Babası.................... : Yavuz Sultan Selim
Annesi.................... : Hafsa Hatun
Doğumu.................. : 27 Nisan 1495
Vefâtı...................... : 6/7 Eylül 1566
Tahta Geçişi............ : 30 Eylül 1520
Saltanat Müddeti..... : 45 sene, 11 ay, 7 gün
Halîfelik Sırası........ : 75
Osmanlı
sultanlarının onuncusu ve İslâm halîfelerinin yetmiş beşincisi. Yavuz Sultan
Selîm Han’ın oğlu. 27 Nisan 1495’de Trabzon’da Aişe Hafsa Sultan’dan doğdu.
Kânûnî Sultan Süleymân doğduğu zaman, Süleymân ismi, Kur’ân-ı kerîm açılarak
verildi. Neml sûresi otuzuncu âyet-i kerîmesinde geçen hazret-i Süleymân’ın
isminden alındı. Kânûnî lakabıyla meşhur oldu. Avrupalılar Büyük Türk ve
Muhteşem Süleymân lakablarını verdiler.
Annesi
Aişe Hafsa Hâtûn ve ninesi Gülbahâr Hâtun’un terbiyesinde büyüyen şehzâde
Süleymân, yedi yaşından sonra ilim öğrenmeye başladı. Kastamonu yakınlarındaki
Daday Kasabasından Evhadoğlu Hayreddîn ismiyle bilinen mübarek bir zât,
şehzâdeye hoca tâyin edildi. Hayreddîn Efendi, şehzâde Süleymân’a aklî ve naklî
ilimleri öğretti. Bu sırada her şehzâde gibi, onun da bir san’at sahibi olması
arzu edildi. Devrin tanınmış kuyumcularından biri hoca tâyin edildi ve
kuyumculuk san’atını öğrendi. Yaşı ilerledikçe değişik ilimlerde çeşitli
hocalardan ders aldı. Askerlik, idare ve komutanlık bilgilerini öğrendi. On beş
yaşına kadar babasının yanında kalan şehzâde Süleymân, kânun gereği sancak
taleb etmesi üzerine, önce Karahisâ-i Şarkî, oradan da Bolu, kısa bir süre
sonra da Kefe sancakbeyliğine gönderildi (1509).
Şehzâde
Süleymân, annesi ile birlikte gittiği Kefe’de lalası nezâretinde devlet
idaresinde tecrübe sahibi oldu. Çevresinde meydana getirilen ilmî havadan hiç
bir zaman uzak kalmadı. Âlimlerin ders ve sohbetlerine devamlı katıldı. Onların
nasîhatlarını dinleyerek, ilim ve feyzlerinden istifâde etti. Özellikle fıkıh
bilgilerinde çok yükseldi.
Yavuz
Sultan Selîm’in 1512’de tahta geçmesi üzerine İstanbul’a çağrılan şehzâde
Süleymân, babasının kardeşleri ile mücâdeleleri sırasında İstanbul’da babasına
vekâlet etti. Babası, kardeşlerine karşı üstün gelip, Osmanlı tahtına rakipsiz
olarak geçtikten sonra, genç şehzâde, merkezi Manisa olan Saruhan
sancakbeylîğine gönderildi. Burada da, lalası Kâsım Paşa’nın nezâretinde,
devlet idaresini iyice öğrendi. Annesinin İstanbul’daki meşhur velî Sünbül
Efendi’den bir talebesini istemesi üzerine, o da Manisa’ya Merkez Efendi’yi
gönderdi. Şehzâde Süleymân önce Manisa’da sonra da İstanbul’da Merkez
Efendi’den çok istifâde etti. Sultan olduktan sonra, İstanbul’da Topkapı
dışında bir dergâh yaptırıp emrine verdi.
Yavuz
Sultan Selîm Hân’ın 1514 İran ve 1516 Mısır seferleri sırasında şehzâde
Süleymân Rumeli’nin muhafazası ile vazifelendirilerek, Edirne’de oturdu. Babası
Mısır seferinden dönünce, tekrar Saruhan sancağına döndü. Yavuz Sultan Selîm,
Çorlu yakınlarında Sırt köyünde vefât edince sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa’nın
gönderdiği silâhdârlar kethüdası Süleymân Ağa’nın Manisa’ya getirdiği haber
üzerine İstanbul’a geldi. Şehzâde Süleymân, yirmi altı yaşında bir delikanlı
iken 30 Eylül 1520’de Osmanlı tahtına geçti. Ertesi gün İstanbul’a getirilen
babasının cenazesini surların önünde karşıladı ve arkasından yaya olarak Fâtih
Câmii’ne kadar yürüdü. Cenaze namazından sonra Sultan Selîm semtindeki mezarına
defnedildi. Genç sultan, mîmârbaşı Ali Ağaya, buraya bir türbe ve tek kubbeli
büyük bir câminin yapılmasını emretti. Pîrî Mehmed Paşa’yı sadrâzamlık
makamında bıraktı. Dîvân-ı hümâyûna ilk defa dördüncü bir vezir olarak lalası
Kâsım Paşa’yı tâyin etti.
Kânûnî
Sultan Süleymân tahta çıktığı zaman Osmanlı Devleti, çok zengin ve İslâm âlemi
için önemli bir yere sahipti. Dünyânın en kudretli ordu ve donanması, en
düzenli devlet teşkîlâtı, en zengin ülkeleri, en muntazam mâliyesi ve en
kabiliyetli milleti emrindeydi. Yavuz Sultan Selîm Han’ın vefâtı ve Süleymân
Han’ın pâdişâh olması üzerine Avrupa “Aslan öldü, yerine Kuzu geçti” sözleri
ile seviniyordu. Bütün haçlı dünyâsını sevindiren bu haber çok geçmeden
Avrupa’yı hayâl kırıklığına uğrattı.
Sultan
Süleymân tahta geçtiği ilk senelerde, bâzı iç olaylarla uğraştı. Mısır’ın
fethinden sonra Memlûklülerin nüfuzlu beylerinden olan Canberdi Gazâli, Hayır
Bey’in tavassutu ile af edilerek Şam beylerbeyliğine ve Kudüs ve Gazze
sancaklarına tâyin edilmişti. Sultan Selîm’in vefâtı üzerine, Canberdi Gazâlî,
Melik Eşref ünvânıyla hükümdarlığını îlân etti ve adına para bastırdı. Sonra
Halep üzerine yürüyerek yirmi bin kişilik bir kuvvetle kuşattı. Durum
İstanbul’da öğrenilince bölgeye Dulkadiroğlu Şahsuvarzâde ile üçüncü vezir
Ferhat Paşa kumandasında kuvvetler gönderildi. Ocak 1521’de Şehsuvarzâde Ali
Bey, maiyyetindeki kuvvetle Canberdi Gazâlî’yi bozarak Haleb’i kurtardı ve
Halep beylerbeyi Karaca Ahmed Paşa ile birlikte onu tâkib edip ikinci
muhârebede mağlûb etti. Bunu müteakip yetişen Ferhat Paşa kuvvetlerinin de
katıldığı son muhârebede de yenilen Canberdi Gazali, gerektiği şekilde
cezalandırıldı. Memleketin iç işleri düzelip, Osmanlı topraklarında huzur ve
sükûn te’min edildikten sonra Sultan, babasının vasiyeti üzerine Avrupa’da yeni
yerlere İslâmiyet’i yaymak ve duyurmak gayesiyle cihâd harekâtını tekrar
başlattı.
Canberdi
isyânı bastırıldığı sırada, yıllık haracını vermemek için direnen Macar kralı,
Osmanlı elçisi Behram Çavuş’u bir çok eziyetlerden sonra öldürdü. Bunun üzerine
Kânûnî, Macaristan üzerine sefer açmaya karar vererek hazırlıkları hızlandırdı.
Tecrübeli sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa, genç Pâdişâh’ı gelip geçici bir Macaristan
seferinden ziyâde esaslı bir plân dâhilinde harekete sevketmek istiyordu. Bunun
için de kendisinin önemli mikdârda tımarlı sipâhî ile Belgrad’ı muhasara etmesi
kararlaştırıldı ve elli kadar gemi ile Tuna nehri yoluyla harp levâzımâtı
bölgeye sevk edildi. Diğer taraftan Macar kralı ordusuna çok güvendiği için
vergi ödemeyi kabul etmemişti. Vergi gönderdiği takdirde Osmanlı pâdişâhını
tanımış olacaktı. Sultan Süleymân 18 Mayıs 1521’de İstanbul’un manevî büyükleri
olan; Eyyûb-el-Ensârî ve Şeyh Ebü’l-Vefâ, Seyyid Emir Ahmed Buhârî gibi büyük
zâtlar ile baba ve dedelerinin de kabirlerini ziyaret ettikten sonra, ordusunun
başında ilk seferine çıktı. Hedef, Avrupa’nın kapısı kabul edilen Belgrad
kalesi idi. Osmanlı ordusu 27 Mayıs’tâ Edirne’ye, 9 Haziran’da Filibe’ye, 16
Haziran’da Sofya’ya, 27 Haziran’da Niş’e vardı. Niş yakınlarında ordugâh kuruldu.
Bu sırada Semendre sancakbeyi Gâzi Hüsrev Bey, Belgrad’a giden yolları
tutmuştu. Toplanan dîvânda önce Belgrad yakınlarındaki Zemlin ve Böğürdelen
kalelerinin fethi kararlaştırıldı. Böğürdelen 8 Temmuz günü fethedildi.
Kânûnî’nin ilk fethettiği kale olduğu için burası, Pâdişâh’ın emri ile mâmur
edildi. Zemlin kalesi de, Semendre beyi Hüsrev Bey’in şiddetli taarruzuna
dayanamıyarak teslim oldu. Diğer taraftan Piri Mehmed Paşa Komutasındaki ordu
tarafından Belgrad ablukaya alınmıştı. Kanunî Sultan Süleymân’ın 26 Temmuz’da
Sava nehri üzerinde tamamlanan köprüden geçmesi ile abluka, şiddetli bir
muhasaraya döndü. Uzun süre muhâsaraya dayanamayacağını anlayan kale komutanı,
aman dileyerek teslim oldu (29 Ağustos 1521). Ertesi gün Cuma olduğundan,
şehrin en büyük kilisesi câmiye çevrilip Cuma namazı kılındı. Bu sefere,
evliyâdan bir çok kimse ile Edirne, Filibe ve Sofya medreselerinden pek çok
talebe katılmıştı. Osmanlı ordusu 18 Eylül’de Belgrad’dan hareket ederek 31
günde Belgrad-İstanbul yolunu aldı ve 19 Ekim’de İstanbul’a döndü.
Kânûnî
Sultan Süleymân, Belgrad seferinden döndükten sonra, Rodos’un fethi için
hazırlıklara başlanması emrini verdi. Avrupa’nın kilidi olan Belgrad’dan sonra,
sıra Akdeniz’in kilidi durumundaki Rodos’a gelmişti. Rodos, müslümanlarla
ölünceye kadar mücâdele etmeye yemin etmiş olan Sen Jan şövalyeleri adlı
hıristiyanların elinde olup, korsan yatağı idi. Rodos’da, Osmanlı Devleti’ne
karşı Papalık başta olmak üzere, hıristiyan devletleri ve deniz korsanları ile
devamlı ittifak hâlinde şövalyeler bulunuyordu. Osmanlı deniz ticâretini ve
müslümanların deniz yoluyla hacca gitmelerini engelleyerek, Anadolu sahillerine
baskın düzenliyor ve ahâliyi ta’cîz ediyorlardı. Ayrıca Sultan Süleymân’ın
tahta geçişinde küstahça hareketleri olmuştu. Aynı zamanda batı Anadolu
sahillerine çok yakın olan adanın, coğrafî, stratejik mevkii, korsanlık
yapması, devletin hâkimiyeti ile Akdeniz’in emniyeti için tehlike arzettiğinden
sefere karar verildi. Osmanlı Devleti’nin Yavuz Sultan Selîm devrinde hazırlanmış
mükemmel bir donanması mevcuttu.
