Osmanlı
Devleti’nde askerî ve idâri sahalarda geniş selâhiyetlere sâhib en üst
derecedeki me’murlara verilen ünvân. Vezir kelimesi, lügatta yardımcı, yük mânâlarında
olup, devlet başkanı olan pâdişâhın hemen hemen bütün işlerini yüklenen ve
hükümdarlıkla ilgili mes’elelerde görüş ve tedbiri ile ona yardımcı olan
kimsedir. Vezirlerde, doğruluk, sabır, metanet ve yücelik gibi dört haslet
bulunurdu.
Vezirliğe
ilk ihtiyaç duyan, hazret-i Mûsâ olmuş ve cenâb-ı Hak’tan kendisine kardeşi
Hârûn aleyhisselâmı yardımcı istemişti. Sevgili Peygamberimizin de başta
hazret-i Ebû Bekr olmak üzere vezirleri yâni yardımcıları vardı. Vezir ünvânı
ilk defa Abbasî Devleti’nde, daha sonraları da çeşitli İslâm devletlerinde
kullanılmaya başlandı. Büyük Selçuklu, İlhanlı, Anadolu Selçukluları ve
Osmanlılar da bu ünvânı kullandılar.
Osmanlılarda
vezirlik müessesesi ilk defa, Orhan Gâzi zamanında (1324-1362) kurulan dîvân
teşkilâtının başına vezir ünvânıyla bir zâtın getirilmesiyle teşekkül etti. İlk
vezir ulemâ sınıfından gelmiş olan Alâaddîn Paşa olup, bunu yine aynı sınıftan
Ahmed Paşa bin Mahmûd, Hacı Paşa ve Sinâneddîn Yûsuf Paşa tâkib ettiler. Yûsuf
Paşa, Orhan Gâzi’nin son ve Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın ilk veziri idi. Onun
vefâtından sonra, sultan Murâd Çandarlı Kara Halil’i vezârete getirmiştir. Bu
devirde vezirler genellikle fıkıh âlimleri arasından seçiliyordu.
Orhan
Gâzi zamanında tek vezir olup, dîvân; vezir, kâdı ve hükümdar olmak üzere üç
kişiden teşekkül ediyordu. Devletin büyümesi ve işlerin artması üzerine,
vezirleri de arttırmak îcâb etti. Böylece sayıları artan vezirlerden biri baş
vezir (vezîriâzam) tâyin edildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566)
zamanından îtibâren vezîriâzam yerine sadrâzam ünvânı kullanılmaya başlandı
(Bkz. Sadrâzam).
Vezirlik
rütbesine yükselebilmek için mükemmel hizmet etme, iktidar ve ehliyet sahibi
olma özellikleri aranırdı. Mîr-i mîrân da denilen bir beylerbeyinin vezir
olabilmesi için, sancakbeyliği ile eyâletlerde uzun müddet hizmet ettikten
sonra Rumeli beylerbeyi veya Rumeli emîrü’l-ümerâsı olması lâzımdı. Ancak ondan
vezirliğe geçebilirdi.
Kanunî
Sultan Süleymân zamanının sonuna kadar merkezdeki vezir adedi dörtten yukarı
çıkmamıştı. Bundan sonra artarak yediye kadar çıktı. Sonradan vezir adedi daha
da artınca, kubbe vezirliğinden hâriç olarak bazı mühim eyâletler (Bağdâd,
Budin, Yemen) vezirlere verildi. Daha sonra bu da kâfi gelmediğinden eyâletlere
de vezirlerden tâyin edildi ve nihayet vezir adedinin fazla olarak artması
üzerine eyâletler parçalandı ve bir kaç sancak birleştirilip bir vezire
verildi.
