Ken’ân
diyârında yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İshak aleyhisselâmın oğlu, Yûsuf aleyhisselâmın
babasıdır. Kur'ân-ı kerîmde, meleklerin
İbrâhim aleyhisselâma İshak aleyhisselâmla beraber, Ya’kûb aleyhisselâmın da doğumunu ve peygamberliğini
müjdeledikleri bildirilmektedir.
Ya’kûb, İbranîce bir isim olup; Saffetullah
yâni Allahü teâlânın saf ve temiz kıldığı
kul mânâsına gelmektedir, Iys ismindeki kardeşiyle ikiz olarak doğdu, Iys,
ondan önce doğduğu için Arabca tâkip etmek mânâsına Ya’kûb denildiği de rivâyet
edilir. Diğer adı İsrâil olup, Allah'ın kulu mânâsına gelmektedir. Oniki oğlu
vardı. Bu yüzden oniki oğlunun torunlarına, Benî İsrâil yâni İsrâiloğulları
denir. Oğullarından her birinin sülâlesine torun mânâsında “Sıbt” ve hepsine
birden torunlar mânâsında “Esbât” denir. Sonradan Yahûdi adı verilmiştir.
Ya’kûb aleyhisselâm, Şam'da veya Medyen'de doğdu. Neslinden
bir çok peygamber geldi. Mûsâ (aleyhisselâm),
Hârun (aleyhisselâm), Dâvûd (aleyhisselâm), Süleymân (aleyhisselâm),
Zekeriyyâ (aleyhisselâm), Yahyâ (aleyhisselâm) ve Îsâ (aleyhisselâm)
neseben ona bağlıdırlar.
Çocukluğu
babasının yanında geçen Ya’kûb aleyhisselâm,
gençliğinde annesi tarafından Harrân'da bulunan dayısının yanına gönderildi.
Dayısı Lâyân'a annesinin emriyle işlerine yardım etmek üzere geldiğini söyledi
ve orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı olan Leyâ ile evlendi. Dayısı
onu, isteği üzerine, yedi yıl sonra, küçük kızı Râhil ile de evlendirdi. Bu iki
zevcesi ile Zülfâ ve Belhe isimli câriyelerinden oniki oğlu oldu. Dayısının
yanında kırk sene kadar kalan Ya’kûb aleyhisselâma
vahy geldi ve Ken’ân beldesi ahâlisine peygamber olarak gönderildiği
bildirildi. Bunun üzerine, oğulları ve kendine tâbi olanlarla birlikte Ken’ân diyârına
gitti. Ken’ân diyârı ahâlisini, bir olan Allahü
teâlâya îmân ve ibâdet etmeye çağırdı. O belde ahâlisinden îmâna gelenlerin
yanında, inanmayıp inâd edenler de bulundu.
Fenike denilen Sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Suriye'nin bir kısmından ibâret olan eski bir memlekettir. Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm'ın oğlu Ken’ân, burada yaşadığı için bu beldeye Ken’ân diyârı denilmiştir. Ya’kûb aleyhisselâm da, Ken’ân diyârında yerleşip yaşadı. Neslinden gelen oğulları ve torunları ise, Mısır'a göç ettiler ve orayı vatan tuttular. Nesebce Ya’kûb'a (aleyhisselâm) bağlı olan ve İsrâiloğulları diye andan bu kavim, Hazret-i Mûsâ'nın önderliğinde Mısır'dan ayrıldı. Tîh çölünde kırk sene dolaştı ve Ken’ân diyârının güneydoğu bölgesinde bulunan Filistin'e yerleşti.
İbrâhim aleyhisselâm vefât ettiği zaman, Ya’kûb aleyhisselâmın babası İshak aleyhisselâm,
Şam'da veya Medyen'de bulunuyordu. İshak aleyhisselâm
şöyle bir rüyâ gördü. Rüyâsında; belinden büyük ve yeşil bir ağaç yükseldi. Bu
ağacın bir çok dalları ve budakları vardı. Rüyâsında ona; Bu dallar ve
budaklar, senin soyundan gelecek olan peygamberlerin nûrudur denildi. Sonra
sevinerek uyandı.
Seksen yaşına
geldiği zaman gözlerinin görmesi zayıfladı. Bir gün mescidde otururken, zevcesi
ona hâmile olduğunu müjdeledi. İshak aleyhisselâm
hanımına; “Bu husûsa şaşma. Çünkü ben rüyâmda belimden dalları ve budakları çok
olan, yeşil ve büyük bir ağacın çıktığını gördüm” dedi. Vakti gelince biri
birini tâkip eden ikiz oğlu oldu. Birincisine Iys, ikincisine Ya’kûb ismi
verildi. Iys ve Ya’kûb aleyhisselâm büyüdükleri
zaman, ihtiyâr hâlde bulunan babalarına hizmet ediyorlardı. Babalarının koyun
sürülerini nöbetleşerek bir gün biri, bir gün diğeri otlatıyordu.
Âdem aleyhisselâmdan Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize kadar
her peygamberin husûsi bir duâsı vardı. İshak aleyhisselâm,
ölümü yaklaştığı zaman oğullarını çağırıp, her ikisine de ayrı ayı duâ etti. Ya’kûb
aleyhisselâm huzûruna gelince; “Yâ Rabbî
neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir”
diye en kıymetli duâyı etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için cenâb-ı Hakk'a niyâzda bulundu. Iys'e de; “Zürriyetin
toprak kadar çok olsun” diyerek, soyundan meliklerin ve sultânların gelmesi
için duâda bulundu. Ancak Iys, Ya’kûb'a (aleyhisselâm)
edilen duânın kendisine yapılmasını istiyordu. Bu yüzden kardeşi Ya’kûb'u
kıskanıp, ona karşı düşmanlık beslemeye başladı. İshak aleyhisselâm,
oğulları arasında düşmanlık çıkmasından korktuğu için, bütün mallarını ikisi
arasında eşit olarak taksim etti. Fakat Iys, kardeşi Ya’kûb'a düşen malları
zorla elinden alınca, Ya’kûb aleyhisselâmın
elinde bir varlık ve servet kalmadı. (lys daha sonra amcası İsmâil aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Biri sarışın, diğeri
siyah olmak üzere iki oğlu oldu. Bunlardan sarışın olanına, Asfar ismini verdi.
Asfar'ın da evliliğinden doğan çocuğa Rum dendi. Bugünkü Rumların bu soydan
geldiği rivâyet edilmektedir.) Bunun üzerine annesi; “Kalk, dayın Lâyân ve
kardeşlerinin yanına git. Onların çok geniş arâzileri, evleri ve servetleri vardır.
Onlar sana yardımcı olurlar. Umulur ki seni kızlarından birisiyle
evlendirirler. Onlara benden de selâm söyle” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm, annesinin bu sözleri üzerine, Harrân'a
gitti. Orada yüksek evler ve hoş manzaralarla karşılaştı. Şehre girişte, bir su
kuyusuna uğrayıp, orada bulunanlardan su istedi ve onunla abdest aldı. Namaz
kılıp Rabbine duâ ve niyâzda bulundu. Kuyunun başında su dolduranlardan
dayısının evini sordu. Su için gelenlerden biri dayısının kızlarındandı.
Babasına gidip, birinin aradığını haber verince, babası; “Onu bana getiriniz”
dedi. Kız, kendini babasının beklediğini haber verdi. Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâm dayısının yanına vardı. Dayısı; “Ey genç
sen kimsin? Nereden geldin?” diye sordu. Ya’kûb aleyhisselâm
ona; “Benim İsmim Ya’kûb'dur. İshak aleyhisselâmın
oğluyum. Şam'dan geldim” dedi. Ondan; annesini, babasını ve kardeşi Iys'ı
sordu. Ya’kûb aleyhisselâm, babasının nasıl
vefât ettiğini ve; “Allahü teâlâ beni,
annemin isteği üzerine size ve sizin beldenizde kalmak ve işlerinizde yardım
etmek üzere gönderdi. Şu anda size geldim” diyerek durumunu anlattı. Dayısı Lâyân
buna çok sevindi. Onu işlerinde çalışması için vazifelendirdi. Bir müddet
dayısının işlerinde yardımcı oldu. Dayısının; büyüğü Leyâ, küçüğü Râhil adlı
iki kızı vardı. Lâkin Leyâ'nın gözlerinde hafif kusur vardı. Dayısı bu kızı Ya’kûb'a
(aleyhisselâm) vermek isteyince; o, Râhil ile
evlenmek istediğini söyledi. Dayısı; Râhil'in küçük olduğunu belirterek; “Biz,
büyükler evlenmeden küçükleri evlendirmeyiz, onu istiyorsan yedi sene işlerimi
yapmaya devam et” dedi. Dayısı Lâyân, büyük kızı Leyâ'yı çağırdı ve; “Ey kızım!
Bir kurban kes. Bu iyi niyetin umulur ki Ya’kûb'un sana meyletmesine sebep olur”
dedi. Leyâ, babasının dediği gibi yaptı ve Ya’kûb aleyhisselâm
ile evlendi. Ya’kûb'un (aleyhisselâm) ondan Robîl
ve Şem’ûn adlı iki erkek çocuğu oldu. Arkasından Lâvî ve Yehûda adındaki
oğulları doğdu. Yine bu hanımından Îsâhâr ve Zablûn adlı oğulları ile Dînâr
isimli kızı dünyâya geldi. Yedi sene gibi bir zaman geçmişti. İbrâhim aleyhisselâmın şeriatında ve Mûsâ aleyhisselâma kadar devam eden devrede, iki kız
kardeşle aynı zamanda evlenmek câiz olduğundan, Râhil ile de evlendi. Ayrıca Ya’kûb
aleyhisselâmın Belhe ve Zülfâ isimli iki
câriyesi vardı. Belhe'den Dân ve Neftâlî; Zülfâ'dan da Câd ve Âşir adındaki
oğulları dünyâya geldi.
Evlendikten
sonra bir müddet çocuğu olmayan Râhil, Allahü teâlâdan
bir oğlan diledi. Allahü teâlâ duâsını
kabûl edip, her hâliyle şerefli ve güzel olan Yûsuf aleyhisselâmı
verdi.
Ya’kûb aleyhisselâm uzun müddet dayısının yanında kaldı ve
ona hizmet etti. Yûsuf'un (aleyhisselâm) doğduğu
sene Allahü teâlâ tarafından, Ken’ân
diyârı ahâlisine peygamber olarak vazifelendirildi. Ona vahy edilip, Ken’ân
diyârı ahâlisini bir olan Allahü teâlâya
îmân ve ibâdete dâvet etmesi emredildi.
Bunun
üzerine Ya’kûb aleyhisselâm dayısı Lâyân'a
gelerek, gördüğü iyilikleri için teşekkür etti ve; “Muhakkak ki Rabbim beni, Ken’ân
diyârı ahâlisine peygamber olarak vazifelendirdi. Oraya gitmemi emir buyurdu”
diyerek müsaadesini istedi. Dayısı; “Ey Ya’kûb! Muhakkak ki sen bana uzun zaman
arkadaşlık ettin. Bu uzun zaman içinde, senden ancak hayır gördüm. Şimdi ise
peygamber olarak vazifelendirildiğin yere âilenle git. Senin ve kızımın
ayrılığı bana zor gelir. Fakat senin râzı olman, benim rızâmdan öncedir. Şimdi
dilediğin kadar mal-mülk alıp götür” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm
da, dayısına; “Allahü teâlâ benim
sebebimle, sana hayır ihsân etsin” diye cevap verdi. Dayısı ona beşyüz adet koyun,
beşyüz adet sığır ve çokça at ve katır hazırladı. Ya’kûb aleyhisselâm, hanımı ve oğullarıyla birlikte Ken’ân
iline gitmek üzere yola çıktı. Yanında Zülfâ ve Belhe isimli câriyeleri de
vardı.
Ya’kûb aleyhisselâm Ken’ân diyârına yaklaştığı zaman, onu
melekler birbirlerine müjdeleyerek karşıladılar. Kardeşi Iys, Ya’kûb aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiğini ve Ken’ân
diyârına doğru gelmekte olduğunu işitince: “Peygamber olmağa ben ondan daha
layığım” diyerek kızdı. Adamlarıyla birlikte Ya’kûb'un (aleyhisselâm) öldürülmesini istedi. Ya’kûb aleyhisselâm kardeşi Iys'a elçi gönderdi. Elçi, geriye dönüp,
kardeşi Iys'ın dörtyüz kişiyle birlikte, Ya’kûb aleyhisselâmın
üzerine gelmekte olduğunu haber verdi.
Iys'ın
gelmekte olduğunu haber alan Ya’kûb aleyhisselâm,
oğlu Robîl'i çağırdı ve; “Şu dağın ardında bulunan amcan Iys'e git selâmımı
söyle” dedi. Ayrıca; “Seninle beraber büyüdük, babamız öldü, bütün mallarımı
elimden aldın. Benim helâk olmamı istedin. Ben senden uzaklaştım. Şimdi sana Allahü teâlânın emriyle geldim. Allahü teâlâ beni peygamber olarak gönderdi”
diyerek, bu sözlerinin bildirilmesini istedi. Robîl, amcasına gidip babasının
söylediklerini bildirince; Iys, Ya’kûb aleyhisselâmın
bu dâvetini de kabûl etmedi. Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâm,
Allahü teâlâya duâ etti. Kendisini ve
ehlini, kardeşinden gelecek kötülüklerden korumasını diledi. Kardeşi için
hediyeler hazırladı ve yanında bulunanlara; “Allahü
teâlânın bereketiyle yürüyün. Muhakkak ki Allahü teâlâ, Iys'ın hîle ve tuzağını bizden defeder” buyurdu. Ya’kûb
aleyhisselâm, oğulları ve aşîretiyle birlikte
yürüdüler. Iys ve beraberindeki dörtyüz kişi ile karşılaştılar. Ya’kûb aleyhisselâm, ehlinin ve oğullarının önüne geçti. Iys
ile mübarezede onu yere serdi. Onun göğsüne oturup; “Ey Iys! Allahü teâlânın kudretini gördün mü?” dedi. Bunun
üzerine Iys özür dileyip ağladı. Ya’kûb aleyhisselâm
ona merhamet edip, göğsü üzerinden kalktı ve kucaklaştılar. Iys, Ya’kûb aleyhisselâma; “Ey kardeşim! Bugüne kadar sana karşı
yaptığım hatâlarımdan dolayı beni affetmeni ve mağfiretim için Allahü teâlâya istiğfârda bulunmanı istiyorum. Allahü teâlâ seni peygamber göndermekle, benim
üzerime üstün kıldı” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm
da ona duâ etti ve dedi ki: “Ey kardeşim! Müjdeler olsun. Allahü teâlâ beni peygamber olmakla husûsî kıldı.