Rodos
seferine serdâr olarak ikinci vezir Çoban Mustafa Paşa tâyin edildi. Donanma
komutanı Pulak Mustafa Paşa olmakla beraber, donanmanın sevk ve idaresi
Kurdoğlu Muslihiddîn Paşa’da idi. 1522 Haziran’ında İstanbul’dan hareket eden
donanmanın mevcudu, dört yüzü harp gemisi olmak üzere yedi yüz kadardı. Pâdişâh
ise 18 Haziran’da Üsküdar’a geçip kapıkulu askerleri ve sefere me’mur edilen
diğer eyâletlerin tımarlı sipahileri ile beraber karadan yola çıktı. Donanma
yirmi gün sonra Rodos önlerine geldi ve Öküzburnu limanından karaya asker
çıkarıldı. Marmaris sahillerine gelen kara ordusu da gemilerle Rodos’a
geçirildi ve muhasaraya başlandı. Muhasaranın uzaması üzerine, serdar Mustafa
Paşa Mısır vâliliğine tâyin edilerek, Rodos sefer serdârlığına ve ikinci
vezirliğe Ahmed Paşa getirildi. Kütahya ve Aydın yoluyla Marmaris’e gelen
Pâdişâh, 28 Temmuz’da Kara Mahmûd Reis’in Yeşil Melek isimli harb gemisi ile
Rodos adasına çıktı. Sultan, şövalyelerden kalenin teslimini istedi. Red cevâbı
gelince muhasara bütün şiddetiyle devam etti. Yeni çağın en müstahkem kalesine
sâhib Rodos’un, devrin bütün teknik ve ateşli silahlarını bulunduran Osmanlı
ordusu karşısında, Avrupalılardan çok yardım almasına rağmen, fazla
dayanamayacağı belli idi. Nitekim Osmanlı topçu ve lağımcısının çalışmalarıyla
kalenin bütün istihkâmları Türklerin eline geçince, baş şövalye andlaşma ile
adayı teslim etti (Bkz. Rodos seferleri). Aralık 1522 sonunda bütünüyle Türk
hâkimiyetine giren Rodos adasındaki üç bin kadar müslüman esir kurtarıldı.
Sultan Süleymân Hân Rodos’un fethinde adanın ihtiyar hükümdarını huzuruna
getirdikleri zaman gözleri yaşararak; “Böyle bir ihtiyar adamı hânesinden
çıkardığımdan müteessirim” diye üzüntüsünü belirtmiş ve onu hürmetle gemiye koyup
istediği yere göndermiştir. Korsanlar adayı terk edince, Kânûnî Sultan Süleymân
Rodos’un îmârını emretti. Papalığın doğudaki son temsilcisi olan Saint-Jean
haçlı devleti yıkılarak, Batı Anadolu korsanlığı bertaraf edildi.
İstanbul-Sûriye-Mısır deniz ticâreti ve hac yolu emniyete alındı.
Rodos
seferi dönüşünde, sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa emekliye sevkedilerek yerine
Pâdişâh’ın Manisa’da iken yanında bulunan İbrâhim Ağa tâyin edildi. Bu, şimdiye
kadar görülmemiş bir şey idi. Bu hâli hazmedemeyen ikinci vezir Ahmed Paşa,
Mısır beylerbeyliğini taleb etti. Bu isteği kabul edilen Ahmed Paşa, orada elde
ettiği Memlûklü kalıntıları ve küskünlerin başına geçerek sultanlığını ilân
etti. Adına hutbe okutup, para bastırdı. Ahmed Paşa’nın isyânı üzerine Mısır’da
bulunan beş bin yeniçeri, Kahire kalesini ele geçirip, Ahmed Paşa’ya karşı
müdâfaaya hazırlandılar. Ahmed Paşa kaleyi almak istedi. Vuruşmanın uzaması
üzerine, Ahmed Paşa bu işi başaramayacağını anladığı sırada, Memlûklüler iki
asırdan beri kapalı bulunan bir lağım yolunu bularak, kaleye girdiler, Yeniçeri
gafil avlanıp, çoğu vuruşarak öldü. Ahmed Paşa, kendisine Kâdızâde Mehmed Bey’i
sadrâzam tâyin etti. Ancak Kânûnî Sultan Süleymân, Mehmed Bey’e gönderdiği
gizli bir talimatla hâin Ahmed Paşa’yı ortadan kaldırmasını istedi. Bu emre
riâyet eden Mehmed Bey, bir fırsatını bulup Ahmed Paşa hamamda yıkanırken
baskın yaparak, bütün maiyyetini öldürttü. Fakat Ahmed Paşa kaleye sığınmaya
muvaffak oldu. Memlûklüter, vaziyetin değiştiğini görünce tarafsız kaldılar ve
Ahmed Paşa’yı desteklemekten vazgeçtiler. Kâdızâde Mehmed Bey kaleyi kuşatınca,
hâin Ahmed Paşa savunmadan vaz geçerek bir Arap şeyhine sığındı. Onu tâkib eden
Mehmed Bey sığındığı şeyhten teslim aldı ve derhâl îdâm ettirdi. Mısır
vâliliğine tekrar Güzelce Kâsım Paşa tâyin edildi.
Kânûnî
Sultan Süleymân, hâin Ahmed olayından sonra, devletin bu eyâletinde ıslâhat
yapma lüzumunu gördü ve bu iş için İbrâhim Paşa’yı görevlendirdi. İbrâhim Paşa
Mısır’a giderek buranın yönetiminde köklü bir değişiklik yaptı. Kamu düzenini
sağlayacak kânunları yürürlüğe koydu. İktidarda ve idarede bölge beylerinin söz
sahibi olmalarını sağladı. Böylece on dokuzuncu asrın başlarına kadar Mısır’da
bir daha isyân ve ayaklanma olmadı.
Mısır
mes’elesi hâlledildikten sonra, Mart 1525 seferinde ganîmet alamamalarından
dolayı baş kaldıran yeniçerilere karşı, sultan otoritesini çabuk gösterdi.
Ayaklanmanın bedelini ağır şekilde ödeyen yeniçeri, Kânûnî’nin vefâtına kadar
bir daha böyle bir harekette bulunmadı. İç mes’eleler hallolduktan sonra Pâdişâh
tekrar batıya yöneldi. Sefer hazırlıkları başladı. Üçüncü sefer-i hümâyûn da
Macaristan’a karşı düzenlendi. Macaristan üzerine sefer düzenlenmesinin belli
başlı sebepleri vardı. Macaristan, Osmanlı Devleti aleyhine İran ile ittifak
muahedesi akdetmek üzere müzâkerelerde bulunuyor, Eflak işlerine karışıyor,
Ulah zadeganını Türklere karşı kışkırtarak karışıklıklar çıkarmaya çalışıyordu.
Diğer taraftan Alman imparatoru Şarlken ile yaptığı savaşta esir düşen Fransa
kralı birinci François’ın annesi tarafından gönderilen elçi, 6 Aralık 1525’de
Sultan tarafından kabul edildi. Louise de Savoie, oğlunun esaretten kurtulması
için cihân Sultânı’na yazdığı mektubda yalvanyordu.
Bütün
bu sebepler üzerine Kânûnî Sultan Süleymân, 23 Nisan 1526’da ordusunun başında
İstanbul’dan yola çıkarak; Edirne-Filibe-Sofya-Niş üzerinden Belgrad yolunu
tâkib etti. 21 Ağustos’da ordu, Drava’yı kurulan köprüler vasıtasıyla geçti.
Geçiş tamamlandıktan sonra Sultan’ın emri ile köprüler yıkıldı. Bu durum,
Pâdişâh’ın Macaristan’ı kesin bir şekilde fethetme karârında olduğunu
gösteriyordu. 29 Ağustos sabahı gün ışırken Osmanlı ordusu Mohaç kasabası
yakınlarına mevzîlenmişti. Osmanlı ordusunda yüz bin asker ve üç yüz top vardı.
Sabah namazından sonra Sultan asker arasına girerek güzel bir konuşma yaptı.
Daha sonra Osmanlı, ordusu bütün seferlerde olduğu gibi savaş düzeni aldı.
Fakat bu savaş düzeniyle savaşa girilirse, Osmanlı ordusunun yenilebileceğini
düşünen Semendire sancak beyinin teklif ettiği plân uygulamaya koyuldu. Plâna
göre düşmanla ilk teması başvezir İbrâhim Paşa kuvvetleri ve Rumeli askerleri
sağlayacak, ardından Anadolu, bunların arkasından da Pâdişâh ve kapıkulu
askerleri yer alacaktı. Bâli ve Hüsrev beylerin akıncı kuvvetleri, düşman
gerisine sarkacaklardı.
Macarlar,
Osmanlı ordusunun plân değiştirdiğini bilmiyordu. Sabah namazından sonra büyük
hakan ellerini semâya doğru açarak; “Yâ Rabbî! Senin kudret ve himayeni
diliyor, hazret-i Muhammed’in ümmetine yardımını niyaz ediyorum” diye yalvardı.
Bunu gören askerler de büyük bir şevk ve îmânla âmin diyerek muhârebeye
hazırlandılar. İki ordu ikindi vakti sırasında hücuma geçerek birbirlerine
şiddetle saldırdılar. Otuz beş Macar şövalyesi, Pâdişâh’ı öldürmeye yemîn
etmişti. Bunlardan ancak üçü Pâdişâh’ın yanına kadar ulaşabildiler. Kânûnî, tek
başına bu üç şövalye ile dövüşerek, hepsini öldürdü. Üç yüz topun birden
ateşine mâruz kalan Macar zırhlı süvarisi perişan oldu. Bâli ve Hüsrev beyler,
düşmanı bataklığa doğru süren manevralar yaptılar. Muhârebe sâdece bir kaç saat
sürdü. Macarların büyük kısmı muhârebe meydanında öldürüldü. Çoğu da
bataklıklarda boğuldu. Geriye kalan yirmi beş bini de esir edildi. Böylece
Macar ordusunun imhası ile Orta Avrupa’nın yolu Türkler’e açılmış bulunuyordu.
Nitekim 20 Eylül’de Macaristan’ın payitahtı Budin şehri Pâdişâh’a teslim oldu.
Kânûnî, Erdel voyvodası Zapoiya’yı Osmanlı Devleti’ne tâbi Macaristan kralı ve
Erdel prensi îlân ettikten sonra, Macaristan fâtihi olarak 13 Kasım 1526’da
İstanbul’a girdi. Akıncılar, Mohaç meydan muhârebesinden sonra, akınlarına
devam ederek bir çok yerleri ele geçirdiler (Bkz. Mohaç Zaferi).
Avusturya
arşidükü Ferdinand, Zapolya’nın elinde bulunan Macar krallık tacını ele
geçirmek için, Kânûnî İstanbul’a döndükten sonra harekete geçti. Zapolya ilk
önceleri bu mes’eleyi Osmanlı sultânını işe karıştırmadan hâlletmek istiyordu.
Bunda başarılı olamayınca, Pâdişâh’tan yardım istedi. Kânûnî bu isteği kabul
ederek sefer hazırlıklarına başladı. Bu hazırlıklar devam ederken Avusturya
arşidükü Ferdinand’ın gönderdiği elçiler İstanbul’a geldi. Bu hey’et,
Macaristan’dan alınan arazinin geri verilmesi karşılığında barış yapmak için
gelmişti. Ancak bu istek reddedildi. Çünkü Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın asıl
gayesi Ferdinand’ı destekleyen Alman ordularını ezdikten sonra Türk sancaklarını
Viyana’ya taşımaktı.
Hazırlıklarını
tamamlayan Kânûnî 10 Mayıs 1529’da İstanbul’dan hareket etti. Osmanlı ordusu,
Edirne, Filibe üzerinden Sofya’ya 20 Hazîran’da vardı. Sadrâzam İbrâhim Paşa,
ordunun bir kısmı ile burada Sultan’dan ayrıldı ve önden ilerlemeye başladı. 18
Ağustos’ta ordu Mohaç sahrasında konakladı. Zapolya burada altı bin Macar
askeri ile Osmanlı ordusuna katıldı. Kânûnî, Zapolya’ya bir çok ihsânlarda
bulundu.
