onu tanıyamadı. Cebrâil
aleyhisselâm tanıştırdı. Nice seneler ayrı
kalmanın üzüntüsü gidip, sevinç ve ferahlığa kavuştular. Beraberce Minâ'ya
gittiler. Melekler, “Yâ Âdem! Allahü teâlâdan
dileğin nedir?” dediler. “Mağfiret ve rahmet isterim” dedi.
Sonra
meleklerin yardımı ile yeryüzünde ilk yapılan binâ olan Kâbe'yi inşâ ettiler. Allahü teâlânın izniyle Hazret-i Havvâ ile
birlikte Hindistan'a gittiler. Bundan sonra Âdem aleyhisselâm
yaya olarak Hindistan’dan Arabistan'a gidip kırk defâ hac yaptı. Hindistan'da
refâh içinde yaşayıp, Allahü teâlânın
emrine uyarak ömür sürdüler. Daha sonra da Şam'a yerleştiler.
Âdem
aleyhisselâmın kıyâmete kadar gelecek olan
çocukları, Arafat meydanında veya başka bir meydanda belinden zerreler hâlinde
çıktı. Allahü teâlâ; “Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?” buyurdu. Hepsi, “Evet” dedi. Sonra hepsi zerreler hâlinde Âdem aleyhisselâmın beline girdi. Buna ahd-ü mîsak
denir.
Hazret-i
Havvâ vâlidemiz Âdem aleyhisselâm ile
buluştuktan sonra biri kız biri erkek olmak üzere yirmi defâ ikiz, tek olarak
da Şît aleyhisselâmı dünyâya getirdi. Cebrâil aleyhisselâm,
Âdem aleyhisselâma rençberlik işlerini, ekip biçmeyi
öğretti. Rençberlik yaptı ve pek çok işle meşgûl oldu.
Taberânî'nin
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Allahü teâlâ Âdem'i Cennet’ten
indirdiğinde ona her şeyin san’atını öğretti ve Cennet meyvelerinden rızık
verdi. İşte bu meyveleriniz Cennet meyvelerindendir. Fakat sizin meyveleriniz
bozulur. Cennet meyveleri bozulmaz.” Râmuz-ül-ehadis’te bildirilen hadîs-i şerîfte de şöyle buyruldu: “Allahü teâlâ Âdem'e bin çeşit san’at öğretti ve ona şöyle buyurdu: “Evlâtların,
zürriyetin, eğer rızık husûsunda sabredemezlerse onlara bu san’atlardan biriyle
rızık talep etmelerini (kazanmalarını), din ile (dini vâsıta ederek) geçim talebine (sağlamaya) kalkışmamalarını
söyle. Zirâ din, sırf benim içindir. Din ile dünyâ talep edenlere (dini
dünyâya alet edenlere) yazıklar olsun.”
Âdem
aleyhisselâmın Kâbe'yi inşâ etmesini,
Ebu'l-Velîd Muhammed el-Ezrâkî, Ahbâr-ı
Mekke adlı meşhûr eserinde şöyle anlatmıştır: Kâbe'nin ilk defâ kimin
tarafından yapıldığı husûsunda çeşitli rivâyetler vardır. Bir rivâyete göre, Allahü teâlâ yeryüzünde bir beyt (Kâbe)
yapılmasını isteyince, meleklerden bir kısmını yeryüzüne gönderdi. “Yeryüzünde
benim için bir beyt binâ ediniz. Semâda Beyt-i Ma’mûr tavâf olundukça,
yapacağınız bu beyt de yeryüzünde bulunanlar tarafından ziyâret ve tavâf edilsin”
buyurdu. Bunun üzerine melekler yeryüzüne inip, Kâbe-i muazzamayı yaptılar.
Başka bir rivâyete göre, Âdem aleyhisselâm
yeryüzüne indirilmesi sebebiyle ziyâde üzülüyor ve günlerini ağlamakla geçiriyordu.
Onun üzüntüsüne melekler de ortak oluyorlardı. Bir defâsında Âdem aleyhisselâm secdede iken; “Yâ Rabbî! Bana ne oldu
ki, artık meleklerin seslerini, senin zâtını tesbîh ve takdis etmelerini
duyamıyorum. Onları bir daha göremiyorum” diye arzedince, cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Ey Âdem! Senden sâdır
olan zelle, meleklerin tesbîhini işitmene mânidir. Ancak benim yeryüzünde bir
beytim vardır. Sen onun temelini bulup üzerine bir beyt binâ et. Beni takdis ve
beytin etrâfını tavâf et. Ey Âdem! O beyti Mekke'de kıldım. Kim benim beytime
gelip, sâdece benim rızâmı isterse, bizzât beni ziyâret eden misâfirim gibidir.
Bunları şânıma lâyık bir şekilde ağırlarım ve bütün ihtiyaçlarını gideririm.
Ey
Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek peygamberler
ve ümmetler de zaman zaman onu tâmir edecekler ve en son peygambere kadar bu
böyle sürüp gidecektir. Son peygamber olan Muhammed
aleyhisselâmı Beytullah'ın tâmircilerinden,
koruyanlarından yapacağım, bütün hayatı boyunca da onun üzerinde emînim olacak.
Bana döndüğü zaman, beni, Cennet’te kendisi için en üstün mevkileri hazırlamış
olarak bulacak. Son peygamberden önce Beytullah'ın şerefini, ismini, zikrini,
medh-ü senâsını lâyıkıyla yapacak olan bir peygamber göndereceğim. Bu, O'nun
dedelerinden İbrâhim'dir. Kâbe'nin temellerini o yükseltecek, inşâ ve tâmirini
onun elinde tamamlayacağım. Ona, Harem'i ve Hil'i (Harem'in dışında kalan yerleri)
göstereceğim. Onu kendime itâatli, emirlerimi tutan ve benim yoluma dâvet eden
bir peygamber yapacağım gibi, insanlar arasından seçip, ona doğru yolu
göstereceğim. İmtihâna çekeceğim, sabredecek. Afiyet vereceğim, şükredecek.
Çocukları ve kendinden sonra gelecek olan nesli için duâda bulunacak, duâsını
kabûl edeceğim. Onu, onlar hakkında şefâatçi yapacağım. Benim için adayacak,
benim için yapacak, benim için vâdedecek ve vâdini yerine getirecek. Neslini
beytimin halkı yapmak sûretiyle, bozulup bid’atlere sapmalarına kadar Kâbe'nin
hizmetçileri, mütevellileri, perdedarları ve bekçileri yapacağım. Ben Allah'ım,
onlar saptıkları zaman dilediğimi, istediğim şekle çevirmeye gücüm yeter.
İbrâhim'i (aleyhisselâm) bu beytin halkının ve
bu din ehlinin rehberi yapacağım. Buralarda bulunan insanlar ve cinlerin hepsi
onun izinde gidecekler. Onun yoluna uyup, orada onun gibi kurban kesecekler.
Onlardan kim bunu yaparsa adağını îfâ etmiş, hac ibâdetini yerine getirmiş
olur. Yapmayanlar da haclarını zayi etmiş, nasiplerini kaybetmişlerdir. Bu
yerlerde, o zaman beni kim ararsa, ben, toz toprak içinde kalarak adaklarını
yerine getiren, hac ibâdetini tamamlayıp, yalvaranlarla beraberim. Ben,
insanların gizli ve açık her şeylerini bilirim.
Ey
Âdem! Ne bu insanlar ne de sana bahsettiğim bu durum, mülküme, âzametime,
saltanatıma ve benim katımda bulunanlardan hiç birine bir katkıda bulunmaz.
Eğer halkı (insanları) yaratmasaydım mülkümden, âzametimden ve hazînemden hiç
bir şey eksilmezdi.”
Âdem
aleyhisselâm, Allahü
teâlânın bu emri ile Serendip adasından Mekke'ye doğru yürümeye
başladı. Bir melek kendisine yol gösteriyordu. Mekke-i mükerremenin bulunduğu
yere gelince, Allahü teâlâ ona yardımcı
melekler gönderdi. Melekler, Beyt-i Ma’mûr'un tam hizâsına gelecek şekilde yedi
kat yere kadar varan bir temel kazdılar. Kazılan bu temele toprak seviyesine
kadar otuz kişinin ancak kaldırabileceği büyüklükte taşlar yerleştirdiler.
Sonra Allahü teâlâ melekler vâsıtasıyla
bu temelin üzerine bir beyt indirdi. Bu beyt, Cennet yâkutlarından bir yâkut
olup, parıl parıl parlıyordu. İndirilen bu beytin biri şark (doğu), diğeri garb
(batı) olmak üzere iki kapısı vardı. Beytullah'ın içinde ayrıca nûrdan
kandiller de yakılmıştı. Kandillerin çanakları Cennet’in külçe altınlarındandı
ve etrâfında yıldız gibi parlayan beyaz yâkutlar diziliydi. Hacer-ül-esved de
bunlardan biriydi. Hacer-ül-esved’in daha sonra günahkâr kimselerin el
sürmesiyle karardığı rivâyet edilmiştir. Böylece Beyt-ül Ma’mûrun tam altına
gelecek şekilde yeryüzünde de Beytullah, yâni Kâbe-i muazzama inşâ edilmiş
oldu.
Âdem
aleyhisselâm, Beytullah'ı (Kâbe'yi) inşâ ettikten
sonra Allahü teâlâya; “Ey Rabbim!
Şüphesiz ki, her çalışanın bir mükâfâtı vardır. Acabâ benim mükâfâtım nedir?”
diyerek suâl eyledi. Cenâb-ı Hak; “Ey
Âdem! Benden ne istersen iste” buyurunca, Âdem aleyhisselâm,
“Yâ Rabbî! Beni tekrar Cennet’e gönder.” diye yalvardı. Allahü teâlâ da; “Bu senin için hakîkat olacaktır”
buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Ey günahları
bağışlayan Rabbim! Kendi günahlarımı îtirâf ettiğim gibi zürriyetimden de günahlarını
ikrâr edip sana yalvararak bu beytin çevresinde tavâf yapanları affetmen için
yalvarırım” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Âdem!
Ben seni affettim. Senin zürriyetinden bu beyti ziyâret edip de günahlarından tevbe
edenleri de affettim.” buyurdu.
Âdem
aleyhisselâm ilk tavâfını yaptıktan sonra
melekler kendisine; “Ey Âdem! Haccın mübârek olsun. Biz senden ikibin sene
evvel bu beyti tavâf ettik” dediler. Âdem aleyhisselâm
onlara; “Siz Beytullah'ı tavâf esnâsında neler söylüyordunuz?” diye sordu.
Melekler; “Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber”
diyorduk cevâbını verdiler. Âdem aleyhisselâm
onlara; “Vela havle velâ kuvvete illâ billah” cümlesini de buna ilave ediniz”
buyurdu. Âdem aleyhisselâm tavâftan sonra kapı
önünde iki rekat namaz kıldı ve Mültezem'e gelip şu duâyı yaptı: “Ey Allah'ım!
Gizli ve açık her şeyimi biliyorsun, mâzeretimi kabûl et. Kalbimde olanı da
bilirsin, günahımı ört. İhtiyacımı biliyorsun, dilediğimi bana ihsân et. Yâ
Rabbî! Senden kalbime nüfûz edecek şüphesiz ve dosdoğru bir îmân ve benim
hakkımda senin hükmettiklerine râzı olma kudreti vermen için yalvarıyorum. Tâ
ki senin yazdıklarından başkasının bana isâbet etmeyeceğini bileyim.” Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Âdem! Benden bâzı
dileklerde bulundun. Ben bu dileklerini senin için kabûl ettim. Senin
zürriyetinden bu şekilde duâda bulunanların da duâlarını kabûl edip düşünce ve
sıkıntılarını yok edeceğim. Kederlerini dağıtıp mallarını koruyacağım...” Âdem aleyhisselâmın yaptığı bu duâyı okumak o zamandan bu
güne kadar devam etmiş, tavâfın bir sünneti hâline gelmiştir.
Bâzı
rivâyetlere göre Cennet’ten gelen bu Beytullah (Kâbe-i muazzama) Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra tekrar göklere
kaldırıldı. Âdem aleyhisselâmın evlâtları
önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir binâ yaptılar. Bu binâ, Nûh aleyhisselâm zamanındaki tûfana kadar zaman zaman
tâmir edildi ve tûfanda yıkıldı.
Bâzı
rivâyetlere göre de Cennet’ten gelen Beytullah, tûfanda iki atlas kumaş içine
alınarak gökyüzüne kaldırıldı. Kıyâmete kadar da bu iki atlasın arasında
kalacaktır. Allahü teâlâ tûfandan önce, Hacer-ül-esved’i
Ebû Kubeys dağına koydu.
Kâbe'nin
tûfandan sonra İbrâhim aleyhisselâma kadar yeri
belirsiz olup yalnız bulunduğu saha bilinmekteydi. Bu bölge kırmızı topraklı ve
sel sularının yükselemeyeceği kadar tümsek bir tepe durumunda idi. Yeri kesin
olarak bilinmemekle beraber insanlar, Kâbe'nin o bölgede olduğunu biliyorlardı.
Yeryüzünün çeşitli memleketlerinden zulme uğramış, kederli, sıkıntılı, dertli
ve Allahü teâlâya sığınmak isteyen
kimseler bu bölgeye gelip duâ ederler, maksatlarının hâsıl olduğunu görünce
geri dönerlerdi. İbrâhim aleyhisselâmın
Beytullah'ı yeniden yapmasına kadar bu bölgeye olan hürmet ve saygı devam
etti... (Bkz. İbrâhim aleyhisselâm)
Âdem aleyhisselâmdan ve bütün zürriyetinden ahd alınmasına denir. Lügatte, söz verme, sözleşme ve antlaşma demektir. Dindeki mânâsı ise, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, mükellef tutması, onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitap buyurması, onların da; “Evet, sen Rabbimizsin” diye cevap vermeleridir. Ancak kâfirler, dünyâya gelince verdikleri bu ahdi (sözleşmeyi) bozmaları sebebiyle îmânsız oldular. Müslümanlar ise, dünyâya gelince bu ahdlerine sadâkat gösterip, İslâm fıtratı (dîni, yaratılışı) üzere kaldılar. Ahd ve mîsak, halk arasında Kâlubelâ diye bilinir.
Ahd-ü mîsak husûsunda itikat edilmesi, inanılması gereken husûs şudur: Allahü teâlâ kullarından ahd almıştır. Onlar Allahü teâlânın rububiyetini (Rab olduğunu) tasdik ve îtirâf etmişlerdir. Bu ahdin yerini, zamanını ve nasıl olduğunu tam olarak bilmek îtikâdî bir mes’ele değildir.
Ancak Allahü teâlâ Âdem'i aleyhisselâmı yaratınca belini mesh buyurdu. Onun sulbünden kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini, Cennet’te veya Mekke-i mükerreme ile Tâif arasında veya başka bir yerde belinin sağ ve sol taraflarından çıkardı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara baktı ki, onların zerreler hâlinde olduğunu gördü. El-Vâkıa sûresinin 8 ve 9. âyet-i kerîmelerinin meâl-i şerîfi: “İşte bu sağdakiler, Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler, Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da ne bir fayda, ne bir zarar yoktur.”
Âdem (aleyhisselâm) Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Cehennem ameli nedir?” diye sordu. Allahü teâlâ da; “Bana şirk koşmak ve gönderdiğim peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitaplarımda (peygamberlere verilen kitaplar) olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmektir.” buyurdu.
Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhid kıl, umulur ki Cehennem ehlinin amelini işlemezler” dedi. Allahü teâlâ onlara hayat, akıl ve konuşma kâbiliyeti verdi. Kendilerini şâhid yapıp; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hepsi; “Rabbimizsin. Biz şehâdet eyledik” dediler. Allahü teâlâ melekleri ve Âdem'i de (aleyhisselâm) şâhid tuttu ki onlar, Allahü teâlânın rubûbiyetini ikrâr ettiler.
Ahdin alınmasından sonra tekrar zerreler hâlinde Âdem aleyhisselâmın beline iâde edildiler. Ahid sırasında geçici olarak verilen rûhlar tekrar onlardan alınıp arşın hazînelerine gönderildi. Âdem aleyhisselâmın bütün zürriyetinden ahd alındığı için, onların hepsi dünyâya gelmedikçe kıyâmet kopmaz. Onların hayatları yalnız rûhanî bir hayat idi. Cismanî bir hayat değildi.
Ahd ve mîsak, Kur’an-ı kerîm ve hadîs-i şerîf ile sabittir. Nitekim A’râf sûresi 172. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Hani, Rabbin âdemoğullarından, onların sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şâhid tutmuş; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (buyurmuştu). Onlar da; “Evet, (Rabbimizsin), şâhid olduk” demişlerdi. (İşte bu şâhid tutma) kıyâmet günü; “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindi. Yâhud; “Daha evvel atalarımız (Allah'a) şirk koşmuştu. Biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtıl yolda olanların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” dememeniz içindi...”
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Ahmed bin Hanbel; Ömer bin Hattâb'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ettiler: “Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerîme hakkında sorulduğunda şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ Âdem'i yaratınca, beline kudretiyle mesh buyurdu. Ondan zürriyetini çıkardı ve şöyle buyurdu: “Bunları Cennet için yarattım. Cennet ehlinin amelini yapacaklar.” Sonra Allahü teâlâ yine Âdem'in belini mesh buyurdu. Ondan zürriyetini çıkarıp ve, “Bunları Cehennem için yarattım. Onlar, Cehennem ehlinin amelini işleyecekler” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâmdan birisi; “Ey Allah'ın Resûlü! “Mâdem ki her şey ezelde takdir edilmiş” öyleyse niçin amel yapıyoruz?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bir kulu Cennet için yaratmışsa ona Cennet ehlinin amelini yaptırır. Hattâ, Cennet ehlinin amellerinden bir ameli yaparak vefât eder ve Allahü teâlâ onu Cennet’e koyar. Allahü teâlâ bir kimseyi Cehennem için yaratmışsa, ona Cehennem ehlinin işlerini yaptırır. Sonunda Cehennem ehlinin işlerinden birini yaparak vefât eder de Allahü teâlâ onu Cehennem’e koyar.” Buharî'nin ve Müslim'in bildirdiği diğer rivâyette ise; “İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur.” buyruldu. Yâni, ezelde saîd denilene, saîdlerin işleri yaptırılır. Bundan anlaşılıyor ki, ezelde saîd denilenlerin ibâdet yapmaları ve şakî denilenlerin isyân etmeleri, sağlam yaşamaları ezelde takdir edilmiş olanların gıda ve ilaç almalarına ve hastalanmaları, ölmeleri takdir edilmiş olanların da, gıda ve ilaç almamalarına benzemektedir. Açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdir edilmiş olana, gıda ve ilaç almak nasip olmaz. Zengin olması ezelde takdir edilmiş olana, kazanç yolları açılır.