Senin zürriyetinden Eyyûb'u peygamber gönderecektir” dedi. İkisi birlikte Ken’ân
diyârına gelip orada yerleştiler.
Ya’kûb aleyhisselâm orada kendisi ve oğulları için evler
yaptırdı. Bu sırada Râhil adlı hanımından Bünyamin isminde bir oğlu oldu. Bu
oğlu doğduğu zaman, annesi Râhil vefât etti. Hazret-i Yûsuf'la kardeşi Bünyamin
öksüz kaldılar.
Ya’kûb aleyhisselâm, insanları Hak dîne ve bir olan Allahü teâlâya inanmağa ve O'na ibâdet etmeğe
dâvet etti. Ken’ân diyârı ahâlisinden çok kimse ona îmân etti. Bu durumu, Ken’ân
ilini idâre eden Şüceym bin Dârân isimli kral haber aldı. Ya’kûb aleyhisselâmın Ken’ân iline hâkim olup, saltanatını
sona erdireceğinden korkuyordu. Ya’kûb aleyhisselâmı
merâk edip, vezirleri ile birlikte huzûruna vardılar. Onun elbiselerinin,
sarığının ve bütün sergilerinin yünden olduğunu gördüler. Melik Şüceym, Ya’kûb aleyhisselâma; “Sen kimsin, benden izinsiz olarak
buraya nasıl geldin?” diye sorunca, Ya’kûb aleyhisselâm;
“Ben, Ya’kûb bin İshak'ım. Bu mekâna, Allahü teâlânın
izniyle geldim. Çünkü Allahü teâlâ,
yerlerin ve göklerin mâliki, sâhibidir. Seni ve kavmini bir olan Allah'a îmân
ve ibâdet etmeniz için, bir de benim O'nun kulu ve peygamberi olduğumu
bildirmek üzere geldim. Eğer dâvetimi kabûl edersen, inananlardan ve
kurtulanlardan olursun. Allahü teâlâ
bununla sana çok sevâb verir. Şâyet kabûl etmezsen, seninle Allah rızâsı için
harb ederim” dedi. Melik bu söz üzerine kızıp, küçümseyerek; “Ne ile harb
edeceksin? Hangi ordunla karşıma çıkacaksın?” diye sordu. Ya’kûb aleyhisselâm yanında duran oğullarına bakıp; “Allahü teâlânın meleklerinin yardımıyla, şu
oğullarım ve bana inananlarla” cevâbını verdi. Ya’kûb aleyhisselâmın
bu sözüne iyice sinirlenen melik, vezirlerine; “Bu,ne diyor?” diye sordu. Bir
müddet susup, sıkıntısı ve kızgınlığı gidince, yaşlı olan veziri ayağa
kalkarak; “Ey melik! Bu sözler seni kızdırmasın. Çünkü bu sözler, delilerin ve
mecnûnların sözleridir” dedi.
Melik ve
adamları geldikleri yere döndükten sonra Ya’kûb aleyhisselâm,
insanları Allahü teâlâya îmân ve ibâdete
dâvet etmeye devam etti. Bu dâveti esnâsında inananlar olduğu gibi, hiç
aldırmayanlar da vardı.
Ya’kûb aleyhisselâm, Ken’ân ilinde insanları Allahü teâlânın dînine dâvet etmeğe devam ediyor,
bu uğurda insanlardan gelen birçok sıkıntılara katlanıyordu. Peygamberliğinin
ilk yıllarında zevcesi Râhil ölmüş ve Yûsuf ile Bünyamin öksüz kalmışlardı. Ya’kûb
aleyhisselâm, bu iki oğlunu çok seviyordu.
Çünkü her ikisi de anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Ya’kûb aleyhisselâmın bilhassa, Yûsuf'a (aleyhisselâm) karşı aşırı muhabbeti vardı. Bakıp
yetiştirmesi için, onu kızkardeşine verdi. Halası Hazret-i Yûsuf u öyle sevdi
ki bir an bile ayrılığına dayanamaz oldu. Hazret-i Ya’kûb, kız kardeşine; “Ey
kardeşim! Yûsuf'u artık bana teslim et. Allah'a yemîn ederim ki onun, benden
bir saat uzak kalmasına dayanamıyorum” dedi. Kız kardeşi de, Ya’kûb'a (aleyhisselâm); “Ben de ondan bir saat uzak kalamam”
diye cevap verdi. Ya’kûb aleyhisselâm ısrâr
edince de; “Mâdemki almak istersin bir müddet daha yanımda kalsın da doya doya
yüzüne bakayım, sonra gel al!” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm
bir müddet daha Yûsuf'u halasına bıraktı ve dönüp gitti.
Hazret-i
İshak'ın, İbrâhim aleyhisselâmdan kalan bir
kuşağı var idi. Onu “Ata yadigarıdır” diye saklardı. İshak aleyhisselâm vefât etmeden önce o kuşağı kızına
vermişti. O da uzun müddet sandıkta saklamıştı. O kuşağı sandıktan çıkarıp,
uyuduğu bir sırada Yûsuf'un gömleği içinden beline bağladı. Hazret-i Ya’kûb,
Yûsuf’u (aleyhisselâm) almaya gelince;
kızkardeşini çok üzgün ve hüzünlü gördü. Ya’kûb aleyhisselâm;
“Ey kardeşim! Niçin üzgünsün?” diye sorunca, kardeşi; “Nasıl üzülmeyeyim, dedem
İbrâhim'den (aleyhisselâm) ve babam İshak'dan (aleyhisselâm) bana kalan azîz ve mübârek kuşağı
sandıktan almışlar. Aradım bulamadım. Onun için üzgünüm” cevâbını verdi.
İbrâhim aleyhisselâmın dîninde, bir kişi bir kimsenin
eşyasını çalsa, mal sâhibi de onu yakalasa, o hırsız, mal sâhibinin kölesi
olurdu. Mal sâhibi o kimse hakkında dilediği gibi tasarrufta bulunurdu.
Kız
kardeşinin kuşağının çalındığına Hazret-i Ya’kûb da üzüldü. Birlikte evin her
tarafını aradılar, bulamadılar. Aranmadık sâdece Hazret-i Yûsuf'un üzeri kaldı.
Ya’kûb aleyhisselâm; “Yûsuf'u da arayın” dedi.
Kız kardeşi; “Yûsuf küçüktür ne bilsin?” dedi. Fakat Ya’kûb aleyhisselâm ısrâr edince, Yûsuf'un da (aleyhisselâm) üzerini aradılar. Kuşağı Yûsuf'un (aleyhisselâm) belinde buldular. Ya’kûb aleyhisselâm da bu hâle mahcub olup üzüldü. Kız
kardeşi; “Vallahi o benim elimdedir. Onun hakkında dilediğim gibi hareket
ederim” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm da; “İşte
Yûsuf, işte sen, dilediğin gibi hareket edersin. İster âzâd edersin, ister
emrinde tutarsın” dedi. Kız kardeşi onu ölünceye kadar yanında tuttu ve serbest
bırakmadı. İki sene sonra vefât edince, Yûsuf aleyhisselâm
serbest kaldı. Ya’kûb aleyhisselâm da onu alıp
evine götürdü.
Ya’kûb (aleyhisselâm) Yûsuf'u (aleyhisselâm)
çok sever, bütün oğullarından azîz tutar ve yanından ayırmazdı. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirildi: “(Habîbim!) Yûsuf'un babasına
(Ya’kûb'a); Ey babacığım! Rüyâmda bir yıldız, ay ve güneşi, bana secde
eder gördüm dediği vakti hatırla. (Ya’kûb aleyhisselâm
rüyâ tabirini iyi bilirdi.) Yûsuf'a; “Ey oğlum. Sakın bu rüyânı kardeşlerine anlatma.
Sonra (şeytanın vesvesesi sebebiyle helâkin için) sana kötülük
yapıp, tuzak kurarlar. Zirâ şeytan, insanın apaçık düşmanıdır” dedi. “Rabbin
seni (bu rüyâ ile dereceni yükselttiği gibi) seçecek, sana rüyâ tabiri ilmini öğretecek. (Allahü teâlâ seni azîz eyleyip, devlet ve ululuk
verecektir. Kardeşlerin sana muhtâç olacaklardır.) Daha önce ataların İbrâhim ve İshak'a
nîmetlerini (peygamberlik ile) tamamladığı gibi sana ve Ya’kûb'un soyuna da nîmetlerini
tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin bu nîmetlere müstehak olanları bilir. Lâzım
olan işlerde hikmetini icrâ eder.” (Yûsuf sûresi: 4, 5, 6)
Ya’kûb aleyhisselâmın Yûsuf'a (aleyhisselâm)
fazla muhabbet beslemesini ve ona kendilerinden daha fazla ilgi göstermesini
kardeşleri kıskandılar ve hased ettiler. Yûsuf'a (aleyhisselâm)
beraberce tuzak kurup, onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için ne
şekilde kötülük yapacaklarını bilemiyorlardı.
Yûsuf'un (aleyhisselâm) rüyâsını işitip, babalarının yaptığı
rüyâ tabirini öğrendiler. (Bu rüyâyı nasıl öğrendikleri kesin olarak
bildirilmedi.) Kıskançlık ve hasedleri gittikçe arttı. Bu husûs Yûsuf sûresi 8,
9 ve 10. âyetlerinde şöyle bildiriliyor:”Hani kardeşleri bir araya gelip şöyle demişlerdi: “Yûsuf ve
(ana baba bir) kardeşi (Bünyamin), babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki biz
(birbirimizi destekleyen, kuvvetli) bir cemâatiz. (Biz on adet
oğluyuz, hiç birimize onun kadar îtibâr ve himmet etmez). Babamız (onları bizim üzerimize
tercihinde)
açık bir yanlışlık içindedir. (İçlerinden biri dedi ki) “Yûsuf'u öldürün
veya onu uzak bir yere atın ki, babanızın teveccüh ve iltifâtı yalnız size
olsun. Bundan (Yûsuf'u öldürüp veya uzak bir yere bıraktıktan) sonra da (işlediğiniz
bu cinayetten dolayı Allahü teâlâya tevbe
eder, babanıza güzel muâmelede bulunarak) sâlihlerden bir topluluk olasınız.” Onlardan birisi (Yehûda
veya Robîl)
onlara dedi ki: “Eğer benim sözümü tutarsanız, Yûsuf'u öldürmeyin. (Zirâ
o büyük günahtır). Onu bir kuyunun dibine bırakın ki, (oraya
uğrayan)
yolculardan birisi çıkarıp başka bir yere götüre… (Münasibi budur.)” Bu
sözü hepsi uygun buldular ve Yûsuf'u (aleyhisselâm)
babasından istemek işini Yehûda'ya havâle ettiler. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları içinde en çok Yehûda'nın
sözüne îtibâr ederdi. Ancak Yehûda, Yûsuf'un öldürülmesine râzı değildi.
Kardeşlerinin ona bir kötülük yapmalarından korkuyordu. Onlardan, öldürmeyip
kuyuya atacaklarına dâir kesin söz aldı. Hep birlikte Ya’kûb'un (aleyhisselâm) huzûruna vardılar. Ondan Yûsuf'u
istediler.
Onlar,
babalarının, Yûsuf aleyhisselâmı kendilerine
emânet etmeyeceğini hissediyorlardı. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâmın,
onların Yûsuf'u (aleyhisselâm) hased
ettiklerini öteden beri bildiğinin farkındaydılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp beraberlerinde
götürebilmek için hîleye başvurdular. Babalannın yanına; Yûsuf'u (aleyhisselâm) çok seviyor, ona karşı pek şefkâtli ve
merhametli tavırlarla vardılar. Babalarını ikna edip Yûsuf'u elinden almanın
yollarını aradılar. Ona diller döktüler. Zamân zaman yaptıkları gibi ertesi gün
de kıra giderek, çayır ve çimenler üzerinde istirâhat edip, koşu ve ok atma
yarışı yapacaklarını ve yanlarında Yûsuf'u da götürmek istediklerini
söylediler. Âyet-i kerîmede meâlen bildirildiği gibi babalarına; “Ey babamız. Sen
Yûsuf'u bize (emanet husûsunda) niye inanmıyorsun. (Onun hakkında bizden niçin
korkuyorsun?)
Halbuki biz ona karşı şefkâtliyiz ve onun hayrını (iyilik ve
faydasını)
istiyoruz dediler. Yarın onu bizimle kıra gönder, bizimle (meyve) yesin, (ok
atmak ve koşmak sûretiyle) oynasın. Biz onu zarardan muhâfaza ederiz dediler.”
(Yûsuf sûresi: 11-12)
Ya’kûb (aleyhisselâm) rüyâsında, on tâne kurdun Yûsuf'a (aleyhisselâm) hücûm edip, öldürmeye kasdettiklerini
görmüştü. O kurtlardan biri onu himâye etmiş, bu sırada yer yarılarak Yûsuf (aleyhisselâm) oraya girmiş, üç gün sonra tekrar
ortaya çıkmıştı. Ya’kûb (aleyhisselâm), bu
rüyâdan sonra, kardeşlerinin Yûsuf'a bir şey yapmalarından korkuyordu. Âyet-i
kerîmede oğullarına şöyle dediği bildirilmektedir: “(Babaları onlara); “Onu götürmeniz
beni mahzûn eder. Siz ondan habersiz iken onu kurt (gelip) yemesinden
korkarım dedi. (Bunun üzerine oğulları); “Biz kuvvetli bir cemâat iken onu kurt yerse
âciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz dediler.” (Yûsuf sûresi: 13-14)
Ya’kûb (aleyhisselâm) oğullarının te’minat verip ısrârı ve
yemîn etmeleri üzerine, Yûsuf'un da onlarla beraber gitmek için meyl ettiğini
görünce, kazâya râzı olup, izin verdi. Sabah olunca Yûsuf'a (aleyhisselâm); “Gel şimdi seni bir kere öpeyim ve
güzel kokunu koklayayım. Belki bir kere daha seni göremem. Zirâ dünyâ ayrılık
evidir” dedi. Elbisesini giydirdi, güzel kokular sürdü. Bağrına basıp öptükten
sonra kardeşlerine ısmarlayıp; “Yûsuf'u iyi gözetin” diye tenbih etti. Onlar da
gözetip koruyacaklarına dâir söz verdiler.