Budin,
Ferdinand tarafından Zapolya’nın elinden alınmıştı. Kânûnî 3 Eylül günü ikinci
defa Budin’i kuşattı. Yapılan teslim şartı kabul edilmeyince şiddetli şekilde
muhasara edildi. Yapılacak umûmî bir hücuma kalenin dayanamayacağını anlayan
komutanlar, hayatlarına dokunulmaması şartı ile kaleyi teslim ettiler. Sultan,
şehrin yağma edilmesini kat’î bir şekilde yasakladı. Bu zaferden sonra Boğdan
voyvodası, beşinci Petro Rareş ordugâha gelerek tâbiiyyet muahedesini imzaladı.
14 Eylül günü Ferdinand’ın adamlarının elinden alınan Macar tacı sekbanbaşı
tarafından Zapolya’ya tekrar giydirildi. Zapolya o günden itibaren Macaristan
kralı oldu. Fakat bu krallık Osmanlı protokolünde bir vâliyle aynı derecede
idi.
Osmanlı
ordusu Budin’i aldıktan sonra yol üzerindeki Estergon muhasara edilip,
Ferdinand’ın bulunduğu Viyana üzerine yüründü ve şehir 26 Eylül günü kuşatıldı.
Ferdinand, on altı bin kişilik bir müdâfaa kuvvetini Viyana’da bırakıp, kuvvet
toplamak için Alman topraklarına gitti. Almanları gayrete getirerek, Kont
Patatini kumandasında yirmi iki bin yaya ve atlı ile yüz büyük, iki yüz küçük
top tedârik ederek kuşatmadan önce Viyana’ya gönderdi. Sadrâzam İbrâhim Paşa
komutasındaki öncü kuvvetleri kaleyi kuşattı. Fakat muhasara Eylül ayına
rastladığı için, mevsimsizdi. Ayrıca Ferdinand’a gözdağı vermek istendiği için
büyük muhasara topları götürülmemiş ve Tuna yoluyla getirilmekte olan az
miktardaki top ve mühimmat da Almanların taarruzuna uğrayıp batırılmıştı.
Ordu-yı hümâyûn ile Viyana önlerine gelen Kânûnî, Viyana’nın teslîmini istedi
ise de kale müdafileri red cevâbı verdi. Viyana muhasarası, Avrupa’da dînî
galeyan ve Almanya’da millî hissiyatı heyecana getirdi. Osmanlı ordusu kaleyi
ele geçirmek için büyük bir gayret sarfetti. Açılan lağımlar surun bir kısmını yıktı
ise de netîce alınamadı. 14 Ekim’de yapılan son umûmî hücumda da şehre girmek
mümkün olmadı. Kar yağmaya başlayınca 16 Ekim günü muhasara kaldırıldı. Viyana
önünden dönülürken, yeniçeriye biner akçe bahşişi verildi. Tımarlı sipahiye ise
her bin akçede münâsib mikdârda zam yapıldı. Viyana kuşatması sırasında Osmanlı
akıncıları Bavyera’da Ratibson ile Çekoslavakya’nın önemli şehirlerinden olan
Brün’e kadar ilerlemişlerdi. Bu sefer-i hümâyûn 7 ay 7 gün sürdü ve Sultan 16
Aralık 1529’da İstanbul’a döndü. Viyana seferinde Osmanlı ordusunun kaybı on
dört bin şehîd ve yaralı idi (Bkz. Viyana kuşatmaları).
Viyana
muhasarasından geri dönüldükten sonra Ferdinand, vergi vermek şartıyla
Macaristan krallığının kendisine verilmesi için ikinci defa elçi gönderdi. Fakat
yine red cevâbı aldı. Diğer taraftan Macar krallığına getirilen Zapolya, hâkim
olduğu topraklarda kendini kabul ettirememişti. Macar beylerinin büyük bir
kısmı Ferdinand’ın tarafdârı idi. Hattâ Zapolya’dan memnun olmayan Zigetvar
banı liderliğinde Macar beylerinin bir kısmı isyân etti. Zapolya, isyânı
bastırmak için on bin Macar askeri ile kendisini korumakla görevli bin
yeniçeriyi Zigetvar’a gönderdiği sırada, Ferdinand’ın Budin üzerine geldiğini
haber aldı. Derhâl Semendire sancakbeyi Yahyâ Paşazade Mehmed Bey’e haber
göndererek yardım istedi. Ferdinand, Osmanlılara âid Estergon, Vişegrad ve Vaç
kalelerini aldıktan sonra Budin’i kuşattı. Kale müdâfîleri şiddetle karşı
koydular. Bu arada Semendire sancakbeyi Mehmed Bey ile Bosna sancakbeyi Gâzi
Hüsrev Bey’in kumandasında gelen akıncıların, Budin’e yaklaştığını öğrenen
Ferdinand iki ateş arasında kalmamak için elli yedi gün süren kuşatmayı
kaldırdı. Bunun üzerine akıncılar, Ferdinand’ın topraklarına akınlar
düzenlediler.
Budin’in
Ferdinand tarafından kuşatıldığını öğrenen Pâdişâh, 25 Nisan 1523’de
Macaristan’a bir sefer daha açtı. Niş’e yaklaştığı zaman Ferdinand ile Alman
imparatoru Şarlken’in elçileri ordu-yı hümâyûna geldi. Bu elçiler önce vergi
vermek suretiyle Ferdinand’in krallığını teklif ettilerse de kabul edilmedi.
Macaristan topraklarına giren Kânûnî 30 Ağustos’ta Ferdinand’a kendisinin ve
ağabeyinin nerede olduklarını soran ağır bir mektup gönderdi. Mektuba cevap
alamayan Kânûnî, Alman imparatoru Şarlken’in bir meydan muhârebesini kabul
etmeyerek, vur kaç taktiği ile Macaristan’a saldıracağını anladı. Osmanlı
ordusu büyüklü küçüklü on beş kaleyi fethettikten sonra, 11 Eylülde
Avusturya’nın ikinci büyük şehri Graz’a girdi. Daha sonra Drava nehri
kıyısındaki Siklos, Papaçe, Şorpon kaleleri alındıktan sonra güneye dönüldü.
Morava ve Drava nehirleri geçilip, İslovenlerin topraklarına girildi. Zagreb ve
Podgogonce beyleri itaatlerini bildirerek cizye vermeyi kabul ettiler. Pozaga,
Zacensen, Nemçe ve Podgal kaleleri fethedildi. 7 ay kadar süren Alman seferinde
Pâdişâh Kasım ayının sonlarına doğru İstanbul’a geldi.
Macar
krallığını ele geçirmek için yaptığı teşebbüslerin boşa çıkması üzerine,
Ferdinand, Osmanlı Devleti ile sulh yapmak için müracaat etti. Bu istek Osmanlı
Devleti’nin de işine geldi. Macaristan’a yapılan seferler için çok fazla masraf
yapılıyordu. Diğer taraftan, Safevî Devleti’nin başına geçen Tahmasb, Doğu
Anadolu’da faaliyete geçmişti. Bu sebeple Osmanlı Devleti de sulhe tarafdârdı.
22 Temmuz 1533’de imzalanan İstanbul andlaşması ile Alman İmparatoru Osmanlı
Devleti’nin ve Sultan’ın üstünlüğünü kabul etti. İstanbul andlaşmasına göre: 1-
Ferdinand, sultan Süleymân Han’ı baba ve metbû bilerek ve ancak kardeş diye
hitâb ettiği sadrâzamla eşit sayılacaktır. 2- Ferdinand, Osmanlı ülkesine tecâvüz
etmeyecek ve Sultan da Avusturya ülkesiyle ahâlisini kendi tebeası bilecektir.
3- Ferdinand, Macaristan üzerindeki veraset, iddialarından vaz geçecekti.
Macaristan’ın batısı ve kuzeybatısındaki arazinin hâkimi olacaktır, 4- Macar
kralı Zapolya ile Ferdinand arasında Osmanlıların tasvip ettiği hudud muteber
olacaktır. 5- Eski kraliçe ve Ferdinand’ın kız kardeşi Maria’nın kocasından
mîrâs kalan malikâne, geçimi için ihsân edilecektir. 6- Bu andlaşma geçici
değil, devamlı olacaktır.
Avrupa’da,
Fransa’dan başka Avusturya’nın da Osmanlı sultânı Süleymân Han’ın himayesini
kabul etmesiyle Şarlken’in Avrupa imparatorluğu kurma projesi gerçekleşemedi.
Türklerin tâkib ettiği âlemşümul dünyâ hâkimiyeti siyâseti gereğince, Kânûnî
Sultan Süleymân ve Osmanlı Devleti Avrupa’da büyük nüfuz sahibi oldu.
Yavuz
Sultan Selîm Han’ın kazandığı Çaldıran zaferinden sonra dünyânın Osmanlı
Devleti’nden sonra ikinci büyük devleti olan Safevî İran İmparatorluğu on dokuz
sene Osmanlılara karşı herhangi bir harekette bulunamadı. Ancak Şâh Tahmasb da
Şâh İsmâil gibi İran’da Şiîliği hâkim kılmak için sünnîlere zulüm yapıyor,
Avrupa kralları i’le ittifak ederek Osmanlılar aleyhinde hareketlerde
bulunuyordu. Aynı zamanda İmâm-ı a’zam gibi İslâm büyüklerinin türbelerini de
yıkıyorlardı. Bu sebeble Kânûnî Sultan Süleymân, Şâh’a gönderdiği bir mektupta;
“Cihânın sığındığı dergâhımıza niçin adam gönderip kulluğunu arz etmedin.
İnşâallah otağımız, Tebriz’den sonra Azerbaycan, İran, Turan ve Horasan’da
kurulmak üzere harekete geçecektir. Bugüne kadar tehir sebebi Macaristan ve
Almanya’daki puthâneleri İslâm mescidi yapmakla meşgûl olmam idi. Şimdi şahlık
tacını başından çıkarıp, ecdadının tarîkatine göre başına keçe koyarak seni
dervişlik tekkesine oturtmadıkça askerlerim dönmiyecektir” diye hitapta
bulunuyordu. Ayrıca babasının ve ecdadının; kaçanı kovmak ve düşkünü öldürmek
âdet ve kaideleri olmadığı için vücûdunun kurtulduğunu” hatırlatmakta idi.
Bununla
beraber Osmanlı pâdişâhları, İran sözünde durdukça ona dokunmuyorlardı. Zîrâ
Osmanlılar dâima endişe kaynağı ve cihâd sahası olan Avrupa’dan başka bir
cephede kendilerine bir mes’ele çıkarmamaya çalışıyorlardı. İşte bu düşünceler
altında Kânûnî Sultan Süleymân’ın İran üzerine üç büyük seferi oldu (Bkz. İran
Harpleri).
Birinci
seferi hümâyûnunda 11 Haziran 1534’de İstanbul’dan hareketle 20 Temmuz’da
Konya’ya gelen sultan Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin türbesini ziyaret edip,
Kayseri-Sivas-Erzincan yolunu tâkib ederek 28 Eylül’de Tebriz’e girdi.
Safevîlerin zulmünden bunalan Tebrizliler, Pâdişâh’ı çok iyi karşıladılar. 29
Eylül’de Tebriz’le Hoy arasındaki Ucan mevkiinde Sultan, vezîriâzam tarafından
karşılandı. 5 Ekim’de ordu-yı hümâyûn Ucan mevkiinden hareket etti.
