Siyâsî
bir rejim olup, hükümdarın başkanlığı altındaki anayasalı parlamento idaresi.
Bu idare şeklinde tamâmı veya bir kısmı halk tarafından seçilen bir meclis
vardır. Osmanlı târihinde, 23 Aralık 1876’dan 13 Şubat 1878’e kadar ve 23
Temmuz 1908’den 16 Mart 1920 târihine kadar olan devreye meşrûtiyet devri adı
verilir.
Kuvvetler
ayrılığı prensibinin hâkim olduğu idare tarzı şeklinde gelişen meşrûtiyet, ilk
önce İngiltere’de ortaya çıktı ve daha sonra da diğer Avrupa devletlerinde
tatbik edilmeye başlandı. 1789 Fransız ihtilâlinin Avrupa’ya yaydığı
milliyetçilik fikirleri neticesinde millî devletler kurulmaya başladı. Bu
ülkeleri idare eden ve hiç bir makama ve kimseye karşı sorumluluğu olmayan,
emir ve yasakları kânun olan İmparator ve kralların nüfuzlarının
sınırlandırılmasına yönelik hareketler ortaya çıktı. Geniş halk kitlelerinin
ülke idaresinde söz sahibi olmasına yarayan parlamentolar teşkil edilerek,
kuvvetler ayrılığı prensibi iyice tatbik edilmeye başladı ve bâzı ülkelerde
demokrasinin gelişmesine zemin hazırlandı. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrı
grub ve fertlerde bulunması, Avrupa’da parlamentoların te’sirliliğini
arttırdığı gibi, kralların ve imparatorların halk üzerindeki hâkimiyetini de
azalttı. Zaman ilerledikçe hükümdarlar icra selâhiyetlerini kaybedip, birliğin
ve milletlerin sembolü hâline geldiler. Avrupa’da meydana gelen bu gelişmeler
büyük kanlı mücâdeleler neticesinde ortaya çıktı.
Bu
çağda Avrupa milletleri zâlim diktatörlerin ve kralların zulmü altında inim
inim inlemekteyken, çeşitli milliyetlere ve dinlere mensûb kitleleri çatısı
altında toplayan ve huzur içinde kardeşçe yaşamalarına çalışan Osmanlı Devleti,
adaletle hüküm sürmekteydi. Birliğin ve kuvvetin sembolü olan devletin başında
bulunan pâdişâh ve diğer devlet adamları da, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına
göre hareket ettikleri için ülkenin her köşesinde adalet, sulh, sükûn ve huzur
hâkimdi. Avrupa’daki krallar ve hânedânlar keyfî idareleri ile halkı asırlarca
zulüm altında inlettikleri gibi, onları emniyet, adalet ve huzur kaynağı olan
İslâmiyet gibi yüce bir dinden de mahrum bıraktılar. Osmanlı pâdişâhları ise,
her yaptıkları işin İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uygun olup olmadığını
bilerek ölçülü hareket ettikleri için keyfilik ve zulüm söz konusu değildi.
Yerine göre pâdişâhlar da mahkeme huzuruna çıkarılırdı.
Meşrûtiyet
hareketleri Avrupa’da geniş halk kitlelerinin kanlı mücâdeleleri neticesinde
ortaya çıktığı hâlde, Osmanlı Devleti’nde halktan gelen bir hareket olmaktan
çok uzaktı.
Avrupa’daki
Rönesans hareketleri neticesinde ortaya çıkan ilmî ve teknik gelişmelere ayak
uydurmak isteyen Osmanlı pâdişâhları, pek çok ilmî ve teknik buluşu Osmanlı
ülkesine getirmek için gayret sarf ettiler. On yedinci yüzyılın sonlarından
itibaren Avrupa’da meydana gelen sanayileşme inkılâbına ayak uydurmak isteyen
üçüncü Mehmed, Genç Osman, üçüncü Selim, ikinci Mahmûd, Abdülmecîd ve Abdülazîz
Han gibi pâdişâhlar Osmanlı devlet müesseselerinin işleyiş şekillerinin çağın
şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması
için gayret sarf ettiler. Ancak her defasında başlatılan çalışmalar içerden ve
dışardan gelen baltalamalar sebebiyle neticesiz kaldı. Genç Osman ve üçüncü
Selîm Han’ın yeniçeri isyânları neticesinde şehîd edilmeleri, ikinci Mahmûd Han
devrinde devletin karşılaştığı büyük gaileler, Abdülmecîd Han devrinde başlatılan
ıslâhat hareketlerinin hüviyetinin değiştirilmesi ve Abdülazîz Han’ın tahttan
indirilip şehîd edilmesinin altında yatan esas sebeb buydu.