Yûsuf (aleyhisselâm) onlarla beraber babasından ayrıldı.
Babalarına yakın iken kardeşleri ona ikrâmda bulunuyor ve yakınlık
gösteriyorlardı. Uzaklaşıp gözden kaybolunca ona karşı olan düşmanlıklarını
gösterip, kaba davrandılar. Yûsuf'u (aleyhisselâm)
öldürmek istiyorlardı. Bu sırada Yehuda isimli kardeşi, daha önce vermiş
oldukları sözü hatırlatıp, öldürülmesine karşı çıktı. Onlara; “Onu
öldürmeyeceğinize dâir söz vermediniz mi?” diyerek, onun kuyuya atılmasını
teklif etti. Yehûda'nın teklifini hepsi kabûl ettiler ve kendilerince bilinen
bir kuyunun yanına götürdüler. Üzerinden gömleğini çıkardılar. Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Ey kardeşlerim! Beni kuyuya
atıyorsunuz. Ama kuyuda elbisesiz ne yaparım” deyince, ona; “Rüyânda gördüğün
güneşi, ayı ve onbir yıldızı çağır. Sana yardım ederler” dediler ve Yûsuf aleyhisselâmın beline bir ip bağlayıp kuyuya
bıraktılar. Sonra Yûsuf'un (aleyhisselâm) gömleğini
alıp koyunlarının yanına geldiler. Bir koyun boğazlayıp, gömleği onun kanına
buladılar. Akşam olunca da babalarına ağlayarak geldiler ve Yûsuf'un kanlı
gömleğini gösterip; “Ey bizim babamız! Hakikaten biz gittik, yarış edecektik.
Yûsuf'u da eşyalarımızın ve elbiselerimizin yanına bırakmıştık. (Bir
de ne görelim)
onu kurt yemiş. Biz doğru söyleyenler olsak da (biliyoruz ki) sen bize inanıcı
değilsin dediler.” (Yûsuf sûresi: 17) “Bir de üstüne yalan bir kan bulaştırılmış
olan gömleği getirdiler. Ya’kûb aleyhisselâm onlara; “Hayır, nefisleriniz sizi
aldatıp böyle (büyük) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. Sizin
bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim” dedi.” (Yûsuf
sûresi: 18) Ya’kûb aleyhisselâm çok sevdiği
oğluna hasretinden dolayı üzülüp ağlayarak, üzerine kan bulaştırılmış gömleği
yüzüne gözüne sürdü. Ya’kûb aleyhisselâm
gömleğe baktı, kana bulanan gömleğin hiç yırtılmamış olduğunu görünce; “O
kurdun Yûsuf'uma karşı şefkâti sizden fazla imiş. Vallahi bugüne kadar bu kurt
gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile
yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yûsuf'a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat
elimden ne gelir. Benim için sabretmekten güzel bir şey yoktur” dedi. İçli içli
ağladı ve kalbini Allahü teâlâya
bağlayıp, oturdu.
Ya’kûb aleyhisselâm çevresinde çok iyi tanınır, ilim ve
makâm sâhipleri ona hürmet gösterirlerdi. Eğer isteseydi, oğulları tarafından
kurt yediği bildirilen Yûsuf aleyhisselâm
hakkında araştırma yaptırır, onun hâl ve durumu hakkında bilgi edinebilirdi.
Ancak böyle bir yola başvurmadı.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf aleyhisselâm
hakkında böyle bir araştırma yaptırmamasının sebepleri, Râzî tefsîrinde şöyle
bildirilmektedir:
1- Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâmı
böyle bir araştırma yapmaktan men etmiş olabilir.
2- Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'un (aleyhisselâm)
Allahü teâlâ tarafından korunacağını,
onun şânının ve mertebesinin yüksek olacağını biliyordu.
3- Ya’kûb aleyhisselâm, oğullarının bu husûsta yaptıklarını
araştırıp, ortaya koymak sûretiyle, onların insanların dillerine düşmesini
istemedi.
4- Bir
babanın iki oğlundan birisi diğerine zulüm ettiği zaman, bu durum babaya çok
acı gelir. Eğer zulmeden oğluna, lâzım gelen cezâyı vermese, haksızlığa uğrayan
oğlu için yüreği yanar. Zulüm yapan oğluna cezâ verse, bu defâ baba olma
sebebiyle onun için kalbi üzülür. Her iki hâlde de baba olan kimse acı bir
durumla karşı karşıya kalmaktadır. Ya’kûb aleyhisselâm
böyle bir musîbete maruz kalınca, en doğru işin, sabır ve sükut olduğunu, bu
işi Allahü teâlâya havâle etmek
gerektiğini daha doğru buldu.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'un ayrılığından dolayı
üzülüyor, üzüntüsünü içine atıyordu. Mahzûn ve kederli olduğu hâlde bunu
kimseye göstermek istemiyordu. Sabrederek cenâb-ı
Hakk'a ilticâda bulunuyordu. Takdir-i ilâhîye râzı olup, hâlinden
kimseye şikâyette bulunmuyordu. Ona kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Çünkü
oğlunu kurdun yemediğini yakînen biliyordu. Bir gece rüyâsında Azrâil aleyhisselâmı gördü. Ona; “Yûsuf'un rûhunu kabz ettin
mi?” diye sordu. Azrâil aleyhisselâmda; “Kabzetmedim”
cevâbını verdi. Yıllarca ümîd ile yaşayıp, Allahü
teâlâdan sabr-ı cemîl diledi.
Sabr-ı cemîl,
başa gelen belâ ve musîbet karşısında, mahlûklara hiç şikâyet etmemek ve
sabırlı olmaktır. Ya’kûb aleyhisselâm da
kimseye şikâyet etmedi ve meâlen; “Ben büyük kederimi, mahzûnluğumu yalnız Allahü teâlâya arzediyorum dedi.” (Yûsuf sûresi: 86)
Bir
babanın, oğluna karşı şefkâtinden dolayı üzüntüsü ve ağlaması elinde
olmadığından, onun sabrına ve Allahü teâlâya
tevekkül etmesine mâni değildi. Çünkü elem verici bâzı hâdiseler karşısında
sessizce ağlamak mubâhtır. Buna insan mâni olamaz. Nitekim Buharî ve Müslim'in
bildirdiklerine göre; sevgili Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) küçük yaşta olan
oğlu İbrâhim vefât edince ağladı ve buyurdu ki: “Kalb mahzûn olur, göz yaşlarını akıtır. Fakat
Rabbimizin gazâbına sebep olacak bir şeyi söylemeyiz ve biz ey İbrâhim! Senin
firâkından dolayı elbette mahzûnuz.”
Hülâsa
böylece sessiz olarak ağlamak mubâhtır. Fakat bir musîbetten dolayı feryâd ve
figân etmek yâni yüksek sesle ağlamak, saçını başını yolmak, yakasını yırtmak,
elbisesini parçalamak dînimizce yasaklanmıştır. Takdîr-i ilâhiye isyân
özelliğinde olan bu tür hareketlerden kaçınmalıdır.
Atıldığı
kuyudan Mısır'a giden bir kervan tarafından kurtarılıp, Mısır mâliye nâzırına
köle olarak satılan Yûsuf aleyhisselâm nâzırın
hanımı Züleyha'nın arzusuna karşı geldiği için, iftirâsına uğradı ve zindana
atıldı. Zindanda uzun müddet kaldıktan sonra Mısır melikinin gördüğü bir rüyâyı
tabir ederek, yedi yıl bolluktan sonra yedi yıl kıtlık olacağını haber vermesi
üzerine, zindandan kurtuldu ve maliye nâzırı oldu. Bereket yıllarında bol bol
erzak depo etti. Yedi yıllık bir bolluktan sonra Mısır ve civarındaki ülkelerde
kıtlık ve kuraklık baş gösterdi. İlk bir sene hiç yağmur yağmadı. Ekinler
biçilmedi ve halk elinde olan tahılları yedi. İkinci yıl da şiddetli bir
kıtlıkla karşılaştılar. Üçüncü yıl da böyle geçti. Hiç bir yerde tedbir
alınmadığından, Mısır'dan başka hiç bir ülkede buğday kalmadı. Bunu öğrenen
insanlar, akın akın Mısır'a gelmeye başladılar. Ne kadar kıymetli mal ve
elbiseleri varsa buğdaya değiştiler. Dördüncü yıl da ne kadar mal, davar ve
kumaş varsa, getirip karşılığında buğday aldılar.
Kıtlık bu
şekilde devam ederken, Ya’kûb aleyhisselâm
oğullarına; “Mısır'a gidip biraz buğday getirin. İşittim ki Mısır sultânının
bir hazînedârı varmış, tahıl ambarlarının hepsi onun elinde imiş. İbrâhim aleyhisselâmın dîni üzere imiş. Nasıl bir kimsedir
gidip görün ve biz İbrâhim oğullarındanız deyin. Belki İbrâhim aleyhisselâmın soyundan olduğunuzu bilir de size
kolaylık gösterir” dedi. Bünyamin haricindeki diğer on oğlunu gönderdi.
Bünyamin, Yûsuf'un (aleyhisselâm) yâdigarı
olup, onu yanından hiç ayırmazdı. Çünkü o, Yûsuf'la (aleyhisselâm)
ana bir kardeştiler.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları Mısır'a gittiler. Yûsuf aleyhisselâmın huzûruna çıktılar. Yûsuf aleyhisselâm onları tanıdı. Bu husûs Yûsuf sûresi 58.
âyetinde meâlen şöyle haber verilmektedir: “Kardeşleri Yûsuf'un (aleyhisselâm)
huzûruna
girince, Yûsuf (aleyhisselâm) onları tanıdı.
Onlar ise kendisini tanımıyorlardı.”
Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Siz kimsiniz? Ne maksadla
geldiniz?” diye sorunca, onlar da; “Şam tarafından buğday almağa geldik” diye
cevap verdiler. Bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm);
“Yalan söylüyorsunuz. Siz buğday alıcıları değil, câsuslara benziyorsunuz. Maksadınız
neyse haber veriniz.” dedi. Bunun üzerine kardeşleri; “Biz Ken’ân vilâyetindeniz.
İhtiyâr bir babanın on evlâdıyız. Babamızın ismi Ya’kûb'dur. Beldemizde kıtlık
var. Mısır'dan başka yerde buğday bulunmadığını ve senin iyi bir kimse olduğunu
duyan babamız, bizi sana gönderdi” diye cevap verdiler. Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Şimdi babanız nerede ve
kiminle beraberdir?” diye sorunca onlar da; “Ken’ân ilinde bizim en küçük
kardeşimizle beraber kaldı. Babamızın, o küçük kardeşimizin annesinden bir oğlu
daha vardı. Adı Yûsuf olan o oğlunu çok severdi. Kırda telef oldu. Onun
derdinden babamız, ismi Bünyamin olan küçük oğlunu yanından hiç ayırmaz. Yûsuf'a
(aleyhisselâm) olan üzüntüsü sebebiyle gözleri
de görmez oldu. Bir ev yaptırdı. Yûsuf'a olan üzüntüsü sebebiyle o eve Beyt-ül ahzân
dedi. Her gün o eve girer. Yûsuf diye ağlar” dediler.
Yûsuf aleyhisselâm emretti. Onların parası alındı, hepsi
için birer yük buğday verildi. Onlara; “Bir daha gelirken, öteki kardeşinizi de
getirin! Onu getirmezseniz size zâhire vermem” dedi. Paralarını da gizlice
zâhirenin arasına koydurdu. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde
meâlen şöyle bildirildi: “Vakta ki Yûsuf (aleyhisselâm)
onların
zâhirelerini yükletip, hazırladı. Onlara dedi ki: “(Bir daha
gelirken) baba
bir kardeşinizi (Bünyamin'i) de getirin. Görmüyor musunuz ki (yani işte
görüyorsunuz)
size tam ölçek veriyorum. (Babanızın yanında kalan birâderiniz adına
da zâhire veriyorum.) Ben misâfirperverlerin hayırlısıyım. Eğer onu bana
getirmezseniz artık benim yanımda size hiç bir zâhire yoktur. Yanıma da
gelmeyiniz, diyârıma da girmeyiniz”. Dediler ki: “Onu babasından istemeye
çalışırız ve her hâlde bunu yaparız.”
“Yûsuf (aleyhisselâm)
onların zâhire
yüklerini hazırladı. Uşaklarına da; Sermâyelerini yüklerinin içine koyuverin.
Olur ki, âilelerine döndükleri zaman bunun farkına varırlar da belki yine (kardeşleri
Bünyamin ile beraber buraya) dönerler dedi. Vakta ki babalarına (Ken’ân iline) döndüler, dediler
ki: “Ey babamız! (Eğer Bünyamin'i bizimle beraber göndermezsen) bizden zâhire men
olundu. Şimdi kardeşimizi bizimle (Mısır'a) gönder ki zâhire alalım. Biz onu
koruyucularız.” Ya’kûb (aleyhisselâm)
onlara dedi ki:
“Bundan önce, kardeşi Yûsuf'u size (emanet husûsunda) inandığım gibi,
onu (Bünyamin'i) da inanır mıyım? Allahü teâlâ en hayırlı koruyucudur ve O,
merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
“Ya’kûb aleyhisselâmın oğulları getirdikleri
yüklerini açtıkları zaman, (ihsan
olarak)
sermâyelerini kendilerine iâde edilmiş buldular. Dediler ki: “Ey babamız! Daha
ne istiyoruz. (Bundan ziyâde iyilik olur mu?) İşte sermâyemiz de bize iâde edilmiş. Biz
onunla tekrar âilemize zâhire getiririz. Kardeşimizi de koruruz. (Kardeşimiz
Bünyamin'i götürmekle) bir deve yükü zâhire de fazla alırız. Bu (seferki
aldığımız) az
bir ölçektir, bizi idâre etmez.” (Yûsuf sûresi: 59-65)
Ya’kûb aleyhisselâm; “O akçeyi geri götürün. Belki yanılmış
olabilirler. Yâhud bizi denemişlerdir. Peygamber oğullarıdır. Görelim, helâli
haramı seçerler mi? demiş olabilirler” dedi. Sonra Bünyamin'i geri
getireceklerine dâir onlardan söz aldı. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi; “Etrâfınız
kuşatılıp çâresiz kalmanız müstesna, onu (Bünyamin'i) geri
getireceğinize dâir Allahü
teâlâdan bana sağlam bir taahhüt verinceye
kadar sizinle beraber göndermem.” dedi. Onlar da babalarına te’minatlarını
verince; o da; “Allah benim ve sizin bu dediklerinize vekil (şahit
olsun)” dedi.”