Vezirliğe
tâyin edilenler evvelâ pâdişâh huzurunda ve sonra da sadrâzam tarafından
kabullerinde hil’at giyerlerdi. Bundan sonra vezir tâyin edilen zâtın vezâret
menşur veya beratı reîsülküttâb; nişân-ı hümâyûn takımı da nişancı tarafından
alınarak konağına götürülürdü. Bu hizmetlerinden dolayı yeni vezir reis
efendiye, nişancı, mîr-i âlem ve çavuşbaşıya kanunen muayyen ve münâsip
hediyeler verirdi.
Kubbe
vezirleri dîvân toplantıları sırasında vezîriâzamın sağında otururlardı.
Dîvân-ı hümâyûnda işler çok olduğu zaman kubbe vezirleri vezîriâzamın izniyle
tuğra çekerek nişancıya yardım ederlerdi.
Kubbe
vezirleri zaman zaman serasker veya serdâr ünvâniyle sefere me’mur edilirlerdi.
Böyle durumda maiyyetine kapıkulu askerinden münâsip miktarda yeniçeri, cebeci,
topçu ve süvari askeri verilirdi. Ayrıca mâlî işlerini görmek üzere bir
defterdâr veya defterdâr makamında bir hazîne kâtibi bulunur ve kendi tezkirecisi
de reîsülküttâb vazifesi görürdü. Serdâr vezir hareketinden itibaren dîvân
kurar, dâva dinlerdi. Maiyyetindeki vazîfe sahipleriyle gideceği mıntıkalardaki
azl ve tâyin hususunda selâhiyeti vardı. Dönüşünde yaptığı işler hakkında
dîvân-ı hümâyûna bilgi verirdi.
Yine
vezirler bir vazifeyle taşraya çıktıklarında, eyâletine gidinceye kadar yol
üzerinde dâvalara bakmak ve karar almak selâhiyetine sahiptiler. Aynı durum
İstanbul’a dönen vezirler için de geçerliydi. Ancak, kendisi bir vezîrin
eyâletine uğrarsa orada dâvanın hâllini ona havale ederdi.
Vezirler
gelir bakımından büyük imkânlara sâhib olup, bunların başlıca gelir
kaynaklarını kendilerine tahsis edilen haslar teşkil ederdi. Fâtih
kanunnâmesine göre; bir vezîrin haslarının yıllık geliri bir milyon iki yüz bin
akçe idi. Bunlar diğer Türk İslâm devletlerinde olduğu gibi ganimetlerden de
pay alırlardı. Vezir kendi hasının her beş bin akçelik geliri için sefere bir
cebelü asker götürmeye mecburdu.
Yaşı
itibariyle hizmet yapamayacak bir dereceye gelen veyahut uzun tecrübelerle
idâri ve askerî aczi anlaşılan bir vezir, tekâüd edilerek kendisine
geçinebilecek kadar tekâüd hasları veya bir mahallin mukâtaasından veya başka
bir yerden muayyen bir para verilirdi.
Vezirler
hakkında şikâyet olur ve hakkındaki şüpheler sabit olursa, kendisinden vezirlik
alâmetleri ve rütbeleri alınarak belli bir mahalde ikâmete mecbur tutulurlardı.
Eğer halka zulüm ettikleri duyulursa, muhakeme edilerek cezalandınlırlardı.
Kalabalık
maiyyetlere sâhib olan vezirlerin emirleri altında en az üç yüz kişi bulunurdu.
Kapı halkı denilen bu maiyyetin kalabalığı vezîrin derecesini gösteren bir
ölçüydü.
Her
vezîrin dokuz kat mehterhanesi vardı. Fakat bu mehterhanede pâdişâhlık alâmeti
olan kös bulunmazdı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Lütfi Paşa Târihi; sh. 453
2) Medeniyeti İslâmiye Târihi (C. Zeydan);
cild-1, sh. 132
3) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 485
4) Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye
Teşkilâtı; sh. 186 v.d.
5) Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş Döneminde
Vezîrîâzâmlık (A. Taneri); sh. 40 v.d.