Avrupa’da
meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeleri tâkib etmek ve ilim tahsil etmek üzere
devlet tarafından gönderilen kimseler, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve yıkmak
için asırlardır türlü tuzak ve hilelere başvuran hıristiyan Avrupa
devletlerinin etkisinde kaldılar. Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında
asırlardır emniyet ve huzur içinde yaşayan çeşitli milliyet ve dinlere mensûb
azınlıklar da Rusya, İngiltere, Fransa gibi hıristiyan devletlerin kışkırtma ve
teşvikleriyle bağımızlık veya muhtariyet iddiasında bulundular. Londra ve Paris
büyükelçiliklerinde bulunduğu sırada İngilizlerle anlaşan Mustafa Reşîd Paşa ve
arkadaşları tarafından hazırlanarak ilân edilen Tanzîmât fermânıyla gayr-i
müslimler, kazandıkları imtiyazlarla müslümanlara eşit sayıldılar. Mustafa
Reşîd Paşa’nın yetiştirmesi olan Alî Paşa tarafından İngiliz ve Fransız
elçileriyle birlikte 1856 yılında hazırladığı Islâhat fermânıyla gayr-i
müslimlere verilen imtiyazlar daha da arttırıldı. Önceleri hâkim unsur
müslümanlar iken, hâkimiyet gayr-i müslimler eline geçmeye başladı. Fransızlar
Katoliklerin, İngilizler Protestanların, Ruslar Ortodoksların hâmiliğini
üstlendiler. Rusya, Balkanlarda; İngiltere, Mısır, Yunanistan ve Doğu
Anadolu’da; Fransa, Suriye ve Lübnan’da Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına yönelik
bölücü faaliyetlere giriştiler. Tanzîmât ve Islâhat fermanlarıyla verilen
imtiyazlara dayanarak Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya ve diğer
bölgelerde açılan İngiliz, Fransız ve A.B.D. gibi yabancı okulları, azınlıkları
eğiterek milliyetçilik histerini daha da canlandırdılar.
Mustafa
Reşîd Paşa, Âlî ve Fuâd paşalar gibi Tanzîmâtçıların idaresine karşı faaliyete
geçen, Jön Türkler diye de bilinen Yeni Osmanlılar, meşrûtiyet fikirlerini
savunmaya başladılar. Şinâsî, Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ebüz’ziya Tevfik, Ali
Süâvî gibi batı kültürünün te’sirinde kalan şahıslar meşrûtiyet gelince bütün
mes’elelerinin çözüleceğini, devletin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan
kurtulabileceğini, yurt içinde ve yurt dışında çıkardıkları gazete ve
dergilerde müdâfaa ettiler. Bu sırada veraset haklarından mahrum edildiği için
Paris’e giderek Pâdişâh aleyhine çalışmaya başlayan Mısırlı prens Mustafa Fâzıl
Paşa, Alî Paşa’nın baskısıyla yurt dışına kaçan Jön Türkleri maddî yönden
destekledi. Böylece Paris ve Londra’da çıkardıkları gazete ve mecmuaları,
yabancı devletlerin özel postahâneleri vasıtasıyla yurda sokarak meşrutiyetçi
fikirleri yaymaya çalıştılar. Ancak Mustafa Fâzıl Paşa, sultan Abdülazîz Han’ın
Fransa seyahati esnasında Pâdişâh’dan özür dileyerek kendini affettirip
İstanbul’a döndü. Maddî yönden desteksiz kalan Jön Türkler, İngiltere ve Fransa
tarafından finanse edilmeye başlandılar. Yurt dışına kaçan ve Osmanlı
Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını istiyen düşmanlarla işbirliği yapan
Jön Türkler, yabancılar tarafından tasvip ve destek görerek, Osmanlı Devleti ve
Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhindeki faaliyetleri sürdürdüler. Eylül 1871’de Alî
Paşa’nın ölümü üzerine yurda dönen ve meşrutiyetçi fikirleri savunan Jön
Türklerin bir kısmına devlet kademelerinde vazifeler verildi. Bir kısmı ise
devlet teşkilâtında vazîfe alamıyarak, çıkardıkları gazete ve mecmualarla
fikirlerini müdâfaaya devam ettiler. Bu sırada Balkanlardaki milliyetçilik
fikirleri daha da yaygınlaştı. Temmuz 1875’de Bosna-Hersek ayaklanması başladı.
