Osmanlılar
ile Memlûklüler arasında yapılan muhârebe. Osmanlı sultânı Yavuz Sultan Selîm
Han’ın Çaldıran muhârebesinde Şâh İsmail’e vurduğu darbe ile Ortadoğu’daki
hâkimiyetini genişletmesi; Suriye, Filistin, Arabistan yarımadası, Mısır ve
Kuzey Afrika’nın doğusuna hâkim Memlûklü sultânı Kansu Gavri’yi harekete
geçirip tedbir almaya sevketti. Bu sırada Şâh İsmâil de Memlûk sultânı Gavri’ye
elçiler göndererek sıranın Memlûklülere geleceğini bildirdi. Bunun üzerine
Kansu Gavri, Şâh İsmâil ile ittifak kurdu.
Yavuz
Sultan Selîm Han istihbarat teşkilâtı vasıtasıyla Şâh İsmâil-Kansu Gavri
ittifakını haber alınca, vezîriâzam Sinân Paşa’yı kırk bin kişilik bir kuvvetle
Safevîler üzerine gönderdi. Sinân Paşa, Diyarbakır’a kadar gelerek, burada
orduyu dinlendirecek ve geriden gelecek olan sultan Selîm Han’ı bekleyecekti.
Sinân Paşa ordu ile Maraş’a geldi. Maraş’tan sonra, Diyarbakır’a gidebilmesi
için Memlûk hâkimiyetinde bulunan Malatya’dan geçmesi gerekiyordu. Sinân Paşa,
Fırat nehrini geçip, Diyarbakır’a gitmeye me’mur olduğunu, hududdaki Memlûk
beylerine bildirerek izin istedi. Memlûk sultânı Kansu Gavri buna izin
vermediği gibi elli bin kişilik bir ordu ile Şam’a geldi. Sinân Paşa, durumu
Yavuz Sultan Selîm Han’a bildirdi. Bunun üzerine Selîm Han, harb dîvânını
toplayıp; müslümanlara işkence ve eziyet edip, Eshâb-ı kiram (r. anhüm) ve
Ehl-i sünnet âlimlerini kötüleyenlere karşı sefere giderken buna mâni olmak
isteyen müslüman bir devlete karşı girişeceği seferin meşruluğuna dâir fetva
istedi. Devrin meşhur âlimlerinden olan şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi;
“Mülhidlere (sapıklara) yardım eden de cezalandırılır” mânâsında fetva verdi.
Yavuz Sultan Selîm Han fetvayı almış olmasına rağmen, Memlûklülere Bursa kâdısı
Zeyrekzâde ile Karaca Paşa’yı elçi olarak gönderdi. Ancak elçi hey’etinin
Haleb’de Memlûk sultânı tarafından hakarete uğraması ve hapsedilmesi üzerine
Yavuz Sultan Selîm derhâl ordusunun başında sefere çıktı. Donanmayı da Suriye
sahillerine sevketti. Mısır sultânı bu vaziyet karşısında işin ciddiyetini
kavradı ve Moğolbay’ı mes’elenin sulh yolu ile halli için Osmanlı Sultâm’na
elçi olarak gönderdi. Ancak diplomasi kaidelerine büyük önem veren Osmanlı
Sultânı kendi elçilerine yapılan muamelenin karşılığını, Moğolbay’ın kafasını
traş ettirip, üstüne eski bir elbise ve altına topal bir eşek verip göndermekle
çıkardı. Bu sırada Sultan’ının Mercidâbık’ta hazır olmasını söylemeyi de ihmâl
etmedi. Selîm Han ordusuyla yirmi beş günde Konya’ya ulaştı. Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî, Sadreddîn-i Konevî ve Şems-i Tebrîzi hazretlerinin kabr-i şeriflerini
ziyaret ederek, mübarek ruhlarından yardım istedi. Onları Allahü teâlâya vesîle
ederek ordusunun muzaffer olması için duâ edip, gözyaşı döktü. Selîm Han, yirmi
bin kişilik ordusuyla Konya’dan Kayseri’ye oradan da Elbistan’a geçerek Sinân
Paşa’nın kuvvetleriyle birleşti. Bu arada Şam’a gelmiş olan Mısır sultânı
ordusuyla Mercidâbık ovasına hareket edip karargâh kurdu. Sultan Selîm Han da
yol üzerinde bulunan Malatya’yı aldığı gibi Gâzianteb’i geçerek Tel-Habeş
mevkiine geldi. Memlûk ordusuna bir günlük yol kalmıştı. Sultan Selîm Han;
“İnşâallahü teâlâ yarın cenk günüdür. Herkes niyetini kavi eylesin ve zafer
için duâ etsin” buyurdu. Sinân Paşa ise; “Sultânım yârın büyük bir gün olacak.