Abdullah bin İmâm Ahmed, babasının Müsned’inde bu âyet-i kerîme ile alakalı olarak Ubey bin Ka'b'dan, (radıyallahü anh) şöyle nakletmiştir: Allahü teâlâ Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyetini topladı. Onlara sûret ve konuşma kâbiliyeti verdi. Onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye suâl etti. Onlar da; “Evet” diye cevap verdiler. Böylece Allahü teâlâ, onları kendilerine şâhid kıldı. Onlardan ahd-ü mîsak aldı. Sonra Allahü teâlâ, “Bunu bilmiyorduk dememeniz için yedi kat göğü, yeri ve babanız Âdem'i size şâhid tutuyorum” buyurdu. “Biliniz ki, benden başka ilâh ve Rab yoktur. Bana hiç bir şeyi ortak koşmayın. Şüphesiz, ben size ahdimi ve mîsakımı bildirecek, hatırlatacak peygamberler göndereceğim. Size kitaplarımı indireceğim.” buyurmuştu. O zaman Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyeti; “Biz şehâdet ederiz ki, sen bizim Rabbimizsin ilâhımızsın. Senden başka Rab, senden başka ilâh yoktur” dediler. Ve Allahü teâlâya itâat ettiklerini îtirâf ettiler. Âdem (aleyhisselâm), zürriyetinden ahd ve mîsak alındığı bu sırada peygamberleri de kandiller gibi parlak ve nûrlu bir hâlde gördü. Peygamberlerden de risâlet ve nübüvvet (peygamberlik) ahdi alındı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Ahzâb sûresi 7. âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “Hani biz peygamberlerden söz almıştık...”
Allahü teâlâ, kullarının ne düşündüklerini ve ne cevap vereceklerini bildiği hâlde; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye suâl buyurmasında hikmetler vardır. Çünkü, dünyâ hayatı bir imtihân hayatıdır. Burada insanların işleri, sözleri tespit edilecek, âhırette bunlara göre muâmele olunacaktır. İlâhî adâlet tecelli edecek ve hiç kimse; “Yâ Rabbî! Ben bilmiyordum. Bana bir şey söylenmedi, hiç bir şey için söz vermemiştim. Eğer ben imtihân yeri olan dünyâya gelseydim emirlerine muhâlefet etmezdim” gibi bir mâzerette bulunamayacak. Bu husûsta hiçbir hüccet ve delilleri olmayacaktır. Burada daha başka hikmetler de vardır.
İnsanlar bugün dünyâda, ezelde kendilerinden alınan bu ahdi hatırlamıyorlar. Fakat bu ahdin alındığını peygamberler (aleyhimüsselâm) ve ilâhî kitaplar, haber vermektedir. Bununla berâber bu ilk ahdi hatırlayanlar da olmuştur. Nitekim hazret-i Ali; “Ben Rabbime verdiğim sözü hatırlıyorum” buyurmuştur. Bu konuda, İslâm âlimlerinin birçok yazıları mevcûttur. Abdülvehhab-ı Şa’râni, “El-Kavâid-ül-keşfiyye fis-sıfât-il-ilâhiyye” adlı eserinde, ahd-ü mîsak konusunu uzun açıklamıştır.
Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Nitekim Rum sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “Öyleyse sen, yüzünü hanîf (muvahhid olarak) dîne, Allah'ın fıtratına çevir ki, Allah insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.” Her doğan bu ahd üzere dünyâya gelir demek; Allahü teâlânın insanı İslâm fıtratı üzere yaratmasıdır. Allahü teâlânın yarattığı fıtrat üzere doğması da denilmiştir. Allahü teâlâ insanları bu yaratılışla yaratmıştır. İnsanların hepsi Allahü teâlânın; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâline karşılık; “Evet sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdir. Bu sebeple insan o zaman yaratanını ikrâr ve îtirâf etmeğe, tanımaya söz vermiştir. Buradaki yaratılıştan murat, her ferde mahsus olan ayrı fıtratlar değil, bütün insanlarda müşterek olan umûmi fıtrattır. İnsanın insan olma bakımından asıl fıtratı (yaratılışı), yaratanına boyun eğmek, O'na kulluk etmektir. Nitekim Zâriyât sûresi 56. âyet-i kerîmede meâlen; “Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.” buyrulmaktadır. Bu sebeple dinsizlik fıtrata muhalif olduğu gibi, Allahü teâlâdan başkasına kulluk etmek de insanın fıtratına uygun düşmez.
Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte; “Fıtratullah, Allah'ın dînidir” buyrulmuştur. Buna göre, bütün insanlar, ezelde kabûl ettikleri tevhid îtikâdı üzere yaratılmışlardır. Bu sebeple, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), “Her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu yahudi, hıristiyan ve dinsiz yapar.” buyurmuştur. Bu da, bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bundan sonra anaları, babaları hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar demektir.
Hadîs-i şerîfte, müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin gençlikte olduğu da bildirilmiştir. Evlât, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiç bir şekle girmeyip temiz bir toprak gibidir. Böyle toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur’an-ı kerîm ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmağa alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdete anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmazsa, bedbaht olurlar, yapacakları her fenâlığın günahı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Allahü teâlâ, Tahrîm sûresi 6. âyetinde meâlen; “Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!” buyuruyor. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları, haramları öğretmek ve ibâdete alıştırmakla, dinsiz ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün dinsizliklerin ve fenâlıkların başı, fenâ arkadaştır. İnsan, bu fıtrata muhâlefet etmediği müddetçe, Allahü teâlânın Rabbi olduğunu îtirâftan ayrılmaz. İslâm fıtratı üzere olmak, ilâhî ahd-ü mîsakın bir alâmetidir. İnsanlar, bu fıtratı muhâfaza edip, ona muhâlefet etmekten sakınmak ile mükelleftir. İslâm fıtratına (yaratılışına) uygun olarak yaşayanlar, ezelde vermiş oldukları söze sadâkat göstermiş, bağlı kalmış olurlar. Bu fıtrata muhâlefet edenler ise verdikleri sözde durmamış ve îmânlarından dönmüş olurlar.
Âdem
aleyhisselâmın oğullarından ikisi. Peş peşe
birer kız kardeşle ikiz olarak doğmuşlardı. Beraber yaşayıp beraber büyüdüler.
Âdem aleyhisselâmın ilk çocuğu Kâbil ve
ikincisi onun ikiz kız kardeşi Aklimâ idi. Bunlardan sonra Hâbil ve ikizi olan
Lebudâ doğdu. Büyüdükleri zaman, Allahü teâlâ
Âdem'e (aleyhisselâm) Kâbil'i, Hâbil'in, Hâbil'i
de Kâbil'in kızkardeşi ile evlendirmesini emretti. Âdem (aleyhisselâm) zamanında, insanların çoğalması
lâzımdı. Bunun için, bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helâl idi,
câiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna lüzum kalmadı. Haram oldu. Kâbil'in
kızkardeşi, Hâbil'inkinden daha güzel idi. Bu sebeple Kâbil, Hâbil'in kendi kız
kardeşi ile evlendirilmesine râzı olmadı. Hattâ, ben, kardeşim ile evlenmeğe
daha layığım deyince, Âdem (aleyhisselâm) Kâbil'e,
“Kızkardeşin sana helâl değildir” dedi. Fakat, Kâbil babası Âdem'in (aleyhisselâm) sözünü kabûl etmedi ve düşüncesinde
ısrâr etti. Kâbil, Allahü teâlânın,
babasına böyle bir evlendirmeyi emrettiğine inanmadı. Âdem (aleyhisselâm) Allahü teâlânın
emrinin böyle olduğunu, buna uymak gerektiğini Kâbil'e îzâh etti. Fakat ne
kadar îzâh edip, iknâ etmeye çalıştıysa da Kâbil bir türlü iknâ olmadı. Bu
ihtilaf büyüdü ve önemli bir mes’ele oldu. Bu durum karşısında Âdem aleyhisselâm, Kâbil ile Hâbil arasındaki ihtilâfı hâlletmek
için; “Allahü teâlâ her şeyi bilendir. Bu
işi halletmek için birer kurban adayınız” dedi. Âdem aleyhisselâmın
bu sözü üzerine aralarındaki ihtilâfı halletmek için birer kurban getirdiler. Hâbil
çobanlık, Kâbil de rençberlik yapardı. Hâbil koyunları arasından en güzel bir
koç seçip getirdi. Kâbil ise buğdayları arasından en kötü kısımları toplayarak
bir bağ buğday getirdi. Bu husûsta da çok hasis davranmıştı. Hattâ buğday
demetini getirirken arasında çok güzel bir başak görmüş, onu bile alıp yediği
de rivâyet edilmiştir.
Hâbil
ve Kâbil, Âdem aleyhisselâmın tavsiyesi üzerine
kurbanlarını getirip, bir dağ üzerine koydular. Hâbil'in kurbanı üzerine gökten
beyaz bir ateş inip, yaktı. Böylece Hâbil'in kurbanının kabûl edildiği ve Kâbil'in
haksız olduğu anlaşıldı. O zaman ilâhi bir hikmetle Allahü
teâlâ kabûl buyurduğu kurban üzerine bir ateş gönderir, ateş onu yakıp
yok ederdi. Kabûl olunmayan kurban ise olduğu gibi kalırdı. Kabûl olunmayan
kurban sâhibinin yüzü insanlar arasında kara olurdu. Bu durum İsrâiloğulları
zamanına kadar böyle devam etti. Bundan sonra Allahü
teâlâ kimin kurbanını kabûl edip etmediğini kıyâmete kadar gizledi.
Bu
husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir: “Ey Resûlüm, ehl-i kitâba Âdem'in iki oğlunun
haberini hakkıyla oku. Onlar, Allah rızâsını kazanmak için kurban sunmuşlardı
da birinden kabûl edilmiş, diğerinden kabûl olunmamıştı. Kurbanı kabûl
olunmayan (Kâbil) diğerine, “Seni muhakkak öldüreceğim” demişti. Kardeşi ona
şöyle cevap vermişti, “Allah ancak takvâ sâhiplerinin kurbanını kabûl eder.”
(Mâide sûresi: 27)
Kâbil
kendi kurbanının kabûl edilmediğini ve haksız olduğunu anladığı hâlde, ilâhî
hükme karşı gelip, haksızlığa dalıyor, nefsine zulmediyordu. Kardeşi Hâbil'e
karşı, duyduğu derin bir kıskançlık ve nefret ile düşmanlık besliyordu. Hattâ
ona; “Yemîn ederim ki, seni öldüreceğim” diyordu. Hâbil ise gâyet yumuşak
davranıyor, karşılık vermiyor ve Kâbil'e nasîhat ederek, “Eğer sen beni
öldürmek için bana el uzatırsan, ben seni öldürmek için el kaldırmam. Çünkü ben
âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyordu. Fakat Kâbil doğru sözü
dinleyip, anlayacak ve kabûl edecek hâlden uzak olduğu için, Hâbil'e karşı olan
tutumunu değiştirmedi. Onu öldürmeye kararlı idi. Âdem aleyhisselâmın
hacca gittiği bir sırada, Kâbil ıssız bir yerde elinde bir taşla Hâbil'in
yanına gitti. Hâbil o sırada sürülerinin başında bulunuyordu. Hâbil'e, “Seni
mutlakâ öldüreceğim” dedi. Hâbil, “Niçin?” diye sebebini sordu. Cevabında, “Allahü teâlâ senin kurbanını kabûl etti. Benimkini
ise kabûl etmedi. Sen, benim güzel kız kardeşimle evleniyorsun, ben ise senin
güzel olmayan kardeşin ile evleniyorum. Hem ebeveynim, senin benden daha iyi
olduğunu konuşuyorlar. Senin çocukların benim çocuklarıma karşı övünürler”
dedi. Bunun üzerine Hâbil, “Benim bunda hiç bir günahım yok. Allahü teâlâ ancak, müttekîlerin kurbanını kabûl
eder. Beni öldürürsen kendi günahının yanında benimkini de yüklenirsin. Eğer
böyle bir şey yaparsan bütün suç ve günah senin olur. Yerin de Cehennem’dir ve
zâlimlerin cezâsı budur.” dedi.
Bu
husûslar Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir. (Kâbil) Hâbil'i öldürmek
üzere hücûm edince, Hâbil şöyle demişti: “Yemîn ederim ki, eğer beni öldürmek için elini bana
uzatırsan, ben seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Çünkü ben,
âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben şüphesiz isterim ki, sen kendi günahınla
benim günahımı da (seni öldürmeye kastettiğim takdirde bana gelecek
olan günahı)
yüklenesin. Böylece Cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezâsı budur.”
(Mâide sûresi: 28-29) Bu âyet-i kerîmeleri
Necmeddîn Gazzi “Hüsn-üt-tenebbüh” adlı eserinde şöyle açıklamıştır: “Hâbil,
böyle söylemekle kardeşine nasîhat etti, onu uyandırmak, kardeşini öldürme
işini yapmaktan sakındırmak istedi. Böylece, hem kendisi öldürülmekten ve hem
de kardeşi böyle bir günahı işleyip, günahkâr olmaktan kurtulacaktı. Bu
sebeple, âyet-i kerîmenin zâhirînden anlaşıldığı gibi, Hâbil, bu sözü ile
kardeşi Kâbil'den böyle bir günahın meydana gelmesini istemiş değildi.”
Kâbil,
Hâbil'in sözlerini ve nasîhatlerini dinlemedi. Şeytanın vesvesesine uyarak Hâbil'i
öldürmek için kararlı ve ısrârlı davranıyordu. Nihâyet onu öldürmek için
harekete geçti.
Kâbil,
ıssız bir yerde Kardeşi Hâbil'i öldürmeye teşebbüs ettiğinde nasıl öldüreceğini
bilemiyordu. Bu sırada şeytan insan kılığına girerek karşısına çıktı. Bir kuş
tutup, kuşun başını taş üzerine koydu. Başka bir taş daha alıp kuşun başına
vurarak başını ezmek sûretiyle öldürdü. Böylece Kâbil'e kardeşi Hâbil'i nasıl
öldüreceğini gösterdi. Kâbil bu hâli görüp, kardeşini aynı şekilde öldürmek
üzere harekete geçti. Hâbil'i tutup, başını bir taş üzerine koydu. Başka bir
taş ile de vurarak şehîd etti. Yeryüzünde dökülen ilk kan budur. İlk şehîd Hâbil,
ilk katil de Kâbil oldu. İmâm-ı Ahmed'in bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: “Zulüm
ile öldürülen her insanın kanından (günahından) Âdem'in birinci oğlu Kâbil'e bir pay ayrılır.
Çünkü cinâyeti âdet edenlerin önderi odur.”
Kâbil
kardeşi Hâbil'i öldürünce, cesedini ne yapacağını bilemedi. Önce onu bir
sahraya bıraktı. Yırtıcı kuşlar Hâbil'in cesedi üzerine hücûm etti. Bunun
üzerine Kâbil, Hâbil'in cesedini bir torbaya koyup sırtına aldı ve taşımaya
başladı. Ceset sırtında, ne yapacağını bilmez bir hâlde iken, yırtıcı kuşlar da
cesedi yere bırakmasını bekleyerek üzerinde dolaşıyordu. Kâbil böyle şaşkın bir
hâlde iken Allahü teâlâ iki karga
gönderdi. Bu iki karga birbirine hücûm edip, dövüştüler ve netîcede karganın
biri diğerini öldürdü. Sonra da öldüren karga ayakları ve gagasıyla yeri kazıp,
öldürdüğü kargayı yere gömdü. Kâbil, bu hâdiseyi görerek Hâbil'in cesedini ne
yapacağını öğrendi. Kâbil kendi kendine; “Bana yazıklar olsun. Karga kadar
olmaktan âciz kaldım” dedi. Hâbil'in cesedini yere gömdü.
Bu
husûsta Kur’an-ı kerîmde şöyle buyruldu: “Nihâyet Kâbil nefsine uyarak kardeşini (Hâbil'i) öldürmeğe
kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyâna uğrayanlardan olmuştu. Sonra Allahü teâlâ, bir karga gönderdi. Kâbil'e kardeşinin ölü cesedini nasıl
örteceğini göstermek için o karga yeri eşeliyordu. Kâbil, bana yazıklar olsun
kardeşimin cesedini örtemedim, dedi. Artık o pişmanlığa düşenlerden olmuştu.”
(Mâide sûresi: 30, 31) Hâbil'in öldürüldüğü
yerin neresi olduğu hakkında muhtelif rivâyetler vardır.
Ebü'l-Hasen
Ali bin Muhammed Reb’î, Fedail-üş Şam
ismindeki kitabında Ka'b'dan, o da, Abdullah bin Ebû Muhâcir'den bu öldürme
işinin Dımeşk'da Kasiyun dağında olduğunu söylemektedir.
İbn-i
Asakir'in Hazret-i Ali'den rivâyet ettiği bir hadîs-i
şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Dımeşk'da (Şam'da) Kasiyun denilen
dağda, Âdem'in (aleyhisselâm) oğlu, kardeşini
öldürdü.”
Âdem
aleyhisselâm bu hâdiseye pek ziyâde üzüldü.
Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm, onu teselli için geldi ve; “Allahü teâlâ yakında sana bir evlât verecek ve
âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâm onun neslinden gelecek” müjdesini
getirdi. Bu Şît (Şîs) aleyhisselâm idi. Bu
sebeple ismi Şît
(Allahü teâlânın ihsânı, hediyesi)
mânâsınadır. Âdem aleyhisselâmın bütün
çocukları ikiz doğduğu hâlde Şît aleyhisselâm
tek doğdu.
Kâbil
kardeşi Hâbil'i öldürdükten sonra perişân, uykusu ve huzûru kaçmış bir hâlde
idi. Büyük bir günah işlediğinden ve çok kötü bir iş yapmış olduğundan dolayı
çok bedbaht idi. Babasına karşı mahcuptu. Cezâdan korkuyordu. Evlenmek istediği
ve bu sebeple kâtil olduğu kız kardeşini de alıp Aden'e kaçtı. Yıllarca âvâre
ve başı boş dolaştı. Rivâyet edildiğine göre şeytan, Kâbil'in karşısına çıkıp,
kardeşin Hâbil ile kurban takdim ettiğinizde Hâbil'in kurbanına ateş isâbet
edip yakması ve onun kurbanının kabûl olunması Hâbil'in ateşe tapması
sebebiyledir. Sen de kendin için ve senden sonra gelecek neslin için bir ateş
yak, ona tap diyerek Kâbil'i aldattı. Kâbil de bir yer yapıp, orada ateş
yakarak tapmağa başladı ve böylece ateşperestlik ortaya çıktı.
İbn-i
Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle
nakledilmiştir: “Kâbil kardeşi Hâbil'i öldürdükten sonra kız kardeşinin elinden
tutup kaçmak üzere yola çıkmıştı. Nûd dağından aşağı inince babası Âdem aleyhisselâm ona; (Buradan çekip git! Ömür boyunca
ürkek kalacaksın, korku içinde olacaksın. Gördüğün hiç kimseden de emin
olmayacaksın” dedi.
Kâbil'in
çocukları ve nesli azgın bir cemiyet hâlini alıp, Nûh aleyhisselâm
zamanında tûfanda helâk edildiler.