Ayaklanmalar Bulgaristan’a sıçradı. 6 Mayıs 1876’da Selanik’teki hâdiseler
büyüyerek Fransa ve Almanya konsoloslarının öldürülmesiyle neticelendi.
Suçluların dış baskılarla yargılanıp îdâm edilmesi, müslüman ahâliyi galeyana
getirdi.
Diğer
tarafdan Jön Türklerin kışkırtmalarıyla 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve
Süleymâniye medreselerindeki talebeler ayaklanarak Bâb-ı âlî’ye yürüdüler.
Midhat Paşa tarafından kışkırtılan bu talebeler, sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa’nın
ve şeyhülislâmın azlini istediler. İki gün sonra sadrâzam ve şeyhülislâm
azledildi. Mütercim Hayrullah Efendi şeyhülislâmlığa, Midhat Paşa da Şûrâ-yı
Devlet reisliğine getirildi. Hıristiyan Avrupa devletlerinin dışarıdan, Jön
Türklerin içerden kışkırtmaları neticesinde meydana gelen hâdiseler birbirini
tâkib etti. Mayıs 1876’da serasker Hüseyin Avni Paşa, Bahriye nâzırı Kayserili
Ahmed Paşa, askerî mektepler nâzırı Süleymân Paşa’dan meydana gelen darbeci
asker grubu, Dolmabahçe Sarayı’nı kuşattırarak sultan Abdülazîz Han’ı tahttan
indirdiler ve beşinci Murâd’ı tahta çıkardılar. Sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa
ile serasker Hüseyin Avni Paşa, Pâdişâh’ın yetkilerinin sınırlandırılmasına
tarafdâr olmakla birlikte, meşrûtiyete karşıydılar. Midhat Paşa ve askerî
mektepler nâzırı Süleymân Paşa ise meşrûtiyet tarafdârıydılar. Darbeciler daha
sonra sinsî ve hâince plânlar tertipleyerek sultan Abdülazîz Han’ı şehîd
ettiler. Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edildiğini duyan beşinci Murâd’ın
sinirleri bozuldu. Bu sırada vukua gelen Çerkez Hasan vak’ası netîcesinde,
serasker Hüseyin Avni öldürüldü. Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi, Midhat Paşa
lehine bir gelişme oldu. Sultan beşinci Murâd’ın rahatsızlığının gittikçe
artması üzerine, İkinci Abdülhamîd Han, 31 Ağustos 1867de tahta çıkarıldı.
Abdülhamîd Han, 10 Eylül 1876’da okunan Cülûs hatt-ı hümâyûnuyla Kânûn-i esâsî
hazırlanması için bir komisyon teşkil ettirdi.
Meşrûtiyet
tarafdârlığı İngiliz hayranlığından ve ölünceye kadar sadârette kalma
sevdasından kaynaklanan Midhat Paşa, hiç bir devletin anayasasını incelemediği
gibi, meşrûtiyet idaresi hakkında esaslı fikirlere sahip değildi. Bu
çalışmalara sâdece kurulacak yeni rejimin mîmârı olduğunu göstermek ve makam
sahibi olmak isteğiyle girmişti.
Kânûn-i
esâsî; on altısı yüksek mülkiye me’muru, on kişisi ulemâ, ikisi de ferik olan
bir komisyon tarafından hazırlandı. Bu komisyonda Ziya Paşa ve Nâmık Kemâl gibi
kimseler de vardı. Esas maddeleri tesbit edilen Kânün-i esâsî metni, Mütercim
Rüşdî Paşa’nın istifası üzerine sadrâzamlığa getirilen Midhat Paşa’nın
başkanlığındaki vekiller hey’etinin (bakanlar kurulu) tedkîkine sunuldu.
Buradaki görüşmelerde Kânûn-i esâsî üzerinde bâzı değişiklikler yapıldı.
