Toprakla
ilgili hüküm ve kaideler. Osmanlı Devleti bir İslâm devleti olduğundan, toprak
mes’elesini İslâm hukukuna göre ele almıştır. İslâm hukukunda topraklar, mülk
olup olmamasına göre iki kısımda mütâlâa edilir. Her ikisinden de öşür veya
harâc alınırdı, öşür alınan yerden harâc, harâc alınan yerden öşür alınmazdı.
Osmanlı
Devleti’nde, bu çerçeve içerisinde, beş çeşit toprak vardı:
1- Milletin mülkü olan araziler: Sahibi belli topraklar olup, pek
azı haraclı çoğu öşürlüdür. Mülk arazi dört çeşit idi:
a-
Köy ve şehirlerdeki arsalar olup, yarım dönümü geçmeyen yerler Bunlar, mîrî
(beytütmâle, devlete âit) toprak iken, halîfenin izni ile millete satılmış
yerler yahut öşürlü veya harâclı topraklardır.
b-
Halîfenin izni ile millete satılan mîrî tarla ve çayırlar. Devlet arazisinin
satılması şer’î bir izne ve bunda devlet hazînesinin (beytülmâlın) menfaatinin
bulunmasına bağlıydı.
c-
Öşür arazisi: Fetih sırasında müslümanlara mülk için verilen topraklar olup,
ilk önce öşür (zekât) konduğu için bu isim verilmiştir, öşür arazisi; fetih
sırasında gâzilere taksim edilen yerler, isteyerek İslâm’ı kabul edenlerin
ellerinde bırakılan topraklar, devlet reisinin izni ile müslümanlar tarafından
ihya edilip işlenen mevât yâni ölü araziler şeklinde üç kısımdır.
Bu
topraklardan elde edilen mahsûlün öşrünü yâni onda birini vermek farzdır.
Hayvan gücü ile veya dolap, motor ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince,
yirmide bir verilir. İster onda, ister yirmide bir olsun, hayvan, tohum, âlet,
gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel öşrü vermek lâzımdır. Öşrün
nisabı yoktur. Fakir de olsa öşrünü vermesi gerekir (Bkz. Öşür).
d-
Harâc arazisi: Harâc alınan topraklardır. Bunlar da; sulh ile alınıp, harâc
vergisi karşılığında mülkiyeti sahiplerine bırakılan araziler, harbde zorla
alınıp, gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakılan araziler, fethedildiğinde
bâzı sebepler yüzünden sahipleri sürülüp yerlerine başka taraftan getirilerek
yerleştirilen gayr-ı müslimlere mülk olarak verilen araziler, sulh ile alınıp,
harâc vergisi karşılığında rakabesi, yâni mülkiyeti sahiplerine bırakılan
araziler, müslümanlarla beraber harbe iştirak ettiği ve harbde yol gösterdiği
için devlet başkanı tarafından zımmîye (gayr-i müslim vatandaşa) ganîmetten
verilen araziler (harbe iştirak ettiği için verilene radh, yol gösterdiği için verilene ücret
denirdi), zımmînin (gayr-i müslim vatandaşın) müslüman hükümdarın izni ile ihya
ettiği mevât araziler şeklinde altı kısma ayrılır. Böyle araziye sahip olanlar
daha sonra müslüman olsalar da harâc öderlerdi.
Araziden
harâc, ya muayyen alan üzerinden, yâhud elde edilen mahsûl üzerinden alınır;
birincisine harâc-ı
muvazzaf, ikincisine harâc-ı mukâseme denirdi (Bkz, Harâc).
2- Mîrî yâni mülkiyeti beytülmâle âid topraklar: Devlet reisi, fethedilen yerleri gâziler
arasında paylaştırabildiği veya gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakabildiği
gibi, devletin faydasını dikkate alarak hazîneye (beytülmâle) de bırakabilirdi.
Mîrî toprakların ekseriyetini böyle araziler teşkil eder. Devlet isterse bu
toprakları kendisi işletebildiği gibi, sultânın tesbit edeceği bir bedelle
satılabilir veya kiraya da verebilirdi. Bedeli ve ücreti harâc olurdu. Yâhud
her sene mahsûlün yüzdesi alınmak üzere tapu ile müslim ve gayr-i müslim
vatandaşlara kiraya verilir, kiraları asker veya subayın olurdu. Kira alma
hakkı bulunan askere tımarcı, subaylara da zâim denirdi. Askerin toprağına tımar,
subay toprağına zeamet,
paşa toprağına hâs
ismi verilirdi. Müftiyüssekaleyn Ebüssü’ûd Efendi, Nuru Osmaniye Kütüphânesinde
bulunan fetvalarında buyuruyor ki: “Beytülmâle âid mîrî toprakları tapu ile
kiralayanların, her sene, tımarcılara mahsûlün onda birini vermelerini
sultanlar emr etmişlerdir. Bu verilenlere öşür denilmekte ise de, öşür değil,
kira ücretidir.” Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında mîrî arazinin çoğu,
devlet tarafından vakf edilmiş veya millete satılmış, böylece, Anadolu ve
Rumeli’deki toprakların hemen hepsi, milletin mülkü olup, öşürlü olmuştu. Bugün
memleketimizde mîrî toprak yoktur. Herkesin tarlası, bostanı, mülkü yâhud kiralanmış
topraktır. Bu sebeple mahsûlün öşrünü vermeleri lâzımdır.