Begavî
hazretleri şöyle rivâyet etmiştir; “Alimler buyurdu ki: Kâbil'in çocukları
kendilerine, çeşitli çalgı aletleri yaptılar. Oyun, eğlenceye daldılar, içki
içtiler, ateşe taptılar, fuhuş ve zinâ yaptılar. Nihâyet Allahü teâlâ onları Nûh aleyhisselâm
zamanında tûfanda suda boğup helâk etti.”
Abd
bin Humeyd, Hazret-i Hasan'dan şöyle rivâyet etmiştir: Hazret-i Hasan buyurdu
ki: “Bana ulaşan bir haberde Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem): “Ey insanlar!
Âdem'in iki oğlu sizin için numunedir. Siz, o ikisinden hayırlı, iyi olanına
benzeyiniz, şerli, kötü olanına (Kâbil'e) benzemeyiniz” buyurdu.”
İslâm
âlimlerinden Necmeddîn Gazzî, “Hüsnü't-tenebbüh” adlı eserinde Hâbil, Kâbil
kıssasından ibret alınacak şu netîceleri çıkarmıştır:
1-
Kâbil, Allahü teâlânın taksimine râzı
olmadı, kadere rızâ göstermedi. İmâm-ı Ahmed'in, Tirmizî'nin ve Hâkim'in, Sa'd
bin Ebî Vakkâs'dan bildirdiği hadîs-i şerîfte,
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü
teâlâdan hayır istemeleri, âdemoğlunun
saâdetindendir. Allahü
teâlânın kazâsına rızâ göstermek, âdemoğlunun
saâdetindendir. Allahü
teâlâdan hayır istemeyi terketmeleri,
âdemoğlunun şekâvetindendir. Allahü teâlânın kazâsına râzı olmamaları,
âdemoğlunun şekâvetindendir.”
Taberânî
Kebîr’inde ve İbn-i Hibbân Duâfa’sında Ebû Hind ed-Darî'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise Resûlullah (sallallahü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu: “Allahü
teâlâ; “Ben, Allah'ım. Benden başka ilâh
yoktur. Kim benim kazama râzı olmaz ve benden gelen belâya sabretmezse,
kendisine benden başka Rab arasın!” buyurdu.”
Yine
Ebû Nuaym'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kim rızkına râzı olmaz, şikâyetini herkese yayar, ona
sabretmez, Allahü
teâlâya arz etmezse, Allahü teâlâya kavuştuğu zaman O'nu gadablı olarak bulur.”
2-
Kâbil, ebeveynine karşı geldi, onlara itâat etmedi ve üzdü. Bu, büyük günahlardandır.
Tirmizî ve Hâkim'in Abdullah bin Amr'dan (radıyallahü
anh) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü
teâlânın rızâsı, babanın rızâsında, Allahü teâlânın gazâbı, babanın kızmasındadır.” Taberânînin
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlânın rızâsı, ebeveynin rızâsında, gazâbı ise, onların
kızmasındadır” buyruldu.
Ebû
Nuaym'ın Hazret-i Âişe'den rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfte ise; “Ebeveynine karşı gelen kimseye, istediğini yap. Çünkü ben
seni af ve mağfiret etmeyeceğim denir.” buyruldu.
3-
Kâbil, hem bir peygambere, hem de hocası durumunda olan babasına muhâlefet
etti. Ebeveyne itâat etmek vâcibdir. Fakat, ebeveyn, günah ve içinde zarar olan
bir şeyi emrederse, o zaman itâat edilmez.
İsfehânî “Et-Tergib” adındaki kitabında Hibbân
bin Mûsâ'dan şöyle nakletti. Hibbân bin Mûsâ dedi ki, İbn-i Mübârek'e: “Baba ve
anne bir şeyi emrettiklerinde ne yapacağız” diye sordum. İbn-i Mübârek “Baba
itâate, anne ise, iyilik yapmaya daha lâyıktır” dedi.
4-
Kâbil, hem bir peygamber, hem hocası ve hem de sâlih bir zât olan babası
hakkında sû-i zanda bulundu. Halbuki Allahü teâlâ
Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler, zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın
bâzısı günahtır.” buyurdu. (Hucurât sûresi: 12)
İbn-i
Adiy ve Hatîb'in, Enes'den (radıyallahü anh)
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Kişinin güzel zannı, (hüsnü zan sâhibi olması) kulluğunun
güzelliğindendir.” Hakkında sû-i zan edilen ve töhmete uğrayan bir
kimsenin hâlini, herhangi bir şekilde iyi bir şeyle tevil etmeye çalışmalıdır.
5-
Kâbil, insanların sözlerine kıymet verdi. Onlar arasında aşağı duruma düşmekten
korktu. Böyle bir düşünce kişiyi dîne ve akla muhalif iş yapmaya götürür. Nitekim
Kâbil'in kardeşine, herkes senin benden üstün olduğunu konuşuyor demesi ve
netîcede kıskançlığından onu öldürmesi böyle olmuştur.
6-
Kâbil kendisi için olmayan şeyi dâvâ etti, bâtıl bir dâvâda bulundu. Mâverdî (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi; “Rivâyet edildi ki,
yeryüzünde vâki olan ilk bâtıl (boş) dâvâ, Kâbil'in kardeşi Hâbil'e karşı kendi
kızkardeşi ile evlenmeye ondan daha lâyık olduğu dâvâsı ve iddiasıdır.” İbn-i
Mace'nin Ebû Zer'den rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Kendisi için olmayan şeyi dâvâ eden bizden
değildir. Böyle bir kimse, Cehennem’deki yerine hazırlansın.”
buyurdu.
7- Nefsi
tezkiye (temize çıkarmak), ona kıymet vermek ve onu üstün görmek. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde, “Nefsinizi tezkiye
etmeyiniz. Allah takvâ sâhibini en iyi bilendir.” buyurulmaktadır.
Eğer Kâbil, nefsini tezkiye edip, kendisini kardeşinden üstün görmeseydi,
kendisini nîmete kardeşinden daha lâyık görmezdi. İşte, nefsini tezkiye eden,
üstün gören, Kâbil'e benzemiş olur. Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde ve Buharî “Edeb-ül-müfred”
kitabında, Taberânî de “Kebîr”inde: İbn-i Ömer'den (radıyallahü
anh) şu hadîs-i şerîfi rivâyet
etmektedir: “Kim
kendini büyük görür, böbürlenerek yürürse, Allahü teâlâya
kavuştuğunda Allahü
teâlâyı gazâplı olarak bulur.”
8- Akrabâ
ile alakayı kesmek. Bu büyük günahlardandır. Kâbil, kardeşine ilk sırt
çevirendir; akrabâlar arasında ilk taşkınlık yapan da odur.
9- Malın
en kıymetsizini, kötüsünü tasadduk etmek, mekruhtur. Halbuki Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde: “Sevdiğiniz şeyden
infak (ve sadaka vermedikçe) pek çok hayra (iyiliğe veya Cennet’e) kavuşamazsınız.”
(Âl-i İmrân sûresi: 92) buyurdu.
10- Kendi
günahı sebebiyle dûçar olunan belâ ve musîbetten dolayı başkasını kınamak ve
ondan intikâm almayı istemek. Kâbil, kurbanı kabûl edilmeyince, kardeşine
kızdı, seni öldüreceğim dedi. Eğer, dikkatli hareket etseydi, nefsine kızar ve
onu düşman bilirdi. Çünkü, takdim ettiği kurbanın kabûl edilmemesine işlediği günahlar
sebep olmuştu. Yâni kendisi sebep olmuştu. Şâyet, nefsini kınasa, onu haksız
bulsa ve tevbe etse idi, onun için hayırlı olurdu. Halbuki, kardeşi Hâbil, Kâbil'e,
“Allahü teâlâ, ancak müttekîlerin kurbanını kabûl eder.”
demişti. Fakat, Kâbil bu nasîhat ile uyanıp tâat ve ibâdete dönmedi. Başına
musîbet gelen herkes, bunun daha önce işlemiş olduğu günahlar sebebiyle
olduğunu bilmelidir. Nitekim Allahü teâlâ
Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Sana ne isâbet ederse, o nefsindendir.” (Nisâ sûresi:
79) buyurmaktadır.
11- Kâbil,
kardeşi Hâbil'i öldürmekle şeytana uydu. Şeytana ilk benzeyen Kâbil oldu. Çünkü
o da şeytan gibi Allahü teâlâya âsî oldu.
Allahü teâlânın,
öldürmeyi haram kıldığı bir nefsi haksız olarak öldürmek de Kâbil'in kötü
hâllerindendir. Bu ise şirkten sonra en büyük günahlardandır. Bir parça söz ile
de olsa, bir müslümanın öldürülmesine yardım eden kimsenin, alnında “Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesen kimse”
diye yazılı olarak Allahü teâlânın
huzûruna çıkacağı hadîs-i şerîfde
bildirilmiştir.
12- Haksız
yere haset, kin ve buğz besledi. İbn-i Mes’ûd'un rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Hasetten
sakınınız. Çünkü Âdem'in iki oğlundan birisi, diğerini hasetten dolayı öldürdü.
Haset, her hatânın aslıdır.”
Beyhekî “Şu'ab-ul-Îman”
adındaki eserinde Ahnef bin Kays'ın, “Hasetçi kimse için rahat yoktur” sözünü
nakletmiştir.
13- Nefsin
arzû ve isteklerine göre hareket etmek. Kâbil gibi olmaktan sakınmak lâzım
geldiği gibi, Hâbil gibi olmaya da çalışmak lâzımdır. Hasan'ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfte buna işâret vardır: “Âdem'in iki oğlu
sizin için numûnedir. O ikisinden iyisine benzeyiniz. Kötü olanına benzemeyiniz.”
14- Kâbil
babası Âdem (aleyhisselâm), annesi Hazret-i
Havvâ, kardeşleri ve yakınları hakkında şeytanı sevindirdi. Çünkü kardeşi Hâbil'i
öldürdü. Bir kimsenin babası, sâlih bir zât olur da o kimse babasının ahlâkına,
güzel hâllerine uymayan bir iş yaparsa, babasının düşmanını sevindirmiş olur.
Böyle yapan kimse Kâbil'e benzer, şeytana dost olur. Hâlbuki kerîm olan, sâlih
olan kimsenin oğluna da kerîm olmak yakışır.
Hâbil'in,
kardeşi Kâbil'e karşı muâmelesi ise birtakım güzel hasletler ihtivâ etmektedir.
1- Allah
için kurban yaptı. İslâmiyette, sadaka vermek, kurban kesmek, doğru yolda
bulunmak, kısaca, Allahü teâlâya
yaklaşmaya vesîle olan her şey kurban demektir. Tevhid îtikâdından sonra
insanın Allahü teâlâya yakın olmasına vesîle
olan en büyük ibâdet, namazdır. Çünkü Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Secdene (namazına) devam et de (Rabbinin
rahmetine)
yaklaş; (ey Resûlüm) buyrulmaktadır. (Alak sûresi: 19)
Yine hadîs-i şerîfte; “Kulun Rabbi'ne en yakın olduğu an, secde
ettiği vakittir.” buyrulmaktadır.
Muhammed
bin Selâme Kudâî, Hazret-i Ali'den rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Namaz her müttekî
mü’minin kurbanıdır.” (Onun Allahü teâlâya
yakın olmasına vesîledir.)
2- Yanında
bulunan şeyin en güzelini kurban yapmak. Bu ise, takvâdandır. Takvâ, Allahü teâlâ için yapılan kurbanın kabûlüne
sebeptir. Hâbil, “Allahü teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder.” demekle buna
işâret etmiştir. Her mü’minin bu haslete sâhip olması gerekir. İşte Hâbil’de bu
güzel haslet olduğu için Allahü teâlâ
kurbanını kabûl etti.
3-
Kendisinde bulunan nîmeti izhâr için o nîmeti zikretmek, söylemek de Hâbil'in
ahlâkından idi. Nitekim Hâbil, “Allahü
teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder. Ben, Allah'tan
korkarım.” demekle, kendisinde, Allahü
teâlânın ihsân ettiği takvâ ve Allah korkusu nîmetinin bulunduğunu
ifâde etmiştir. Bunlar en büyük nîmetlerdendir. Bu nîmetlerin şükrü yerine
getirilirse, başkalarının bu husûslarda kendisine uymaları sağlanır. Diğer
ibâdet ve tâatlar yerine getirilirse o zaman bu nîmetler pek kıymetlidir. Hâbil'in
Kâbil'e, bu nîmetlerle övünmesi, Kâbil'in aklını başına toplayıp, Hakk’a tevbeye
yönelmesi içindi. Nitekim Allahü teâlâ
Kur’an-ı kerîm'de meâlen, “Rabbinin nîmetini zikret.” (Duhâ sûresi: 11)
buyurdu. İbn-i Ebî Hâtem, Hasan'dan (radıyallahü anh)
bu âyet-i kerîmenin tefsîri husûsunda, “Eğer bir hayra isâbet edersen, onu
arkadaşlarına, dostlarına söyle” mânâsını nakletmiştir.
İbn-i Cerîr
de, Ebû Nedre'den şunları nakletti: Müslümanlar, kendilerinde bulunan nîmetten
bahsetmeyi o nîmetin şükründen sayarlardı.
Bir
kimsenin kendisine verilen nîmetten bahsetmesinin şükür olması, o nîmetten
bahsederken kendisinde ucub, riyâ ve nefsi üstün görmek gibi kalb
hastalıklarından bir şey bulunmadığı zamandır. Şâyet böyle bir şey karışırsa,
bu şükür değil, nîmete karşı nankörlük olur.
4- Hâbil
kardeşi Kâbil'e takvâyı tavsiye etmişti. Çünkü o, Kâbil'e, “Allahü teâlâ, ancak müttekîlerinkini
kabûl eder” derken, “Eğer sen müttekîlerden olsaydın, Allahü teâlâ senin kurbanını red etmezdi” demek
istemişti. Hâbil'in bu sözü Kâbil'i takvâya irşâd ve onu gaflet ve mâsiyetten
(günahlardan) uyarmak için idi.
Süfyân-ı
Sevrî buyurdu ki: “Kalplerde takvâ bulununca amellerdeki illetler (eksikler)
ona zarar vermez.”
Fudale bin
Ubeyd buyurdu ki: “Allahü teâlânın benden
hardal tanesi kadar bir şeyi kabûl etmesi, benim için dünyâ ve içindekilerden
daha kıymetlidir. Çünkü Kur’an-ı kerîmde Allahü
teâlâ meâlen; “Allahü
teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder”
(Mâide sûresi: 27) buyurmaktadır.
5- Hilm,
ezâ ve cefâya tahammül, istenmeyen hâllere sabretmek, intikâm hissini
terketmek, kötülüğe mukâbele etmemek de Hâbil'in ahlâkından idi.
6- Hâbil,
her hâlinde Allahü teâlâ ile beraber ve
ona yönelmiş vaziyette idi. Çünkü o, Allah için kurban etti ve sonra, “Allah ancak müttekîlerden
kabûl eder, ben Allah'tan korkarım” dedi. Allahü teâlâya çok tevbe eden mü’minler de böyledir. Onlar da Hâbil
gibi Allahü teâlâya güvenip, dayanırlar.
Yine Hâbil, “Ben
âlemlerin Rabbi olan Allahü
teâlâdan korkarım” sözü ile her ne
kadar kardeşine nasîhati murat etmiş ise de, kendi nefsine de nasîhat
etmektedir. Çünkü, ârif olan zât, başkasına bir şeyi hatırlatınca, aynı zamanda
kendi nefsine de hatırlatır. Yoksa, ârif ve hikmet ehli olamaz.
Şâyet bir
kimse, Allahü teâlâdan korktuğunu söyler
de, Allahü teâlâdan korkanların
yaptıklarını yapmazsa, o kimse yalancıdır. Selef-i sâlihinden bâzısı şöyle
demiştir: “Ne zaman, kendimi Kitap ve sünnete arzettiysem, yalancı olmaktan
korkmuşumdur.”
7- Hâbil'in
güzel hasletlerinden birisi de, kardeşinden gelen ezâya katlandığı hâlde, ona
eziyetten uzak durması, sakınmasıdır. Çünkü o, kardeşine, kendisini öldürmek
için elini uzatsa da, kendisinin ona elini uzatmayacağını söylemişti.
8- O, Allahü teâlânın kazâsına teslim olmuştu.
Âdem aleyhisselâm, Hazret-i Havvâ ile Cennet’ten yeryüzüne
indirilip uzun müddet ayrı kaldıktan sonra Arafat ovasında buluşarak
Hindistan'a gittiler. Bazen da Arabistan'da kaldılar. Daha sonra Şam'a
yerleştiler. Allahü teâlâya duâ edip
sâlih evlât istediler. Her sene biri erkek biri kız olmak üzere ikiz çocukları
oldu. Hazret-i Havvâ yirmi defâ doğum yaptı ve yalnız oğullarından Şît aleyhisselâm tek doğdu ve peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın
nûru ona intikâl etti. Nesli gittikçe çoğaldı ve yeryüzüne yayıldı. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, sizleri bir
tek şahıstan (Âdem'den) yaratan, o
şahıstan da zevcesini vücûda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar
meydana getiren Rabbinizden korkun ve günah yapmaktan sakının.”
(Nisâ sûresi: 1)
“Ey insanlar! Hakikat biz
sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem
ile Havvâ'dan)
yarattık. Sizi, birbirinizle tanışmanız için büyük cemiyetlere, küçük küçük
kabîlelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allahü teâlâ
nezdinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. (Zirâ rûhlar
ancak takvâ ile olgunlaşır, insanlar onunla yükselir.) Şüphesiz Allahü teâlâ her
şeyi bilendir, her şeyden haberdârdır.” (Hucurât sûresi: 12)
“Biz gerçekten insanı en
güzel bir biçimde yarattık.”
(Tîn sûresi: 4)
Âdem aleyhisselâmın
evlâdı çoğalınca, Allahü teâlânın emri
üzerine ikiz evlâtlarından, önce doğan ikizleri sonra doğan ikizler ile
evlendirdi. Aynı gün doğan ikizler birbirleriyle evlendirilmezdi. Zamânla
insanlar çoğalınca Allahü teâlâ bu
şekilde evlenmeyi haram kıldı. Âdem aleyhisselâm
zamanında insanların çoğalması için bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi
helâl ve câizdi. İnsanlar çoğalınca buna lüzum kalmadı ve kardeşler arasındaki
evlilik ilk olarak Nûh aleyhisselâmın dîninde haram
kılındı. Nûh aleyhisselâmdan îtibâren yasak
olan bu evlenme şekli, bütün ilâhî dinlerde devam etti. Âdem aleyhisselâmın, soyundan kırkbin kişiyi gördüğü
rivâyet edilmiştir.