Özellikle Pâdişâh’ın şiddetli muhalefetine rağmen, pâdişâha sürgüne gönderme
yetkisi tanıyan 113. madde eklendi. Hey’et-i vükelâ tarafından değiştirilerek
kabul edilen Kânûn-i esâsî tasarısı Pâdişâh’a arz olundu. Pâdişâh sultan ikinci
Abdülhamîd Han tarafından kabul ve tasdîk edilen Kânûn-i esâsî, sadrâzam Midhat
Paşa’ya gönderildi. 23 Aralık 1876 günü Bâb-ı âlî’de yapılan bir merasimle
Kânûn-i esâsî îlân edilerek, Osmanlı târihinde birinci Meşrûtiyet dönemi
başlamış oldu.
121
maddeden meydana gelen, pâdişâhın, Hey’et-i âyân, Hey’et-i meb’ûsân, Hey’et-i
vükelânın, mahkemelerin ve hâkimlerin yetkileriyle Osmanlı tebeasının; devlet
me’murlarının hukukunu ve devletin mâlî ve idarî yapısını düzenleyen Kânûn-i
esâsînin kabul ve îlân edilmesinden sonra, daha önce düzenlenen geçici bir
talimatla (Tâlimât-ı muvakkate) ilk meb’ûs seçimlerinin 1877 yılının başında
yapılması kararlaştırılmıştı. Sadrâzamlığı sırasında Bosna-Hersek eyâletinde
başlayan hıristiyan isyânını durdurmak için Türk bayrağındaki ay yıldızın
yanına haç ilâve edilmesini emir ve tatbik eden Midhat Paşa, devlet adamına
yakışmayan sözlerle Sultan’a ve devlet adamlarına hakaretten, içki
meclislerinde devletin sırlarını ifşadan ve şahsına bağlı millet askeri nâmı
ile husûsî asker toplamak gibi kânun dışı hareketlerinden dolayı, Kânûn-i
esâsînin 113. maddesindeki yetkiye dayanarak, sultan İkinci Abdülhamîd Han
tarafından, 1877 yılı Şubat ayında, sadâretten uzaklaştırıldığı gibi, İtalya’ya
sürgün edildi. Bu sırada yukarıda belirtilen talimata göre yapılan seçimlerden
sonra Meclis-i umûmî 20 Mart 1877’de açıldı. Azınlıkların ve gayr-i müslim
unsurların çoğunlukta olduğu Meclis-i meb’ûsan, birinci dönem çalışmalarını
bitirerek, 28 Haziran 1877’de dağıldı. İkinci devresi 13 Aralık 1877’de
başlayıp, 16 Şubat 1878’e kadar süren bu meclisde; Rum, Bulgar, Romen, Ermeni,
Yahûdî, Sırp gibi gayr-i müslim meb’ûslar (milletvekilleri) olduğu gibi,
müslüman fakat Türk olmayan meb’ûslar da vardı (Bkz. Kânûn-i esâsî ve Meclis-i
umûmî). Bu sırada Osmanlı-Rus harbi başladı. Memleket ve millet faydasına olan
kararlar alması gereken Meclis-i meb’ûsanda, memleketin durumunu daha çok
tehlikeye sokacak tartışmalara girildi. Rum ve Ermeni patriği Narses, Rus
çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulması
için yardım yapılmasını istedi. Diğer azınlıklara mensûb meb’ûslar da temsil
ettikleri bölgenin ve tebeanın istekleri doğrultusundaki bölücü fikirlerini
açıkça savundular. Durumun Osmanlı Devleti’nin geleceği açısından tehlikeye
gittiğini gören, ileri görüşlü devlet adamı sultan İkinci Abdülhamîd Han, 1 yıl
1 ay 21 gün süren bir müddetten sonra, 13 Şubat 1878’de Kânûn-i esâsî’nin
kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclis-i meb’ûsânı süresiz tatil etti.
Böylece birinci Meşrûtiyet dönemi sona erdi. Fakat Kânûn-i esâsî kaldırılmadı,
meb’ûsların vazîfeleri sona ermesine rağmen, Âyân meclisi üyelerinin
vazifelerine son verilmedi.