Korkarım ki, heyecana gelip, her zamanki gibi düşmanın ortasına yalnız başınıza
yalın kılıç dalar, kendinizi ateşe atarsınız. Size zarar gelürse yüreğimiz
dilhûn olur (kan ağlar)” dedi ve Selîm Han’ın geride durmasını tavsiye etti.
Bunun üzerine Sultân’ın şimşek gibi çakan gözleriyle karşılaştı. Sultan;
“Sinan! Sen bizi ne sanırsın? Biz Cennet mekân dedemiz Fâtih Sultan Mehmed
Han’ın torunuyuz. Çadır içinden savaş idare etmeyiz” dedi. Osmanlı ordusu
Halep’ten geçerek Dâvûd aleyhisselâmın makamı önünden Mercidâbık çölüne indi ve
bir su kenarında karargâh kurdu. 24 Ağustos 1416 târihinde iki ordu Mercidâbık
sahrasında karşı karşıya geldi. Her iki ordu da altmış bin civarında idi.
Osmanlılar; ateşli silâhlar, teşkîlât, kumanda hey’eti, sevk ve idare; Memlûklüler
de, süvari kuvvetleri bakımından üstündü.
Muhârebe
günü Osmanlı ordusu hilâl şeklinde bir tertib aldı. Sultan Selîm Han, İskender
Bey, yeniçeriler ve azaplar ile merkezde idi. Sağ kanada Anadolu Beylerbeyi
Zeynel Paşa kumanda ediyordu. Karaman beylerbeyi Hüsrev Paşa, Şehsuvaroğlu Ali
Bey ve Ramazanoğlu Mahmûd Bey, Zeynel Paşa’ya yardım edeceklerdi. Sol kanada,
Rumeli beylerbeyi Küçük Sinân Paşa kumanda edecekti. Diyarbakır beylerbeyi
Bıyıklı Mehmed Paşa, İsfendiyâroğlu Mehmed Paşa, Mengli Giray’ın oğulları
Saadet ve Mübarek Giray da Sinân Paşa’ya yardım edeceklerdi. Piyade önünde
üçyüz top zincirlerle birbirine bağlanmış bir hâlde zamanı gelince
ateşlenecekti.
Memlûklü
ordusunda ise Sultan Kansu Gavri ordu merkezinde; Haleb naibi Hayırbay sağ
kolda, Şam naibi Sibay ise kuvvetleriyle sol kolda yer almıştı.
Muhârebe
günü sabah namazından sonra Yavuz Sultan Selîm Han, âlimlere ve velîlere duâ
etmek ve Kur’ân-ı kerîm okumak üzere vazife verdi. Dâvûdî sesli hafızlar Fetih
sûresini okumaya başladılar. Asker birbirleriyle helâllaşıyor, biraz sonra
başlıyacak olan harbe hazırlanıyorlar; “Allahü teâlânın rızâsı için ya şehîd ya
gâzi” diyerek niyetlerini düzeltiyorlardı. Güneşle birlikte kösler vurmaya,
mehter cenk marşlarını söylemeye başladı. Osmanlı yiğitleri heyecanla sultan
Selîm Han’ın son emrini bekliyordu. Bu sırada Yavuz Sultan Selim Han’ın;
“ölmek, yok olmak değildir. Eğer şehîdlik müyesser olursa âhiretde seâdet
bizimdir. Şayet gâlib gelirsek dünyâda devlet bizimdir” buyurduğu askerlere
bildirildi. Selîm Han atından inerek kıbleye karşı döndü ve ellerini açarak;
“Yâ Rabbî! Senin dînini yaymak, mübarek ismini yüceltmek için buradayız. Sonsuz
kuvvet ve kudret sahibi ancak sensin. Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak için bize
yardım eyle. Ordumuza zafer ihsân et” diye duâ ettikten sonra, atına bindi.