Allahü teâlâ,
ilk insan olan Âdem aleyhisselâmı topraktan
halk edip, ondan da Hazret-i Havvâ'yı yarattığını ve bunlardan da insanların
çoğaldığını Kur’an-ı kerîmde bildirdi. Allahü teâlâya
îmân etmeyen, İslâm dînine inanmayan bâzı târihçiler ve ilim perdesi arkasına
gizlenen maksatlı ve inkârcı kimseler, bu husûsta kasten, yanlış ve yalan
söylemişler, asılsız ve ilmî olmayan şeyler yazmışlardır. Hakîkî fen ve ilim
adamları ise hiçbir zaman böyle yanlış ve yalan şeyler söyleyip yazmamışlar,
insanın yaratılışı ve çoğalıp, yeryüzüne yayılması husûsunda gerçek ve doğru
bilgi veren İslâmiyetin büyüklüğünü gün geçtikçe daha yakından görmüş ve
anlamışlardır. Hakîkî ilim sâhibi olmayanlar ise, dîniî ve dünyâyı anlamayarak
maddî ve mânevî kıymetlere saldırıp, felâkete sürüklenmişlerdir. Buna karşılık
hakîkî fen adamları her zaman İslâm dînine âşık olmuşlar ve insanlığın
kurtuluşu için çalışmışlardır.
Dünyânın en büyük tabiî ilimler bilginlerinden biri
olan Max Planck bir eserinde bu husûsu gâyet açık olarak dile getirmiştir. (Max
Planck 1858 yılında Almanya'da Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kiel'de
yaptı ve ondan sonra 1889'da Berlin Üniversitesi’nde çalışmağa başladı.
Berlin'deki faâliyeti 30 sene kadar sürdü. 1947 de vefât etti.)
Max Planck, özellikle “Işıldama” ile meşgûl oldu. En
büyük buluşu, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant) hâlinde
yayıldığını meydana çıkarmasıdır.
Bu bilgin, “Der Strom von der Auflarung bis zur
Gegenwart” adlı kitabında diyor ki: “Gerek din ve gerek tabiî ilimler, üzerimizde
kendisine erişilmeyen çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyâyı
kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymaktadır.” Ancak onların bu kudreti îzâh
husûsunda kullandıkları dil birbirinden farklıdır. Fakat her iki îzâh tarzı,
ayrı bile görünseler, hakîkatte birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıt
olmayıp aksine birbirini tamamlar.
Gerek din, gerek tabiî ilimler, bu âlemi ancak
mahiyetini hiçbir zaman anlayamayacağımız, insanların hiçbir zaman
erişemeyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam
kudretin bütün âzametini biz bilemiyoruz ve hiç bir zaman bilemeyeceğiz. O'nun
kudretinin ancak en küçük bir parçasını dolaylı olarak öğrenebiliriz.
Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları O'na
yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitâbeden semboller kullanır. Tabiî
ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden faydalanır. Hâlbuki
bu iki yolu birleştirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir
kudret sâhibi olduğu meydana çıkar ve dînin Allah'ı ile tabiî ilimlerin bu
kudretin ancak küçücük bir kısmında yaptığı araştırma, ölçme ve formüller,
O'nun zâtını ve büyüklüğünü meydana koyar.
Din ile tabiî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiç bir
yerinde bunların birbirinden zıt bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din,
gerek tabiî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamayacağını
kabûl ederler. Tabiî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının
varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabiî ilimler arasında
hiç bir fark yoktur. Bâzılarının sandığı gibi, tabiî ilimlerin tuttuğu yol ayrı
değildir. Bugün ne yazık ki, bâzı insanlar, tabiî ilimlerin artık din ile
hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda îzâh
edildiği gibi, tabiî ilimler bilakis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler.
Târihe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabiî
ilim bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler
çok dindar insanlardı. Esâsen o zamanlar tabiî ilim araştırmaları, ancak
kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde, râhiplerin evlerinde yapılırdı.
Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim
merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabiî ilimler bilginleri
birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma usûlleri tatbîke başladılar. Zamânla
bunların çalışma metotları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan
beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki bu iki yol ayrı ayrı istikâmetlere
doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis
birbirine tamamıyla paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel
hatlar sonsuzda birbirleriyle birleşecekler ise, din ile tabiî ilimler de, esas
gâye sonsuzunda birbiriyle buluşacaklardır.
Meşhûr Amerikan fen adamı Edison bir çok keşifler
yapmıştır. İlk elektrik ampulünü yaparak dünyâyı nûra boğan bu büyük Amerikan kâşifi
hakkında çıkan bir eserde, onun en yakın mesâi arkadaşı olan Martin Andre
Rosonoff şu hâtırayı anlatıyor:
“Bir gün laboratuvara girince, Edison'un kendinden
geçmiş çok dalgın bir hâlde hiç kımıldamadan elinde tuttuğu bir kaba baktığını
gördüm. Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdir ve ta’zim ifâdesi vardı.
Yanına tam yaklaşıncaya kadar, geldiğimin farkına varmadı. Sonra beni yanında
görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kap, civa ile doluydu. Bana; “Şuna bak!”
dedi. “Bu ne muazzam bir eserdir! Sen civanın hârikulade bir şey olduğuna
inanır mısın?” Ben, “Civa, hakîkaten hayrete değer bir maddedir” diye cevap
verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana; “Ben civaya bakınca bunu
yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hassalar vermiş? Bunları
düşündükçe, aklım başımdan gidiyor” diye mırıldandı. Sonra tekrar bana döndü; “Dünyâdaki
bütün insanlar bana hayrandır. Benim yaptığım bir çok keşifleri, bir çok yeni
buluşları birer hârika, birer başarı sanıyorlar. Beni insanüstü bir varlık gibi
görmek istiyorlar. Hâlbuki ne büyük yanlış! Ben, beş para bile etmeyen bir
bulucuyum. Benim buluşlarım esâsen dünyâda bulunan, fakat, o zamana kadar
insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak ufacık bir kısmını meydana
çıkarmaktan ibârettir. “Bunu ben yaptım!” diyen bir insan, ancak en büyük
yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiç bir şey gelmeyen âciz bir
yaratıktır. Ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahlûktur. İyi
düşünse, kibre kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben
de bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar âciz, ne kadar zayıf bir
yaratık olduğumu anlıyorum. Ben mûcidim ha! Asıl mûcit, asıl yaratıcı işte
O'dur. Allah'tır!” dedi.” Daha pek çok fen âlimi böyle söylemiş ve yazmıştır.
Hiç bir dîne inanmayanlardan bir kısmı da, fen adamı
görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ; “Bütün
canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen
kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz nebâtları ve hayvanları ve
sonra karadakiler meydana gelmiş, en son insan hâline dönmüştür.” gibi şeyler
söylüyorlar. Böylece Âdem aleyhisselâmın
topraktan yaratılmadığını, Kur’an-ı kerîmin hâşâ, hikâye olduğunu, ilk canlı
maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne
uymayacağını anlatıyorlar.
Hakîkî fen âlimi olmayan bu fen taklitçileri çok
yanılıyorlar. Bunlar ilmen de hiç değeri olmayan şeyler söylemişlerdir. Evet,
fizyolojist Haldene; “Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşten
gelen ultra viole şualar tesiri ile, inorganik gazlardan, uzvî bileşikler
meydana gelmiş ve ekviproduktif hassası olan ilk molekülün, yâni aldığı gıdâ
maddelerini, kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir
tesâdüf eseri teşekkül etmiş olmak ihtimâlini” söylemiştir. Fakat, bu bir
hipotez (faraziye) olup, bir tecrübe ve hattâ bir teori (nazariye) bile
değildir. Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl meydana geldiğini
gösteren bir bilgi, hattâ bir nazariye bu gün mevcût değildir. Fen bilgileri,
gözetleme ve tetkik ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya
bunları takviye eden aletlerle gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur.
Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu sebeplerin tesirleri, rolleri
tespit edilir. Bir hâdisenin sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanırız.
Fakat tecrübe edildiği hâlde sebepleri anlaşılamayan hâdiseler de vardır.
Bunlara sebep olarak, birçok fikirler ileri sürülür. Bu fikirler mutlak
değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif kimselerin başka başka tefsîr ettikleri de
olmuştur.
Aynı sebeplerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini
birden îzâh edebilecek umûmi bir fikre, faraziye (hipotez) denir. Bir veya birkaç hipotez
ile, birçok hâdiseleri îzâh etmek ve bunlardan yeni hâdiselere varmak ve bu
hâdiseleri tecrübe ile araştırmak netîcesinde hipotezlerin doğru görülenlerine nazariye
(teori) denir. Bir teori, az hipoteze dayanır ve ne kadar çok hâdise îzâh
ederse, o derece mükemmeldir. Haldene'nin sözü, nihâyet bir hipotezdir, teori
olmaktan bile uzaktır. İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne
sûretle yaratıldığı hakkında doğru bilgi edinirlerse İslâmiyete zararlı değil,
faydalı olur. Çünkü canlı ve cansız, her şey yok idi. Hepsi, sonradan
yaratıldı. Allahü teâlâ, Kur’an-ı
kerîmde; “Her
şeyi nasıl yarattığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece
varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın.” buyurmuştur.
Evet, inançsız kimseler, ilk canlı, kendi kendine meydana gelmiş dedikleri
gibi, güneş sisteminin, yıldızların, çeşitli fizik, kimya ve biyoloji
hâdiselerinin de, hep kendiliklerinden olduğunu söylüyorlar. İslâm âlimleri,
yazdıkları pek çok kitapta, bunlara gerekli cevapları verip, hepsini
susturmuşlar ve aldandıklarını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Dinimiz, Âdem aleyhisselâmın balçıktan yaratıldığını bildiriyor.
Diğer hayvanların ve nebâtların ne sûretle yaratıldığını bildirmiyor ki,
Haldene faraziyesinin, dîne zararı dokunsun. İster o söylesin, isterse Darwin
veya İbn-i Sina söylesin, her şeyi hareket ettiren, yapan, yaratan Allahü teâlâdır. Bütün enerji şekilleri, hep O'nun
kudretinin tezâhürüdür.
Îmânı gideren şey; herhangi bir hâdisenin kendi kendine
olduğuna inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara doğru,
birbirlerine ve nihâyet insana döndüğünü söylemektir. Fen bunu göstermiyor ve
fen adamları da böyle söylemiyor.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi
aleyh) “Tehâfüt-ül-felâsife” adlı kitabında buyuruyor ki: “Fen
adamlarının sözleri üç kısımdır: Birinci kısımdaki sözleri, fennin, tecrübenin
meydana çıkardığı hakîkatleri bildiriyor. Bu sözleri, İslâmiyete uyuyor ise de,
yanlış kelimeler kullanıyorlar. Meselâ bir şey kendiliğinden hareket edemez.
Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, tabîat
kuvvetleridir. Her şeyi tabîat kuvvetleri yapıyor diyorlar. İslâmiyette, hiçbir
şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır.
Bu kuvvetler, Allahü teâlânın kudretidir.
Her şeyi Allahü teâlâ yapıyor, diyor.
Görülüyor ki, İslâmiyet ve fen, aynı şeyi söylemekte olup, arada yalnız, isim
farkı vardır. Fen adamlarının ikinci kısım sözleri ise, İslâmiyetin haber
vermeyip, arayıp bulunuz dediği şeyler husûsundaki sözleridir. Meselâ, ay ve
güneş tutulması gibi husûslarda söyledikleri sözler gibi. Böyle doğru olan
sözleri kabûl edilir.
Üçüncü kısımdan olan sözleri, İslâmiyette açıkça
bildirilmiş olanlara uymayan sözlerdir. Bunların hepsi faraziye, yâni zan ile
veya fen perdesi altında, koyu bir taassup ve fen yobazlığı ile
söyledikleridir. Her şeyin yoktan yaratılmış olduğu, Âdem aleyhisselâmın çamurdan yapılan bedeninin, et ve
kemiğe dönüp, canlanması, Allahü teâlânın
var olduğu ve sıfatları ve kıyâmette olacak şeyler, tekrar dirilmek, îmânın
esaslarındandır. Bunlara uymayan, bunlara olan îmânı bozacak sözlere inanılmaz.
Fen adamı, bunlara uymayan söz söylemez. Çünkü bunlar, fenne uymayan şeyler
değildir. Herkesi bunlara inandırmak ve aksini söyleyenleri ret etmek lâzımdır.”
Âdem aleyhisselâmın
evlâdı çoğalarak Arabistan, Mısır, Anadolu ve Hindistan'a yayılmıştı. Nûh (aleyhisselâm) zamanındaki tûfanda, hepsi boğularak,
yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türeyip, zamanla çoğalarak,
Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusya’ya, yâni bütün yeryüzüne yayıldılar.
Bu yayılma, hem karadan, hem de büyük gemilerle, denizden olmuştu. O zamanlarda
Asya'dan Amerika'ya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı.
Fen ilerledikçe, Müslümanların, görmeden, akıl ermeden,
inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmaktadır. Meselâ,
bugün Avrupa ve Amerika'da mekteplerde, şöyle okutuluyor: “Eski jeolojik
devrelerde, güney kıtaları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmiştir.
Meşhûr meteoroloji âlimi Alfred Wegner, Kontinentverschiebung (karaların
kayması) nazariyesini kurmuş ve beş (bugün için altı) kıtanın evvelce birbirine
bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör,
kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, zeocoğrafik tecrübelere
dayanarak, iddia etmiştir. Wegner'e göre, Paleozoikum ve Mezozoikum
devrelerinde, kıtalar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar,
hayvanlar, Cenûbî Amerika ile Afrika, Asya (doğruca Hindistan'dan) ve
Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosen'den îtibâren Afrika'da
yaşayan hayvanlar, karadan, Cenûbî (güney) Amerika'ya geçmişlerdir) teorileri
öğretilmektedir.
Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın
topraktan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Suriye, Irak ve Orta Asya'dan
yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmaktadır.
İlk insanlar, bâzı târihçilerin zannettiği ve İslâm dînine
inanmayanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz,
çıplak, vahşî kimseler değildi. Bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika
ormanlarında tunç devrindekilere benzeyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk
insanlarda da bilgisiz, basit yaşayanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne
bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşîdir denilemez. Âdem aleyhisselâm ve ona îmân edenler şehirlerde yaşardı.
Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik,
ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Allahü teâlâ,
kendisine on sahîfe gönderdi. Cebrâil
“aleyhisselâm”, oniki kere gelmişti. Bu
kitaplarda, îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler, her gün bir vakit
namaz kılmak, (bunun sabah namazı olduğu İbn-i Âbidin'de yazılıdır), gusül
abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz yememek, birçok san’atlar, tıp,
ilaçlar, hesap, hendese (yani geometri) gibi şeyler bildirilmişti. Altın ve
gümüş üzerine para dahî basılmış, mâden ocakları işletilip aletler yapılmıştı.
Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateşle, kazanı
kaynayarak hareket ettiğini, Kur’an-ı kerîm açıkça bildirmektedir.
Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşamalarını, âhırette de sonsuz saâdete kavuşmalarını istemektedir. Bunun için, insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr, saâdet yolunu göstermiştir. İlk peygamber de Âdem aleyhisselâmdır. Âdem aleyhisselâm “Ulû’l-azm” olan altı büyük peygamberden biridir. Diğer Ulû’l-azm peygamberler ise, Nûh (aleyhisselâm), İbrâhim (aleyhisselâm), Mûsâ (aleyhisselâm), İsâ (aleyhisselâm) ve Muhammed (aleyhisselâm) dır. Ulû’l-azm; Allahü teâlânın emirlerini, dînini insanlara bildirme husûsunda her türlü zorluğa katlanan azîm ve sebât gösteren demektir.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki; “Resûllerin ilki Âdem'dir...” Bir başka hadîs-i şerîfte de; “… Âdem, Allahü teâlâ ile kelâm eden (konuşan) bir peygamberdir” buyurdu.
Kur’an-ı kerîmde şöyle buyruldu: “Gerçekten Allahü teâlâ, Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim hânedanını ve İmrân âilesini âlemler üzerine seçkin kıldı (soylarını peygamber yaptı)”. (Âl-i İmrân sûresi: 33) tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Âdem aleyhisselâmın ve Nûh aleyhisselâmın enbiyâdan olduğunu bildirmişlerdir. Kâdı Beydâvî hazretleri, Kur’an-ı kerîmde, “(Ey Habîbim) Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişti...” (Bakara sûresi: 30) buyrulan âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken; “Buradaki halîfeden murad, Âdem aleyhisselâmdır. Çünkü o, yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi (hükümlerini yerine getiren) idi. Diğer peygamberler de böyledir.” buyurdu.
Tefsîr-i Mazharî'de de şöyle buyrulmuştur: “Bu âyet-i kerîmedeki halîfeden murad, Âdem aleyhisselâmdır. Çünkü o, yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesidir. Yâni Allahü teâlânın kullarına Allahü teâlânın râzı olduğu yolu gösteren ve onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan peygamberdir. Âdem aleyhisselâmdan sonraki bütün peygamberler de böyledir. Onlar da yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesidir.”
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma on suhuf vahyetti. Âdem aleyhisselâma ilk gelen “Besmele-i şerîfe”dir. Suhuf’un kelime mânâsı sahifeler demektir. Fakat peygamberlere gönderilen sahîfeler bir yaprak kâğıdın bir yüzü demek olmayıp, forma hâlinde küçük kitap, risâle demektir. Allahü teâlânın Âdem aleyhisselâma gönderdiği on suhufta, îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek bildirildi. Ayrıca çeşitli san’atlar, tıp bilgileri, ilaçlar, hesap, hendese yâni geometri gibi şeyler de bildirilmişti. Cebrâil aleyhisselâm Âdem aleyhisselâma oniki kere gelmiştir. Âdem aleyhisselâm, Süryanî, İbranî ve Arabî diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazdı. İlk yaratılan insan ve ilk peygamber idi. Hem Cennet, hem dünyâ hayatı yaşadı. İlk yanılan (zelleye düşen), ilk tevbe eden, ilk örtünen, evlât acısını ilk duyan, ilk selâmlaşan ve toprağı ilk işleyen O'dur. Âdem aleyhisselâm Allahü teâlânın kendisine vahyettiği şeyleri evlâtlarına ve torunlarına bildirip onlara doğru olan hak yolu gösterdi.
1- Yırtıcı hayvanlar ile konuşurdu. Bu mûcizesinin
sebebi şöyledir: Âdem aleyhisselâm, evlâdından
bir kabîleye uğrayıp, onlarla görüşmüştü. Bu kabîle, kendilerine dağda yaşayan vahşî
hayvanların musallat olduğunu bildirip şikâyet etmişlerdi. Âdem aleyhisselâm o civarda bulunan yırtıcı hayvanları
çağırdı. Hepsi toplandı. Bu vahşî hayvanları, “Evlâdıma niçin ezâ ediyorsunuz”
diyerek azarladı. Toplanan vahşî hayvanlar dile gelip, konuşmaya başlayıp
dediler ki: “Bunlar arasında gıybet, nemime, koğuculuk, söz taşımak gibi kötü
huylar yayıldığı için biz onlara ezâ ediyoruz, sıkıntı veriyoruz.” Âdem aleyhisselâm onlara iyi geçinmelerini, birbirleriyle
çekişmemelerini emretti. O kabîle de gıybet, dedikodu gibi kötü huyları
terkedip iyi geçindiler. Bundan sonra hayvanlar onlara zarar vermedi.