Sultan
İkinci Abdülhamîd Han, Kânûn-i esâsî’nin 23. maddesindeki yetkilerine
dayanarak, Meclis-i meb’ûsânı toplantıya çağırmadı. Yürürlükte olan Kânûn-i
esasinin uygulanmasını otuz sene beş ay dokuz gün askıya aldı. Bu müddet içinde
çeşitli bahanelerle Avrupa’ya kaçan Jön Türklerle sultan İkinci Abdülhamîd
Han’a karşı çıkanlar, Kânûn-i esâsînin yeniden yürürlüğe konulması ve
Meşrûtiyet’in ilân edilmesi için çeşitli faaliyetlere giriştiler. İstanbul’da
İttihâd-ı Osmânî adıyla kurulan, Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye talebeleri
arasında yaygınlaşan cemiyet, Pâdişâh’a ve Bâb-ı âlî hükümetlerine karşı harekete
geçti. Avrupa’daki Jön Türklerle irtibat kuran cemiyetin zararlı faaliyetleri
tesbit edilince dağıtıldı. Tâkib edilince üyelerinin büyük bir kısmı yurt
dışına kaçtı. Paris, Napoli, Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve
dergilerle hükümet aleyhine, meşrûtiyetin ilânı lehine yazılar yazıp bu
gazeteleri gizlice yurda soktular. İttihâd ve Terakkî adını alan İttihâd-ı
Osmânî cemiyeti yurt içinde ve yurt dışında gizli şubeler açarak sultan
Abdülhamîd Han’a karşı komitacılık faaliyetlerine girişti. İlk kongresini
1902’de Paris’te yapan İttihâd ve Terakkî’nin bu kongresine Jön Türkler, Prens
Sebahaddîn ve tarafdârlarıyla, Sırp, Bulgar ve Ermeni komitacı reisleri
katıldılar. Meşrûtiyetin îlânı için işbirliği yapmak ve Osmanlı Devleti’nde
milliyetlere göre mahallî muhtariyetlerin kurulmasını sağlamak gibi hususlarda
görüş birliğine vardılar. Fakat bu kongrede bâzı görüş ayrılıkları da ortaya
çıktı. Ahmed Rızâ ve tarafdârları, İttihâd ve Terakkî cemiyeti adıyla; prens
Sebahaddîn ve tarafdârları ise Adem-i merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî cemiyeti
adıyla birbirlerinden ayrıldılar.
İngiltere,
Fransa, Almanya ve Rusya gibi devletlerin teşvik ve desteğiyle hareket eden
çeşitli hıristiyan azınlıklarla işbirliği yapan İttihâd ve Terakkî cemiyeti,
ordudan da kendine destek buldu. Osmanlı ülkesinin çeşitli yerlerinde şubeler
açtı. Yerli müslüman halkı sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı ayaklandırdı.
Enver ve Niyazi beyler etraflarına asker toplayarak dağlara çıktılar ve
çetecilik faaliyetlerine giriştiler. Bu hareketler neticesinde Ferizovik,
Manastır ve Selanik’te 20 Temmuz 1908’de Meşrûtiyet ilân edildi. Rumeli’de
büyük gösteriler tertiplendi. Kardeş kanının dökülmesini istemeyen, idaresi
altında yaşayan insanların huzur ve sükûn içinde yaşamasını isteyen sultan İkinci
Abdülhamîd Han, 23 Temmuz 1908’de Kânûn-i esâsîyi tekrar yürürlüğe koyarak
ikinci meşrûtiyeti îlân etti. Saraydan vilâyetlere gönderilen bir emirname ile
Kânûn-i esâsînin yürürlüğe girdiği belirtilerek, birinci Meşrûtiyet meclisinin
kabul ettiği seçim kânununa göre seçimlerin yapılarak meb’ûsların İstanbul’a
gelmesini istedi.
Fikir
ve doktrin hareketi olmaktan çok uzak olan, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını
isteyen iç ve dış düşmanların tahrik ve teşvikleri sebebiyle çıkan olaylar
üzerine îlân edilen ikinci Meşrûtiyetle birlikte, Pâdişâh’ın yetkileri
kısıtlandı. Liderden ve programdan mahrum olan İttihâd ve Terakkî’nin gizlilik
içinde hareket etmesi sebebiyle memlekette otorite boşluğu meydana geldi.