Atının üzerinde kılıcını havaya kaldırıp; “Yâ Allah! Bismillah, Allahü ekber”
diyerek hücum emrini verdi, önce her iki taraftan beşer-onar sipâhî er
meydanına çıktı ve birbirlerine girdiler. Ardından iki ordu büyük bir hızla
karşılıklı hücum ederken, Osmanlı topları gürledi. Tekbir sesleri yeri göğü
inletiyordu. Her iki tarafın askeri de iyi muhârebe ediyordu. Bir ara, Osmanlı
ordusunun sağ ve sol kanadında bir gerileme görüldü. Merkezdeki yeniçeriler bir
anda yalın kılıç savaşa girdiler. Osmanlı toplarının gürlemesi ile binlerce
Mısırlı asker telef oldu. Topların iştiraki savaşın seyrini değiştirdi. Mısır
ordusunda gerileme başladı. Bir ara Mısırlıların mızraklarının uçlarına
Kur’ân-ı kerîm sahîfelerini bağladıkları görüldü. Bununla Osmanlı ordusuna
manevî bir set çekmek istemişlerdi. Osmanlı yiğitlerinin Kur’ân-ı kerîme olan
saygılarından kılıçları havada kaldı. Memlûklü askerini vuramaz oldular. Sultan
Selîm Han derhâl ileri atılıp; “Bunlar hem râfizîye yardımcı olurlar, hem de
Kur’ân-ı kerîmi hîlelerine hüccet iderler” diyerek hücum emrini verdi. Memlûklü
askeri perişan oldu. Bu sırada askerinin perişan hâlini seyreden Kansu Gavri,
üzüntüsünden iki defa bayıldı. Bir kısım beyleri savaştan çekilip kaçtılar. Son
olarak huzuruna kumandanlık elbiseleri parçalanmış bir hâlde Hayırbay geldi.
Ordunun mağlûbiyet haberini verdi. Kansu Gavri’nin kederinden kalbi durup öldü.
Akıbeti hakkında çeşitli rivayetler vardır. Mevcut asker, sultanlarının
öldüğünü duyunca Haleb’e doğru kaçmaya başladı. Muhârebede Mısır ordusundan
altmış civarında emir öldürüldü. Bu emirlerin idare ettiği askerlerden çoğu
esir edildi.
Haleb
naibi Hayırbay ile Dulkâdirli Abdürrezzâk Bey kaçarken Yûnus Paşa tarafından
yakalanıp sultan Selîm Han’a getirildiler. Canberdi Gazâlî de, Sultan’ın
huzurunda idi. Yavuz Sultan Selîm Han bunlara çok ikrâmda bulundu, önce
Hayırbay’a Rumeli’deki Köstendil sancağını verdi ise de, sonradan Gazâlî ve
Hayırbay istekleri üzerine Memlûklü ordusuna iltihâk etmeleri için serbest
bıraktı.
Yavuz
Sultan Selîm Han, esîr alınan son Abbasî halîfesine oldukça hürmet gösterdi ve
onu Kâhire’ye gönderdi. Savaş gününün ikindisinde sultan Selîm Han kesin bir
zafere kavuşması sebebiyle Allahü teâlâya şükür secdesine vardı. Şehîdleri
defnettirip yaralıların yaralarını sardırdı. Muzaffer İslâm ordusu 28
Ağustos’da Haleb’e girdi. 27 Eylül’de de Şam’a gelerek Mısır’ın fethini
gerçekleştirecek sefer hazırlıklarına başladı.
Mercidâbık’ta
kazandan zafer; Osmanlı Devleti’ne dînî, siyâsî, askerî, iktisadî pek çok
faydalar sağladı. Hilâfetin, Osmanlı Hânedânına geçme yolu açıldı. Doğuda
Osmanlı Devleti’nin son rakîbi Mısır-Memlûk Devleti ortadan kaldırılma sınırına
geldi. Suriye, Lübnan ve Filistin Osmanlı hâkimiyetine alındı. Mısır ve
Arabistan yarımadası yolu açıldı. Güneydoğu Anadolu’nun ülke topraklarına
katılmasıyla Türk birliği tamamlandı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 7
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh.
36
3) Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab (Silahşor)
4) Tâc-üt-tevârlh; cild-2, sh. 250 v.d.
5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh.
284
6) Bedâyi-uz-Zuhûr (İbn-i İyas); cild-5, sh.
62
7) Cihânnûmâ (Kâtib Çelebi, İstanbul-1145);
sh. 609
8) Münseât-üsselâtîn; cild-1, sh. 434
9) Târih-i Mısr-ı Cedîd (Süheyli,
İstanbul-1142); sh. 11
10) Îzâhlı Osmanlı
Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 27
11) Osmanlı Devleti
Târihi; cild-4, sh. 1119
12) Büyük Türkiye
Târihi; cild-3, sh. 229
13)
El’Feth-ul-usmânî liş-Şâm ve Mısır ve Mukaddemâtihi (Dr. Ahmed Fuâd Mütevellî,
Kâhire-1982)
14) Ricâlu
Mercidâbık (Salah Ayâdî, Kâhire-1983)