3- Vakıf araziler: İki kısımdır:
a-
Sahîh vakıf: Şahsa âid arazi iken, şer’î şartlara uygun olarak vakfedilenlere
denir. Böyle yapılan vakfın mülkiyeti ve bütün tasarruf hakkı vâkıf tarafına
âiddir. Bunlarda kânûnî muamele geçerli değildir. Vâkıfın (vakfedenin) şartına
göre hareket edilir.
b-
Sahîh olmayan vakıf: Devlet (beytülmâl) arazisinden bir parçanın gelirlerinin
sultan tarafından bir tarafa tahsîs edilmesidir. Bunların mülkiyeti yine
devlete âiddir. Fıkıh kitaplarında bunlara irsâd denir. Osmanlı Devleti’ndeki vakıf
arazilerin ekserisi bu kabildendir. Arazi kanunnâmelerinde bahsedilen vakıf
araziler, bu ikinci kısım topraklardır.
4- Arâziy-i metruke: İki kısımdır:
a-
Umûmun istifâdesine bırakılan topraklardır ki, umûmî yollar, pazar, panayır,
iskele, namazgah, gezme yerleri, hayvanları toplamak için olan meydanlar
böyledir. Bunlar her ne kadar bir köy ve kasabanın içinde bulunuyorsa da,
yalnız o belde halkına mahsûs olmayıp, yakın-uzak her belde ahâlisi buradan
faydalanabilir.
b-
Muayyen bir köy veya kasaba halkına tahsîs olunan yerlerdir.
5- Arâziy-i mevât: Bir kimsenin mülkünde bulunmayan,
mer’â, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş, yüksek sesli bir
kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp, sesi duyulamıyacak
derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahminen yarım saatlik uzaklıkta olan,
dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerlerdir.
İmâm-ı
a’zam Ebû Hanîfe’ye (r. aleyh) göre; mevât araziye mâlik olmak hususunda yalnız
ihyâ etmek, faydalı bir hâle getirmek kâfi olmayıp, sultânın izni de şarttır.
Buna göre sultânın izni olmadan mevât araziyi ihyâ eden kimse, o toprağa mâlik
olamaz. İmâmeyne yâni İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed’e (r. aleyhimâ) göre
ise; sultânın izni şart olmayıp, ihyâ etmek kâfidir. Buna göre de faydalanmak
üzere mevât arazi verilen kimse, ihyâ etmekle onun mâliki olur.
İslâm
devletlerinde ve Osmanlılarda Kânûnî devrine kadar toprak mes’eleleri
umumiyetle fetvalarla hâllediliyordu. Fakat Kânûnî devrinde şeyhülislâm
Ebüssü’ûd Efendi tarafından, İslâm hukukuna uygun olarak, toprak ile alâkalı
kânunlar yapıldı ve tatbik edildi. Ancak 1839’da yayınlanan Tanzîmât fermanı,
başka mevzularda olduğu gibi, toprak hukukunda da ortaya bir çok mes’elenin
çıkmasına sebeb oldu, Arazi kanunnâmesinin yeniden gözden geçirilmesi durumu
ortaya çıktı. Çünkü, tımar sistemi kaldırılmıştı. Bu yüzden halkın mîrî toprak
üzerindeki haklarını yeniden ayarlamak îcâbediyordu. Yeni bir arazi kânunu
hazırlamak için Ahmed Cevdet Paşa, Arif Bey ve Rüşdî Bey’den teşekkül eden bir
komisyon kuruldu. Bu komisyon Dîvân-ı hümâyûn kaleminde bulunan arazi
kânunlarını, nizâmnâmeleri (yönetmelikleri) ve fetvâları inceledi. Zamanın
şartları da dikkate alınarak arazi hükümleri maddeler hâline getirildi. Dîne
uygun olduğuna dâir tasdikini almak için şeyhülislâma sunuldu. Şeyhülislâm,
hazırlanan kanunnâme üzerinde lüzumlu çalışmaları yaptıktan sonra komisyona
iade etti. Bilâhare Tanzîmât meclisine ve sadrâzamlığa takdim edildikten sonra,
pâdişâha arz edildi. 23 Şevval 1274 (6 Haziran 1858) târihinde pâdişâhın
irâdesi ile yürürlüğe girdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Redd-ül-Muhtâr; cild-3, sh. 254
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 285, 825
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 337
4) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-10, sh. 45
5) Arazi Kanunnâmesi ve şerhleri
6) Türkiye’de Toprak Mes’elesi (Ö. L. Barkan,
İstanbul-1980)