Anarşi ve cinayetler yaygınlaştı. Yeni Kurulan hükümetlerde vazife almak
istemeyen İttihâd ve Terakkî mensupları, hükümetleri dışarıdan kontrol altına
almaya çalıştılar. Gayeleri mevcûd nizâmı yıkmak olan ve Terakkîcilerle
hıristiyan Avrupa devletlerinin destek ve teşvikiyle hareket eden gayr-i müslim
azınlıklar, Meşrûtiyetin verdiği serbestlikten istifâde ederek her gün yeni
tertip ve hileye başvurdular. Gösteri ve yürüyüşler yaygınlaştı. Meşrutî
sistemin gereği olarak kurulan siyâsî partilerin didişmeleri ve Pâdişâh ile
Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhinde neşriyat yapan gazetelerin tutumları, memleketi
daha da kötüye götürdü. Kasım-Aralık 1908’de meb’ûs seçimleri yapıldı. İttihâd
ve Terakkî fırkasıyla, Ahrâr fırkasının katıldığı seçimlerde; İttihâd ve
Terakkî, baskı ve şiddet yoluyla ekseriyeti elde etti. Kânûn-i esâsî gereğince
pâdişâh tarafından seçilen Âyân meclisi ile birlikte yeni seçilen meb’ûsân
meclisi 4 Aralık 1908’de açıldı. Kısa bir müddet içinde, hükümetlerle İttihâd
ve Terakkî’nin arası açıldı. Çeşitli hile ve tuzaklarla hareket eden
İttihâdcılar tarafından tertiplenen 31 Mart vak’asından sonra, sultan İkinci
Abdülhâmîd Han tahttan indirilip, Selânik’e gönderildi. Yerine Sultan beşinci
Mehmed Reşâd tahta geçti. Sultan Abdülhamîd Han’a bağlı devlet adamları ve
askerler çeşitli bahanelerle tasfiye edildiler veya sülkastler tertiplenerek
öldürüldüler.
İkinci
Meşrûtiyet’ten bir şeyler bekleyenler beklediklerini bulamadılar. Îlân edilen
umûmî af ile yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan inen komitacıların da
katıldığı sun’î kardeşlik havası fazla sürmedi. Yeni toplanan Meclis-i meb’ûsân
birinci Meşrûtiyet meclisi gibi azınlıkların mücâdele sahası hâline geldi.
Balkanlarda Osmanlı Devleti’ne başkaldıran altı Bulgar çete reisi, Sandansky de
dâhil olmak üzere, meb’ûs seçildiler. Sason isyânı tertipçilerinden ermeni
komite reisi Hamporsam Boyacıyan ve Damadyan, Kozan meb’ûsu oldular. Balkan
harbinde İşkodra müdafii Hasan Rızâ Paşa’yı arkadan vuran, sultan İkinci
Abdülhamîd Han’ın hal’ini bildirmeye me’mur dört kişiden biri olan Arnavud Draç
meb’ûsu Es’âd Toptanî de bu meclisin hatipleri arasındaydı.
Sultan
Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra Kânûn-i esâsî üzerinde çok
büyük değişiklikler yapıldı. Pâdişâh’ın yetkileri önemli ölçüde
sınırlandırıldı. Pâdişâh’ın veto yetkisi kaldırılarak, nâzırlar Meclis-i umûmîye
karşı mes’ûl hâle getirildi. Bundan sonra sembolik bir makam hâline getirilen
pâdişâhlık, devletin idaresi ve geleceği üzerinde söz sahibi olmaktan
uzaklaştırıldı. Meşrûtiyet sistemi 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali ile
birlikte son buldu.
Osmanlı
Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen çeşitli unsurlardan meydana
gelen birinci Meşrûtiyet meclisi, devletin Doksanüç Harbi diye bilinen
Osmanlı-Rus harbine girmesine karar vererek pek çok vatan toprağının elden
gitmesine sebeb oldu. İkinci Meşrûtiyet’in îlânından sonra yine çok sesli ve
çok renkli unsurlardan meydana gelen Meşrûtiyet meclisi, Osmanlı Devleti’nin
Balkan harbine girmesine karar vermek suretiyle, Rumeli’nin elden gitmesine
sebeb oldu. Yine oldu-bittiye getirilerek girilen Birinci Dünyâ harbi de,
meşrûtiyetin îlânıyla başa geçen İttihâd ve Terakkî iktidarı zamanında oldu.
Böylece Anadolu haricindeki bütün Osmanlı toprakları elden çıktı. Birinci Dünyâ
savaşına girme karârı o kadar gizli kapaklı alındı ki, meclisin hiç haberi olmadığı
gibi, hükümet üyelerinin birçoğu da bilmiyordu. Esasen imparatorluğun o günkü
hâli, savaşa girmeye de müsâid değildi.