Tebriz-Kazvin yoluyla Sultaniye’ye 13 Ekim’de Osmanlı ordusu Kasr-ı şîrîn
yoluyla Bağdâd önlerine geldi. Bağdâd muhafızı Tekeli Han, Osmanlı kuvvetleri
gelmeden şehri terk ettiği için, Bağdâd kalesi mukavemet göstermeden teslim
alındı. 24 Kasım’da Bağdâd’a giren Osmanlı ordusunun ardından, Azamiyye’de
bulunan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin kabrini ziyaret edip, büyük bir türbe
yapılmasını emrettikten sonra, Mûsâ Kâzım ve diğer İslâm büyüklerinin
kabirlerini ziyaret eden Pâdişâh, 30 Kâsım’da şehre girdi. Bağdâd’da ahâlinin,
âlimlerin, kumandanların ve devlet adamlarının iştirakiyle şükür ifâdesi olan
dînî merasim yapılarak ihsânlarda bulunuldu. 1534-1535 kışını Bağdâd’da geçiren
Sultan, burada Osmanlı devlet teşkilâtını kurdu. Şâir Fuzûlî meşhur Bağdâd
kasîdesini bu sırada takdîm etti. Sultan, Bağdâd’ın mübarek beldelerini,
Kerbelâ’da hazret-i Ali ve Hüseyin’in makamlarını ziyaret etti. Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin kabrine türbe ve yanına imâret yaptırdı.
Bu
seferde, Irak-ı arab ve lrak-ı acem fethedildiği için bu sefere; iki Irak
seferi mânâsına Irakeyn seferi denildi. Bir sene altı ay yirmi yedi gün süren
Irakeyn seferi neticesinde; bölgedeki şiî Safevî hâkimiyeti son bularak, Bağdâd
dâhil, Basra Osmanlı topraklarına katıldı.
Irakeyn
seferi dönüşünde, on iki sene sekiz ay on sekiz gün Osmanlı Devleti’nin en
yüksek makâmı olan vezirlik makamında kalan ve hiç bir vezîre nasîb olmayan
hudutsuz selâhiyetlere sâhib olan İbrâhim Paşa, sorumsuz hareketlerde
bulunmasından ve saltanatta gözü olması yüzünden 6 Mart 1536’da îdâm edildi.
Sadâret makamına ikinci vezir Ayâs Mehmed Paşa, getirildi.
Sultan,
İran seferine çıkmadan önce İstanbul’a gelen Barbaros Hayreddîn Paşa ile
görüşüp kendisine beylerbeylik ünvânı verildi. Sadrâzamla Halep’te görüştükten
sonra İstanbul’a dönen Barbaros, tersanede, kısa zamanda altmış bir adet çok
sağlam ve devrinin en mükemmel harb gemisini inşâ ettirdi. Bunlara kendi
gemilerini de ilâve ederek 84 harp ve 20 nakliye gemisi ile Sultan’ın İran
seferine çıkmasından kısa bir süre sonra Akdeniz’e açıldı. Cezâyir beylerbeyi
ve kapdân-ı derya olan Barbaros Hayreddîn Paşa, bundan sonra bütün ömrü boyunca
Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirmek için olanca gücü ile çalıştı (Bkz.
Barbaros Hayreddîn Paşa).
Osmanlı
ordusu karada ve denizde muhârebelere devam ederken Kânûnî Sultan Süleymân,
Osmanlı Devleti’nin iktisadî, siyâsî, askerî ve sosyal bakımdan en güçlü olduğu
bu asırda; fakir, zayıf, muhtaç ve kralını dahi esaretten kurtardığı Fransa’ya
ticarî imtiyazlar verdi. Bu, ileriye dönük bir siyâsî yatırım idi.
Kapitülasyonlar olarak bilinen ticarî imtiyazlar, Dâmâd İbrâhim Paşa ile Fransa
elçisi Jean de
Avusturya
ile Osmanlı Devleti arasındaki barış, ufak tefek hudut hareketlerine rağmen
devam ediyordu. 12 Mart 1537’de Kilis kalesinin fethi önemli bir hâdise ise de
Avusturya sulhunu bozar mâhiyette sayılmadı. Bu sırada Venedik’in, Dîvân-ı
hümâyûnun Osmanlı-Fransa ittifakına davet eden teklifini reddetmesi ve Osmanlı
Devleti’nin düşmanı, Karada ve denizde birinci rakîbi olan Almanya-İspanya ile
gizli ittifak müzâkerelerinde bulunması üzerine Kânûnî Venedik üzerine sefere
karar verdi. Bundan gaye, Napoli krallığını zabtederek Roma’yı ele geçirmekti.
Bu sefere de, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın seferi gibi Pulya seferi denildi. 17
Mayıs 1537’de Sultan İstanbul’dan hareket etti. Kapdân-ı derya Barbaros
Hayreddîn Paşa da Sultan’dan altı gün önce İstanbul’dan donanmayı hümâyûn ile
hareket etmişti.
Sultan,
İstanbul-Edirne-Filibe-Üsküb-Elbasan yoluyla Arnavutluk’un Avlonya limanına
geldi. Burası İtalya’nın Otranto limanının tam karşısına düşüyordu. 280
parçalık gemiden meydana gelen donanma, Pâdişâh’dan iki gün önce Avlonya
körfezine girmişti Osmanlı-Fransız ittifakına göre, Türk donanması Güney
İtalya’ya hücum ettiği sırada, Fransız kralı da Kuzey İtalya’ya yürüyecekti.
Fakat Fransa kralı, Osmanlı Devleti ile olan andlaşmasına rağmen bu sözünde
durmadı.
23
Temnuz 1537’de Osmanlı donanması
25
Ağustos’da Lütfi Paşa kumandasında yirmi beş bin asker ve otuz top Korfu
adasına çıkarıldı. Adanın tamâmı ele geçirilmesine rağmen, çok müstahkem olan
Korfu kalesi mukavemet ediyordu. Kânûnî’nin Korfu adası karşısındaki Bastia
iskelesine geldiği sırada, sadrâzam Ayas Paşa, komutasında yirmi beş bin asker
daha adaya çıkarıldı. Kale muhafızlarına yapılan teslim olma teklifi
reddedilince, on iki günlük bir muhasaradan sonra Pâdişâh, Barbaros Hayreddîn
Paşanın bütün rica ve ısrarlarına rağmen muhasaranın kaldırılması emrini verdi.
Muhasaranın bu kadar çabuk kaldırılmasında, mevsim şartlarının kötüleşmesi ve
bir düşman güllesinin dört Türk askerini şehîd etmesi gibi sebepler vardı.
Askerlerinin şehid olduğunu gören Sultan; “Bir mücâhid kulumu, böyle bin kaleye
bedel kılmam” diyerek kuşatmayı kaldırdı.
Osmanlı
ordusu. 15 Eylul’de İstanbul’a dönmek için yola çıktı. Pâdişâh,
Manastır-Selânik-Serez-Kavala-Dimetoka-Edirne yoluyla 22 Kasım’da İstanbul’a
girdi. Pulya seferi altı ay altı gün sürdü. Kânûnî Avlonya’dan ayrılırken
akıncılara ve donanmaya, kara ve deniz harekâtının devamını emretti. Kapdân-ı
derya Barbaros Hayreddîn Paşa, Venediklilere âid Sina, Patmos, Maksos adalarını
fethetti.
Osmanlı-Avusturya
barış andlaşmasına, Türkler riâyet ettiği hâlde, Avusturyalılar bu sulhu fiîlen
bozdular. Almanya imparatoru Şarlken’in, Barbaros’a karşı açtığı Tunus seferi
sırasında, komutası altına topladığı orduda Avusturyalı askerler de vardı.
Böylece kral Ferdinand, resmen Osmanlı Devleti’ne karşı bir harbe iştirak etmiş
oluyordu. Bunun üzerine Osmanlı Devleti Almanya ile Avusturya’ya karşı denizde
ve karada mukabil hareketlere başladı. Bosna beylerbeyi Hüsrev Bey, Avusturya
hakimiyetindeki Hırvatistan ve Dalmaçya’ya girerek bir kaç kaleyi zabtetmişti.
Semendire sancakbeyi ise Pajega kalesini fethetti. Osmanlı akınları karşısında
kral Ferdinand telâşa düşerek, sayısı kırk beş bine ulaşan bir ordu ile karşı
koymaya çalıştı. Bu ordunun kumandanlığına da zamanın ünlü kumandanlarından
Katzianer getirildi. Avusturya ordusunda 49 top vardı. İki ordu 2 Aralık
1537’de Verlizo ovasında karşılaştı. Mevsim kış olduğundan hava çok soğuktu.
Muhârebe çok kısa sürdü. Avusturya kuvvetleri sahte bir ric’atle pusuya
düşürülerek mağlûb edildi. Ancak üç bin kadar asker ve Katzianer kaçıp
kurtulabildi. Semendire beyi ganimet ve esirleri oğlu Arslan Bey ile İstanbul’a
gönderdi. Kânûnî, bu başarıda önemli rol oynayan genç Arslan Bey’i yeni kurulan
Pojega sancakbeyliğine tâyin etti.
1538
kışını İstanbul’da geçiren Kânûnî Sultan Süleymân, anlaşmaya uymayan ve Osmanlı
Devleti’nin düşmanları ile işbirliği yapan Boğdan voyvodası üzerine sefere
karar verdi. Osmanlı Devleti’ne tâbi voyvoda, Lehistan topraklarına
saldırmıştı. Hâlbuki Kânûnî, Kırım Han’ı ile Boğdan voyvodasının Lehistan’a
saldırmayacağını taahhüd etmişti. Yine Boğdan voyvodası, Kânûnî’nin kıymet
verdiği bir Venedikliyi öldürtmüştü. Sonraki zamanlarda Osmanlı Devleti’ne
karşı Avusturyalılarla gizli muhârebelerde bulunduğu Pâdişâh tarafından
öğrenilmişti. Bütün bu sebeplerden dolayı Kânûnî Sultan Süleymân, 8 Temmuz
1538’de ordu-yı hümâyûn ile Boğdan seferine çıktı. Ordu, 16 Ağustos’da
Babadağ’a vardı. Pâdişâh’ın, Avrupa içlerine ilerlerken düşman ülkesinde bile
ahâlinin canına, ırz ve malına hattâ tarlasındaki ekili mahsûlüne zarar
verdirtmeden hareketi, güzel bir adalet örneği oluyordu. Babadağ’a varıldığı
sırada, Boğdan voyvodası ordugâha davet edildi ise de gelmedi. 31 Ağustos’da,
Prut nehri üzerine Mîmâr Sinân’ın yaptığı köprüden geçildi. 15 Eylül’de Boğdan
voyvodalığının merkezi Suçava’ya girildi. Ahâli İslâm dîninin adaletini temsil
eden ve Avrupa’ya medeniyet götüren Osmanlı idaresini istediğinden, mukavemete
tarafdâr olmadı. Bu yüzden voyvoda Petro yalnız kalarak kaçtı.
Bu
sefer askerî bir yürüyüş manzarasını göstermekte ise de neticesi bakımından
önemli olmuştur. Toplanan dîvânda Boğdan’ın statüsü tamamen değiştirildi.
Almanya’ya kaçmış olan Petro Rareş voyvodalıktan azledildi. Yerine kardeşi
Stefan tâyin edilerek maiyyetine muhafız adıyla beş yüz yeniçeri verildi. Yeni
voyvoda iki yılda bir İstanbul’a iki senelik vergisini getirerek, Pâdişâh’a
tazimlerini arz edecekti. Dinyester ile Prut nehirleri arasındaki Moldovya
arazisinin hepsi doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’ne bağlandı. Petro Rareş’in
sarayın mahzenlerinde saklı bulunan hazînesi zaptedildi, Sultan 22 Eylül’de
İstanbul’a dönmek için hareket etti.
Kânûnî
Sultan Süleymân Boğdan seferine çıkmadan önce, Mısır vâlisi Hadım Süleymân
Paşa’ya Hindistan’a sefereçıkmasını emretti. Zîrâ bu sırada Portekizliler Hind
okyanusunda ticâret yapan müslüman gemicileri rahat bırakmayarak, insafsızca
öldürdükten sonra gemilerini yakıp batırıyorlar, aynı zamanda büyük kâr getiren
ipekyolu güzergâhının değişerek, Avrupalıların Ümit Burnu’nu kullanmaları,
Osmanlı ekonomisini zarara sokuyordu. 13. Haziran 1538’de Süveyş limanından 76
gemi ile hareket eden Hadım Süleymân Paşa’nın emrinde, yedi bin yeniçeri ve on
üç binden fazla levend bulunuyordu.