2- Âdem aleyhisselâm
uzak bir yere gitmek isteyince mesâfeler kısalır ve oraya kısa zamanda
ulaşırdı. Âdem aleyhisselâm Hazret-i Havvâ ile Cennet’ten
yeryüzüne indirildiğinde kendisi Hindistan'da Seylan (Serendip) adasına,
Hazret-i Havvâ da Cidde'ye indirilmişti. Aralarındaki mesâfeler çok uzaktı.
Âdem aleyhisselâm yasak
edilen ağaçtan yemesi sebebiyle Cennet’ten çıkarıldığı için, hem de Hazret-i
Havvâ'dan ayrı kalmanın acısıyla tevbe edip ikiyüz sene ağladı. Allahü teâlâdan af diledi. Hazret-i Havvâ ise daha
çok ağlıyordu. Âdem aleyhisselâm, tevbe edip tevbesi
kabûl olduktan sonra, Hazret-i Havvâ ile buluşmak için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl edip, ona uzun
mesâfeleri kısa zamanda alma mûcizesini verdi. Böylece uzaklıklar yakın
kılındı. Kısa zamanda Hindistan'dan Mekke'ye vardı ve Arafat ovasında Hazret-i
Havvâ ile buluştu. Kavuştukları bu ovaya orada buluşmalarından dolayı Arafat
denilmiştir.
3- Âdem aleyhisselâm,
dağ ve taşlara elini vurunca hâlis su çıkardı. Bu mûcizenin zuhûr etmesinin
sebebi şöyle idi. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma Kâbe'yi yapmayı emretti. Âdem aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı yaptıktan sonra,
Hindistan'a gidip orada dünyâ işlerinden zirâat, ticâret yapıp, evlâtlarını
yetiştirmekle meşgûl oldu. Peygamber olduğu bildirilince Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etti. Bu
sıralarda evlâdı ve torunları bin kişiye ulaştı. Bunlar birbirleriyle gâyet iyi
geçiniyorlar ve Mes’ûd bir hayat yaşıyorlardı. Âdem aleyhisselâmın
evlâdından Kâbil, Hâbil'i şehîd edince, aralarında bir karışıklık çıktı. Kâbil
oradan kaçıp gitti. Aradan kırk sene geçmişti. Kâbil'in evlâtları haramlara
dalıp, kötü işlerle meşgûl oluyordu. Allahü teâlâ
Âdem aleyhisselâma Kâbil'in evlâtlarını dîne
dâvet etmesini emretti. Âdem aleyhisselâm
onları dîne dâvet edince mûcize istediler. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm mübârek elini büyük bir kayaya
dokundurdu. Dokunur dokunmaz, kayadan birden bire hâlis bir su fışkırmaya
başladı. Bu mûcize üzerine çoğu îmân etti. Sonra o suyun çevresinde zirâat ve
san’atla meşgûl oldular.
4- Âdem aleyhisselâm
her ne vakit arzu ederse ağaçları bir işâret ile yerlerinden kaldırır ve bir
işâretle de yerlerine getirirdi. Bu mûcizesi şöyle vukû bulmuştur: Âdem aleyhisselâm Kâbil evlâdından ateşe tapan bir
kabîleye uğradı. Bu kabîleye ateşe tapmaktan vazgeçip Allahü teâlâya îmân etmelerini söyledi. Bu dâveti
üzerine bir ağaç göstererek; “Şu ağaç yerinden kalkıp başka bir yere yerleşsin”
dediler. Âdem aleyhisselâm böyle bir mûcizenin
hâsıl olması için Allahü teâlâya duâ
etti. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın duâsını kabûl buyurdu. Allahü teâlâ kendi isimlerini (esmâsını)
söylemesini ve ağaca işâret etmesini emir buyurdu. Âdem aleyhisselâm eliyle gösterilen ağaca işâret etti. Ağaç yerinden
kalkıp başka bir yere yerleşti.
5- Âdem aleyhisselâm
kendisinden mûcize istenildiği bir vakitte avucuna taşları aldı. Bu taşların Allahü teâlânın ismini zikir ve tesbîh ettikleri
işitildi. Bu mûcizeyi görenlerden pek çok kimse îmân etti.
6- Âdem aleyhisselâm
tohum yetiştirmeye müsâit olmayan ham tarlaya tohum ektiğinde mûcizesiyle tohum
bir gün içinde yeşerip olgunlaşırdı.
7- Âdem aleyhisselâm
bir gün çocuklarını yemeğe dâvet etmişti. Hazret-i Havvâ yemek hazırlamakla
meşgûl iken Âdem aleyhisselâm, evlâtlarının
yanında mübârek elini ateşe sokup uzun müddet ateşin içinde tuttu. Mûcize
olarak ateş elini yakmadı.
8- Âdem aleyhisselâmın evlâtlarından
Kâbil, Hâbil'i öldürüp kaçtığında Âdem aleyhisselâm
onu aramaya çıktığında, bir mûcize olarak bâzı taşlar da Âdem aleyhisselâm ile birlikte hareket ederdi.
Âdem aleyhisselâm bir
Cumâ günü bin yaşında iken vefât etti. Bir rivâyette de ikibin yaşında ve bir
başka rivâyete göre de dokuzyüzotuz yaşında vefât etti. Se'âlebî, Eshâb-ı
kirâmdan İbn-i Abbâs hazretlerinden şöyle rivâyet etmiştir: “Deyn (borç) ile
ilgili âyet-i kerîme nâzil olunca, Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Verdiği sözü ilk
unutan Âdem aleyhisselâmdır. Üç defâ unutmuştu. Allahü teâlâ onu
yaratınca beline mesh buyurdu. Kıyâmete kadar gelecek çocuklarını onun belinden
zerreler hâlinde çıkardı. Hepsi Âdem aleyhisselâma gösterildi. Âdem aleyhisselâm
bunlar arasında nûrlu birini görünce; “Ey Rabbim bu benim evlâdımdan
hangisidir?” dedi. Allahü
teâlâ buyurdu ki: “O senin oğlun Dâvûd'dur.”
Âdem aleyhisselâm; “Onun ömrü ne kadardır?” dedi. Allahü teâlâ; “Altmış senedir” buyurdu. “Onun ömrünü ziyâdeleştir”
deyince, Allahü teâlâ; “Hayır, ancak sen onun ömrünü artırırsan (kendi
ömründen bağışlarsan) olur” buyurdu. Âdem aleyhisselâmın ömrü bin sene idi.
Ömründen kırk senesini Dâvûd aleyhisselâma bağışladı. Böylece bu bağışı yazıldı
ve melekler de şâhid kılındı. Âdem aleyhisselâmın ömrü bitip eceli gelince,
melekler rûhunu kabzetmeye geldiler. Âdem aleyhisselâm; “Daha ömrümden kırk
sene var” dedi. Melekler; “Sen ömründen o kırk seneyi evlâdın Dâvûd için hibe
etmiştin, bağışlamıştın.” dediler. Âdem aleyhisselâm (unuttuğu için); “Ben böyle bir
bağış yapmadım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın
bağışladığının yazılı olduğu kitabı ona indirdi ve melekleri de şâhid olarak
bulundurdu. Sonra Âdem aleyhisselâmın ömrünü bin seneye Dâvûd aleyhisselâmın
ömrünü de yüz seneye çıkardı.”
Yine Se'âlebi, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “... Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilince günlerini
sayardı. Melek-ül mevt, rûhunu kabzetmeye gelince, Melek-ül mevte dedi ki: “Acele
ettin ey Melek-ül mevt! Daha benim ömrümden altmış sene var”. Melek-ül mevt de
ona; “Senin ömründen bir şey kalmadı. Sen Allahü teâlâdan,
ömründen bir kısmını evlâdın Dâvûd'a yazmasını istedin” dedi. Bunun üzerine
Âdem aleyhisselâm (unuttuğu için), “Ben böyle yapmadım” dedi. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurdu: “İşte Âdem verdiği sözü unuttu. Zürriyeti de (insanlar
da) unuttu (ahd-i
mîsakı unuttular). O zaman Allahü
teâlâ kitabını göndererek şâhidliği emretti.”
Âdem aleyhisselâm vefât
etmeden önce onbir gün hasta yattı. Bu sırada evlâtlarını toplayıp onlara
nasîhatler yaptı. Allahü teâlânın
emirlerine uymalarını tenbih etti. Oğulları içinden Şît aleyhisselâmı yanına çağırıp ona vasiyetlerini bildirdi. Şît aleyhisselâm ikiz olmayıp tek doğan oğlu idi. Âdem aleyhisselâmın oğullarından Kâbil hased ve
kıskançlığı sebebiyle kardeşi Hâbil'i öldürünce, Allahü
teâlâ Âdem aleyhisselâma bir evlât
daha vererek teselli etti Bu evlâdın ismi, Allahü
teâlânın hibesi (hediyesi) mânâsına gelen Şît aleyhisselâm
idi. Muhammed aleyhisselâmın nûru Âdem aleyhisselâmdan
Şît aleyhisselâma intikâl ederek alnında
parlıyordu. Âdem aleyhisselâm vefât etmeden
önce Cebrâil aleyhisselâm
gelip, oğlu Şît'e (aleyhisselâm) vasiyette
bulunmasını ve onu yerine halef kılmasını söyledi.
Âdem aleyhisselâm oğlu Şît
aleyhisselâmı yanına çağırıp gece ve gündüzdeki
kıymetli vakitleri ve bu vakitlerde yapılması gereken ibâdetleri öğretti. Nûh aleyhisselâm zamanında vukû bulacak tûfanı önceden
ona bildirdi. Tûfandan sonraki vukû bulacak hâdiseleri de haber verdi.
Vasiyetini yazıp Şît aleyhisselâma verdi. Sonra
da; “Bu bilgileri Kâbil evlâtlarından gizli tut, onlara bildirme, çünkü Kâbil,
hasedi sebebiyle kardeşi Hâbil'i katletti. Onun evlâtları da sana hased edip,
seni öldürmeye kalkışırlar!” dedi. Bu emir üzerine Şît aleyhisselâm
babası Âdem aleyhisselâmın kendisine bildirdiği
bu husûsları gizli tutup, açıklamadı. Âdem aleyhisselâmın
vefât etmeden önce oğlu Şît aleyhisselâma
yaptığı en önemli vasiyetlerden biri şöyle idi: “Yavrum! Bu alnında parlayan
nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve
afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun!”
İbn-i Asâkir, Ka'b-ül-Ahbâr'dan şöyle nakletti: Âdem aleyhisselâm, oğlu Şît aleyhisselâma;
“Ey oğlum! Benden sonra halîfemsin. Allahü teâlâyı
ne zaman zikredersen, anarsan, O'nunla beraber Muhammed
aleyhisselâmın ismini de söyle. Çünkü O'nun
ismini, ben rûh ve beden arasında iken arşın altında gördüm. Sonra semâları
dolaştım. Semânın her tarafında O'nun isminin yazılı olduğunu gördüm. Rabbim
beni Cennet’te bulundurdu. Cennet’te gördüğüm her saray ve her odada Muhammed aleyhisselâmın
ismi yazılı idi. Yine O'nun ismini, hûrilerin boyunlarında, Cennet kalelerinde,
Tûbâ ağacı ile Sidret-ül-müntehâ yapraklarında, meleklerin gözleri arasında,
yazılı olarak gördüm. Onun için Muhammed
aleyhisselâmın ismini çok an! Çünkü melekler
O'ndan her an bahsederler dedi.”
Meâric'ün-nübüvve fi medâric-il-fütüvve kitabında Âdem aleyhisselâmın vasiyeti ve vefâtı şöyle
bildirilmiştir: “Âdem aleyhisselâm vefâtına
kadar evlâtları arasında kaldı. Onlara Allahü teâlânın
emrettiği şeyleri bildirdi. Kırkbin evlâdını gördü. Kendisinin yirmi oğlu ve
yirmi kızı var idi. Diğerleri, torunları ve onların evlâtları idi. Ömrü bin
yıla erişince hastalandı ve oğullarını topladı. Hak
teâlâya ibâdet etmelerini, şeytana ve şeytanın avânelerine
uymamalarını emreyledi. Sonra Şît aleyhisselâma,
Muhammed aleyhisselâmın
nûrunu çok dikkatle muhâfaza etmesini vasiyet etti.
Âdem aleyhisselâm
vasiyetini tekrar etti. Kelime-i Tevhid’i söyledi. Zürriyetinden gelecek
peygamberlere bu vasiyeti ulaştırmalarını emreyledi. Sonra Şît aleyhisselâma döndü; “Ey Şît, benim ecelim yaklaştı.
Benden sonra halîfem ol. Dîni yaymağa gayret eyle. Hak
teâlâyı zikredince, Muhammed
aleyhisselâmı da birlikte zikret ve O’nun
rûhaniyetinden istifâde eyle.” buyurdu.
Âdem aleyhisselâmın
hastalığı ilerleyince, Cebrâil aleyhisselâm gelerek hazret-i Âdem'in hâlini sordu. İkisi
konuşurlarken Azrâil aleyhisselâm edeple içeri
girip selâm verdi. “Hak teâlâ selâm eder
ve evlâdına senden ötürü baş sağlığı diler.” dedi.
Hazret-i Havvâ (radıyallahü
anhâ) bir köşede oturmuş ağlıyordu. Âdem aleyhisselâm;
“Ey Havvâ, buradan git. Beni, Rabbimin melekleriyle başbaşa bırak.” dedi. Sonra
yüzünü Cebrâil aleyhisselâma çevirdi ve; “Yâ Cebrâil, ben ölüm şerbetini içer, Rabbime
kavuşurum.” deyince, Âdem aleyhisselâmın bu
hâline Cebrâil aleyhisselâm da ağladı.
Âdem aleyhisselâm
üzüldü. Bütün melekler ağlaştılar. O anda; “Ey Âdem, yukarıya bak” diye bir ses
işitti. Yukarıya baktı ve Cennet’i gördü. Hak teâlâ
hazretleri O'nun için hazırladığı nîmetleri gösterdi. Âdem aleyhisselâm, hazret-i Azrâil'e, “Ey Azrâil, çabuk
gel ve canımı almada acele et. Zirâ canım cânânı çok istiyor ve rûh kuşum ten
kafesinden vatanına uçmak diliyor” dedi. Azrâil aleyhisselâm
yaklaştı. Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: “Ey Azrâil! Âdem aleyhisselâmın ne kadar azîz, büyük olduğunu
bilirsin. Bu husûsta çok yumuşak hareket etmen lâzımdır.” Azrâil aleyhisselâm hiç incitmeden Âdem aleyhisselâmın rûhunu aldı. Böylece canı cânâna
kavuşturdu. Cebrâil aleyhisselâm, Âdem aleyhisselâma
bir gömlek giydirdi. Şît aleyhisselâma yıkamayı
öğretti. Yıkayıp kefenlediler. Hadîs-i şerîfte
buyruldu ki; “Âdem
aleyhisselâm vefât edince, melekler su ile üç defâ yıkadılar. Onu defnettiler,
sonra çocuklarına dönerek; “Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız”
dediler.” Cebrâil aleyhisselâm, Şît aleyhisselâmı
imâm yapıp dört tekbir ile, bir rivâyette otuz tekbir ile bugünkü gibi cenâze
namazını kıldılar. Ebû Kubeys dağındaki mağaraya defnettiler. Nûh aleyhisselâm zamanında vukû bulan tûfanda Nûh aleyhisselâm tabut yapıp, Âdem aleyhisselâmın mübârek cesedini tabutun içine koydu.
Gemiye alıp, tûfandan sonra Serendib’e bıraktı. Âdem aleyhisselâmın
defnedildiği yer husûsunda değişik rivâyetler vardır.
Peygamber efendimiz mîrâç gecesi birinci kat semâda
Âdem aleyhisselâmın rûhaniyeti ile görüşmüştür.
Bu husûs mîrâçla ilgili Müslim'in bildirdiği bir hadîs-i
şerîfte şöyle bildirilmiştir: “Birinci semâya geldiğimiz zaman, Cibrîl birinci kat semânın
bekçisine (kapıyı) aç dedi, bekçi; “Kim o!” diye sordu. Cibrîl, “(Ben) Cibrîl”
diye cevap verdi. “Yanında kimse var mı?” dedi. “Evet yanımda Muhammed var” dedi. “O gönderildi mi” deyince, “Evet” dedi. Bunun
üzerine kapıyı açtı. Birinci semâya yükseldiğimiz zaman baktım ki orada bir zât
duruyor. Sağında bir takım karaltılar ve sol tarafında bir takım karaltılar
var. Sağ tarafına bakınca gülüyor, sol tarafına baktığı zaman ağlıyor. Bu zât (Bana); “Hoş geldin
sâlih evlât ve sâlih peygamber” dedi. Ben, “Yâ Cibrîl! Bu zât kim?” dedim.
Cibrîl, “Bu Âdem'dir. Sağında ve solundaki şu karaltılar da çocuklarının
rûhlarıdır. Sağdakiler Cennetlikler, sol taraftakiler de Cehennemliklerdir. (Bu
sebeple) sağ
tarafına bakınca gülüyor, sol tarafına bakınca da ağlıyor dedi.” Bir
hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Âdem aleyhisselâm
dünyâ semâsındadır. Kendisine ümmetinin (zürriyetinin) amelleri arz
olunmaktadır.”
1- Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı kudretiyle yarattı.
2- Allahü teâlâ, bütün mahlûkât içinde en son Âdem aleyhisselâmı yarattı ve ona rûh verdi.
3- En güzel sûrette yaratıldı.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İnsanlar içinde Âdem aleyhisselâma en çok benzeyen benim. Ahlâk ve yaratılış bakımından da bana en çok benzeyen İbrâhim aleyhisselâmdır.”
Buharî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu:
“Allah, Âdem peygamberi şu güzel insan kılığında yarattı. Boyunun uzunluğu altmış zrâ' idi. Hilkati tamamlandıktan sonra Allahü teâlâ ona; “Haydi, meleklerden şunların yanlarına git de onlara selâm ver! ve onların senin selâmını nasıl karşıladıklarını (iyi) dinle. Çünkü bu hem senin, hem de (senden sonra) zürriyetinin selâmlaşmasına numûnedir. Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) meleklere; “Esselâmü aleyküm” dedi. Onlar da; “Esselâmü aleyke ve rahmetullah” diye karşıladılar. Ve selâmlarına “Ve rahmetullah” ziyâde eylediler (eklediler). Âdem, beşerin büyük atası olduğu için, Cennet’e giren herkes Âdem'in (bu güzel) sûretinde girecektir. Âdem'in (sonra gelen) ahfâdı (evlâd-torunları) onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeğe devam etti. Nihâyet (bu eksiliş) şimdi (bu ümmette) sona erdi.”
4- Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma hamdetmeyi telkin etti, Âdem aleyhisselâma aksırınca, “Yerhamüke Rabbuke” buyurdu.
5- Âdem aleyhisselâm hakkında Allahü teâlânın rahmeti gadabını aştı.
6- Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı yarattıktan sonra, hiç ameli olmadığı hâlde onu Cennet’e koydu.
7- Cennet’te bir ağacın meyvesi hâriç her şeyi ona mübâh kıldı.
8- Bütün isimleri, her şeyin ismini ve faydasını ona öğretti.