Meşrûtiyetin
verdiği serbestlikten istifâde eden azınlıklar, daha önceden var olan
muhtariyet ve bağımsızlık isteklerini açıkça savundular. Başgösteren
ayaklanmalar ve isyânlar neticesinde, Osmanlı Devleti parçalandı. Hâkim olan
müslüman ahâlî, azınlıkların ve Türk olmayan unsurların oyuncağı hâline geldi.
Meşrûtiyet; Bismark’ın; “Bir devlet, millet-i vâhideden (tek bir milletten)
mürekkep olmadıkça, parlamentosunun faydasından ziyâde zararı olur” dediği gibi
faydadan çok zarar getirdi.
Balkanlarda
görülen Bulgar ve Yunan mezâlimi, ermenilerin müslüman Türklere uyguladıkları
toplu kıyım hareketleri bu gelişmelerin neticesi olarak ortaya çıktı.
Garblılaşmak,
Avrupai tarzda idarî, siyâsî, hukukî alanlarda yenileşmek adıyla girişilen
meşrûtiyet hareketi, aşağıdan gelen bir hareketten değil, yukarıdan gelen ve
kendini empoze eden bir teşebbüsün sonucu olarak meydana gelmiştir. Bu sebeple
dayandığı temel çürük olmuştur. Meşrûtiyetin ilânından sonra çıkan olaylar da
Midhat Paşa’nın bütün ümidlerine rağmen kendisi sadrâzamlıktan ikinci defa
uzaklaştırılarak memleketten sürüldüğü zaman, kendisinin arkasında var olduğuna
güvendiği halk, bir reaksiyon göstermemiş ve hiç bir tepki meydana gelmemiştir.
Celâl Nuri Bey bu durumu şöyle ifâde eder: “Kânûn-i esâsî’nin halk için avcılık
nizâmnâmesinden pek farkı yoktur.” Dolayısıyle Kânûn-i esâsî mevcut siyâsî
sistemde radikal bir değişiklik yapmamıştır.
Meşrûtiyet
dönemi ve Kânûn-i esasinin asıl başarısızlık sebebi meşrûtiyeti îlân ettiren bu
aydın geçinen kesimin tutumu olmuştur Gerçekten iktidara hâkim olan İttihâd ve
Terakkî fırkası kısa zamanda otokratik bir düzen kurmak isteyen bir siyâsî
parti hâline geldi. Hak ve hürriyet gerçekleştirip, te’minât altına almak için
kurulduğunu iddia etmesine rağmen, muhaliflerini çeşitli yollarla sindirmek,
sinmezlerse yok etmeyi iktidarda kalmak için geçerli bir yöntem olarak kabul
etmiştir. Nitekim üç gazeteci, iktidarın gözü önünde öldürülmüş ve katiller
cezasız kalmıştır. Meşrûtiyet devri, tipik bir tek parti örneği vermiştir.
İttihâd ve Terakkî başta olduğu sürece fert hak ve hürriyetleri sâdece Kânûn-i
esâsî’nin metninde ve Kânûn-i esâsî de fiilen askıda kalmıştır.
Neden
böyle olmuştur? Niçin hürriyet vâdeden İttihâd ve Terakkî fırkası keyfî bir
düzen kurmak istemiştir? Çünkü İttihâd ve Terakkî liderleri demokrasi, hak ve
hürriyet deyimlerinin mânâsını ve ruhunu kavramadan, bâzı şeklî belirtilerini
öğrenmişlerdir. Demokrasinin her şeyden önce karşılıklı saygıyı gerekli kılan
bir rejim olduğunu anlayarak, faaliyetlerini bu anlayışa göre
düzenlememişlerdir.
Şu
hâlde, meşrûtiyet döneminde, faktör ve sebepler ne olursa olsun bir baskı
rejimi uygulanmıştır. Bu sebeple, Süleymân Nazîf, Tevfîk Fikret gibi bâzı
edipler, bu baskıyı veren ve daha önce muhalif oldukları Abdülhamîd Han’ı öven
pişmanlık şiirleri yazmışlardır.