Süleymân
Paşa, 24 Temmuz’da Aden’i aldı. Behrâm Bey’i Aden sancakbeyliğine tâyin etti.
Aden’den ayrılarak 27 Ağustos’da Gucerât yarımadası açıklarına geldi. Süleymân
Paşa bu yarımadanın yakınlarında bulunan ve Portekizlilerin üssü olan Div
adasını feth etmek istedi, önce adadaki Gohala ve Kat kalelerini fethetti.
Sonra Div Kalesini kuşattı. Düşman büyük zâyiât verdi. Kalede büyük gedikler
açılmış iken Süleymân Paşa 20 Eylül günü kuşatmayı kaldırdı. Sahilden
ayrıldıktan sonra donanma fırtınaya yakalandı. Dört gemi karaya oturdu.
Süleymân Paşa, Hindistan müslümanlarına kendilerini Portekizlilere karşı
korumaları için bir mikdâr mühimmat bıraktı. Dönüşte Eritre, Somali ve
Habeşistan müslümanlarına yardımda bulundu. Zebid’i ele geçirerek Yemen eyâleti
ile birleştirdi. Beylerbeyiliğine Gazze sancak beyi Mustafa Bey’i tâyin etti.
13 Mart 1539’da Cidde’ye geldi. Donanmayı Süveyş limanına göndererek kendisi
hacca gitti. Daha sonra İstanbul’a giderek Hind seferi hakkında mufassal bir
rapor verdi. Bu ilk Hindistan seferi idi ve bir sene sürmüştü.
Ordu-yı
hümâyûn seferden dönerken Alman imparatoru Şarlken’in, Alman, Venedik,
Portekiz, Ceneviz, Papalık, Floransa ve Malta filo gemilerinden meydana
getirdiği 600 gemi ve 60 bin kişilik büyük haçlı donanması, Andrea Doria’nın
kumandası altında Preveze’de Barbaros Hayreddîn Paşa’nın karşısına çıkıyordu.
28 Eylül sabahı başlayan ve akşama kadar süren muhârebede Barbaros Hayreddîn Paşa
haçlı donanmasını imha ederken, Andrea Doria gece karanlığından istifâde ederek
kaçtı. Osmanlı donanması böylece büyük bir zafer kazandı. Ele geçirilen esir ve
ganîmetler İstanbul’a gönderildi (Bkz. Preveze Zaferi). Emsali görülmeyen,
Preveze zaferinin müjdesini Sultan 15 Ekim’de Yanbolu’ya geldiği vakit aldı.
Zafer müjdesini ayakta dinleyen Pâdişâh, daha sonra durumu bütün vilâyetlere
zafernâmelerle bildirdi ve şenlikler yapılmasını emretti.
Venedikliler
bu seferde, Osmanlı Devleti ile mücâdelenin Venedik için dâima zararlı olduğunu
anladılar. Barbaros Hayreddîn Paşa’nın deniz seferlerinde en büyük zararı
Venedik gördü. Akdeniz’deki bütün adalarını kaybeden Venedik’in, sâdece Girid
ve Kıbrıs olmak üzere iki adası kalmıştı. Şayet Osmanlı Devleti ile savaşa
devam edecek olursa, bunları da kaybedeceği kesindi. Bunun için Venedik
Cumhuriyeti birbiri ardından Gritti, Pietro Zeno ve Tomaso Contarini’yi
İstanbul’a gönderdi. Elçiler uzun müzâkereler yapmalarına rağmen bir şey elde
edemediler. Sonunda Luipi Badoero adlı bir elçi, büyük salâhiyetlerle
İstanbul’a geldi ve bir sulh andlaşması imzalamayı başardı (20 Ekim 1540).
Andlaşmanın ana maddeleri şunlardı: 1- Venedik Cumhuriyeti, harp tazminatı
olarak Osmanlı Devletine 300.000 duka altın ödeyecektir, 2- Mora’da
Venediklilere âid Nauplia ile Malvoisia kaleleri Osmanlı Devleti’ne
terkedilecektir, 3- Dalmaçya’da Nadin ve Arena kaleleri Türklere
bırakılacaktır, 4- Barbaros Hayreddîn Paşa’nın son seferinde fethettiği bütün
adalar Osmanlı Devleti’nde kalacaktır.
1541
senesinde Osmanlı Devleti’ne tâbi Macaristan kralı Yanoş ölünce, yerine on beş
günlük bir bebeği vâris bırakmıştı. Bu durumdan istifâde etmek isteyen
Avusturya kralı Ferdinand, Macaristan krallığının baş şehri olan Budin’e büyük
bir ordu sevketti. Raggendorf’un kumanda ettiği Ferdinand’ın ordusunun Budin’i
kuşatması üzerine, Zapolya tarafdârları Avusturyalıları Macaristan için gerçek
bir tehlike sayarak şehri müdâfaa ettiler. Bu sırada üçüncü vezir Mehmed Paşa
komutasındaki bir ordu, Budin’in yardımına gönderildi. Sultan ise, 20 Haziran
1541’de İstanbul’dan hareket etti. Mehmed Paşa komutasındaki öncü kuvvetlerin
yaklaştığını öğrenen Rogendorf önce ordusunun etrafına hendek kazıp tahkim
ederek müdâfaaya karar verdi ise de yenilgiden kurtulamadı. Dört tarafı;
hendekler, toplar, nakliye arabaları ile iyice tahkim edilmiş ordugâha Türkler İstabur
dedikleri için, Kânûnî gelmeden Türk vezirlerinin kazandığı bu zafere, İstabur
zaferi denmiştir.
Bu
arada Kânûnî’nin büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu haber alan Rogendorf,
geceden istifâde ederek (21-22 Ağustos gecesi) birliklerini Mehmed Paşa
kuvvetlerine sezdirmeden Tuna’nın öbür yakasına geçirmeye kalkıştı. Durumu
haber alan Mehmed Paşa, hemen hücuma geçerek, Avusturya ordusunu imha etti.
Rogendorf yaralı olarak canını kurtarabildi. Kâsım Paşa da ince filosu ile
Tuna’dan ilerleyerek Almanların elinde bulunan, Budin’in karşı yakadaki
bölümünü geri aldı. Bu zaferden dört gün sonra Kânûnî Sultan Süleymân, Ordu-yı
hümâyûn ile Budin önlerine geldi. Macaristan Osmanlı Devleti’ne ilhak edilip,
30 Ağustos 1541’de Budin beylerbeyliği ve idarî teşkîlâtı kuruldu. Bebek kral
Sigismund, Erdel banlığına tayin edildi. Budin’in en büyük kilisesi olan ve
câmiye çevrilerek Fethiye adı verilen bu mâbedde Ebüssü’ûd Efendi’nin imâmetinde
Sultan ilk Cuma namazını kıldı. Kânûnî Sultan Süleymân 28 Eylül’de Budin’den
hareket ederek beş ay yedi gün süren bu seferin sonunda 27 Kasım 1541’de
İstanbul’a girdi.
Kral
Ferdinand, 1542 yazında, senelik harac karşılığında Macar krallığının kendisine
verilmesini teklif ettiyse de bu teklif dikkate alınmadı. Ferdinand, Budin’in
bir Türk eyâleti olmasından ürktüğü için Avrupa’da Türk-İslâm tehlikesinden
bahsederek propagandaya başladı. Avusturya, Alman ve diğer Avrupa
devletlerinden yüz bin mevcûdlu büyük bir hıristiyan ordusu topladı. Peşte
kalesini kuşatan müttefik Avrupa ordusuna karşı, Budin beylerbeyi Yahyâ
Paşazade Bâli Bey sekiz bin askerle müdâfaada bulundu. Durumu öğrenerek
ordusunun başında 17 Kasım 1542’de İstanbul’dan yola çıkan Kânûnî, henüz yolda
iken 24 Kasım’da düşmana karşı gece taarruzuyla Peşte zaferi kazanıldı.
Müttefik Avrupa orduları perişan bir hâlde kaçarken imha edildi. Düşmandan pek
çok esir ve ganimet alındı. Zafer haberi alan Pâdişâh, seferden vazgeçerek
Edirne’de kaldı.
1543
kışını Edirne’de geçiren Kânûnî, Budin’in emniyet ve teşkilâtını pekiştirmek
için onuncu seferine çıktı. 371 parçalık Tuna ince donanması da büyük mikdârda
erzak ve mühimmat ile Segedin sancakbeyi Ali Bey ile kethüdası Sinân Ağa
nezâretinde Tuna’da ilerliyordu. 4 Hazîran’da Belgrad’a varan Kânûnî, iki gün
sonra, Sava ırmağını geçerek Sirmi bölgesine girdi. Yol üzerindeki kaleleri
feth ederek ilerleyen Osmanlı ordusu, 29 Temmuz’da Estergon önlerinde görüldü.
Başpiskoposluk merkezi olan Estergon kalesini; Alman, İtalyan ve İspanyol
muhafız askerleri koruyordu. Kale müdafileri, teslim teklifini kabul etmeyince,
devrin en büyük ve te’sirli ateşli silâhlarına sâhib Osmanlı ordusu, üç yüz on
beş topla kaleyi dövmeye başladı. Sultan Süleymân Han’ın en muhteşem
seferlerinden biri olan Estergon seferine gayet tedarikli çıkılmıştı. Anadolu
ve Rumeli orduları Pâdişâh’ın maiyyetinde, çeşitli sınıfların aldığı sefer
tertîbi, mühimmat ve erzakı mükemmeldi. Osmanlı kuşatmasına on iki gün
mukavemet edebilen Estergon, 10 Ağustos’da, müdâfîlerinin çekilip gitmeleri
şartıyla teslim oldu. Şehrin büyük kilisesi câmiye çevrilerek Pâdişâh burada
Cuma namazını kıldı. Osmanlı fütûhatı, Avrupa’da devam ederek, eski Macar
krallarının taht merkezi İstolni-Belgrad 20 Ağustos’ta kuşatıldı ve şehir 4
Eylül günü fethedildi. Kralların gömüldüğü büyük kilise, halkın ricaları
üzerine câmiye çevrilmiyerek, başka bir kilise câmi yapıldı, İstolni-Belgrad,
sancak merkezi olarak Budin beylerbeyliğine bağlandı. Mevsim ilerlediğinden,
Pâdişâh, 6 ay 23 gün süren Macaristan seferi sonunda, 7 Eylül günü İstanbul’a
dönmek için hareket etti ve 16 Kasım 1543’de İstanbul’a vardı. Yolda, oğlu
velîahd şehzâde Mehmed’in ölüm haberini alarak çok üzüldü. Nitekim Pâdişâh
kendi adına yaptırmakta olduğu câmiyi çok sevdiği oğlu Mehmed’in adına, yanına
bir türbe yaptırmak suretiyle tamamlatmıştır.
Sultan’ın
İstanbul’a dönmesine rağmen, Avusturya hududunda Osmanlı fütûhatı durmadı.
Budin beylerbeyi Avusturyalılara âid bir çok kaleyi fethetti. Bütün Avrupa’nın
imparatoru olduğunu iddia eden Şarlken ile kardeşi, Avusturya kralı Ferdinand,
sulhe baş vurarak İstanbul’a birer elçi gönderdiler ve kendilerini böylece
kurtarmaya çalıştılar. Uzun süren müzâkereler neticesinde 13 Haziran 1547’de
kesin andlaşmaya varılarak, 19 Haziran’da İstanbul muahedesi imzalandı ve
Almanya ile Osmanlı Devleti arasındaki savaşa son verildi. Muahedeyi 1
Ağustos’da Şarlken 8 Ekim’de de Kanunî Sultan Süleymân tasdîk etti. Bu andlaşma
ile kudret ve azamet bakımından muasır devletlerden hiç birisi ile eşit olmayan
Osmanlı Devleti’nin; cihân devleti sıfatı bütün dünyâ devletleri tarafından
tanınmış oluyordu.