9- Onu insanlığın babası kıldı. İsmi dünyâda Ebü'l-Beşer, Cennet’te Ebû Muhammed'dir.
10- Meleklere, ona doğru secde etmelerini emretti. Bu secde, Âdem aleyhisselâma değildir. Allah için Kâbe'ye doğru secde yapıldığı gibi Allah için Âdem aleyhisselâma doğru yapılmıştır.
11- Yeryüzünde halîfe kıldı.
12- Âdem aleyhisselâmın meleklerden üstün olduğunu, meleklere bildirdi.
13- İblis (şeytan) çok ibâdet ve tâat etmiş olmasına rağmen, Allahü teâlâ İblisi, Âdem aleyhisselâma secde etmediği için ebediyyen tardetti, kovdu.
14- İlk hamd eden Âdem aleyhisselâmdır.
15- İlk tevbe eden Âdem aleyhisselâmdır.
16- İlk seçilen ve yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesi ve ilk peygamberidir.
17- Zürriyetinden Cennetlik ve Cehennemlik olanları ayırarak Cehennemlikleri kıyâmet günü o Cehennem’e gönderecektir.
Müslim, Berâ'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ve tebâreke kıyâmet gününde şöyle buyurur: “Ey Âdem kalk! Zürriyetinden binde dokuzyüzdoksan dokuzunu Cehennem’e birini de Cennet’e ayır.” Eshâb-ı kirâm bunu işitince yere kapanıp ağlamaya başladı. Resûlullah buyurdu ki: “Başınızı kaldırın, nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, ümmetim, ümmetler içinde siyah öküzün cildindeki beyaz tüy gibidir.”
18- Yûsuf aleyhisselâma Âdem aleyhisselâmın güzelliğinden yarısı verilmiştir. Hazret-i Âdem, çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday renkliydi. Hazret-i Havvâ da böyle idi. Hazret-i Âdem'in hiç sakalı yoktu. İnsanlarda ilk sakalı çıkan hazret-i Şît aleyhisselâmdır.
Hasen-i Basrî hazretleri şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma dört haslete sâhip olmasını emir buyurmuş ve iyi vasıfların hepsinin bu dört haslette olduğunu bildirmiştir: “Birincisi; bana ibâdette hiç bir şeyi ortak koşmamandır. İkincisi; yapmış olduğun amelin zâyi olmaz, en dar gününde o amelinin mükâfâtını sana veririm. Üçüncüsü; senin duâ etmen, benim de duânı kabûl edip istediğini vermemdir. Dördüncüsü: insanların sana nasıl muâmele etmesini istiyorsan, sen de onlara öyle davranmalısın.” buyurmuştur.
Âdem aleyhisselâmın makâmı tevbe makâmıdır. İlk tevbe eden ve ilk tevbesi kabûl olunan odur. Hazret-i Hasan'dan şöyle nakledilmiştir: “Allahü teâlâ Âdem'in (aleyhisselâm) tevbesini kabûl ettiği zaman, melekler onu tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil aleyhimüsselâm yanına inip, “Ey Âdem! Gözün aydın, Allahü teâlâ tevbeni kabûl etti.” dediler. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm, “Yâ Cebrâil! Bu tevbemden sonra ben tekrar hesâba çekilirsem hâlim ne olur?” deyince, Allahü teâlâ Âdem'e (aleyhisselâm); “Ey Âdem! Senin zürriyetine, tevbeyi mîras bıraktım. Onlardan bana kim senin gibi duâ ederse, senin yalvarmanı kabûl ettiğim gibi onlarınkini de kabûl ederim. Kim benden isterse, ona veririm. Çünkü ben, kullarıma yakınım ve onların isteklerini geri çevirmem” diye vahyetti.” İslâm âlimleri tevbeyi ve tevbenin önemini şöyle anlatmışlardır:
Tevbe, nedâmet, pişmanlık. İnsanın, işlemiş olduğu günahlarına
pişmanlık duyup, Allahü teâlâdan özür
dilemesi, affedilmesini, bağışlanmasını istemesidir. Tevbe, dînimizde haram
olan şeyleri işledikten sonra, pişman olup, Allahü
teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karar vermektir.
Dünyâda zarar hâsıl olmasından korkarak pişman olmak, tevbe olmaz. Çeşitli günah
işleyen bunlardan bâzısında ısrâr ederken, bâzısına tevbe edebilir. Tevbeden
sonra günahı tekrar işleyenin, tekrar tevbe etmesi geçerlidir. Büyük günahın
affolması için, tevbe etmek şarttır.
Günahtan sonra hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi
geciktirmek de, büyük günahtır. Bunun için de, ayrıca tevbe etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emirleri olan farzları ve
vâcibleri yapmamanın günahı ancak kazâ etmekle affolur. Her günahın affı için
kalb ile tevbe etmek ve dil ile istiğfâr etmek, yalvarmak ve beden ile kazâ
etmek lâzımdır. Yüz kere tesbîh etmek, yâni (Sübhânallah-il-azim ve bihamdihî)
demek, sadaka vermek ve bir gün oruç tutmak, günahın tevbesi için çok iyi olur.
Allahü teâlâ, Nûr sûresi 31. âyetinde meâlen, “Ey mü’minler!
Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz. Tevbe etmekle kurtulabilirsiniz.”
ve En’âm sûresi 120. âyetinde meâlen; “Açık olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız.”
buyuruyor.
Hadîs-i şerîflerde; “En iyiniz, günahtan sonra hemen tevbe
edeninizdir.” ve “Gizli yapılan günahın tevbesini gizli yapınız! Âşikâre
yapılan günahın tevbesini âşikâre yapınız! Günahınızı bilenlere, tevbenizi
duyurunuz!” ve “Tevbe eden, günah işlememiş gibi olur.” ve “Günahına pişman
olmayıp dili ile istiğfâr eden, günahında devam edicidir. Rabbi ile alay
etmektedir.” buyruldu. İstiğfar etmek (estagfirullah) demektir. Şifâ
için istigfârı çok okumak, bütün dertlere, sıkıntılara karşı faydalıdır. Allahü teâlâ, Hûd sûresinde meâlen; “İstiğfar
okuyunuz! İmdadınıza yetişirim.” buyurdu. İstiğfar, insanı her
murâda, âfiyete kavuşturur.
Hadîs-i şerîflerde; “Allahü teâlâ, günah işleyip sonra pişman
olan kulunu, istiğfâr etmeden önce affeder.” ve “Günahınız çok olup, göklere kadar ulaşsa, tevbe
edince, Allahü teâlâ tevbenizi kabûl eder.” buyruldu. Bu hadîs-i şerîfler, kul hakkı bulunmayan günahlar
içindir. Hadîs-i şerîfte; “Günah, üç
türlüdür: Kıyâmette mağfiret olunmayan, terk edilmeyen ve Allahü teâlânın dilerse affettiği (günah) dir” buyruldu. Kıyâmet günü
muhakkak affolunmayacak günah, şirktir. Şirk, her türlü küfür demektir. Terk edilmeyecek
olan günah, kul hakkı bulunan günahtır. Allahü teâlânın
dilerse affedeceği günah kul hakkı bulunmayan günahtır.
Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever, affeder.
Sonra, o günahı tekrar yaparsa, ikinci bir tevbe lâzım olur. Tevbe ettiği bir
günahı hatırlayınca, günahı işlediğine sevinirse tekrar tevbe lâzım olur. Hak
sâhiplerine haklarını ödemek veya helâl ettirmek, gıybet ettiği kimseden af
dilemek ve rızâsını almak, yapmamış olduğu farzları kazâ etmek farzdır. Bunlar tevbenin
kendisi değil, şartlarıdır. Bir lirayı sâhibine geri vermek, bin sene nâfile
ibâdet yapmaktan ve yetmiş nâfile hacdan daha iyidir. Günahı bir daha yaparsam tevbem
bozulur diyerek, tevbe yapmamak doğru olmayıp, câhilliktir ve şeytanın
aldatmasıdır. Her günahtan sonra, hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi bir saat
geciktirince, günahı iki kat olur.
Tevbe ettim demek, tevbe olmaz. Çünkü, tevbenin sahih
olması için üç şart lâzımdır:
1- Hemen günahı bırakmalıdır.
2- Günah işlediğine, Allahü
teâlâdan korktuğu için utanmak ve pişman olmak lâzımdır.
3- Bu günahı bir daha hiç yapmamaya gönülden söz
vermektir. Allahü teâlâ şartlarına uygun
olan tevbeyi kabûl edeceğine söz vermiştir.
Her günahın tevbesi kabûl olur, ancak şartlarına uygun
yapılması lâzımdır. Tevbenin kabûl edileceğinde şüphe etmemelidir. Tevbenin
şartlarına uygun olmasında şüphe etmelidir. Tevbe edilmeyen herhangi bir günahtan
Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü, Allahü teâlânın gadabı günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve
intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günah için,
sonsuz olarak red edebilir. Bunu Kur’an-ı kerîm bildiriyor. İkiyüzbin sene
itâat eden İblisin (şeytanın) kibirlenip secde etmediğinden ebedî mel’ûn
olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan Âdem aleyhisselâmın
oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eylemiştir. Mûsâ aleyhisselâmın zamanında, Belâm-ı Bâurâ, İsm-i âzamı
biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. İlim ve ibâdeti, o derecede idi ki,
sözlerini yazıp istifâde etmek için, ikibin kişi, hokka ve kalem ile yanında
bulunurdu. Bu Belâm, Allahü teâlânın bir
haramına, birazcık meyl ettiği için, îmânsız gitti. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Mûsâ aleyhisselâm buna hayır duâ edip, kimya ilmi
öğretince bu şahıs o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazînelerinin
anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı
ile birlikte, yeraltına sokuldu. Sa’lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok
ibâdet eder ve câmiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, sahâbîlik
şerefine kavuşamadı, îmânsız gitti. Peygamber
efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
onun için duâ etmemesi emrolundu. Allahü teâlâ,
bunlar gibi daha nice kimselerden, bir günah sebebiyle, böyle intikâm almıştır.
Bunun için, her mü’minin günah işlemekten çok korkması, ufak bir günah
işledikçe tevbe, istiğfâr etmesi, yalvarması lâzımdır. Tevbe, kalb ile, dil ile
ve günah işleyen aza ile birlikte olmalıdır. Kalb pişman olmalı, dil duâ
etmeli, yalvarmalı, âzâ da günahtan çekilmelidir.
Allahü teâlâ ile kul arasında olan, kul hakkı
bulunmayan günahların af olması için, gizlice tevbe etmek kâfidir. Başkalarına
haber vermek, imâma bildirmek lâzım değildir. Para vererek, papaza günah af
ettirmek, hıristiyanlıkta yapılıyor. İslâmiyette böyle şey yoktur. Hazret-i Ali
buyuruyor ki, Hazret-i Ebû Bekr doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); “Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp namaz kılar ve
günahı için istiğfâr ederse, Allahü teâlâ, o günahı elbette affeder.
Çünkü, Allahü teâlâ, (Nisâ sûresi 109. âyetinde meâlen); “Biri günah işler
veya kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya
istiğfâr ederse, Allahü
teâlâyı çok merhametli, af ve mağfiret edici
bulur” buyurmaktadır” dedi. Bir hadîs-i
şerîfte; “Bir kimse, bir günah işler, sonra pişman olursa, bu
pişmanlığı, günahına keffâret olur. Yâni, affına sebep olur” buyruldu. Başka
bir hadîs-i şerîfte; “Günahı olan
kimse, istiğfâr eder ve tevbe eder, sonra bu günahı tekrar yapar, sonra yine
istiğfâr söyler, tevbe eder. Üçüncüyü yine yapar ve yine tevbe ederse, dördüncü
olarak yapınca, büyük günah yazılır.” Buyuruldu. Yâni, ileride tevbe
ederim diyenler, tevbeyi geciktirenler ziyân etti. Lokman Hakîm, velî veya
peygamber idi. Oğluna nasîhat ederek; “Oğlum, tevbeyi yarına bırakma! Çünkü,
ölüm ansızın gelip yakalar” dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki; “Her sabah ve akşam
tevbe etmeyen kimse, kendine zulüm eder”.
Tevbeyi, Abdülmelik bin Muhammed
Harkûşî hazretleri “Tehzib-ül-esrâr” adlı eserinde şöyle anlatmıştır: “Abdullah
bin Ömer rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, rûh gargaraya gelmedikçe kulun tevbesini kabûl eder.”
Büyük âlim ve aynı zamanda vâiz olan Ebû Sa'id buyurdu ki: “Tevbe, yüksek
makâmlardan ve Allahü teâlânın sevgisini
gerektiren amellerdendir. Allahü teâlâ
Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Allahü
teâlâ, tevbe edenleri sever.”
buyuruyor. (Bakara sûresi: 222) Sehl bin Abdullah (radıyallahü
anh) buyurdu ki: “Tevbe, yaptığı günahlara pişmanlık duymak ve
zemmedilen hareketlerden Allahü teâlânın
râzı olduğu işlere dönmektir.” Doğru bir tevbe edebilmek için, helâlinden
yemek, âzâlarını kötülüklerden ve günahlardan muhâfaza etmek, bu husûslarda Allahü teâlâdan yardım istemek lâzımdır.
Zünnûn-i Mısrî’ye tevbe sorulduğu zaman: “Avâmın tevbesi,
günahlardan, havâssın (seçilmişlerin) tevbesi, gafletten dolayıdır.” buyurdu.
Muhammed bin Ali el-Kettanî'ye istiğfârın ne
olduğu soruldu. “İstiğfar, tevbe demektir. Tevbe ise altı mânâyı içine alan bir
isimdir. Birincisi; yapmış olduğu günaha pişmanlık duymak. İkincisi; yapmış
olduğu günahı bir daha işlememeye azmetmek, karar vermek. Üçüncüsü; Allahü teâlâya karşı yapmakla mükellef olduğu
farzları edâ etmek. Dördüncüsü; hakkı geçenlerin haklarını vermek. Beşincisi;
haramları atmak için, onunla beslenen vücûdunu bu hâlden kurtarıp mânen
temizlemek. Altıncısı; nefse, günahların tadını tattırdığı gibi, tâatların
acısını da tattırmak.”
İbn-i Atâ; “Tevbe, iki tanedir. Birincisi inâbe tevbesi,
diğeri isticâbe tevbesi. İnâbe tevbesi, kulun âkıbetinden korkarak tevbe
etmesi, isticâbe
tevbesi, kulun Allahü teâlânın
kereminden hayâ ederek yaptığı tevbedir” buyurdu.
Ebû Bekr Râzî (radıyallahü anh)
şöyle nakleder: Ebû Bekr Beykendî'den duydum. Buyurdu ki: “Tevbe; kulun Allahü teâlâya karşı cürette bulunduğunu bilmesi,
günahından dolayı kendisini yere batırmayacak, ateşle yakmayacak kadar Rabbinin
hâlim olduğunu görmesidir. Sonra tevbe edip, bir daha o günahı işlememesidir.”
Rabia-i Adviyye, tevbeyi şartlarına uygun yapmamanın günaha
sebep olduğunu, bunun için, tekrar ve doğru tevbe yapmak gerektiğini şöyle
ifâde etmiştir: “Bizim tevbelerimiz, başka bir tevbeyi gerektirir.” Ve yine; “Sâdece
dil ile istiğfâr, yalancıların tevbesidir” buyurarak tevbenin şartlarına uygun
yapılması gerektiğini bildirmiştir. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfte; “Pişmanlık tevbedir.” buyurdu. Ebû
Sa'id el-Va'iz hazretleri bu hadîs-i şerîfin
mânâsını, şöyle açıklamıştır: “Geçmiş günahlardan dolayı kalbde bir yanmanın ve
artık bir daha işlememek üzere kesin ve açık bir niyetin hâsıl olmasıdır.”
Muhammed bin Ali'ye; “Tevbe nedir?” diye
sorulunca, “Kötülüklerden uzaklaşıp iyiliklere yönelmek, sonra bunda mücâhede,
nefse bunu yapmasını zorlamak, sonra bu işte sebât etmek ve sonra doğruluk
göstermektir. Bundan sonra da Allahü teâlânın
rızâsını kazanıp vilâyete (evliyalığa) ve yardımına, ihsânlarına kavuşmaktır”
buyurdu.
Şakik-i Belhî de; “İnsanları iki şey helâk eder. Biri, tevbe
ederim diyerek günah işlemeleri, diğeri de sonra yaparım diyerek tevbeyi
geciktirmeleridir.” buyurmuştur.
Yûsuf bin Esbât hazretleri buyurdu ki: “Tevbenin on
derecesi vardır; 1- Cehâletten uzaklaşmak. 2- Tembelliği terk etmek. 3- Münkerâttan
tevelli, kötülüklerden uzaklaşmak. 4- Beğenilen ve râzı olunan işleri yapmak. 5-
Hayırlara koşmak, hayır işlerde yarışmak. 6- Tashih-i tevbe, tevbeyi tam ve
doğru yapmak. 7- Lüzûm-üt tevbe, günahları terk edip, hakka yönelmek. 8- Hak sâhiblerinin
haklarını ödemek (Edâ-i mezâlim). 9- Taleb-il megânim, fırsatları ganîmet
bilmek. 10- Kalbin tasfiyesi, kötülüklerden temizlenmesi.
Ahmed bin Ebî Havârî buyurdu ki: “Kul kalbiyle pişman
olmadıkça, diliyle istiğfâr etmedikçe ve kendi üzerinde hakkı olan hak sâhiblerinin
hakkını ödemedikçe tevbe etmiş olmaz. Kul ibâdete yönelir, kulluğunu yaparsa, tevbeye
ve zühde ulaşır. Zühde kavuşunca, sadâkata, sıdka ulaşır. Sıdkı elde eden,
tevekküle, bununla da istikâmete kavuşur. Hazret-i Ömer şöyle rivâyet etmiştir:
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kıyâmet günü tevbe en güzel bir sûrette getirilir. Öyle
güzel kokusu olur ki, onu mü’minlerden başkası duymaz. Kâfirler der ki:
Mü’minler o kokuyu alıyorlar da, biz neden alamıyoruz?. Bunun üzerine tevbe,
onlara şöyle der: Eğer beni dünyâda kabûl etseydiniz (dünyâda iken tevbe
etseydiniz)
şimdi (bu güzel kokumu) duyardınız. Bunun üzerine kâfirler, Şimdi seni kabûl
ediyoruz derler. Semâdan bir melek, kâfirlere şöyle seslenir: Eğer dünyâdaki
altın ve gümüşleri ve her şeyi getirseniz artık sizden tevbe kabûl olunmaz.
Sonra buyurdu ki: Melekler onlardan uzaklaşır. Cehennem bekçileri olan melekler
gelirler. Kendisinde güzel koku bulunanları Cennet’e korlar. Kötü koku
bulunanları ise Cehennem’e atarlar.”