(Yûsuf sûresi: 66)
Ya’kûb aleyhisselâm söylediklerine Allahü teâlâyı şâhid tuttuktan sonra onlara
meâlen; “Ey
oğullarım! Mısır'a varınca hepiniz bir kapıdan girmeyin. Herbiriniz ayrı ayrı
kapılardan girin. (Bununla beraber bu sözümle) Allah'ın kazâsından hiç bir şeyi sizden
gideremem. Hüküm ve kazâ ancak Allahü teâlâdandır. Ben ancak ona güvenip
dayandım. Tevekkül edenler de ona güvenip dayanmalıdır” dedi.”
(Yûsuf sûresi: 67) Bu sözüyle onlar üzerine nazar isâbet edeceğinden korktu.
Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları Mısır'a vardıkları zaman,
babalarının bildirdiği gibi değişik kapılardan şehire girdiler. Kardeşleri
Bünyamin'i Yûsuf aleyhisselâmın yanına
getirdiler ve; “İşte o küçük kardeşimiz budur, getirdik.” dediler. Yûsuf aleyhisselâm onları huzûruna aldı, gereken ikrâm ve
iltifâtta bulunduktan sonra, onların her ikisinin birer odada yatabileceği
şekilde hazırlık yapılmasını hizmetçilerine emretti. Onlar onbir kardeş idi.
Her ikisi birer odaya istirâhat etmek için verildiler. Bünyamin yalnız kalınca
ağladı ve; “Kardeşim Yûsuf sağ olsa idi benimle beraber bir odada kalırdık”
dedi. O vakit Yûsuf aleyhisselâm; “Gel sen de
benim odamda misâfir ol” dedi. Fakat Bünyamin kardeşi Yûsuf'u (aleyhisselâm) hâlâ tanıyamamış ve kardeşlerinden ayrı
kaldığına bile üzülmüştü. Bunun farkına varan Yûsuf aleyhisselâm
bulundukları odada kimseyi bırakmadı ve Bünyamin'e; “Ölen kardeşin yerine,
benim sana kardeş olmamı ister misin?” diye sorunca, Bünyamin; “Senin gibi
eşsiz bir kardeşi kim bulabilir. Fakat senin baban Ya’kûb aleyhisselâm değil, ve seni annem Râhil doğurmadı”
deyince, Yûsuf aleyhisselâm ağladı ve kalkıp
Bünyamin'in boynuna sarılarak; “Ben senin kardeşin Yûsuf'um” diyerek kendisini
tanıttı.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmin Yûsuf sûresi 69. âyetinde meâlen;
“(Kardeşleri)
Yûsuf'un
huzûruna girince o, kardeşini (Bünyamin'i) kendi yanına aldı: Ben senin hakîkî
kardeşinim. Onların (geçmişte hakkımızda) yapmış oldukları şeyler için mahzûn olma dedi.”
buyrularak haber verilmiştir.
Bünyamin'e;
“Tasalanma, onların bana ettiklerinden dolayı, Allahü
teâlâya şükrediyorum. Senin bildiğini onlar bilmemektedirler” dedi.
Bünyamin, kardeşi Yûsuf'u tanıyınca çok sevindi ve göz yaşları dökerek babası Ya’kûb
aleyhisselâmın, oğlu Yûsuf'un ayrılığından
dolayı çektiği mihnet ve sıkıntıları haber verdi. Bunun üzerine Yûsuf aleyhisselâm kardeşi Bünyamin'e; “Sakın beni onlara
bildirme” dedi. Bünyamin; ayrılmak istemediğini söyleyince, Yûsuf aleyhisselâm; “Fakat babamızın benim yokluğuma ne
kadar üzüldüğünü bilirsin. Sen de, bir sebep olmadan burada kalırsan, üzüntüsü
daha da artar. Buna başka bir yol bulalım” dedi. Bünyamin de; “Karar senindir.
İstediğini yap.” cevâbını verdi.
İbrâhim aleyhisselâmın dîninde, bir kimsenin bir şeyi
çalınsa, mal sâhibi de malını hırsızın elinde yakalasa, malı çalan, mal
sâhibine kölelik ederdi. Mûsâ aleyhisselâm
zamanına kadar, bu hüküm aynen devam etmişti.
Yûsuf aleyhisselâm, tedbir olarak, Mısır melikinin altından
yapılmış su tasını, kardeşi Bünyamin'in yükünün içine koymalarını emretti.
Tası, Bünyamin'in yükü içerisine koydular.
Bu
husûslar Kur'ân-ı kerîmde şöyle
bildirildi: “Vakta
ki Yûsuf (aleyhisselâm) kardeşlerinin (her
birine birer deve yükü olmak üzere) yüklerini hazırladı. (İhtiyaçlarının hepsini
yerine getirdi ve onların haberi yok iken) su kabını (öz) kardeşinin (Bünyamin'in) yükü içine koydu.
(Kâfile şehirden ayrılıp, biraz mesâfe katettikten) sonra, bir münâdî
yetişip şöyle nidâ etti: “Ey kâfile ehli! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız.” (Yûsuf
aleyhisselâmın kardeşleri) geriden gelenlere dönerek; “Ne kayboldu.
Aradığınız nedir?” dediler. Dediler ki “Melikin su kabını arıyoruz. Onu
getirene bir deve yükü (zahîre) var. Ben de buna kefilim. (Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları); “Vallahi siz de bilirsiniz ki, biz buraya
fesâd çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz. (Eğer biz
hırsız kimseler olsaydık, daha önce yükümüz içine konulan sermâyeleri geri
getirip vermezdik)” dediler. (Yûsuf aleyhisselâmın
adamları)
dediler ki: “Eğer (hırsız değiliz) sözünüzde yalancı çıkarsanız, (sizin
dîninizde)
hırsızın (su kabını çalanın) cezâsı nedir?” (Ya’kûb'un oğulları) dediler ki “Onun (bizim
dînimizde, tası çalanın) cezâsı, (çalınan mal, yâni su kabı) kimin yükünde
bulunursa, odur. (Yani hırsız, mal sâhibinin kölesi olur.) Biz zâlimleri (hırsızlık
yapanları)
böyle cezâlandırırız.” (Yûsuf sûresi: 70-75)
Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri, pederlerinin dîninde
hırsızlığın hükmünü söyledikten sonra, Yûsuf aleyhisselâmın
adamları; “Yüklerinizi aramamız lâzımdır” dediler. Onları yoldan çevirip geri
getirdiler. Âyet-i kerîmede buyruldu ki:”(Yûsuf aleyhisselâm) derhal kardeşinin
(Bünyamin'in) yükünden önce diğerlerinin yüklerini aramaya başladı.
Nihâyet, onu (su kabını) kardeşinin (Bünyamin'in) yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf'a böyle bir
tedbiri (vahiyle) öğrettik. Yoksa Mısır melikinin dîninde kardeşini (Bünyamin'i) tutmak ve esir
etmek mümkün değildi. Ancak, Allahü teâlâ onu (babasının dîni
üzere tutmasını)
irâde etti. (Yûsuf aleyhisselâmı
kardeşlerine üstün kıldığımız gibi) dilediğimiz kimseyi (ilimle) nice derecelere yükseltiriz. Her ilim
sâhibinin üstünde bir âlim vardır.” (Yûsuf sûresi: 76)
Kaybolan
su kabının, ummadıkları bir şekilde Bünyamin'in yükünden çıkması üzerine,
Yûsuf'un kardeşleri telâşa kapıldılar. Bünyamin'e serzenişte bulundular. Sonra Kur'ân-ı kerîmde Yûsuf aleyhisselâma
şöyle dedikleri bildirilmektedir:”(Ya’kûb aleyhisselâmın
oğulları)
dediler ki: “Ey Azîz! Hakîkat bunun ihtiyâr bir babası vardır. (Onu
bizden fazla sever. Kaybolan kardeşimizin acısını onunla unutur.) Binâenaleyh onun
yerine birimizi alıp onu âzâd eyle. Biz, muhakkak seni iyilik edenlerden
görüyoruz, ihsânını tamamla.” (Yûsuf sûresi: 78)
“Yûsuf (aleyhisselâm) onlara; “Eşyamızı
yanında bulduğumuz kimseden başkasını (günahı olmayanı) alıkoymaktan
Allah'a sığınırız. Çünkü o takdirde (sizin dîninize göre, verdiğiniz
fetvâya göre)
biz de elbette zâlimlerden oluruz.” (Yûsuf sûresi: 79)
“Ya’kûb'un (aleyhisselâm)
oğulları,
kardeşleri Bünyamin'i alabilmekten ümîdlerini kestiler. Fısıldaşarak bir kenara
çekildiler. Onların büyükleri (Robil, Şem’ûn veya Yehuda olduğu
rivâyet edilmiştir); “Babamızın sizden Allahü teâlânın
adıyla te’minat almış olduğunu, daha evvel de Yûsuf hakkında işlediğimiz kusuru
bilmez misiniz? (Muhakkak bilirsiniz.) Artık ben, babam bana izin verinceye (yanına
çağırıncaya)
veya Allahü teâlâ (kardeşimi kurtararak iadesine) hükmedinceye
kadar buradan (Mısır'dan) kat’iyyen ayrılmam. O Hâkimlerin hayırlısıdır, hakkın gayrı
ile hükmetmez.” (Yûsuf sûresi: 80) Kendisi orada kaldı ve Kur'ân-ı kerîmde kardeşlerine meâlen; “Siz, babanızın
yanına dönün (hadiseyi olduğu gibi anlatın) ve deyin ki: “Ey babamız! Muhakkak ki oğlun (Bünyamin,
bizim gördüğümüze göre) hırsızlık yaptı. Biz ancak gördüğümüze şâhidlik ederiz. (Su
kabı Bünyamin'in yükünden çıktı.) Gaybı bilmeyiz ve gaybın bekçileri de değiliz. Eğer bize
inanmazsan içinde bulunduğumuz (ve döndüğümüz) şehre (Mısır halkına) da, aralarında
geldiğimiz kervana da sor. (Su tası onun yükünde nasıl bulundu?) Biz, şüphesiz
doğru söyleyicileriz” şeklinde bildirilmektedir. (Yûsuf sûresi: 81-82)
Bünyamin,
Yûsuf aleyhisselâm tarafından alıkondu.
Büyükleri (Şem’ûn, Robil veya Yehuda) de Ken’ân'a dönmeyip Mısır'da kaldılar.
Hazret-i Ya’kûb'un oğullarından dokuz tanesi Mısır'dan Ken’ân diyârına gelince,
olan her şeyi babalarına anlattılar. Ya’kûb aleyhisselâm
söylenenleri dinledi. “Ah Yûsuf!” diye inledi ve Kur'ân-ı
kerîm de meâlen şöyle dediği bildirildi:”(Ya’kûb aleyhisselâm)
şöyle dedi; “Hayır!
(Aranızda kararlaştırdığınız bu işi) nefsleriniz sizi aldatıp süsleyerek, kolay
gösterdi. (Yoksa Mısır meliki bizim dînimizdeki hırsızın hükmünü ne
bilsin?) Artık
bana düşen sabr-ı cemîldir. Umulur ki, Allahü teâlâ onların
(oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire. Şüphesiz Allahü teâlâ alîmdir, hakîmdir.”
“Ya’kûb aleyhisselâm
onlardan yüz çevirdi: “Ey Yûsuf'un firâkıyla beni kaplayan hüznüm ve üzüntüm!
Gel! Tam şimdi senin gelmen zamanıdır” dedi. Hüzün ve kederinden gözlerine ak
düştü. (Evlâdına
hasretten kalbi üzüntü ile dolu olup, kalbinde) onu tamâmen tutar, izhâr etmezdi.” (Yûsuf
sûresi: 83-84) Ya’kûb
aleyhisselâm gece-gündüz durmadan ağlardı.
Yûsuf aleyhisselâmın ayrılık ateşinden o kadar
ağladı ki, gözlerine ak düşüp görmez oldu. Onun bu hâline oğullarının veya
diğer ehl-i beytinin, âyet-i kerîmede şöyle dediği bildirilmektedir: ”Oğulları, Ya’kûb'a
(aleyhisselâm), “Yûsuf'u anmaktan geri durmuyor, onun
sevgisinde gevşeklik göstermiyorsun. Vallahi, sonunda ya kederinden hastalanıp
eriyeceksin, yâhut helâk olacaksın” dediler. Onların bu sözleri karşısında Ya’kûb
(aleyhisselâm); “Ben, kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi,
yalnız Allahü teâlâya arz ediyorum. (Size bir şikâyetim yoktur.) Ben, sizin
bilmeyeceğiniz nice şeyleri Allahü teâlâ tarafından biliyorum” dedi.”