Osmanlıların
Orta Avrupa’da önemli mes’elelerle meşgul olması sebebiyle, İran Safevî Devleti
iyice toparlandı. Şiîlik propagandası ve Doğu Anadolu’yu geri alma siyâsetini
tâkib eden Safevî Devleti üzerine yeni bir sefer açılması lüzumlu bir hâl
almıştı. Şâh Tahmasb’ın, hudûddaki bâzı Osmanlı kale ve mevkilerini ele geçirmesi,
Safevîlere isyân eden Şâh İsmail’in oğlu Şirvan vâlisi Elkas Mirzâ’nın, sultan
Süleymân Han’dan yardım istemek gayesiyle İstanbul’a gelmesi ve şiî
propagandasına karşı âlimler ile Osmanlı umûmî efkârın tepkisi üzerine Sultan,
İran üzerine sefere çıkmaya karar verdi.
Osmanlı
sultânı 29 Mart 1548 günü İstanbul’dan hareketle ikinci İran seferine çıktı.
Sefere Pâdişâh’ın en küçük oğlu şehzâde Cihângir de katılıyordu. Elkas Mirza,
yanına verilen Osmanlı askerleri ile öncü kuvvet olarak gönderildi. Ancak
Osmanlı ordusu 27 Temmuz’da dördüncü defa Tebriz’e girdiği hâlde Şâh Tahmasb
meydanlarda yoktu. O, ülkesini Osmanlılara terketmiş ve en ücra köşelere
çekilmişti. Meydana çıkabilmek için Osmanlı sultânının dönüşünü beklemekten
başka çâresi yoktu. Şehirde beş gün kalan Sultan, sonra Van kalesi önüne geldi.
Osmanlı pâdişâhı bu seferde Safevî Devleti’nin önemli topraklarının yanı sıra,
25 Ağustos’ta Van kalesini de ele geçirdi. Kaleyi çok iyi bir şekilde tahkim
eden Sultan, 29 Eylül’de Diyarbakır’a, oradan da 25 Kasım’da Haleb’e geldi ve
kışı Haleb’de geçirdi. Bu sırada Elkas Mirza, İsfehan ve Kum dolaylarına
akınlar yapmakla vazifelendirildi.
1549
baharında Halep’ten ayrılan Sultan, uzun müddet Diyarbakır’da kaldı. İkinci
vezir Ahmed Paşa’yı Gürcistan taraflarına yolladı. Bu seferde Berekân, Gömge,
Penak, Gemnek, Samagar, Ahadır kaleleri ve mevkileri fethedildi. 5 Kasım’da
Diyarbakır’dan ayrılan Sultan, 21 Aralık’ta İstanbul’a döndü. Kânûnî’nin Tebriz
seferi olarak bilinen bu sefer-i hümâyûnu 1 sene 8 ay 23 gün devam etti,
Osmanlı
ordusu, Doğu Anadolu’dan ayrıldıktan sonra 1551 senesine kadar Şâh Tahmasb
herhangi bir saldırıda bulunmadı. 1551 Ağustos’unda Safevî ordularının Osmanlı
serhat kalelerine, hücumlarda bulunması üzerine Kânûnî Sultan Süleymân üçüncü İran
seferine çıktı (28 Ağustos 1553). 8 Kasım’da Haleb’e varan Sultan, 1553-1554
kışını burada geçirdi. 1554 baharında yavaş yürüyüşle Haleb’den çıkan ordu, 1
ay 3 gün sonra Diyarbakır civarında konakladı. 15 Mayıs’ta toplanan harp
dîvânında, Osmanlı devlet adamları ve kumandanları sultan Süleymân Han’dan
İslâm’a hizmet beklediklerini arz edip, emrinde Hind’e ve Sind’e dahî
gidebileceklerini ifâde ettiler. 20 Mayıs’ta Diyarbakır’dan Nahcivan ve Revan
üzerine sefer niyetiyle hareket edildi. 5 Temmuz’da Şâh Tahmasb’a Kars
önlerinde harp için davet yapıldı. Ancak, her zaman olduğu gibi Osmanlı’nın
yokluğunda Doğu Anadolu’yu kana bulayıp, müslümanlara her türlü insanlık dışı
fiilleri işleyen İran Safevîleri, muhârebe meydanında görünmeyince, Nahcivan,
Revan ve Karadağ tarafları zaptedildi. Böylece Doğuda Osmanlı hâkimiyetini
sağlamlaştıran Sultan, 28 Eylül 1554’de Erzurum’dan hareket ederek, kışı
geçirmek üzere 30 Ekim’de Amasya’ya ulaştı.
Kânûnî
Sultan Süleymân’ın mûtad dışı olarak iki sene üst üste Anadolu’da kışlaması,
Şâh’ı korkuttu. Sulh için Amasya’ya elçiler gönderdi. Uzun süren görüşmeler
neticesinde, iki devlet arasında Amasya andlaşması imzalandı (29 Mayıs 1555).
Andlaşmaya göre; Gürcistan paylaşıldı. Ardahan, Göle, Arpaçay ve çevresi
Osmanlı Devleti’ne bırakıldı. Şiî İranlıların; hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman
ve Aişe dâhil sâhâbîlere küfr ve iftira etmemeleri ile mukaddes makamlara
hürmet etmeleri kabul edildi. Anadolu, aşağı yukarı bugünkü sınırlar üzerinde
anlaşıldı. Böylece doğuda yirmi üç sene sürecek bir sulh dönemine girildi.
Kânûnî’nîn
doğu mes’elesini hâllettiği sırada, Alman imparatoru Şarlken, topraklarını oğlu
İkinci Philip ile imparator îlân edilen Ferdinand arasında bölüştürdü. Almanya
ile İspanya birbirlerinden ayrıldı. Sultan’ın uzun süreden beri uyguladığı
siyâset başarı ile netîcelenmişti. Bütün bunlar olurken kapdân-ı deryalığa
getirilen Piyâle Paşa, 1555 yazında Fransa’yı desteklemek emriyle sefere çıktı.
Trablusgarb beylerbeyi Turgut Reis ile birleşti. Turgut Reis İspanya sahillerine
kadar gitti. Andrea Doria Osmanlı donanması karşısına çıkmayınca, Piyâle Paşa
İstanbul’a döndü. Bu sırada Şarlken’in tahttan çekilmesine üzülen ve çok
ihtiyârlıyan Doria, İspanya deniz kuvvetleri komutanlığından ayrıldı. 1558 yazı
Piyâle Paşa, Turgut Reis ile sefere çıkarak Sorrento’yu aldı. Balaer adalarını
fethetti. Bu adaları savunamıyan İspanya, 1559’da Fransa ile bir sulh
andlaşması imzaladı. Aynı sene Piyâle Paşa, Adriya denizine girerek sancak
gösterip döndü. Bu sırada İspanya kendisini göstermek üzere faaliyetlerde
bulunuyordu. Bunun için de Turgut Reis’i ve onun başlıca üssü olan Cerbe
adasını hedef seçti ve büyük bir armada hazırlamaya başladı. Durumu öğrenen
Turgut Reis, İstanbul’a haber gönderdi.
İspanya,
Preveze’den sonra en büyük donanmayı hazırladı ve Andrea Doria’nın yeğeni Gîan
Doria komutan tâyin edildi. Haçlı donanması 2 Mart 1560 günü Cerbe adası
önlerine gelerek karaya asker çıkardı. Cerbe’yi müdâfaa eden bin kadar levend
beş gün dayandıktan sonra Trablus’a çekildi. Kapdân-ı derya Piyâle Paşa, Turgut
Reis’in durumunu bilmesi üzerine hemen harekete geçti. Osmanlı donanmasının
geldiğini haber alan haçlılar, Osmanlıları Cerbe’de beklemeye karar verdiler. 4
Nisan’da 120 gemilik filo ile denize açılan Piyâle Paşa, 35 günde Cerbe
açıklarına geldi. Toplanan dîvânda, Barbaros’un Preveze’de kullandığı plânın
uygulanmasına karar verildi. Osmanlı donanmasında Kılıç Ali Paşa, Seydi Ali
Reis, Turgut Reis, Mustafa Reis gibi kurt denizciler bulunuyordu. 14 Mayıs 1560
sabahı Cerbe adası açıklarında dünyâ târihinin büyük deniz muhârebelerinden
biri meydana geldi. Haçlı donanması Piyâle Paşa’nın ustaca manevraları
sonucunda bir kaç saat içinde perişan oldu. Başkumandan Gian Doria bir kaç gemi
ile kaçarak canını zor kurtardı.
Bu
zafer, Avrupa’da duyulduğu zaman, umûmî bir matem havası esti. Yeğeninin
mağlûbiyet haberini hasta yatağında öğrenen 90 yaşındaki Andrea Doria, kısa bir
süre sonra üzüntüsünden öldü. Bu büyük zafer, Akdeniz’de hâkimiyet dâvasında
bulunan İspanya kralı ikinci Philip için bir darbe idi. Donanmanın İstanbul’a
dönüşü pek muhteşem oldu. Kânûnî Sultan Süleymân donanmayı sahilde karşıladı.
Bu
zaferler kazanılırken şehzâdeler arasında da saltanat mücâdelesi
başgöstermişti. Nitekim 1553 Nahcivan seferi sırasında şehzâde Mustafa devlet
adamlarının da kışkırtmaları sonucu, saltanat sevdasına kapılınca îdâm
edilmişti. Böylece Kânûnî’nin hayatta iki oğlu kaldı. Şehzâde Bâyezîd ile
şehzâde Selim arasındaki mücâdele de iki taraftan birini destekleyen devlet
adamlarının da körüklemeleri sonucu had safhaya ulaştı. Kânûnî, bir ihtiyat
tedbiri olarak şehzâde Selîm’i Manisa’dan alarak Konya’ya, şehzâde Bâyezîd’i de
Kütahya’dan Amasya’ya nakl etti. Fakat bu iki şehzâde arasındaki mücâdeleyi
ortadan kaldıramadı. Nitekim iki şehzâdenin kuvvetleri Konya yakınlarında
muhârebeye tutuştu. Şehzâde Bâyezîd kesin bir netice elde edemeyeceğini
anlayınca geri çekilerek Amasya’ya gitti. Bu arada bâzı devlet adamlarının onu
isyânkâr göstermek suretiyle aleyhinde çevirdiği entrikaları anlayarak
babasından af diledi ise de yazdığı mektuplar, Pâdişâh’a ulaşmadan entrikacılar
tarafından imha edildi.
Kânûni
Sultan Süleymân, oğlunun Amasya’da tekrar asker toplamaya başlaması üzerine,
bizzat onun üzerine yürümek için harekete geçti. 5 Haziran’da Üsküdar’da
ordugâh kuruldu. Bu sırada şehzâde Selîm’in maiyyetindeki kuvvetlerle,
Amasya’ya yürümesi üzerine, muvaffak olamayacağını anlayan şehzâde Bâyezîd,
maiyyeti ve çocukları ile İran’a sığındı. Şâh Tahmasb tarafından çok iyi
karşılanan Şehzâde, emrindeki ordu ile Şâh’ı devirmek teşebbüsünde olduğu
ortaya çıkınca, sıkı göz altına alındı. İki devlet arasında yapılan görüşmeler
sonunda şehzâde Bâyezîd ve dört oğlu Osmanlı Devleti’ne iade edildi. Entrikacı
devlet adamları Şehzâde ve çocuklarını daha İran topraklarında iken öldürdüler.
Bu hâdise Osmanlı ülkesinde büyük teessür meydana getirdi. Kânûnî Sultan
Süleymân, Şâh tarafından anlaşmaya uyulmadığını kabul ederek vâdedilen paranın
tamâmını göndermediği gibi, Kars kalesini de vermedi. Şehzâde Bâyezîd’in
ölümünden sonra tahta geçecek tek şehzâde, Selîm kaldı.
Piyâle
Paşa 1561, 1562, 1563 sefer mevsimlerinde Akdeniz’e açılıp, sancak gösterdi.