İbn-i Atâ; “Kim amel ederek tevbesini düzeltirse, tevbesi
kabûl olunur” buyurdu. Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Her uzvun tevbesi
vardır. Kalbin tevbesi, haram olan işleri yapmaya niyeti terk etmesidir. Gözün tevbesi,
harama bakmaması, ayakların tevbesi, harama gitmemesi, kulağın tevbesi, haram
olan şeyleri dinlememesi, karnın tevbesi, helâlden yemek, fercin tevbesi,
fuhuştan uzak durmasıdır...”
Ebû Hafs hazretlerine; “Tevbekârlar neden dünyâyı
sevmezler” diye sorulunca; “Çünkü onlar, günaha dünyâda batarlar” buyurdu.
Fakat, tevbe de dünyâda yapılır dediklerinde; “Bu, günaha delildir. İşleniyor
ki tevbe yapılıyor. Bu kesindir. Yâni dünyâda günah işleniyor, fakat her günahın
tevbesinin kabûl edileceği kesin değildir.” buyurdu.
Ebû Abdullah Celâ hazretlerine denildi ki: “İnsan ne
zaman tam tevbekar olur?” “Sol omzundaki melek, yirmi sene hiç yazacak günah bulamadığı
ve yazmadığı zaman” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü
teâlâ (günahkar kuluna) ey Âdemoğlu, sen
bana duâ etmedin. Benden günahlarının bağışlanmasını istemedin. Eğer bunu
benden isteseydin, arzın dolusu günahın olsa, göke ulaşsa, onu bağışlar, günahına
bakmazdım buyurdu.”
Ebû Nâsr Abdüsseyyid bin Muhammed
ibni Sabbag hazretleri de; “Et-Târık'üs sâlim ilallah” adlı eserinde tevbeyi
şöyle anlatmıştır: Günahlarından dolayı tevbe etmek, her müslümana farzdır. Günah
işleyip de tevbeyi geciktirmek câiz değildir. Müslüman günah olan işlerden uzak
durmalı, günaha girerse pişman olup, Allahü teâlâdan
affını ve mağfiretini dilemelidir. Kulun mutlakâ tevbeyi gerektirecek bir hâli
bulunur. Âlimler, Allahü teâlânın kulları
üzerinde sayısız hakları bulunduğunu, bunların gözetilmesi gerektiğini, Allahü teâlânın haklarına karşılık, O'ndan gâfil
olunduğu zaman tevbe etmek lâzım geldiğini söylemişlerdir. Şöyle ki, Allahü teâlâya şükretmek, O'nu anmak ve
hatırlamak, O'ndan korkmak her müslümana lâzımdır. Çünkü Allahü teâlâ her an nîmetlerini ve ihsânını
yenilemekte ve tazelemektedir. Meselâ, Allahü teâlâ
kısa bir müddet için nefes alıp verme nîmetini insanlardan almış olsa, hepsi
ölü olarak yere serilirdi. Öyleyse, nîmete kavuşan kimseye, o nîmeti verenden
gâfil ve habersiz olması aslâ yakışmaz. Nimete kavuşan o nîmeti verenden
başkası ile meşgûl olursa, yapacağı şey, nîmet sâhibini unuttuğu için pişman
olmak, nîmet sâhibinden özür dilemek, O'nun beğendiği işlere devam etmek ve
tekrar O'nu anıp, hatırlamaktır. Allahü teâlâ,
beş vakit namazı farz kıldı. Kullar, beş vakit namazla Allahü teâlâyı andılar ve O'na kulluk vazifelerini
yerine getirdiler. Allahü teâlâ,
kullarının namazlarda kendisini anmalarını, ibâdet etmelerini, beş vakit
namazın dışında kendisinden gaflette bulunup, unutmalarına keffâret yaptı. Yâni
gaflet suçunu affetti. Kullar namaz kılarken, kalblerini başka şeylerle meşgûl
ederlerse, bu gaflet hâllerinden dolayı özür dilemeleri ve Allahü teâlâdan af olunmalarını dilemeleri
icâbeder. Çünkü onlar, Allahü teâlâyı
anacakları yerde kalbleri başka şeylerle meşgûl olmuştur.
Abdurrahmân bin Ebû Ömer; “Her sabah, görevli iki
melek: Ey hayır isteyenler! Geliniz hayırlı işler yapınız! Ey kötülük yapanlar!
Kötülüklerinizi azaltın diye seslenirler” buyurmuştur.
Sâlih zâtlardan birisi; “İnsanlar üzerine gelen her
gece, Ey Âdemoğlu! Bende şu anda hayır nâmına ne yapabilirsen yap. Bir daha
ebediyyen geri dönmeyeceğim der.” diye haber vermiştir.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)
şöyle buyurdu. “Kim üç defâ Estagfirullah ellezî lâ ilâhe illâ huvel hayyül
kayyumü ve etûbü ileyh” derse, Allahü teâlâ
onun günahlarını affeder.”
Ebû Ümame'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: “Sağda
bulunan melek, sol tarafta bulunan meleğin âmiridir. Kul bir iyilik yaptığı
zaman, sağ taraftaki melek hemen o kimse için on sevap yazar. O kul kötülük
yaptığı zaman, sağ taraftaki melek, sol taraftakine; O kötülüğü onun için hemen
yazma, yedi saat bekle. Belki yaptığı kötülük için istiğfâr eder. “Allahü teâlâdan affını ister” der.”
Abdullah ibni Mes’ûd hazretleri şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın katında en büyük günah, biri
diğerine Allah'tan kork deyince, karşıdakinin, “Sen kendine bak” demesidir.”
Akıllı kimseye yakışan, tevbeyi âdet edinip, işlediği
hatâ ve günahlardan sonra pişman olması ve istiğfâr etmesidir. Umulur ki, böyle
yapan kimse, nefsinin şerrinden ve amelinin kötülüğünden kurtulur. Çünkü tevbe
ve istiğfâr, kalbi düzeltir. Allahü teâlânın
rızâsını kazanmaya sebep olur.
Ömer (radıyallahü anh),
(Tevbe edenlerle oturup kalkınız. Çünkü onların kalbleri çok incedir)
buyurmuştur.
Mücâhid (radıyallahü anh),
“(Hesap
için) Rabbi
huzûrunda durmaktan korkan için iki Cennet var.” (Rahmân sûresi: 46)
meâlindeki âyet-i kerîmenin tefsîrinde; “Bu öyle bir kimsedir ki, günah
işlerken Allahü teâlâyı hatırlar ve ondan
vazgeçer. Bu, tevbe edenin derecesinden daha üstündür. Çünkü, tevbe eden kimse,
günahı işledikten sonra pişman olmaktadır. Bu ise, günah üzerinde iken, Allahü teâlâyı hatırlayarak o günahtan
vazgeçmektedir.” buyuruyor.
İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü
anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte,
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Kim istiğfârı
çoğaltırsa, Allahü
teâlâ ona her keder ve gamdan bir rahatlık, her
darlıktan bir çıkış yolu ve ummadığı yerden rızık nasib eder.”
Riyâh el-Kaysî; “Benim kırk küsur günahım vardı. Her
biri için yüz kere istiğfâr ettim.” buyurdu.
Avn bin Abdullah; “Tevbe edenlerle beraber olunuz.
Çünkü Allahü teâlânın rahmeti, günahından
pişmanlık duyana daha yakındır.” buyurdu.
Anlatılır ki, Zuheyr es-Selûli hiç durmadan ağlardı.
Arkadaşlarından birisi onu azarlayarak; “Allahü
teâlâ sana merhamet etsin. Niçin böyle devamlı ağlıyorsun?” dedi. O
da, “Günahlarıma ağlıyorum. Suçum çok. Rabbine âsî olana elbette ağlamak
yaraşır.” cevâbını verdi.
Anlatılır ki, Hızır aleyhisselâm
Mûsâ'dan (aleyhisselâm) ayrılacağı vakit, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Bana bâzı tavsiyelerde bulun”
dedi. Hızır da (aleyhisselâm) şu tavsiyelerde
bulundu: “Herkese faydalı ol, zarar verici olma. Güler yüzlü ol, kızgın olma.
İhtiyâcın olmadan yola çıkma. Başkasını yaptığı günahtan dolayı ayıplama. Kendi
günahlarına ve hatâlarına ağla.”
Fudayl bin Iyad (rahmetullahi
aleyh) buyurdu ki: “Günahın senin yanında ne kadar küçülürse, Allahü teâlânın yanında o derece büyür. Sen günahı
ne kadar büyük görürsen, o günah Allahü teâlânın
yanında o derece küçülür.” (İnsan, günahını dâimâ büyük görmelidir.)
Hasen-i Basrî (rahmetullahi
aleyh); “Eğer insan günahını küçük görürse, ona ehemmiyet vermez. O
zaman o günah, büyük günah hâlini alır. Eğer insan günahını büyük görür, onun
için istiğfâr yapar, onu gizler ve tevbe ederse, o günah küçücük kalır.”
buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: “Bir
kimse günah işler, sonra bu günahını hatırladığı zaman, kalkar, abdest alıp,
iki rekat namaz kılar, günahını Allahü teâlâdan affetmesini dilerse, Allahü teâlâ onun günahını affeder.”
Süfyân bin Uyeyne (radıyallahü
anh) anlattı: “Yanımda birisi olduğu hâlde Kâbe-i muazzamayı tavâf
ediyordum. Fakat yanımdaki suskun bir vaziyette idi. Tavâfı tamamlayınca,
Makâm-ı İbrâhim denen yere geldi. İki rekat namaz kıldı. Sonra Kâbe-i
muazzamanın yanına vardı ve şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Zillete ve noksanlığa
benden daha lâyık kim var? Çünkü sen, beni zayıf olarak yarattın. Senin affına
benden daha lâyık kim var? Yâ Rabbî! Yâ Rabbî sana muhtacım.” Onun bu sözleri
benim pek hoşuma gitti.”
Kendilerine
ilm-i ledün verilen âlimlerin ve evliyânın büyüklerinden olan Ahmed Nâmıkî Câmî
hazretleri tevbesiyle ve başkalarının da tevbe edip hidâyete kavuşmalarına vesîle
olmakla tanınmıştır. Kitapları ve sohbetleriyle altıyüzbin kişinin tevbe ederek
hak yola girmesine ve ebedî saâdete kavuşmasına sebep olmuştur. Miftâh-un-necat
kitabında buyuruyor ki: “Tevbe, müslüman olsun, olmasın her akıllı kimsenin
ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yaptığında onun kötü olduğunu gören herkesin
pişman olup tevbe etmesi vâcibdir. Tevbe etmezse kendine zulmetmiş olur. Allahü teâlâ Hucurât sûresi 11. âyet-i kerîmede
meâlen şöyle buyurdu: “Ey îmân edenler! Bir kavim, bir kavimle alay etmesin. Olur
ki, alay edilenler Allah indinde alay edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da,
diğer kadınlarla alay etmesinler! Olur ki, alay edilen, eğlenceye alınan
kadınlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıplamayınız ve
birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayınız. Bir kimse îmân ettikten sonra, fâsıklık
ne çirkin bir addır. Kim ki bu menâhiden (yasak edilen şeylerden) tevbe etmezse,
işte onlar zâlimlerdir.” İnsanlar ya zâlim, veya tâib (tevbe edici)
olur denildi. Tevbe etmeyen zâlimdir. Tevbe etmeyen insanlar, kendilerini zulme
ve fitneye attılar. Cenâb-ı Hak ile
anlaşmaya sâdık kalmadılar ve ahde vefâ etmediler. Bu sebeple, insanların çoğu
zâlim oldu. Tevbe sûresi. 111 ve 112. âyet-i
kerîmelerinde meâlen buyruluyor ki: “Muhakkak ki Allahü teâlâ mü’minlerden nefislerini
cihâda, mallarını sadaka ve infaka sarfedenlere, karşılığında Cennet’i
vermekle, (bunları onlardan) satın aldı ki, onlar Allah yolunda cihâd ederler,
öldürürler, öldürülürler. Onlara vâd olunan Cennet haktır ki, Tevrât, İncil ve
Kur’an'da sâbittir. Kim ki, Allahü teâlâdan sevap talep ederek
cihâdda ahdine vefâ ederse, niyetinde ihlâs üzere olup, riyâ ve şöhretten
kaçınırsa, Allahü
teâlânın vâd-i kerîmiyle olan mubâyeaya (alış-verişe) mesrûr olur.
Sevinin ki, bu alış-veriş sizin için büyük bir saâdettir.” “Şirk, nifak ve mâsiyetlerden
(günahlardan) tevbe edenler, Allahü teâlâya itâat edip, ihlâs ile
ibâdet edenler, genişlikte de darlıkta da Allahü teâlânın
nîmetlerine hamd edenler, oruç tutanlar, (ve Allah yolunda cihâd
edenler, ilim öğrenenler), rükû ve secde edenler (beş vakit namazı
şartlarına uygun olarak kılanlar), iyiliği (Allahü
teâlâya îmân, tâat ve Resûlullahın
(sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine tâbi
olmayı)
emredenler, kötülükten (küfür ve masiyetlerden) nehyedenler, Allahü teâlânın ahkâmının,
emirlerinin hudûdunu koruyan ve riâyet edenler var ya, işte bu güzel sıfatlarla
vasıflanmış olan mü’minleri Cennet ile müjdele.”
Tevbenin, acele etmekten başka belirli bir şartı
yoktur. Bütün insanların tevbeye ihtiyâcı vardır. İnsanların en iyisi enbiyâdır
(nebîler ve resûllerdir). Onlardan biri de Yahyâ (aleyhisselâm)
idi. Onun hakkında âyet-i kerîmede meâlen; “O, kavminin efendisi ve nefsini şehvetten hapsedicidir.”
buyruldu. (Âl-i İmrân sûresi: 39) Bununla
beraber yine, onlara da istiğfâr vâcib olmuştur. İnsanların en üstünü olan
peygamberler, tevbeye ihtiyaç duyarsa, tevbeye ihtiyâcı olmadığını söylemek
kimin haddine düşer. İnsanların en iyisi olan Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: “Kalbimde
(envâr-i ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün 70
kere istiğfâr ediyorum.” ve yine, “Allahü teâlâya her gün yüz kere istiğfâr
ediyorum.” buyurdu.
Ekseriyâ insanın
her verdiği nefeste bir günah bulunur. Bilhassa dünyâya rağbet edenler için bu
böyledir. Bunlar dünyâyı severler. Dünyâyı sevenler, her günahın başındadırlar.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünyâya düşkün
olmak, günahların başıdır.” Gerçekten, bir gündüz ve gece 24
saattir. İnsan, her saatte ortalama bin nefes verir. 24 saatte insandan 24.000
nefes çıkar. Bu nefesleri dünyâya rağbet ve dünyâ sevgisi için verince, hepsi mâsiyet
(günah) olur. Her gün onun hesâbına 24.000 günah yazılır. O, bunu bilmez,
farketmez. Hal böyle olunca, istiğfâr (tevbe) yapmak lâzım mı, değil mi? Bilmek
gerekir. İnsan tevbe edince ve tevbenin şartını yerine getirince, onun bütün
nefesleri tâat (ibadet ve sevap) olur. İnsanlar için büyük bir sermâye olan tevbenin
bâzı mühim şartları vardır.
Tevbenin şartı üçtür: Pişmanlık, dil ile özür dilemek
(istiğfâr) ve beden ile günahtan kaçınmak (terk). Tevbenin aslı (kökü) bu üç
şeyin hakîkatindedir. İhlâs ve doğrulukla bunları yerine getiren kimse, cenâb-ı Hakk’ın evliyâsından bir veli olur.
Sıddîklardan bir sıddîk ve ebdallerden bir ebdal olur. Çünkü her şeyin anahtarı
tevbedir. Bütün dostlukların başı tevbedir. Nitekim hadîs-i
şerîfde buyruldu ki: “Cenâb-ı
Hakk’a, tâib (tevbe eden) gençten daha
sevgilisi yoktur.” O genç, kendi nefsinin arzularını kontrol altına
alır, cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kendi
hevesine tercih eder. İşte onun kavuştuğu iyi saâdet ve iyi talih budur. Hem cenâb-ı Hak indinde ve hem bütün mahlûkât
nazarında onun sâhip olduğu üstün (izzetli) huy budur. Gökte melekler, havada
kuşlar, denizde balıklar, çöllerde, sahralarda ve denizlerde vahşî hayvanlar,
aşağıda ve yukarıda bulunan bütün yaratıklar hepsi onu sever ve ona yakın olmak
isterler. Onun dileğini cenâb-ı Hak yaratır,
ihsân eder.
Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi
aleyh) yol kesici iken tevbe etti. Malları sâhiplerine geri verdi. Bir
yahudi geriye kaldı. Fakat Fudayl'ın ona verecek bir şeyi yoktu. Yahudiye dedi
ki: “Hiç malım kalmadı ki seni hoşnut edeyim, bana hakkını helâl et.” Yahudi
dedi ki: “Ben, bana mal vermediğin müddetçe helâl etmemeğe yemîn ettim.”
Fudayl, “Eğer benim verecek bir şeyim olsaydı, seninle böyle konuşmazdım” dedi.
Yahudi, “Elini şu elbisenin altına sok, orada bir kese altın vardır. Onu çıkar
bana ver ki, yemînim yerine gelsin de, hakkımı sana helâl edeyim” deyince.
Fudayl (rahmetullahi aleyh) elini o elbisenin
altına soktu, bir avuç altın çıkardı ve ona verdi. Yahudi dedi ki, “Bana İslam'ı
arzet (bildir).” Ben Tevrât’da okudum ki, ümmet-i Muhammed'den
doğru ve ihlâs ile tevbe edenin elinde toprak altın olur. Ben senin bu
söylediğinde doğru olup olmadığını bilmek istedim. Bu elbisenin altında hiç
altın yoktu. Bildim ki, Muhammed'in aleyhisselâm dîni haktır ve senin tevben haktır
(gerçektir).” Bunu söyledi ve onun elinde müslüman oldu. Bunun gibi vak’a
(olay) çoktur. Tevbe, öyle herkesin değerini bileceği bir sermâye değildir. Tevbe,
insanların kurtuluşudur. Gönlün hayâtı ve canın besini (gıdâsı) ve âhıretin
meyvesidir. Mü’minin sürûrudur, sevincidir. Günahlar demetinin şifâsı,
hastaların yarasının merhemi, düşenlerin yapışacağı iptir. Yolunu
kaybetmişlerin rehberi, söz dinleyicilerin işitme anahtarı, konuşanların
sözünün sıdkıdır. Müstekîm olanların istikâmetinin (doğruluğunun) adımıdır. Sâlihlerin
basîret nûru, Allahü teâlânın azâbından
korkanların korkusunun istirâhatı ve recâ sâhiplerinin ümidinin müjdecisidir.
Nitekim cenâb-ı Hak, Yûnus sûresi 63.