(Yûsuf sûresi: 85)
Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'un ayrılığı üzerinden uzun
zaman geçmiş olmasına rağmen, Allahü teâlâdan
ümidini kesmemişti. Oğlu Yûsuf'a kavuşacağı günü umid ediyor ve merâkla
bekliyordu. Mısır'a buğday almak için gidip kardeşleri Bünyamin'i de bırakıp
gelen oğulları; Ya’kûb aleyhisselâma Mısır
maliye nâzırının durumunu anlattıkları zaman, Ya’kûb aleyhisselâm
kendini zor tutup; “Bu, olsa olsa Yûsuf olur” dedi ve Yûsuf sûresi 87. âyetinde
meâlen zikredildiği gibi; “Ey oğullarım. (Mısır'a) gidin. Yûsuf’lâ kardeşlerinden haber sorun. Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmeyin. Zirâ hakîkat şudur ki,
kâfirler gürûhundan başkası, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini
kesmez dedi.” Yâni: “Oğullarım! Tekrar Mısır'a gidiniz de Yûsuf'dan
ve kardeşi Bünyamin'den bir haber sorun. Onlara âit malûmat edinmeye çalışınız
ve Allahü teâlânın rahmetinden, fazl ve
ihsânından ümîdinizi kesmeyiniz. Allahü teâlânın
rahmet ve bereketiyle kardeşiniz Yûsuf'a kavuşabilirsiniz” dedi.
Allahü teâlânın
rahmetinden ümidini kesmek, mü’min için aslâ câiz değildir. Mü'mine yakışan;
kavuştuğu nîmetlerden dolayı cenâb-ı Hakk'a
hamd ve şükretmek; bir musîbet ve belâya uğrayınca da onun giderilmesi için Allahü teâlâya niyâzda bulunmaktır.
Hiç bir
zaman ve hiç bir sûrette ümîdsiz olmamalıdır. Çünkü bir kimse Allahü teâlânın varlığını, kudretini, rahmetinin
sonsuzluğunu ve ihsânını bilip tasdik ederse, O'nun rahmetinden de ümîd kesmesi
mümkün değildir. Allahü teâlâ Hicr sûresi
56. âyetinde meâlen,”Rabbinin rahmetinden, sapıklar (Allah'ın
rahmetinin genişliğini, ilminin ve kudretinin sonsuzluğunu, Allahü teâlâyı bilmekte hatâ edenler) dan başka kim
ümidini keser” buyurarak, rahmetinden ümîd kesmenin büyük günah ve
dalâlet olduğunu bildirdi.
“İhyau
Ulumiddîn” de yazılı olan hadîs-i şerîflerde
buyruldu ki:”Benî
İsrâil'den bir kimse, insanları Allahü teâlânın rahmetinden ümîdsiz
ederdi. Onlara ağır işler söylerdi. Allahü teâlâ kıyâmet günü ona; “Kullarımı
benim rahmetimden ümîdsiz ettiğin gibi, bugün, ben de seni rahmetimden ümîdsiz
ederim der” ve “Allahü
teâlâ; “Kulum gökler dolusu kadar günah işlese,
istiğfâr edip bana ümîd etse, onu affederim” ve “Kul dünyâyı dolduracak kadar günah işlese,
ben de dünyâ dolusu rahmet ederim.” buyurdu.
Hazret-i
Ali (radıyallahü anh) de günahlarının çokluğu
sebebiyle ümîdsiz olan birini gördü. O kimseye; “Ümidsiz olma! Allahü teâlânın rahmeti senin günahından büyüktür.”
buyurdu.
Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları kardeşlerine gitmek üzere;
biraz para, biraz yün ve biraz da yağ alarak Mısır'a doğru yola koyuldular.
Yola çıkmadan önce Ya’kûb aleyhisselâm Mısır mâliye
nâzırına verilmek üzere bir mektup yazıp, oğullarına verdi.
Ya’kûb'un (aleyhisselâm) oğulları Mısır'a vardıkları zaman
Yûsuf'un (aleyhisselâm) huzûruna girince,
söyledikleri Kur'ân-ı kerîmde meâlen
şöyle bildirilmektedir: “(Ya’kûb aleyhisselâmın
oğulları Mısır'a gidip) Yûsuf'un (aleyhisselâm)
huzûruna
çıktılar. Dediler ki: “Ey Azîz! Bize ve âilemize darlık (kıtlık,
fakirlik ve açlık) ulaştı. Çok az ve değersiz bir sermâye ile geldik. (Sermâyemizin
azlığına değersiziğine bakmayıp, lutfen) bize yine tam ölçek ver. (Kardeşimizi bize iâde
etmek ve pek ehemmiyetsiz olan sermâyemizi kabûl etmek sûretiyle) hakkımızda ayrıca
tasaddukta bulun. Zirâ Allahü
teâlâ sadaka verenleri mükâfâtlandırır.”
(Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerinin bu sözleri karşısında); “Siz (sonunun
nereye varacağını) bilmeden Yûsuf'a ve kardeşine yaptığınızın kötülüğünü
anlayıp ondan tevbe ettiniz mi? dedi.” (Yûsuf sûresi: 88-89) “Yâni
Yûsuf'u kuyuya attınız ve kardeşini ondan ayırdınız.” Bu arada babalarının
gönderdiği mektubu Yûsuf'a (aleyhisselâm) verdiler.
Yûsuf aleyhisselâm mektubu alıp okudu, ağladı.
Yine âyet-i kerîmede şöyle buyuruldu: “(Yûsuf aleyhisselâmın
bu sözü üzerine Ya’kûb aleyhisselâmın
oğulları;) “Yoksa
sen gerçekten Yûsuf musun?” dediler. Yûsuf da (aleyhisselâm); “Ben Yûsuf'um ve bu da kardeşim (Bünyamin) dir. Allahü teâlâ (birbirimize kavuşturmakla) bize, lutf ve ihsânda bulundu. Zirâ hakîkat
şudur ki, kim Allah'tan korkar, belâlara katlanırsa, muhakkak Allahü teâlâ (takva ve sabır sâhibi olan) muhsinlerin mükâfâtını zayi etmez” dedi.
(Yûsuf aleyhisselâmın bu sözü üzerine kardeşleri) dediler ki;
"Yemîn ederiz ki, Allahü
teâlâ, (zikrettiğin sıfatlar, güzel
ahlâk, ilim, hilim, fazîlet ve saltanatla) muhakkak seni bizden üstün kıldı. Hakikat biz sana
yaptığımız muâmeleden dolayı günahkâr olduk.” Yûsuf (aleyhisselâm) onlara dedi ki: “Bugün size, bir kınama, bir ayıplama
yoktur. Allahü teâlâ size merhamet etsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”
(Büyük ve küçük bütün günahları afleder.)” (Yûsuf sûresi: 90-92)
Kardeşlerinin
hatırını sorduktan sonra onlara ikrâmlarda bulundu. Babasının hâlinden haber
sordu. Dediler ki; “Bu sefer biz Bünyamin'i bırakıp vardığımızda o kadar ağladı
ki, gözleri görmez oldu.”
Rivâyet
edilir ki, Yûsuf aleyhisselâmın kardeşleri ona;
“Siz, bizi sabah-akşam yemeğe dâvet ediyorsunuz. Biz ise sana yaptıklarımızdan
ve kusurumuzdan dolayı utanıyoruz” dediler, Yûsuf aleyhisselâm
da cevâbında dedi ki: “Mısırlılar, şimdiye kadar hakkımda; “Yirmi dirheme
satılmış bir köleyi ulaştığı şu mertebeye kavuşturan Allah'ı tenzih ederiz.”
diyorlardı. Şimdi ise sizin sâyenizde seref kazandım. Mısırlıların nazarında
yükseldim. Çünkü onlar sizin benim kardeşlerim olduğunuzu, benim de İbrâhim aleyhisselâmın torunlarından ve Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarından olduğumu öğrendiler.”
Senelerdir
süren ayrılığın sona ermesini ve babasının sevinmesini isteyen Yûsuf'un,
kardeşlerine Kur'ân-ı kerîmde meâlen
şöyle dediği bildiriliyor: “Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine; Şu gömleğimi babama
götürün ve yüzüne sürün. O, benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine
sürsün. O artık rahatlıkla görmeğe başlar. Sonra bütün âilenizi de bana
getirin.” (Yûsuf sûresi: 93)
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarından Yehûda; “Kanlı gömleği
babama götürüp onu kedere boğmuştum. Bu gömleği de ben götürüp onu sevindireyim”
dedi. Yûsuf aleyhisselâm kardeşlerine pek çok
buğday verdi. Hayvanlarını yükleyip, Mısır'dan Ken’ân diyârına doğru yola
çıktılar. Allahü teâlânın takdiri ile
Yûsuf aleyhisselâmın kokusu, Ya’kûb aleyhisselâma ulaştı. Ya’kûb aleyhisselâm
çok sevdiği oğlunun kokusunu duyunca, âyet-i kerîmede, yanındakilere şöyle
dediği bildirilmiştir: “Vakta ki kâfile Mısır'dan ayrıldı. (Ya’kûb aleyhisselâm yanındakilere); Eğer bana yaşlılık sebebiyle noksan
akıllılık nisbet etmezseniz, ben muhakkak Yûsuf'un kokusunu buluyorum dedi. (Yanında
bulunanlar)
dediler ki: "Sen (Yûsuf'a olan) aşırı muhabbetinde devam ediyorsun (Onu
unutamıyorsun).”
(Yûsuf 94-95) Yâni sen hâlâ Yûsuf'a karşı eski muhabbetini sürdürüyorsun. Yûsuf
senden ayrılalı uzun zaman oldu. Daha sen Yûsuf'u unutmazsın ve dilinden
düşürmezsin.” dediler. Yehûda, Ken’ân diyârına gelince, kervandan ileriye geçip
Yûsuf aleyhisselâmın gönderdiği gömleği ve bir
mektubu babasına götürdü. Hazret-i Yûsuf'un gömleğini, Ya’kûb aleyhisselâmın gözlerine sürdü. Allahü teâlânın fazlı ve ihsanıyla gözleri hemen
açılıp görmeye başladı. Bu sırada Yûsuf aleyhisselâmın
gönderdiği mektubu da Ya’kûb'a (aleyhisselâm)
verdi. Ya’kûb aleyhisselâm mektubu okuyunca; “Allah'a
yemîn ederim ki, bu mektup melik mektubu değil, peygamber mektubudur. Bu
mektubu yazan da olsa olsa Yûsuf'umdur.” dedi. Bunun üzerine Yehûda, oğlu
Yûsuf'un hayatta olduğunu müjdeledi. “Seni ve bütün hânedanını Mısır'a dâvet
ediyor.” dedi.
Ya’kûb aleyhisselâm müjdeyi getiren oğluna; “Yûsuf'u nasıl
bıraktın?” diye sorunca o da; “Yûsuf, Mısır mâliye nâzırıdır” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm; “Ben nâzırı ne yapayım, hangi din
üzeredir?” deyince, oğlu da; “O, İbrâhim aleyhisselâmın
dîni üzeredir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Ya’kûb aleyhisselâm;
“Nimet tamamlandı.” diye şükretti.
Bu sırada
diğer oğulları da gelmişlerdi. Ya’kûb (aleyhisselâm)
ile oğulları arasındaki görüşme, Kur'ân-ı kerîmde
meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ya’kûb (aleyhisselâm); “Ben size, sizin
bilmeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından muhakkak biliyorum demedim mi?” dedi.
Oğulları; “Ey bizim babamız! Allahü teâlâdan bizim için günahlarımızın
mağfiretini iste. Gerçekten biz günahkârlardan olduk” dediler.
(Ya’kûb aleyhisselâm da); “Sizin için, Rabbime, sonra istiğfâr ederim. Hakikat şudur
ki, çok günah örtücü, çok merhamet edici ancak O'dur” dedi.” (Yûsuf sûresi:
96-97)
Müfessirler,
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarına; “Sizin için
sonra istiğfâr ederim” buyurmasının sebebini, değişik şekillerde îzâh
etmişlerdir. Fahrüddîn-i Râzî hazretleri bunun sebeplerini şu şekilde beyân
buyurdu:
1- Ya’kûb aleyhisselâm istiğfârı seher vaktine tehir etti.
Çünkü seher vakti duâların kabûl olması için en uygun zamandır.
2- Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları için mağfiret dilemeyi, Cumâ
gecesine tehir etti. Zirâ Cumâ gecesi, duâ ve tevbelerin kabûlü için en uygun
zamandır.
3- Ya’kûb aleyhisselâm; oğullarının hakîkaten günahlarına
pişman olup, tevbe edip etmediklerini ve tevbelerinin ihlâsla olup olmadığını
anlamak için istiğfâr etmeyi geciktirdi.
4- Ya’kûb aleyhisselâm, oğulları için hemen istiğfâr etti.
Sizin için sonra istiğfâr ederim demesi; “Gelecekte de istiğfâr etmeye devam
edeceğim” mânâsınadır.
“Bahr-ül
ulûm” ve “Kâdı Beydâvî” tefsîrlerinde diyor ki: Ya’kûb aleyhisselâm,
sizin için sonra istiğfâr ederim dedi. Bu, mazlumun affetmesi şartını bildiği
için, Yûsuf'la görüştükten sonra sizi affederse istiğfâr ederim demektir.
İstiğfarı, Yûsuf'la (aleyhisselâm) görüştükleri
vakte kadar tehir etti.
Senelerdir ayrılık ateşiyle yanan Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın dâveti üzerine, oğulları ve âilesine mensup olan kimseleri topladı. Mısır'a gitmek üzere hazırlandı. Bu kâfilede; hanımlar, oğulları ve torunları vardı. Ken’ân ili ahâlisiyle vedâlaşan Ya’kûb aleyhisselâm, Mısır'a hicret etmek üzere yola çıktı.
Ya’kûb aleyhisselâmın bütün âile fertleriyle Mısır’a gitmek üzere yola çıktığını haber alan Yûsuf aleyhisselâm, babasını karşılamak üzere pek çok hazırlıklar yaptı. Bir çok binek hayvanı ve askerle, babasını karşılamak üzere yola çıktı. Karşılamaya çıkanlar arasında, Mısır meliki Reyyân bin Melik de vardı. Babası ve berâberindekilerin yaklaştığı haberini alan Yûsuf (aleyhisselâm), yolda beklemeye başladı. Askerler saf saf dizildiler. Babasının dinlenmesi için bir gölgelik de hazırlatmıştı.
Süslü devesine binmiş olan Ya’kûb (aleyhisselâm), evlâdları ve kalabalık mâiyeti ile yaklaşıyordu.
Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelerek, Ya’kûb'a (aleyhisselâm); “Semâya bak, nice zaman sizin elem ve üzüntünüz sebebiyle hüzünlü olan melekler, sürûr ve sevincinizi görmek üzere seyre çıkmışlardır” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm; “Oğlum Yûsuf nerede? Bana onu göster” deyince, Cebrâil aleyhisselâm; “İşte, üzerinde gölgelik bulunan karşıdaki kimsedir” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf'u görünce, devesi üzerinde duramayarak yere indi. Yehûda'nın omuzuna dayanarak yürümeye başladı.
Yûsuf (aleyhisselâm) tevâzû ve hürmetle babasına yaklaştı. Yûsuf aleyhisselâm önce selâm vermek istedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Evvela Ya’kûb'un (aleyhisselâm) selâm vermesi münâsibdir” dedi. Karşılaştıkları sırada Ya’kûb aleyhisselâm; “Esselâmü aleyke yâ müzhibel-ahzân!” (Selâm sana ey hüzünleri ve üzüntüleri gideren) dedi. Yûsuf (aleyhisselâm) da babasının selâmını aldı. Uzun yıllardır hasret olan baba ve oğul, birbirlerinin boyunlarına sarılıp kucaklaştılar. Sürûr ve sevinçlerinden ağladılar. Her iki taraftan gelenler, birbirleriyle kaynaşıp muhabbetle sohbet ettiler. Daha sonra, babasını ve mâiyetindekileri alıp saraya götürdü. Onlara, ikrâm ve ihsânda bulundu. Ya’kûb aleyhisselâm, saraya gelince yanına gelen torunlarını (yani Hazret-i Yûsuf'un; Efrâyim, Mişa ve Rahîme adlı çocuklarını) kucaklayıp öptü. Onlar da, dedelerinin ellerini öptüler.
Sohbet esnâsında, Yûsuf aleyhisselâm babasına; “Babacığım, benim ayrılığım sebebiyle, gözlerini kaybedinceye kadar ağladın. Allahü teâlânın bizi, kıyâmette buluşturacağını bilmiyor muydun?” dedi. Ya’kûb aleyhisselâm da; “Biliyordum oğlum, fakat senin dînine bir zarar getireceklerinden ve bu sûretle senin ile benim aramı açacaklarından korktum. Bütün korkum, dînine zarar gelmesiydi. Bu bakımdan, Allahü teâlâdan bizi devamlı îmânımızda sabit kılmasını diliyorum” cevâbını verdi.
Allahü teâlâ Ya’kûb aleyhisselâma; “Oğlun Yûsuf'u niçin iâde ettim biliyor musun?” buyurunca, Ya’kûb aleyhisselâm; “Bilmiyorum yâ Rabbî!” dedi. Allahü teâlâ da; “Çünkü sen ümidini bana bağladın ve; “Umulur ki Allahü teâlâ onların hepsini birden bana getire” dedin ve yine; Oğullarım! Tekrar Mısır'a gidin de, Yûsuf’dan ve kardeşi Bünyamin'den bir haber sorun. Onlara âit malûmat edinmeye çalışın ve Allahü teâlânın rahmetinden, fazl ve ihsânından ümîd kesmeyin” dediğin için iâde ettim” buyurdu.
Ya’kûb aleyhisselâmın oğullarına kavuştuktan sonrası, Kur'ân-ı kerîmde Yûsuf sûresi 100. âyetinde şöyle haber veriliyor: “Babasını ve anasını (teyzesi veya üvey anasını) tahtının üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için (ona kavuştukları için) secde ettiler. (yani onu selâmladılar. Yûsuf aleyhisselâm) dedi ki: “Ey babam! İşte bu, evvelce gördüğüm rüyânın tevilidir. (açıklamasıdır) Hakikaten Rabbim, o rüyâyı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsân etti. Şeytan, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, (Allahü teâlâ) sizi çölden (Ken’ân diyârından) getirdi. Şüphesiz ki Rabbim, dilediği şeyleri çok güzel, çok ince tedbir edendir. Şüphesiz ki, hakkıyla bilen, tam hikmet sâhibi olan ancak O'dur.”
Yûsuf aleyhisselâmın annesi Râhil, kardeşi Bünyamin'in doğumundan hemen sonra vefât etmişti. Müfessirlerin ekserîsi, bu âyet-i kerîmedeki annenin, üvey annesi veya teyzesi olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü Ya’kûb aleyhisselâm, Yûsuf aleyhisselâmın annesinden önce, onun kız kardeşi Leyâ ile de evlenmişti. Kur'ân-ı kerîmde, teyze, anne yerine zikredilmiştir. Nitekim amca da, baba yerine zikredilmiştir.
Âyet-i kerîmede geçen secde de, selâmlamak mânâsındadır. Çünkü o devirde selâmlama eğilmek sûretiyle yapılmakta idi. Yoksa bugünkü mânâda Allahü teâlâdan başkasına secde etmek küfürdür. Peygamberler bundan berîdir, uzaktır.
Yûsuf aleyhisselâmın gördüğü rüyâ üzerinden kırk sene geçmişti. Bu kadar uzun zamandan sonra babası ve kardeşleriyle karşılaşan Yûsuf aleyhisselâm, babasına; şeytanın kardeşleriyle arasını bozduktan sonra, Allahü teâlânın kendisini zindandan çıkarıp, mülk ihsân ettiğini, âilesini de çölden (Ken’ân diyârından) buraya (Mısır'a) getirdiğini söyledi. Kardeşlerini mahcub etmemek için, kardeşleri tarafından kuyuya atıldığından hiç bahsetmedi. Kardeşlerini ithâm etmeyip, şeytanın kardeşleri ile aralarını ifsâd ettiğini söyledi. Çünkü o, kardeşlerini bağışlamış ve hakkını helâl etmişti. Ayrıca zindandan çıkıp mülke kavuşmayı da nîmet olarak zikretti. Çünkü zindanda kâfirlerle; kuyuda ise Cebrâil aleyhisselâmla beraber idi.
Daha sonra Yûsuf aleyhisselâm babasının elinden tutup evrak, altın, gümüş ve silâh hazînelerini gezdirdi. Ya’kûb aleyhisselâm, saraydaki süslü olan odaları bırakıp; “Bana hasırotu ve kamıştan Ken’ân'daki çardağım gibi bir çardak hazırlayın” dedi. Kalması için arzu ettiği şekilde bir yer hazırladılar.
Allahü teâlâ,
insanlara hak yolu bildirmekle, emir ve yasaklarına uymalarını sağlamakla
vazifelendirdiği peygamberlerine, mûcizeler ihsân etmiştir. Ya’kûb aleyhisselâma verilen mûcizelerden bâzısı şunlardır:
1- Üç
konaklık yerden sesinin duyulması: Ya’kûb aleyhisselâmın
gür bir sesi vardı. Seslendiği zaman, üç konaklık yerden duyulurdu. Düşman
askerleri, sesini duydukları zaman korkularından kaçarlardı.
2- Attığı
bir şeyin uzak yerlere kadar ulaşması: Ya’kûb aleyhisselâm,
oğullarını Amâlika kavmi ile muhârebe etmeye göndermişti. Muhârebe esnâsında,
Yehûda ismindeki oğlunun süngüsü veya mızrağı kırılıp parçalandı. Zor durumda
kalan Yehûda; “Babacığım! Silahım kırıldı, bir silâh gönder” diye seslendi. Ya’kûb
aleyhisselâm oğlunun bu sesini işitip, dağın
başına çıktı ve öncekine benzer bir silâh attı. Oğluna da seslenip, silâh
attığını duyurdu. Sesi işitip silâhı alan Yehûda, düşmana saldırdı ve üstün
geldi.
3-
Tepelerin ve taşların toprak olması: Ya’kûb aleyhisselâm
Ken’ân ahâlisini îmâna dâvet ettiği sırada, onlar, oturdukları yerde dağlık ve
taşlık yerler bulunmamasını, tepelerin ve taşların toprak olmasını istediler.
Kavminin bu teklifi üzerine Ya’kûb aleyhisselâm
duâ edince arzuları yerine geldi. Böylece memleketlerinde ekilebilecek yerler
genişledi.
Ya’kûb (aleyhisselâm), dedesi İbrâhim aleyhisselâma gönderilen kitapdaki (sahifelerdeki) emir ve
yasakları, insanlara tebliğ ediyordu. Hazret-i İbrâhim'in dîninde haram
olmamakla birlikle, bâzı şeyleri kendi nefsine haram kılmıştı. Bu sebeple
İsrâiloğulları da Ya’kûb aleyhisselâma tâbi
olarak onları nefslerine haram kılmışlardı.
Rivâyet
edilir ki: Ya’kûb (aleyhisselâm), şiddetli bir
hastalığa yakalanmıştı. Hastalığın verdiği ağrı ve sızıdan dolayı gece-gündüz
uyuyamayıp, feryâd ediyordu. Bir gün; “Eğer Allahü
teâlâ bana bu hastalığımdan şifâ verirse, yemek-içmek kâbilinden
olan en çok sevdiğim şeyleri yiyip-içmemeyi nezir ediyorum” demişti. Bu sebeple
devenin eti ile sütünü veya iç yağını nefsine haram kılmıştı.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmin Âl-i
İmrân sûresi 93. âyetinde meâlen; “Tevrât indirilmeden önce, İsrâil'in (Ya’kûb aleyhisselâmın) kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her
türlüsü, İsrâiloğulları için helâl idi.” buyrularak haber verildi.
Ya’kûb (aleyhisselâm); Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamanında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve siret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünü idi. O, insanları, bir olan Allahü teâlâya inanmaya ve ibâdete dâvet etmekle vazifelendirilmişti.
Ya’kûb (aleyhisselâm); buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası İshak (aleyhisselâm) gibi; hâlim, selim, yumuşak huylu, doğru sözlü olup, kerîm ve cömert idi.
Bu güzel huy ve vasıflarından başka; Kur'ân-ı kerîmde şu hasletleri de bildirilmektedir.
1- Dinde kuvvetli idi: Yâni ibâdet ve tâatta devamlı idi. Allahü teâlânın dînini insanlara tebliğ etme husûsunda, her türlü fedâkarlıktan çekinmemişti. Bu uğurda gelen türlü meşakkat ve sıkıntılara karşı, sabır ve sebât göstermişti. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmin Sâd sûresi 45. âyetinde meâlen; “Kullarımız İbrâhim, İshak ve Ya’kûb'u da hatırla ki; onlar tâat ve ibâdette, kuvvet, kudret ve dinde basîret sâhibidir.” buyrulmak sûretiyle haber verilmektedir.
2- İhlâs sâhibiydi: Kalbi tertemiz ve bütün kötülüklerden uzak olup, her yaptığını sâdece Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapardı. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin Sâd sûresi 46. âyetinde meâlen; “Biz onları (İbrâhim, İshak ve Ya’kûb'u aleyhimüsselâm) âhıreti düşünme hasletiyle mümtaz (o ebedî âlemdeki saâdete kavuşmak maksadıyla ibâdet ve tâata devam eden) ihlâs sâhipleri kıldık.” buyurarak, Ya’kûb aleyhisselâmın ihlâs sâhibi olduğunu beyân buyurdu.
Hâlis,
temiz etmek, niyeti ve kalbi temizlemek, bütün hareketlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için yapmak
demektir. Böyle bir ihlâsın ele geçmesi için, her an Allahü teâlânın rızâsını gözetmek ve başka şeylere düşkün
olmamak lâzımdır. Dinimizde bütün ibâdetlerin kabûl olması, ihlâs ile yapılıp
yapılmadığına bağlıdır. Bu sebepten, âlimler ve velîlerin hepsi ihlâs elde
etmek için çalışıp gayret göstermişlerdir. Onun için, ihlâs hakkında bilinmesi
gerekli olan husûslar çok önemlidir. Dinimizde, her ibâdette ihlâs üzere olmak
emredildi. İhlâs; kulun mal ve beden ile, farz ve nâfile şeklinde olan
ibâdetleri, yalnız Allahü teâlâya
yaklaşmak için yapması ve niyetine, nefsanî ve dünyevî bir arzu
karıştırmamasıdır. Böyle olmazsa yapılanlar riyâ ve gösteriş olur. İhlâs; dünyâ
faydalarını düşünmeyip, ibâdetlerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâs
sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi düşünmez. İbâdetlerini,
başkalarının görmesi, ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i
şerîfte; “Allahü
teâlâyı görür gibi ibâdet et. Sen görmüyor isen
de, O seni görmektedir.” buyruldu.
İslâm dîni,
sonsuz saâdete kavuşabilmek için, üç şeyin muhakkak lâzım olduğunu
bildirmektedir. Bunlar da; ilim, amel ve ihlâstır. İlim, amele (ibadet yapmaya)
vâsıta olduğu için kıymetlidir. İlmin, yalnız başına bir kıymeti yoktur.
Amellerin rûhu, tâatların özü; ihlâs ve düzgün niyettir. Niyeti düzgün ve
ihlâsı tam olan az bir amel; bozuk niyetle yapılan ve ihlâsı az olan çok
amelden hayırlıdır. Zirâ Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Ameller, ancak
niyetlere göredir” ve “Bütün insanlar helâk olur, ancak âlimler (bilenler) kurtulur. Bütün
âlimler helâk olur, ancak, ilmi ile amel edenler kurtulur. Bütün amel edenler
de helâk olur, ancak, ihlâslı olanlar kurtulur.” buyurdu. Allahü teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde Kehf sûresi 110. âyetinde meâlen; “Rabbine kavuşmayı arzu eden, sâlih (iyi,
güzel) amel
işlesin ve Rabbine yaptığı ibâdete, hiç kimseyi ortak etmesin.”
buyurdu.
İhlâs; Allahü teâlâya, kulluğa yaraşır şekilde ibâdet
etmek, emirlerine tam bir doğrulukla bağlanmak, sâdece kulluğunu yapıp, Cennet’i
istemek arzusu ve Cehennem korkusunun ve başka nefsin hoşuna giden şeylerin
kalbe girmemesidir. Çünkü ihlâsla ve Allah rızâsı için verilen bir avuç buğday,
ihlâssız ve nefsin rızâsı ile verilen bir avuç inciden kıymetli ve üstündür. Allahü teâlânın râzı olması düşünülerek ihlâs ile
yapılan amel, ibâdet kabûl edilir ve sevâbı on kattan yediyüz kata kadar
yazılır, büyür ve kıyâmet günü gelişir. Güzel toprakta bitip büyüyen, bir
müddet sonra çok değerli ağaç olan tohum gibidir. İyi niyetsiz ve ihlâssız
yapılan amel, artmaz gelişmez. Belki, farz olsun nâfile olsun kabûl edilmez.