Kânûn-i
esâsî’nin ve meşrûtiyet döneminin başarıya ulaşamamasının bir sebebi de bu
anayasanın o günkü Türk toplumunun bünyesine uymamasıydı. Gerçekten Kânûn-i
esâsî batı esâsına dayanıyordu, dolayısıyle memleketimizde tatbik sahası
bulunamamıştır. Zîrâ memleketimizin sosyal yapısına uymuyor ve dağınık olup,
demokratik bir ortamda nasıl tatbik edileceği, hangi kurumlara dayanacağı
düşünülmemiştir.
Jön
Türkler, İttihâd ve Terakkî mensupları o kadar batı hayranı idiler ki, bu
onlarda aşırı bir komplekse sebeb olmuştu. Nitekim Midhat Paşa; “Gâlibâ
hıristiyan olmaktan başka çâre yok” diyebilmiştir. Keza Abdullah Cevdet de;
“Medenîleşmek için, Batı’dan damızlık adam getirmek lâzım” diyecek kadar
âdîleşmiştir.
Osmanlı Devleti’nin çağın şartlarına
ayak uydurması için kendini yenilemesi gerekliydi. Ancak ilmî ve teknik
alandaki yeniliklerin ikinci plâna itilerek, sâdece Osmanlı toplumunun
bünyesine uymayan idarî ve hukukî alanda yeniliklere yönelmek yanlış bir yoldu.
Yanlış ve zamansız olarak seçilen bu yol, devleti ve milleti bir takım
badirelere sürükleyebilirdi. Nitekim öyle de oldu.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu
husustaki görüşlerini Hâtırat’ında şöyle dile getirmişti: “Meb’ûsân meclisini
ikinci defa açarken ilk kapanışın sebebini milletin gerekli olgunluğa erişmemiş
olmasına bağlamıştım. Bu sözlerimi o kadar ayıplayarak tenkit edenler, otuz
seneyi aşkın bir zaman sonra gelen ve içlerinde, öncekilerle mukayese
edilemiyecek kadar okumuş, aydın adamlar bulunan meb’ûslar daha mı olgun ve
doğru çıktı? Birinci dönem toplantı şöyle böyle geçebilmişti, ikincisi
karmakarışık. Bu tereddüd o dereceye vardı ki, Trablusgarb elden giderken,
muhalifler sevinçlerinden meclis salon ve koridarlarında hora teptiler. Sonra
da hükûmetten yana olanlar alkışlarla savaşı kabul ettiler...
Milletin hayâtı ile ilgili işlerin
en önemlisini millî murakabe ile görevli olanların bir ticâret, hem de âdi,
kanunsuz bir ticâret şekline, hâline getirmeleri de gösterdi ki, ben
meşrûtiyetle idare edilmek için gerekli olgunluk ve doğruluğu milletimin daha
kazanamadığını tahmin etmekte hiç de hatâ etmemişim!.. Meşrûtiyet ilân edildi
de ne oldu? Devletin borcu mu azaldı? Memleketin yolları, limanları, okulları
mı çoğaldı? Kânunlar şimdi daha akıllıca, daha mantıklı mı düzenleniyor?
Kişilik hakları evvelkinden daha mı çok sağlandı? Ahalî daha mı dört başı
mâmur? Ölümler azaldı da doğumlar mı çoğaldı? Dünyâ kamuoyu daha mı bizden
yana? İşte, bir sürü soru ne kadar çoğaltılsa hiç birine müsbet karşılık
verilemez. Meşrûtiyetle yönetilmeye karşı olduğum ve hele böyle bir fikir ve
kanâatim olduğu sanılmasın.
Doktor olmayan veya kullanmasını bilmeyen
adamların elinde şifalı ilâç bile öldüren zehir olur. Üzülerek söylüyorum ki,
hâdiseler pek az zaman içinde beni doğruladılar (1 Nisan 1333 (1917).”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Îzâhlı Osmanlı
Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 250
2) Büyük Türkiye
Târihi; cild-7, sh. 136
3) Büyük Türk
Klasikleri; cild-8, sh. 111
4) Eshâb-ı Kiram;
sh. 374
5) Resimli Târih
Mecmûsı; sayı-67, sh. 3974
6) Rehber
Ansiklopedisi; cild-12, sh. 36
7) Üss-i İnkılâb;
cild-2, sh. 321
8) Modern
Türkiye’nin Doğuşu; sh. 162
9) Mufassal Osmanlı
Târihi; cild-6, sh. 3289
10) Amme
Hukukumuzun Ana Hatları; sh. 134
11) Türkiye’de
Çağdaşlaşma; sh. 299