âyet-i kerîmede meâlen; “(Evliyâ) onlardır ki, Allahü teâlâya îmân edip, O'na muhâlefet
etmekten sakınırlar.” buyurdu. Yine Yûnus sûresi 64. âyet-i kerîmede
meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Onlar için dünyâ hayatında (Kur’an-ı kerîm ile) ve âhırette (ihsan
ile) müjdeler
vardır. Allahü teâlânın kelimelerinde (sözlerinde, vâdlerinde) hiç bir değişme
yoktur. İşte bu müjde, en büyük kurtuluştur.” Şimdi sözün başına
dönelim. Tevbenin şartı nedir? Tâib (tevbe edici) nasıl yaşamalıdır ki, tevbe
makâmı doğru olsun? Ve, bu sözü geçen makâmlara ulaşsın. Bunları anlatalım:
Tâibin, önce cenâb-ı Hakk’ın
emrini gözetip, tevbeyi cenâb-ı Hakk’ın
kitabında bildirdiği gibi yapması gerekir. Allahü
teâlâ, Tahrim sûresi sekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân edenler!
Günahlarınızdan, Allahü
teâlâya tevbe-i nasuh ile (ölünceye
kadar bir daha günah işlememek üzere, nefsine nasîhat veren tevbe ediciler
gibi) tevbe
edin!...” buyurmaktadır. Rivâyet edildi ki, âyet-i kerîmede
bildirilen tevbe-i nasuh, kulun geçmişte işlediği günaha pişman olması ve
bundan sonra da o günaha dönmemeye kat’î olarak karar vermesidir. Yine
bildirildi ki, tevbe-i
nasuh dört şeyi kendinde toplar: 1- Lisan (dil) ile istiğfâr, 2- Günahı
işleyen âzâ ile günahı terketmek (pişman olmak), 3- Bu günahı bir daha hiç
işlemeyeceğine kat’î olarak karar vermek, 4- İnsanı günah işlemeye sevkeden
kötü arkadaşlardan uzaklaşmaktır. Kalb pişman olmalı, dil duâ etmeli,
yalvarmalı, âzâ da günahtan çekilmelidir. Nâsuh'un yaptığı tevbe gibi tevbe
etmelidir. Üstâd İmâm Ebû Bekr Surbânî'nin (rahmetullahi
aleyh) tefsîrinde yazıyor ki: “Bu Nâsuh, yol kesicilikten tevbe etmiş
bir kimse idi. Tevbe edip herkesin hakkını geri verdi. Her birini hoşnut etti.
Hiç malı kalmadı. Biri gelip hakkını istedi. Üzerindeki peştamalı çıkardı.
Orada bir akarsu vardı. O akarsuyun içine oturdu. Peştamalı o kimseye verdi.”
Allahü teâlâ bize bildirdi ki: “Tevbeyi,
Nâsuh'un yaptığı gibi yapınız. Ve her alacaklınızı mümkün olduğu kadar hoşnut
ediniz. Geriye kalanı, ben kendi hazînelerimden hoşnut ederim.” Her makâma göre
ayrı ayrı tevbe etmek lüzumunu çok iyi bilmelidir. Âsî olanın işlediği günaha tevbe
etmesi lâzımdır. İtâat edenin, bu hâlini üstün (iyi) görmekten tevbe etmesi
gerekir. Ayrıca, Kur’an-ı kerîm okuyanların ucbdan (kendini beğenmekten),
âlimin hasetten, doğru yolda olanın, bu hâlini kendinden bilmekten ve bütün
insanların her husûsta benlik his ve düşüncelerinden tevbe etmesi lüzûmu hiç
unutulmamalıdır. Âzâları ile günah işleyip, sonra tevbe etmek, gözü, kulağı,
dili korumak zor değildir. Fakat böyle olmakla beraber, tâiblerin (tevbe
edenlerin) derecesine kavuşmak da kolay olmamaktadır. Zirâ tevbe edenin, hiç
bir nefesini zâyî etmemesi gerekir. Kendi gönül kıblesini, kötü işlerine
bakmaya yöneltip; “Ne yaptım! Söylediğim ne oldu?” gibi düşüncelerle ve insâf
gözüyle hareket etmelidir. “Efendisine hizmette kusurlu olana mükâfât verilir
mi? Azâbı ve cezâsı nasıl olur?” diye düşünüp, Cehennem azâbına düşmekten
korkması gerekir. Bunları düşündükçe, nedâmet ateşi gönlünde yükselip, gönlü
yana ve gözleri yaşlar döke ve dili feryâd ede. Vücûdu eriye, gözünü lâzım
olmayanı görmekten, kulağını gerekmeyeni işitmekten, dilini söylememesi
gerekeni söylemekten muhâfaza ede. Kötü arkadaşı terk edip, gidilmemesi gereken
yerlere gitmekten, alınmaması gerekeni almaktan sakına. Bütün âzâlarını, kulluk
bağı ile bağlı kıla ve hoşnut edebileceği her hasmını hoşnut ede. Tam hasret ve
nedâmetle ve kalbinde tam bir korku ile devamlı; “Acabâ benim bu hatâ ve
zulümlerim affolur mu? Bana ne muâmele yaparlar? Af mı, yoksa azap mı ederler?”
diye düşüne. Bir nefesini korkuyla, diğerini ümîdle geçire. Gece-gündüz Allahü teâlânın işiyle meşgûl ola. Her vakitte
dilini Allahü teâlânın zikri ile ıslata.
Affedilen tevbekar, Allahü
teâlânın seçtiği ve beğendiği kimsedir. Onun gönlü, cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. İlim öğrenip,
riyâzet çekip, kendi nefsinin hevâsını terkedip, Allahü
teâlânın rızâsını istemiştir. İki cihânın sâhibi cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve ihsânı, yarattığı bir
kulundan az olmaz. Cenâb-ı Hak söz
veriyor ve Şûrâ sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruyor: “Allahü teâlâ kullarını, işledikleri günahlara pişmanlıkla yaptıkları tevbelerini
kabûl eder ve dilediği kimsenin (büyük ve küçük) seyyiâtını (kötülüklerini, günahlarını) affeder.”
Yine Allahü teâlâ, Furkân sûresi 70.
âyet-i kerîmede meâlen; “(Günahına) tevbe eden, Allahü teâlâya ve Resûlü'ne îmân eden, (İslâm'ın
erkânı üzerine)
sâlih amel işleyen kimselerin günahlarını, Allahü teâlâ sevâba
tebdil eder (çevirir)” buyuruyor. Cenâb-ı
Hak, tâiblere (hakiki tevbe edenlere) bu müjdeyi vermiştir.
Tevbe etmek saâdet alâmetidir. Tevbe eden, tevbenin
şartlarını yerine getiren yukarıda anlattığımız vasıfları da ele geçiren
kimsenin, geçtiği topraklar, diğer topraklara, o kimsenin oturduğu yer de diğer
yerlere karşı övünür. Tâib, bir dereden, nehirden veya denizden geçtiğinde,
ihlâs, tevbe, safâvet ve gönül sıdkı ile besmele çekse, o sular, kıyâmete kadar
onun için sevâbı ona âit olmak üzere tesbîh ve tehlil ederler ve cenâb-ı Hak'tan onun için af dilerler. Onu
aydınlatan güneş, ay ve yıldızlar da, onun için istiğfâr ederler. Cenâb-ı Hak, onu halkın gönlünde tatlı (sevimli)
ve seçilmiş kimselerin gönlünde sevgili kılar. Göklerdeki melekler, onun için
istiğfâr ederler, ölürken beşâret bulur (müjdelenir). Kabir ona Cennet
bahçelerinden bir bahçe olup, kıyâmette yüzü ak olarak haşrolur. Sırat'tan
kolay geçer. Hesâbı ihsân ile kolay olur ve Cennet’te yüksek derece bulur. Tevbe
cevheri, herkesin ele geçireceği bir şey değildir. O öyle bulunmaz bir incidir
ki, herkes onun değerini bilemez. Tevbeleri sebebiyle yüz binlerce günahkâr
affedilir.
Bir kimse tevbekârların makâmına ulaşamazsa, tevbeden
ümidini kesmemelidir. Tevbekârları kendine dost edinmelidir. Onlarla oturup
kalkmalıdır ki, cenâb-ı Hakk’ın rızâsına
muvafık (uygun) hâle gelsin.Tâiblere ve bütün mü’minlere iyilik dilemelidir.
Onlara duâ etmelidir. Çünkü Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Bir kimse, erkek
ve kadın mü’minler için günde 25 kere istiğfârda bulunursa, Allahü teâlâ, onun kalbinden gıll (kin) ve hasedi giderir. Bu günde onu, ebdallerden
yazar. Kıyâmet günü, o kimse için, bütün mü’min ve mü’minelerin hepsi, “Yâ
Rabbî! O bizim için istiğfârda bulunurdu. Sen de onu mağfiret et” derler ve
böyle söylemeyen bir kimse kalmaz.” Yine Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyuruyor ki: “Abdestli
olarak uyu! Eğer ölürsen, şehîd olarak ölürsün, küçük, büyük herkese hürmet
göster!” Sen, saâdet hangisinde olduğunu bilmezsin. Tevbe ile kabre
giren, annesinden yeni doğmuş gibidir. Müslihlerin (ıslah-ı nefs etmişlerin) ve
tâiblerin arasında olursan ve başka hiçbir iyilik olmasa bile, sonunda sende
bir nedâmet peydâ olur. Kendi hâlini anlarsın.
Ahmed-i Namıkî Câmi hazretleri, Miftah-ün-necat isimli
kıymetli kitabının son faslında buyuruyor ki: “İyi bir arkadaş, iki cihân için
de büyük saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar
ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm,
en güzel yer olan Cennet’te bulunduğu hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş
gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden Hazret-i Havvâ
vâlidemiz yaratıldı.
İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi
kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur’an-ı
kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her felâket, kötü arkadaş
sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü,
mutlakâ, asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın
olup, onlardan ayrılmayan Kıtmir isimli köpek, Kur’an-ı kerîmde onlarla beraber
zikrolundu.
Beyt:
Tevbe ya Rabbî hatâ râhına gittiklerime…
Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime…
--------------------------------------------------------
1) Hâşiyetü Şeyh-zâde alâ tefsîr-i Beydâvî; (Şeyh-zâde Muhammed bin Muslihiddîn, 4 cild, İstanbul
1978) Metinde geçen âyet-i kerîme tefsîrleri.
2) Tefsîr-i Mazharî; (Senâullah-ı Pâni-pütî, 10 cild,
Pakistan 1964)
3) Hâşiyet-üş-şihâb alâ tefsîr-i Beydâvî; (Ahmed bin Muhammed el-Havacî el-Mısrî, 8 cild, İstanbul
1283)
4) Câmi'ul-beyân an te’vîl-il-Kur’an; (Ebû Ca'fer Muhammed bin Cerîr et-Taberî, 30 cild,
Pakistan 1968)
5) Câmiu ahkâm-il-Kur’an; (Ebû Abdullah Kurtubî, 20 cild,
Kahire 1967)
6) Tefsîr-i kebîr; (Mefâtih-ül-gayb, Fahreddîn Râzî, 32
cild, Mısır 1968)
7) Tefsîr-i Rûh-ul-beyân; (İsmâil Hakkı Bursevî, 10 cild,
İstanbul 1389)
8) İrşâd-ül-akl-is-selîm; (Ebüssü'ud Efendi, 5 cild,
Mısır 1952)
9) Tefsîr-i Hüseynî; (Hüseyn Vaiz-i Kaşifî, 2 cild,
Hindistan 1287)
10) Hâşiyet-üs-Sâvî alel-Celâleyn; (Ahmed Sâvî, 4 cild,
Beyrut târihsiz)
11) Hâşiyetü Cemel alel-Celâleyn; (Süleymân cemel, 4 cild,
Beyrut târihsiz)
12) Tefsîr-i lübab-it-tevil fî mean-it-tenzîl;
(Alaüddîn Hâzin, 4 cild Mısır 1328)
13) Zâd-ül-Mesîr fî ilm-it-tefsîr; (Ebü'l-Ferec ibni
Cevzî, 9 cild, Beyrut 1964)
14) Garâib-ül-Kur’an ve regâib-ül-fürkân; (Nizâmüddîn
Hasen bin Muhammed Nîsâbûrî, 30 cüz,
Mısır 1962)
15) Ed-Dürr-ül-mensûr fit-tefsîri bil-me’sur;
(Celâlüddîn Süyûtî, 6 cild, Mısır 1314)
16) Letâif-ül-işârât; (Abdülkerim Kuşeyrî 3 cild, Mısır
1971)
17) El Keşşaf; (Cârullah Zemahşerî, 4 cild, Tahran
târihsiz)
18) Meâlim-üt-tenzîl; (Begavî Hüseyn bin Muhammed, Hindistan 1269)
19) Keşf ve beyân; (Ebû İshak Sa’lebî, Süleymâniye
Kütüphânesi Yozgat bölümü No:94)
20) El-Bahr-ül-Muhît; (Ebû Hayyân Endülüsî, Riyâd târihsiz)
21) Te’vilat-ı Ehl-is-sünne; (İmâm-ı Mansûr Mâturîdî,
Süleymâniye Kütüphânesi, Beşir Ağa kısmı No: 9 ve Hamîdiye Kütüphânesi No: 30,
31)
22) El-Muharrer-ül-vecîz; (İbn-i Atıyye, Ayasofya
Kütüphânesi, No: 119, 121)
23) El-Vesît; (Vâhidî, Kılıç Alı Pasa Kütüphânesi No:
97, 98)
24) Tefsîr-ül-vâsît; (Vâhidî, Süleymâniye Kütüphânesi
Hkm. Blm. No: 963)
25) Tefsîr-i Bâsît; (Vâhidî, Süleymâniye Kütüphânesi
Crh. kısmı No: 88)
26) Sahîh-i Buhârî; (Muhammed
bin İsmâil Buharî, 8 cild, İstanbul 1982) cild-6, sh. 145
27) Sahîh-i Müslim; (Müslim bin Haccac el-Kuşeyrî, 4 cild,
Matbaâ-i Âmire 1329) cild-4, sh. 03, 141
28) Sünen-i Ebû Dâvûd; (Mısır 1391) Kitâb-üs-sünne, 16
29) Sünen-i Tirmizî; (Mısır 1348), Tefsîr-ül-Kur’an, 2,
3
30) Sünen-i Nesâî; (7 cild, Mısır 1348) Cum'a, 4, 5
31) Sünen-i İbn-i Mâce; (2 cild, Mısır 1372), İkâmet 76
32) Muvattâ; (İmâm-ı Mâlik, 2 cild, Mısır 1370) Hadîs
No: 2692
33) Müsned-i Ahmed ibni Hanbel; (6 cild, İstanbul
1982), cild-2, sh. 248, 264, cild-3, sh. 152, 229, 240, 254
34) Künh-ül-Ahbâr; (Müverrih Ali Efendi, 5 cild,
İstanbul târihsiz) cild-1, sh. 268
35) Feth-ul-Bârî Şerh-ül-Buhârî; (İbn-i Hâcer Askalânî,
Beyrut târihsiz) cild-6, sh. 257
36) Râmuz-ul ehâdis; (Ahmed Ziyaüddîn Gümüşhanevî)
Hadis No: 1220, 3478, 3479, 4361, 4362, 4363, 4390, 4439 ve 5632
37) Tam İlmihal Seâdet-i Ebedîye; (İstanbul 1987) sh.
1031
38) Mir’ât-ı Kâinat; (Nişâncı-zade, İstanbul 1258)
cild-1, sh. 55
39) Arâis-ül-mecâlis; (Ebû İshak Sa’lebi, Mısır 1954)
sh. 25
40) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; (Muhammed
bin Sa'd, Beyrut târihsiz) cild-1, sh. 20
41) Ravdat-ul-ebrâr; (Kara Çelebi-zâde Abdülaziz
Efendi, 5 cild, Kahire 1248) cild-1, sh. 2 vd.
42) Meâric-ün-nübüvve; (Tercüme, Altıparmak Muhammed Efendi, İstanbul târihsiz) sh.13
43) El-Kâmil fit-târih; (İbn-ül-Esîr, Beyrut 1965),
cild-1, sh. 27
44) Ahbâr-u Mekke: (Merâki Ebu'l-Velîd, Beyrut 1969)
sh. 25
45) İslâm âlimleri Ansiklopedisi; (18 cild, İstanbul
1987) cild-5, sh. 286, cild-9, sh.123, cild-10, sh. 136, 137, 138, cild-12, sh.
235
46) Kıyâmet ve Âhıret; sh. 7
47) İslâm Ahlâkı; sh. 7, 110
48) Fâideli Bilgiler; sh. 460
49) Mûcizât-ül-enbiyâ; (Mehmed Şâkir, İstanbul 1327)
sh. 8
50) Târih-ül-ümem vel-müluk; (İbn-i Cerîr et-Taberî,
Mısır târihsiz) cild-1, sh. 15
51) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; 1. cild, 212. mektub
52) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 27, 62, 76, 311, 319
53) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 66
54) Miftâh-ün-necât; (Ahmed Nâmık-i Câmî, Hakîkât
Kitabevi, İstanbul 1987) sh. 26
55) Tehzîb-ül esrâr; (Abdülmelik bin Muhammed Harkûşî, Süleymâniye Kütüphânesi
Şehid Ali Paşa kısmı No: 1557) Varak 35a, 41b, 45a, 50a
56) Et-Târık-üs-Sâlim ilallah; (Abdüsseyyid bin Muhammed ibni Sebbâğ, Süleymâniye Kütüphânesi
Ayasofya kısmı No: 2004) Varak 13b, 115a
57) Kısâs-ı Enbiyâ; (Bedv-üd-dünyâ ve kısâs-ül-Enbiyâ,
Ebû Abdullah Muhammed Kısâî,
Süleymâniye Kütüphânesi Ayasofya kısmı No: 3350-53) Varak 15a, 16b, 17b, 21a,
30b, 46b, 46a, 63b
58) Hüsn-üt-tenebbüh; (Necmeddîn Gazzî, Süleymâniye
Kütüphânesi, Murat Buharî kısmı No: 69) Varak, 226 a vd.
59) Mârifetnâme; (İbrâhim Hakkı Erzurumî) sh. 45
60) Bedâi-üz-zühûr; (İbn-i İyas, Mısır 1309) sh. 43
61) El-Meârif; (İbn-i Kuteybe ed-Dineverî, Beyrut 1970)
sh. 6
62) Lugât-ı târihiyye ve Coğrafiye; (Ahmed Rıf’at
Efendi, İstanbul 1299) cild-1, sh. 111
63) Medâric-ün-nübüvve; (Abdülhâk-ı Dehlevî, Pakistan
1977) cild-2, sh. 2
64) Mevâhib-i ledünniyye tercümesi; (Abdülbâki Efendi,
İstanbul târihsiz) cild-1, sh. 3
65) Kısâs-ı Enbiyâ; (Ahmed Cevdet Paşa, İstanbul 1331)
cild-1, sh. 3
66) Ravdat-üs-safâ; (Derviş Muhammed
Kemâli, İstanbul 1258) sh. 86
67) Ahsen-ül-enbâ; (Nâim-zâde Ahmed Nazîf, İstanbul
1335)
68) El-Metâlib-ül-âliyye; (İbni Hâcer Askalanî, Kuveyt
1392) cild-3, sh. 264, 269
69) Mecma'uz-zevâid; (Heysemî, Beyrut 1967) cild-8, sh.
167
70) Kâmus-ül-â’lâm; (İstanbul 1306) cild-1, sh. 58