Allahü teâlâ
Bakara sûresi 276. âyetinde meâlen; “Allahü
teâlâ fâizle gelen malı mahveder ve sadakaları (zekatları) verilen malı
arttırır” ve Mâide sûresi 27.
âyetinde meâlen;
“Allahü teâlâ, ancak müttekîlerin yaptığını kabûl eder.” Buyuruyor.
Müttekîler, muhlisler, ameli ihlâslı olanlardır. İlim ve amel, İslâm dîninin
dalları; ihlâs ise onu yaşatan, besleyen köküdür. Hazret-i Ali buyurur ki: “Az
amel yaptım diye üzülmeyin. Kabûl oldu mu diye endişe edin! Buna ihtimam
gösterin. Çünkü, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mu’âz bin Cebel'i
Yemen'e vâli olarak gönderirken; “İbadetlerini ihlâs ile yap! İhlâs ile yapılan az amel,
kıyâmette sana yetişir” ve yine; “Kırk gün, Allahü teâlâya
ihlâsla amel edenin, kalbinden diline hikmet pınarları akar.”
buyurdu.
İhlâs,
amelin rûhu olduğundan, rûhsuz beden işe yaramadığı gibi, ihlâssız amel de bir
fayda sağlamaz. İhlâsı elde etmek zor olmakla beraber, Allahü teâlânın kolaylaştırdıklarına kolay olur.
Hasen-i Basrî'nin haber verdiği hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ buyuruyor ki: İhlâs benim sırlarımdan bir sırdır. Onu
kullarımdan sevdiğimin kalbine veririm.” buyruldu. İhlâsa, Allahü teâlâyı her şeyden çok sevmekle kavuşulur.
O'nu çok sevmek de, gösterdiği yoldan ayrılmamak ve O'na, candan, seve seve
ibâdet etmekle mümkündür.
İbâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır.
Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur.
Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet edilmesi emrolundu.
Hadîs-i şerîflerde; “Allahü teâlânın birliğine îmân edenlerden, namazı ve zekâtı ihlâs ile
yapandan, Allahü teâlâ râzı olur.”,“Allahü teâlâ buyuruyor ki: Benim şerîkim
yoktur. Başkasını bana ortak eden, sevâblarını ondan istesin. İbâdetlerinizi
ihlâs ile yapınız! Allahü
teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder.” ve
“İbadetlerini
ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin
karanlıklarını yok eder.” buyruldu.
Bir hadîs-i şerîfte de buyruldu ki: “Dünyâda, haram
edilmiş olan şeyler mel’ûndur. Ancak Allah için yapılan şeyler kıymetlidir.”
Benî
İsrâil'de bir âbid vardı, ona; “Falan yerde, ağaçtan yapılmış bir put vardır.
Bir kısım insanlar, ona, Allah diye taparlar” dediler. Kızdı ve kalktı. Baltayı
omzuna alıp, o putu kırmaya gitti. Şeytan, bir ihtiyâr şekline girip, onun
karşısına çıktı; “Nereye gidiyorsun?” dedi. O da; “Putu kırıp, insanları Allahü teâlâya taptırmaya gidiyorum” dedi. Şeytan;
“Git ibâdetle meşgûl ol. Bu senin için daha iyidir” dedi. “Hayır, bu putu
kırmak daha mühimdir” diye cevap verdi. Şeytan; “Seni bırakmam” deyip kavgaya
tutuştular. O âbid, şeytanı yere vurdu ve göğsünün üzerine oturdu. Şeytan; “Müsâde
et bir söz söyleyeyim” dedi. Âbid müsâde etti. Şeytan dedi ki: “Ey âbid!
Allah'ın peygamberleri vardır. O putu kırmayı dilese, onlara emir verirdi. Sen
bununla emrolunmadın, bunu yapma” deyince; “Hayır, muhakkak yapacağım” dedi.
Şeytan bırakmayınca, kavgaya başladılar. Âbid yine şeytanı yere yurdu. Şeytan; “Müsâde
et, bir söz daha söyleyeyim, beğenmezsen istediğini yap” dedi. “Peki söyle”
dedi. Bunun üzerine şeytan; “Sen, fakir ve âbid (çok ibâdet eden) bir kimsesin.
Senin yükünü insanlar çekiyorlar, senin iş yapabilecek ve diğer âbidlere
yiyecek ve giyecek verebilecek bir şeyin olsa, o putu kırmaktan daha iyidir.
Çünkü onu kırarsan, insanlar bir başkasını yontup yine yaparlar, onlara zarar vermiş
olmazsın. Bundan vazgeç, her gün yastığının altına iki altın koyayım” diye
teklifte bulundu. Âbid içinden; “Doğru söylüyor. Biri ile sadaka verip, diğeri
ile işlerimi görmem bu putu kırmaktan daha iyidir. Ben bununla emrolunmadım.
Ben ne peygamberim, ne de bunu kırmakla vazifeliyim” dedi ve geri döndü. Ertesi
gün yastığının altında iki altın gördü, altınları aldı. Ertesi gün yine gördü
ve aldı. Kendi kendine; “İyi ki o putu kırmadım” dedi. Üçüncü gün, yastığının
altında hiç bir şey görmeyince, kızdı. Baltayı alıp, putu kırmak için yola
koyuldu. Şeytan tekrar karşısına çıkıp nereye gittiğini sordu. “O putu kırmaya
gidiyorum.” deyince; “Yalan söylüyorsun, yemîn ederim ki, onu kıramazsın.” dedi
ve âbidi yere vurdu. Daha önce şeytanı yere vuran âbid, şimdi onun elinde serçe
gibi titriyordu. Şeytan; “Geri dön, yoksa başını koyun gibi keserim.” dedi. O
zaman âbid; “Peki döneyim, fakat o zaman iki defâ ben seni yendim ve şimdi sen
beni yendin, sebebi nedir?” dedi. Şeytan cevap olarak; “O zaman, Allah için kızmıştın.
Allah, için iş yapana, bizim gücümüz yetmez. Şimdi ise, kendin için ve dünyâ
için kızdın. Kendi arzularına uyan bizi yenemez.” dedi.
İbadetlerde
ihlâsı elde etmenin yolu; nefsin İslâmiyete uymayan arzularını kırmak,
ibâdetlerde dünyâ faydalarını düşünmemek ve kalbe âhıret sevgisini iyice
yerleştirip, her işi Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâsa kavuşmayı sağlayan
sebeplerden biri de, Allah adamları ve dostları ile beraber olmaktır. Onlar ile
bulunmak, hep Allahü teâlâyı hatırlatır,
kalbde Allah sevgisinin devamlı yerleşmesine ve artmasına sebep olur.
Devamlı
ihlâs sâhiplerine, muhlâs denir. İhlâsı devamsız olup, ihlâs elde etmek için
uğraşanlara muhlis denir. İhlâs, çalışıp ibâdet ederek ve niyeti düzelterek
elde edilir. İslâmiyette tasavvuf bilgileri, ihlâsı elde etme yollarını
göstermektedir. Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesi ve ibâdetleri severek yapmak
ile haramlardan uzaklaşmaktır. Tasavvuf, kalbin kötülüklerden tasfiyesi, nefsin
terbiye edilmesidir. Bu da, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymakla
mümkündür.
İnsanın
muhlislerden olması lâzımdır. Muhlisler, Allahü
teâlânın rızâsını gözeterek işlerinde niyet edip, gayret göstererek
ihlâs elde edenlerdir. Tam ihlâsı elde etmek, ancak kalbi her türlü kötü huy ve
düşüncelerden büsbütün temizlemek ve Allahü teâlâya
kusursuz teslim olmakla mümkündür. Vilâyetin yüksek derecelerine ulaşmış
olanların hâli böyledir Hadîs-i şerîflerde;
“Evliyâ (Allah'ın sevgili kulları) görülünce Allah
hatırlanır.”
“Onlarla (evliya ile) beraber bulunanlar şakî (Cehennemlik) olmazlar.”
“Her şeyin bir kaynağı
vardır. Takvânın (Allah'tan
korkmanın)
kaynağı, âriflerin kalbleridir.” buyrulmuştur.
Yahyâ bin
Mu’âz; “Sütün pislikten ayrılması gibi, ihlâs da ameli ayıplardan temizler.”
buyurdu.
Hazret-i
Ömer bin Hattâb, Ebû Mûsâ el-Eş'ari'ye yazdığı mektubunda; “Niyeti hâlis olan
kimseye; kendisi ile insanlar arasındaki işlerinde, Allahü
teâlâ yeter.” demiştir.
Rüveym bin
Ahmet Bağdâdî; “Amelde ihlâs demek, amel sâhibinin ameli ile dünyâ ve âhırette
bir karşılık beklememesidir.” buyurdu.
Ebû Osman;
“İhlâs devamlı olarak yaratanı düşünmek ve O'na bakmakla, mahlûku, yaratılanı
unutmaktır” buyurdu.
Havârîler,
Hazret-i Îsâ'ya; “Amellerin hâlis olanı hangisidir?” diye sorduklarında,
Hazret-i Îsâ; “Hiç kimsenin övmesini sevip beklemeden, Allah için yapılan
ameldir.” buyurdu.
Cüneyd-i
Bağdâdî; “İhlâs; ameli, karışıklıklardan arındırmaktır.” buyurdu.
İbrâhim
bin Edhem; “İhlâs, Allah ile beraber sâdık niyette bulunmaktır.” buyurdu.
3- Sâlihlerdendi: Enbiyâ sûresi 72. âyetinde meâlen; “Biz İbrâhim'e,
isteği üzerine İshak'ı ve isteğinden ziyâde olarak torunu Ya’kûb'u ihsân ettik.
Biz onların hepsini sâlihlerden kıldık.” buyrularak Ya’kûb aleyhisselâmın sâlihlerden olduğu bildirildi.
Kalbin, Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl olmaması;
nefsin, kötülüklerinden temizlenmesi: bedenin, ibâdet ve tâatla meşgûl olup, günahlardan
sakınmak sûretiyle süslenmesi demektir. Bu hal; kalbde, nefste ve bedende olup
fesâdın zıddıdır.
Sâlih amel
işlemek, mü’minin zâhirîni (bedenini) ve bâtınını (kalbini) süsleyen bir
zînettir. İslâm âlimleri sâlih ameli iki kısma ayırmışlardır:
Birincisi;
açık bir görünüşte olan sâlih ameldir. Dinimizin her emrettiği farzları,
vâcibleri, sünnetleri, edebleri yerine getirmek ve haramlardan sakınmaktır. Allahü teâlânın mahlûklarından hiç birini
incitmemek, hiç kimsenin malına ve canına dokunmamak sâlih ameldir.
İkincisi
ise; bâtını ve mânevî sâlih ameldir. Zâhirî yâni dışı; kötü işlerden sakınmak
ve emirleri yerli yerince yapmak sûretiyle süsledikten sonra kalbi ve nefsi,
kötülüklerden, fenâ huy ve düşüncelerden arındırmak ve iyiliklerle donatmaktır.
Kalbde hased, kin gibi kötülüklere yer vermemek, nefsin isteklerini terk etmek
sâlih ameldir.
Sâlih amel
işlemek sûretiyle, mü’minin dünyâda ve âhırette saâdete kavuşup, kurtuluşa
ereceğini yüce Rabbimiz bildirmektedir. Bu dünyâda ve âhırette pişman olmamak
için sâlih amel işlemelidir.
4- Bitmeyen, güzel bir
sabra sâhipti.
Oğulları, buğday almak için Mısır'a gittiler. Yûsuf aleyhisselâm,
Mısır'da kardeşleri Bünyamin'i bir bahâne ile alıkoydu. Babalarına dönüp; “Bünyamin
hırsızlık yaptı. Bu sebeple Mısır'da alıkonuldu” dediler. Bunun üzerine Ya’kûb'un
(aleyhisselâm) oğullarına verdiği cevap, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Hayır, (aranızda
kararlaştırdığınız bu işi) sizi nefisleriniz aldatıp süsleyerek kolay gösterdi. Artık
bana düşen sabr-ı cemîldir” (Yûsuf sûresi: 83) diyerek, Allahü teâlâdan gelen musîbet ve belâlara sabr
edeceğini bildirdi. Çünkü o, belâ ve musîbetlerin en şiddetlilerinin, Allahü teâlânın sevgili kullarına bilhassa
peygamberlere gönderildiğini biliyordu.
İnsanın Allahü teâlâdan gelen belâ ve musîbetlere tahammül göstermesi, haramlardan sakınması ve nefsin kötü arzularını yapmaması demektir.
Sabır iki kısma ayrılır: Birincisi; günah işlememek için sabretmektir. Şeytan ile insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar insanı günaha sürüklemeye çalışırlar. Bunları dinlemeyip sabretmek çok sevâbdır.
İkincisi; dertlerin, belâların acılarına sabredip, bağırıp çağırmamaktır. Bu şekilde sabretmek de çok kıymetlidir. Çok kimse de, sabır denilince bu sabrı anlar.
Sabır; büyüklüğü ve fazîleti sebebiyle Kur'ân-ı kerîmde yetmişten fazla yerde zikredildi. Sabredenlerin sevâblarının hesapsız verileceği bildirildi.
Sabrın fazîleti, üstünlüğü çok büyüktür. Bundan dolayı Allahü teâlâ sabrı çok azîz eyledi. Fakat herkese sabır nîmetini vermedi. Dostları ile çok az insanlara verdi. “İhyau ulumiddîn”deki hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben kullarımdan herhangi birine, bedenine, malına veya evlâdına bir musîbet verdiğim vakit, onu güzel bir sabırla karşılarsa, kıyâmet günü onun için mîzân ve hesap kurmaktan hayâ ederim.” ve “Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâma; “Ey Cebrâil gözünden, görme nûrunu aldığım kimseye vereceğim sevâbı bilir misin? Ona kendimi (cemalimi) gösteririm.” buyurdu.”
5- Hidayete erdirilmişti: Yâni peygamberlik şerefi ihsân edilmişti. En’âm sûresi 84. âyetinde meâlen; “Ona (İbrâhim'e) İshak'ı (bir peygamber olarak ihsân ettik) ve (İshak'ın oğlu ve kendisinin torunu) Ya’kûb'u da ihsân ettik. (Onun zürriyetinden de böyle güzîde peygamberler getirdik) ve hepsini de hidâyete erdirdik. (Hepsine muvaffakiyet ve hak dîne kavuşmayı nasîb ettik. Din-i ilâhiyi tebliğe, insanları hak yola dâvet etmeye me’mûr kıldık)” buyruldu.
6- Seçkin ve hayırlı kimselerdendi: Ya’kûb aleyhisselâm her bakımdan zamanında bulunan insanların en üstünü ve seçilmişiydi. Kavmi arasında çok güzel işler yapan, insanlar hakkında dâimâ iyi düşünerek onların kurtulması için çırpınan bir kimse idi. Bu sebeple Allahü teâlânın nezdindeki yeri ve derecesi de yüksekti. Bu husûs Sâd sûresi 47. âyetinde meâlen; “Muhakkak ki onlar (İbrâhim, İshak ve Ya’kûb aleyhimüsselâm) bizim nezdimizde elbette ki seçilmişlerden ve hayırlılardandırlar” buyrularak bildirilmektedir.
7- Rüyâ Tabirini bilirdi: Oğlu Yûsuf aleyhisselâm ona rüyâsını anlattığı zaman, Ya’kûb aleyhisselâm; “Oğulcuğum rüyânı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar. Zirâ şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Rabbim seni böylece rüyândaki gibi seçecek, sana rüyâ tabirini öğretecek. Daha önce ataların İbrâhim ve İshak'a nîmetlerini tamamladığı gibi, sana ve Ya’kûb soyuna da tamamlayacaktır” (Yûsuf sûresi: 5) buyurmuştu. Nitekim oğlu Hazret-i Yûsuf'un rüyâsı, onun tabir ettiği gibi çıktı.
Ya’kûb aleyhisselâmın, oniki oğlu vardı. Ya’kûb aleyhisselâmın lakabı İsrâil olduğu için, bu
oğullarına ve onların soylarından gelenlere Benî İsrâil (İsrâiloğulları)
denilmiştir.
Ya’kûb aleyhisselâmın, altısı ilk zevcesi ve dayısının kızı
olan Leyâ'dan; dördü, câriyeleri bulunan Belhe ve Zülfâ'dan; Yûsuf ve Bünyamin
de yine dayısının kızı ve ikinci hanımı olan Râhil'den doğmuşlardır.
Bunlar oniki
erkek kardeş olup, sıra ile şunlardır:
1- Robîl: En büyük oğludur. Leyâ isimli ilk
zevcesinden doğmuştur. Bunun soyundan gelenler, Filistin'in kuzeydoğu kısmında
yerleşmişti. Remle yakınlarında kabri veya makâmı ziyâretgahtır.
2- Şem’ûn: Ya’kûb aleyhisselâmın,
yaşça ikinci büyük oğludur. Kardeşleri Bünyamin, Yûsuf aleyhisselâm
tarafından bir bahâne ile Mısır'da alıkonulunca, Mısır'da kalan o olduğu
rivâyet edilmiştir. Şem’ûn'un neslinden gelenler de Lût gölünün batı sâhilinde
yerleşmişlerdi.
3- Lâvî: Annesi Leyâ'dır. Hazret-i Mûsâ ve
Hârun aleyhisselâm bunun neslinden gelmiştir.
Arz-ı mukaddes sıbtlar (torunlar) arasında taksim edilince, Lâvî soyundan
gelenlere ayrıca bir yer verilmeyip, diğer bölgelerin mahsullerinin onda biri
veriliyordu.
4- Yehûda: Ya’kûb aleyhisselâmın
sözünü dinlediği, Yûsuf aleyhisselâmdan sonra
akılca en üstün olan oğludur. Leyâ'dan doğmuştur. Dâvûd aleyhisselâm, Benî İsrâil hükümdârları ve Îsâ aleyhisselâm bunun soyundan idi. Bunun neslinden
gelenler; Filistin'de, Kudüs'ün güneyinde ve Lût gölünün batısında olan bölgede
yerleşmişlerdir.
5- Zablûn (Yalün): Ya’kûb aleyhisselâmın
ilk hanımındandır. Onun soyundan gelenler Taberîye gölü ile Akdeniz arasında
olan bölgede yerleşmişlerdir.
6- Îsâhar: Bu da ilk zevcesi Leyâ'dan
doğmuştur
7- Dân: Belhe isimli câriyeden doğmuştur.
Onun neslinden gelenler; Filistin'in kuzeyindeki bölgede yerleşmişlerdir.
Filistin'in kuzeyinde bu isimde bir kasaba da vardır.
8- Neftâli: Annesi Belhe'dir. Nesli, Ürdün
vâdisinin batısında ve diğer kabîlelerin yerleştiği bölgenin daha kuzeyinde
yerleşmişlerdir.
9- Âşir: Ya’kûb aleyhisselâmın
Zülfâ adlı câriyesinden dünyâya gelmiştir.
10- Câd: Bunun da annesi Zülfâ'dır.
11- Yûsuf: Annesinin adı Râhil'dir. Râhil,
yukarda da zikredildiği gibi, Ya’kûb aleyhisselâmın
ikinci hanımı ve dayısının kızıdır. Hazret-i Yûsuf'un başından geçen kıssalar, Kur'ân-ı kerîm'in Yûsuf sûresinde geniş bir
şekilde anlatılmıştır. Yûsuf aleyhisselâm, Ya’kûb
aleyhisselâmın peygamber olarak
vazifelendirilen oğludur. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin bir çoğu
onun neslindendir. (Bkz. Yûsuf aleyhisselâm)
12- Bünyâmin: Ya’kûb aleyhisselâmın
12. ve en küçük oğludur. Hazret-i Yûsuf'un anadan da kardeşidir. Annesi Râhil,
Bünyamin'in doğumundan kısa bir müddet sonra vefât etmiş idi.
Bünyamin'in
çok evlâdı oldu. Ken’ân iline dönünce, onlara çok az bir toprak verildiği için
Kudüs'e gittiler. Bâzı harplerde telef olmuşlarsa da sonra tekrar
çoğalmışlardır. Kur'ân-ı kerîmde
zikredilen Tâlut, Bünyamin'in neslindendir.
Ya’kûb aleyhisselâm, oğlu Yûsuf'a (aleyhisselâm)
kavuştuktan sonra, Mısır'da oğullarıyla birlikte on seneden fazla yaşadı. İyice
ihtiyârlayıp vefâtı yaklaşınca oğullarını başına toplayıp şu vasiyette bulundu;
“Ey oğullarım! Muhakkak ki Allahü teâlâ
sizin için tevhîd (tek Allah'a inanma) ve adâleti emreden İslâm dînini seçti.
Siz, ölüm gelmeden önce, Allahü teâlâya
ibâdet ediniz. İbâdetlerinizde ihlâs ve huşû üzere olunuz. Hayatınız boyunca bu
dinden uzaklaşmayınız, yoksa helâk olursunuz.”
Oğullarından
bu husûsta söz almak isteyip; “Ey oğullarım! Benim ölümümden sonra neye ibâdet
edeceksiniz?” diye sordu. Oğulları da; “Ey babamız! Senin ve babaların
İbrâhim'in, İsmâil'in ve İshak'ın ibâdet ettiği tek olan Allah'a, şimdi olduğu
gibi gelecekte de ibâdet edeceğiz. Biz O'na teslim olmuşuzdur.” diyerek söz
verdiler.
Bu husûs Bakara
sûresi 132 ve 133. âyet-i kerîmelerinde meâlen, “İbrâhim bunu oğullarına da tavsiye etti. Ya’kûb
(aleyhisselâm) da öyle yaptı. “Ey oğullarım! Allah sizin
için İslâm dînini beğenip seçti, O hâlde siz de (başka değil) ancak müslüman
olarak can verin” (dedi). Yoksa (Ey yahudiler), ölüm Ya’kûb'un önüne geldiği zaman siz de
orada hazır mı idiniz? (Hayır) o, oğullarına; “Benden (ölümümden) sonra neye ibâdet
edeceksiniz?” dediği zaman onlar; “Senin mabûduna ve babaların İbrâhim'in, İsmâil'in,
İshak'ın bir tek olan Allah'ına ibâdet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur”
demişlerdi.” buyrularak haber verilmektedir.
Ya’kûb aleyhisselâmın ölüm vakti gelince, melekler de gelip
hazır oldular. Ya’kûb aleyhisselâma Cennet’teki
makâmlarını ve çeşit çeşit örtüleriyle örtülmüş olan kabrini gösterdiler. Bunun
üzerine meleklere; “Bu kabir kimin içindir?” diye sordu. Melekler de; “Rabbinin
yanında çok kıymetli olan bir kimseye aittir” dediler. Ya’kûb aleyhisselâm meleklere; “Siz kimsiniz?” diye sorunca;
“Biz Rabbimizin melekleriyiz” diye cevap verdiler.
Ya’kûb aleyhisselâm kabre baktığı zaman, orada minberler
üzerinde güzel ve nûr yüzlü kimseler gördü. Meleklere; “Bu minberler üzerinde
bulunan nûr yüzlü kimseler kimlerdir?” diye sorunca; “Onlar Allahü teâlânın halîli olan İbrâhim aleyhisselâmın torunlarıdır” cevâbını verdiler.
Ya’kûb aleyhisselâm onların arasına girmeyi arzu ettiği
zaman melekler; “Onların yanına ancak şu bardaktan içenler girebilir” dediler. Ya’kûb'a
(aleyhisselâm) bir bardak su verdiler. Ya’kûb aleyhisselâm, o bardaktan içmeğe başlayınca vefât
etti. Oğulları, cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki
Halîlürrahmân'da bulunan babası İshak aleyhisselâmın
yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir mevcûttur. Bunlar; İbrâhim aleyhisselâma, Sâre vâlidemize, İshak aleyhisselâma ve Ya’kûb aleyhisselâma
aittir.
Ya’kûb aleyhisselâm Mısır'a varınca bir Cumâ gecesi seher vaktinde kalkıp namaz kıldıktan sonra ellerini semâya kaldırıp cenâb-ı Hakk'a yalvardı ve oğullarının bağışlanmasını diledi. Çünkü o, Ken’ân diyârındayken oğullarının; “Bizim günahlarımızın bağışlanması için istiğfâr et.” dedikleri zaman; “Sizin için sonra istiğfâr ederim” demiş ve mazlum olan Yûsuf'un (aleyhisselâm) affetmesinden sonra istiğfâr edeceğini bildirmişti. Yûsuf'la (aleyhisselâm) görüşüp, onun da kardeşlerini affettiğini görünce şu niyâzda bulundu; “Allah'ım! Yûsuf için feryâdlarımı, onun ayrılık ve hasretliğinden olan sabrımın azlığını ve oğullarımın kardeşlerine yaptıklarını mağfiret eyle.”
Ya’kûb aleyhisselâm bu duâyı ettiği sırada babalarının arkasında ayakta duran Yûsuf aleyhisselâm ve kardeşleri de “Âmin” diyerek ağlıyorlardı. Allahü teâlâ, Ya’kûb aleyhisselâma vahy edip; “Allah seni ve onların hepsini mağfiret eyledi.” buyurdu.
Ya’kûb aleyhisselâm vefât edinceye kadar her Cumâ gecesi aynı şekilde istiğfâr ve duâ etmeğe devam etti.
Ben bir Ya’kûb idim kendi hâlimde,
Mevla'nın ismi var idi dilimde,
Aldırdım Yûsuf'u Ken’ân ilinde,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Attılar kuyuya şehîd kastına,
Cebrâil yetişti Mevlâ dostuna,
İhlâs ile çıktı suyun üstüne,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Yûsuf'un gömleğin al kan ettiler,
Kurtlar yedi diye bühtân ettiler,
Yûsuf'u götürüp bilmem nettiler.
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Akar da Ya’kûb'un gözünün yaşı,
Ah çekip eritir dağ ile taşı,
Yûsuf'u kuyuya attı kardeşi,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Bezirgânlar geçip giderken yoldan,
Yûsuf'u çıkardı bulup kuyudan,
Yûsuf sonra oldu Mısır'a sultân,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
Bir dertli bulsam da derdime yansam,
Yandım hasretine bağrım dağlasam,
Yûsuf'um cemâlin bir dahî görsem,
Ağlar Ya’kûb ağlar Yûsuf'um deyu.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr; cild-4, sh. 80, 98, cild-8, sh. 145, cild-18, sh. 83, 230
2) Tefsîr-i Mazharî; cild-1, sh. 124, cild-5, sh. 133, 210
3) Tefsîr-i Mevâkıb; cild-1, sh. 35
4) Tefsîr-i Tibyân; sh. 232
5) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân; Yûsuf sûresi
6) Tefsîr-i Taberî
7) Tefsîr-i Kurtubî
8) Feth-ul-Bârî; cild-6, sh. 296, 298
9) Târih-ül-Ümem vel-Mülûk (Taberî târihi); cild-1, sh. 169
10) Tam İlmihal Seâdeti Ebediyye; sh. 1083
11) Mu'cizât-ül-Enbiyâ; sh. 48
12) Mir'ât-ı Kâinât; sh. 94
13) İhyâu Ulûmiddîn; cild-4, sh. 126, 129
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 92, 93
15) Kısas-ül-Enbiyâ (Arais); sh. 107
16) Ravdat-üs-Safâ; sh. 355, 356
17) Künh-ül-ahbâr; cild-2, sh. 356
18) Kâmus-ül-a’lâm; cild-3, sh. 2239, cild-4, sh. 2404, cild-5, sh. 3900, cild-6, sh. 4044
19) El-Kâmil fit-Târih; cild-1, sh. 137
20) Ahsen-ül-kasas