1564’de Rif’e gitti. Napoli civarında bir kaç kaleyi fethedip, Fransızlara
teslim etti. Rodos, şövalyeleri, Rodos’dan ayrıldıktan sonra Malta adasına
yerleşmişlerdi. Osmanlı donanması sık sık Malta’yı vurdu ise de, şövalyeleri
çıkarıp atmak mümkün olmadı. Şövalyelerin, giyim eşyası götüren bir Türk
gemisini zaptetmeleri üzerine 1 Nisan 1565’de Piyâle Paşa, donanma-yı hümâyûn
ile Malta üzerine sefere çıktı. 19 Mayıs’da Malta önlerine gelen donanma,
adanın batısında bulunan Mugiano koyundan karaya asker çıkarttı. Hâlbuki Kânûnî
Sultan Süleymân, donanmada bulunan kara kuvvetleri komutanı Mustafa Paşa’ya;
“Turgut Paşa, Malta adasının ahvâline, her kalenin dövülecek bölümüne ve
metrisler kazılacak yerine iyi bir şekilde vâkıftır. Zinhar reyine muhalefet
etmeyin” diyerek tenbihde bulunmuştu. Mustafa Paşa adaya asker çıkardığı zaman,
Turgut Paşa daha bölgeye gelmemişti.
Karaya
çıkan Osmanlı askeri 24 Mayıs günü iki tabiî limana sahip müstahkem, Saint Elme
kalesini kuşattı, 2 Haziran’da ada açıklarına gelen Turgut Paşa, durumu tedkîk
eder etmez yapılan hatâları görerek, Piyâle Paşa ve Mustafa Paşa’ya bunları
îzâh etti. Büyük emek ve mühimmat sarfedilmiş olduğu için Turgut Paşa, mecburen
kalenin muhasarasına devamdan başka çâre bulamadı. 17 Haziran gecesi sabaha
karşı Türk deniz târihinin büyük simalarından olan Turgut Paşa aldığı bir yara
neticesinde şehâdet şerbetini içti. Trablusgarb’a nakledildi. 23 Haziran günü
Saint Elme kalesi fethedildi. 1 Temmuz’da Saint Michel kalesinin muhasarasına
başlandı. Temmuz sıcağında devam eden muhasara çok kanlı geçti. 11 Temmuz’da
Cezâyir beylerbeyi Hasan Paşa, donanması ile yardıma geldi. 15 Temmuz’da
yapılan büyük hücum, her iki tarafa ağır kayıplar verdirdi. 2 Ağustos’tan
itibaren Salih Paşazade Yahyâ Bey, büyük lağım muhârebelerini başlattı. 7
Ağustos’ta Mustafa Paşa, 22.000 askeri birden taarruza sürdü. Ağustos ayı
sonlarına kadar umûmî hücumlar bir kaç kere yapıldı. Bu sırada Sicilya
açıklarında bekleyen haçlı donanması, gece karanlığından faydalanarak adaya
asker çıkardı. Bu, adadaki Türk ordusu için tehlikeli idi. Aynı zamanda üç
aylık bir muhasaraya göre ayarlanmış olan erzak bitmeye yüz tutmuştu. Cezâyir
beylerbeyi Hasan Paşa; kendisinin yöneteceği bir taarruz daha yapıp muvaffak
olamazsa muhasaranın kaldırılmasının daha iyi olacağını, çünkü Cezâyir ve
İstanbul’dan yardım gelmeden Malta’da kışlamanın çok zor olduğunu serdâra
bildirdi. Üç ay yirmi üç gün süren muhasara 8 Eylül’de kaldırıldı. Osmanlı
donanması 11 Eylül günü adadan ayrıldı. Muhasaranın başarısızlıkla
neticelenmesi, Kânûnî Sultan Süleymân’ı çok üzdü.
1565
sonlarında İstanbul’a gelen Piyâle Paşa, 26 Mart 1566 senesinde tekrar denize
açıldı. 14 Nisan günü Sakız adası limanına girdi. Bu ada Osmanlı himayesinde ve
Ceneviz yönetiminde idi. Ada müdâfîlerinin mukavemet etmelerine imkân yoktu.
Nitekim ada, mukavemet etmeksizin Osmanlı topraklarına katıldı. Buradan ayrılan
Piyâle Paşa, bir daha göremeyeceği Pâdişâh’ın emri ile Güney İtalya sahillerini
vurmak için yola çıktı. Gerçekten de bu sırada Kânûnî Sultan Süleymân, ağır
hasta olduğu hâlde hıristiyanlar üzerine 1 Mayıs 1566 günü yeni bir sefere
çıkıyordu. Bu seferin Sultan’ın son seferi olduğu belli gibiydi. Nitekim
Pâdişâh rahatsızlığı dolayısıyla yalnız şehirlere girerken ata binebiliyor,
diğer zamanlarda özel arabasıyla gidiyordu. 29 Haziran’da Belgrad’ın karşısında
bulunan Zemlin sahrasında, otağ kuruldu. Bu sırada da Erdel prensi kral ikinci
Yanoş’u kabul eden Sultan, ona, Tise ile Erdel arasındaki toprakları verdi.
Sultan,
Erdel sınırında bulunan ve Avusturyalılara âid Erlov kalesini alarak burayı
Osmanlı topraklarına katmak istedi. Fakat Zigetvar voyvodasının Osmanlı devlet
adamlarından birkaçını öldürerek, mallarına el koyması üzerine, Zigetvar
üzerine yüründü. 5 Ağustos’da kale önüne gelen Sultan, ilk önce kalede
bulunanlara, müslüman olmalarını veya teslim olup cizye vermelerini istedi. Bu
teklifleri kabul edilmeyince muhasara başladı. Sultan, maiyyetindekilerin
ağlıyarak yalvarmalarına rağmen hasta hasta atına binip, muhasara saflarını
teftiş ederek son emirlerini verdi. Çadırına döndüğünde yorgunluktan yatağa
düştü. Hastalığı şiddetini arttırmış olmasına rağmen, yatmayıp devamlı muhasara
ile meşgul oldu. Aynı gün ikinci umûmî hücum yapıldı. 1 Eylül günü, ikinci
vezir Pertev Paşa, Gyula kalesini fethetmişti.
2
Eylül günü, üçüncü büyük taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında çok yağmur
yağdığı için, arazi bataklık hâline geldi. 5 Eylül günü abdest alıp, vasiyetini
yazan yeniçeri bölükbaşısı, merdivenle kaleye tırmanıp, mazgallardan birine
humbara soktuktan sonra fitilini ateşlediği anda tüfek kurşunlarıyla şehîd
oldu. Bu fedaî yeniçerinin ateşlediği humbara patlayarak büyük bir gedik açtı.
Osmanlı askeri bu gedikten içeri girerek dış kaleyi ele geçirdi. İç kaleye
çekilen müdâfîlerin komutanı kont Zerniski, bütün askerleriyle beraber ölmek ve
Türklere elinden geldiği kadar fazla zâyiât verdirmek ve vakit kaybettirmek
gayesinde idi. Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’nın sır kâtibi Ahmed Feridun Bey,
Almanca, Latince, Hırvatça ve Macarca beyannameler yazdırarak okla iç kaleye
attırdı. Beyannamelerde, daha fazla dayanmalarının kendileri için ölüm
olduğunu, kumandanları Zerniski’nin onları delice ölüme götürdüğü yazılı idi.
Bu sırada ölüm döşeğinde bulunan Pâdişâh, Sokullu Mehmed Paşa’ya, ölümü hâlinde
ordunun başına geçmesi için, yazdığı son hatt-ı hümâyûnda ön saflarda bulunup
hayâtını tehlikeye atmamasını tavsiye ederek şöyle demiştir: “Bundan sonra, sen
harb meydanına gitmeyip, saltanat kazasında din ve devlet işlerini, adalet ve
asayişini sağlamak ile meşgul olasın ve gözümün nuru Selîm Han’ımı ve İslâm
askerini ve seni askeriyeye ısmarladım.”
Türkler
arasında Kanunî ve Gâzî olarak, Avrupalılar arasında Muhteşem ve Büyük olarak
meşhur olan Cihân Sultânı, 6 Eylül gecesi saat bir buçuk sırasında ebedî âleme
göçtü. Bu sırada, başında sâdece sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa ve hekimbaşı
Kaysûnîzâde Bedreddîn Mehmed Çelebi bulunuyordu. Pâdişâh’ın vefâtı üzerine
sadrâzam derhâl vezirleri toplantıya çağırdı. Bu toplantıda, Sultan’ın ölümünün
askerden saklanmasına ve yeni Pâdişâh’ın ordu-yı hümâyûna varıncaya kadar,
Kânûnî Sultan Süleymân’ın sağ olarak gösterilmesine karar verildi. Has oda
subaylarından İmâm Hasan Ağa, Sultan’a çok benzediğinden, Sokullu’nun emri ile
Pâdişâh’ın elbisesini giyerek saltanat arabasına bindi.
Kânûnî’nin
vefât ettiği gecenin sabahı, Sokullu Mehmed Paşa, Kütahya’da bulunan velîahd
şehzâde Selîm’e, bir ulak göndererek, durumu bildirdi. Aynı gün Osmanlı
askerleri Zigetvar’ın iç kalesini fethetti. Zerniski, Türk esirlerine korkunç
işkenceler yaptığı için, îdâm edildi. Böylece otuz üç gün süren kuşatma sona
ermiş oldu. Sokullu Mehmed Paşa, harab bir hâle gelen kaleyi tamir ettirdi ve
sancak merkezi yaptığı kaleye alay beylerinden İskender Beyi tâyin etti. Ordu,
Kânûnî’nin cenazesiyle beraber İstanbul’a dönerken, saltanat arabasına
oturtulan Hasan Ağa, Pâdişâh’ın bütün hareketlerini taklid ediyordu. Arada bir
Sokullu yanına yaklaşarak güya bir şeyler söylüyordu. Böylelikle Pâdişâh’ın
öldüğü şayiaları önlendi ve muhtemel taşkınlıkların önüne geçildi.
Babasının
ölüm haberi üzerine İstanbul’a gelen şehzâde Selîm, fazla zaman kaybetmeden
babasının cenazesini ve orduyu karşılamak için yola çıktı ve Belgrad yakınlarında
ordu ile buluştu. Sokullu Mehmed Paşa, şehzâdenin ordugâha gelmesi üzerine,
devlet ileri gelenlerini toplayarak, Pâdişâh’ın vefât ettiğini bildirdi. Herkes
ne yapacağını şaşırdı. Kırk altı sene başlarında bulunup zaferden zafere
koşturan, hiç bir seferinde yenilmek bilmeyen bu, büyük Pâdişâh’ın öldüğüne
inanamıyorlardı. Fakat hakîkat ortada idi ve doğan her şey, ölüme mahkûmdu.
Kabullenmekten başka çâre yoktu.
Yeni
Pâdişâh memleketin nâzik durumunu dikkate alarak, kendisi askerin başında
kaldı. Zigetvar seferine iştirak etmiş olan Şeyh Nûreddînzâde Muslihuddîn
Efendi ve talebelerine teslim edilen cenaze, dört yüz muhafızın nezâretinde
İstanbul’a getirildi Cenaze İstanbul’da Süleymâniye Câmii’nin musalla taşına
konuldu. Cenaze namazı, beş yüz mübelliğin, (imâmın sözünü tekrar ederek,
duyulmayan yerlere ulaştıran cemâatten bir kimsenin) “Er kişi niyyetine”
sözleri ve tekbir sesleri arasında kılındı. Baş tarafı Süleymâniye’de bulunan
cemâatin sonu, Fatih’te bitiyordu. Kılınan Cenaze namazından sonra, Süleymâniye
Câmii bahçesinde hazırlanan kabre konuldu.
Kânûnî
Sultan Süleymân defnedilirken bir çekmece getirilip, kabre konulmak istendi.
Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi, müdâhale ederek, çekmecenin konulmaması
gerektiğini, dinimizde kıymetli bir şeyin cenazeyle gömülmesinin mümkün
olmadığını söyledi. Sultan Süleymân Han’ın, vefâtından bir gün önce vasiyyet
edip, bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü’ûd
Efendi mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini
söyledi. Çekmece Ebbüssü’ûd Efendi’ye verilirken elden kayıp düşünce yere bir
sürü kâğıt döküldü. Kâğıtların herbirinde bir fetva ve altında şeyhülislâmın
imzası vardı. Ebüssü’ûd Efendi, yazıların altında kendi imzasını görünce; “Sen
kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?” diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî
Sultan Süleymân Han, yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş, ondan aldığı fetva
dâhilinde hareket etmişti. Delîl olarak da, bu fetvaların yanına gömülmesini
vasiyyet etmişti.
Kânûnî
Sultan Süleymân, babasından devraldığı 6.557.000 km2 Osmanlı
toprağını, yaptığı fetihlerle
Sultan
Süleymân Han’ın asıl adından daha fazla bilinip, şöhreti olan Kânûnî ünvânı,
önceki Osmanlı kanunnâmelerini ve devri îcâbı, lüzumlu hükümleri Kânunnâme-i Âl-i
Osman adı altında, İslâm hukuku esasları dâhilinde toplattırıp,
tanzîm ettirmesinden ileri gelmektedir. Kânunnâme-i Al-i Osman’ın
hazırlanmasında Sultan Süleymân Han’a, devrin büyük âlimlerinden olan Ahmed
İbni Kemâl Paşa ve Ebüssü’ûd efendiler yardımcı oldular. Kanunnâme; hukukî,
idarî, mâlî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan, başlıklar altında,
ceza, vergi ve ahâli ile askerlerin kânunlarını ihtiva ediyordu. Asırlarca
tatbik edilen Kanunnâmede; tımar ve zeamet sahipleri ile ahâlinin hukukî ve
mâlî durumları tesbit edilerek, toprakları uşri, haracî ve mîrî olarak
birbirinden ayrılmış, hükümlerin tatbik şekilleri açıklanmıştır. Kânunnâme’de
bildirilen hükümlerin tamâmı İslâm hukukundan alınarak, Hanefî mezhebine göre
tanzim edilmiş, fethedilen ülkelerde, örfi hukuk denilen, önceki idareden kalan
kânunlar ve halkın teamülleri de, İslâm hukukuna uygunluğu şartıyla
Kânunnâme’de yar almıştır. Devleti idare etme, hilâfet müessesesinin gerekleri
ve sosyal adalet hususlarındaki hükümler, bizzat Kânûnî tarafından titizlikle
tatbik edildi. Sultan Süleymân Han; Atlas okyanusundan Umman denizine ve
Macaristan, Kırım ve Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerleri, Allahü
teâlânın kelâmı Kur’ân-ı kerîmin emirleri ile adaletle idare etmeye muvaffak
oldu. Kânunnâme’yi hazırlarken ve tatbik ederken, İslâm âlimlerine danışmadan
bir iş ve bir kânun yapmadı. Kânûnî’nin, kırk altı senelik hükümdarlığı
zamanında hazırlanan kânunlar, çok güzel tatbik edilip, devletin tebeasına ve
diğer insanlara huzur ve saadet kaynağı oldu.
Sultan
Süleymân Han, çevresindeki seçkin ilim sahibi ulemâya danışarak hazırlattığı,
kânun ve nizâmlarda me’murîyete tâyin ve azlin esaslarını da tesbit etmiş,
haksızlıklara mâni olarak, rastgele tâyin ve azlin önüne geçmiştir. Kendisi de,
koyduğu kânun ve nizâma tam bir riâyet göstermiştir. Bu sebeple, herkes
azledildikten sonra, bir daha tâyin edilmeme korkusuna düşmüş, vazifelerini
bilfiil icrada daha temkinli ve dikkatli hâle gelmişlerdir. Çünkü kânunlara
uymayan bir hâlinden dolayı azledilen bir me’mur, bir daha tâyin edilemez,
makam ve mansıp yüzü göremezdi.
Bir
kimseye imtiyaz hakkı verilmeyen Osmanlı’da, herkes kazancını bileğinin
hakkıyla kazanırdı. Mevki ve makam babadan oğula geçmez; akıllı baba vezir,
akılsız oğlu çöpçü olabilirdi. Köle, gösterdiği muvaffakiyet ve sadâkat
mesabesinde, sadrâzamlığa kadar yükselirdi. Asalet mes’elesi, yalnız Osmanlı hânedânı
için mevzûbahisti. Ancak Osmanlı hânedânının her şehzâdesi tam bir dikkatle,
liyakatli ellerde yetiştirilir, devlet-i âliyenin başına geçmeye lâyık hâle
getirilirdi. Hiç bir şehzâde, vaktini boşa geçirmez, her gün, sabahtan akşama
kadar belirli bir programa göre belirli işleri yapmaya, mecbur tutulurdu.
Saray, yeni giren bir çıraktan pâdişâha kadar, herkes için bir mektep vazifesi
görürdü.
Herhangi
bir me’muriyete tâyinde; zenginlik, fakirlik, dostluk, ahbablık gözetilmez,
liyâkat ön plâna alınırdı. Zamanın Avusturya sefiri Busbek’in dediği gibi:
“Herkes kendi mevki ve ikbâlinin bânîsidir. Türkler, meziyyetin insanlarda
irsiyet yoluyla intikâl ettiğine veya mîrâs kaldığına inanmazlar. Nâmuzsuz,
tenbel ve âtıl olanlar, hiç bir zaman yükselemezler, îtibâr göremezler, hor ve
hakir olup, kenarda kalırlar. “Kanunî devri sadrâzamlarından Lütfî Paşa, Asafnâme
adlı eserinde, vezirlerin ve paşaların halkın işlerini gördüğü dâirelerin,
kapılarının halka günde beş vakit açık olduğunu, herbirinin dâiresinde halkın
rahatça yemek yiyip beş vakit namaz kıldığını anlatmakta ve bunun devamını
istemektedir. Vezirin dâiresi de halka açıktır. Halkın karnını doyuran vezir ev
sahipliği yapmaktadır.
Tam
bir adalet, disiplin, hakkâniyet ve Allahü teâlânın rızâsı için konup icra
edilen kânun ve nizâmlar, sâdece Osmanlı vatandaşlarını huzura gark etmekle
kalmamış, onlardaki huzur ve refahı gören İngiliz kralının zekîce bir
davranışıyla İngiltere’de bugünkü demokratik sistemin temeli atılmıştır.
Zamanın İngiltere kralı olan sekizinci Henry, ânında ve âdil karar verebilen
Osmanlı adliyesini, gönderdiği bir tedkîk hey’etine inceletmiş ve kendi
memleketinde tatbik etme yoluna gitmiştir.
Halkını
her yönüyle huzur ve sükûna kavuşturmak isteyen Kânûnî Sultan Süleymân, vergi
ve mâlî işleri de yeniden düzenledi. Vergilendirme ve vergi tahsilinde halka
zulmedilmemesine, çok dikkat ederdi. Hattâ bir defasında Hadım Süleymân Paşa’nın
yerine Mısır beylerbeyliğine tâyin edilen Hüsrev Paşa, Mısır’dan hazîneye dört
yüz bin altın fazla para göndermişti. Pâdişâh, halka zulmedip haksızlıkla elde
edilmiş olabilir düşüncesiyle, tedkik hey’eti göndererek, durumu yerinde
kontrol ettirdi. Paranın, yapılan yeni yeni kanallar sayesinde üretimin
artmasıyla, ortaya çıkan fazlalıktan alınan gelir olduğu tesbit edildi. Ancak
Kânûnî, yine de işe tam kanâat etmeyip, Hüsrev Paşa’yı vazîfeden alarak, Hadım
Süleymân Paşa’yı yeniden Mısır’a gönderdi ve fazla olan dört yüz bin altınla
da, yeni su kanalları açılıp, halkın istifâdesine sunulmasını emretti. Bu kadar
büyük işleri başaran dâhi Pâdişâh, büyük cihângir, şahsiyeti ve icrâatı ile tam
bir örnekti.
Sefer
esnasında vefât eden Kânûnî Sultan Süleymân Han, iyi bir komutan, teşkilâtçı
bir devlet adamı olup, âlim ve edîbdi. Vakur, azim ve irâde sahibiydi. Adam
seçip yetiştirmesini gayeti iyi bildiğinden, devlet kadrosunda kıymetli
şahsiyetleri vazifelendirdi. Hoşgörü sahibi olmasına rağmen, din ve devlet aleyhine
olan hareketleri hiç affetmezdi. İleri görüşlü olup, anlayışı kuvvetliydi.
Milletin ve askerin psikolojisini iyi bildiğinden, çok sevilirdi. Hayâtı
seferden sefere koşmakta ve muhârebe meydanlarında geçen Kânûnî Sultan
Süleymân’ın devrinde, Osmanlı Devleti çok zenginleşti. Kırk altı yıl süren
saltanatı müddetince, İslâmiyet’i yaymaktan başka bir şey düşünmedi.
Sultan
Süleymân Han, tâkib ettiği âlemşumül siyâsetle, Almanya içinde Hıristiyanlıkta
yeni bir mezhep kuran Martin Luther ve tarafdârı protestanları desteklemiştir.
Avrupa’nın en mahrem yerlerine kadar ulaşan teşkilâtlı istihbarat ağı
sayesinde, her türlü hâdiseden haberi olan Kânûnî Sultan Süleymân, Almanya ile
İspanya’yı birbirinden ayıracak olan Martin Luther’i, daha ilk ortaya çıkışında
keşfetti. Martin Luther’in günlük yediği yemeğe kadar her türlü hâl ve
hareketlerinden haberdâr oldu ve onu kullanarak Avrupayı parçaladı. Senelerce
sürecek olan Avrupa iç çekişmelerini hazırlayarak, Osmanlı Devleti’nin
karşısında güçlü bir birliğin meydana gelmesine mâni oldu.
Kânûnî
Sultan Süleymân Han, âlimler ile Allah dostlarına çok hürmet eder, her birine
hâllerine göre izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Sünbül Efendi ve talebesi Merkez
Efendiye, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin halîfelerinden Baba Haydar’a ve
İstanbul’daki diğer evliyâya çok hürmet gösterirdi. Ömrünün sonuna doğru,
Nûreddînzâde Muslihiddîn Efendi’yi yanından hiç ayırmaz olmuştu. Âlimlere
danışmadan hiç bir iş yapmaz, Allah dostlarının nazarlarını üzerinden eksik
etmezdi. Âlimler için medreseler, evliyâ için tekkeler yaptırır, fethettiği
yerleri câmilerle mâmur ederdi. Devrinde kültür ve san’at faaliyetleri doruk
noktasındaydı. İlim, kültür ve san’at müesseselerinde, Kânûnî’nin himayesinde
kıymetli şahsiyetler yetişip, herbiri eşsiz eserler verdiler. Devrinde yetişen
tefsir, hadîs, fıkıh ve diğer İslâm ilimlerinde Ahmed İbni Kemâl Paşa,
Ebüssü’ûd Efendi, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, Taşköprüzâde, Kınalızâde Ali
Efendi, Celâlzâde Mustafa Bey, Halebî İbrâhim Efendi, Coğrafyada; Pîri Reis ve
Seydi Ali Reis ile Anadolu atlası sahibi Matrakçı Nasûh, hattatlıkta; şeyh
Hamdullah’ın oğulları ve talebeleri meşhurdu. Şiirde “Sultân-üş-şu’arâ” Baki
Efendi’nin üstünlüğünü herkes kabul ederdi.
Her
Osmanlı pâdişâhı gibi Kânûnî Sultan Süleymân Han da kul hakkına çok riâyet
eder, âhirette kendinden hesâb sorulmasından, çok korkardı. Çeşitli hizmet
birimlerinden meydana gelen Süleymâniye külliyesi tamamlanınca, mîmârından
işçisine kadar, orada çalışanlardan helâllik almak istedi ve çalışanların
hepsinin toplanmasını istedi. Verilen gün ve saatte herkes geldi. İnsanların
hakkı geçmemesi için, onları bekletmekten de hoşlanmayan sultan Süleymân Han,
saatinde gelerek, kendisi için hazırlanan yere geçti. Sultanlar sultânı, en
tatlı sesiyle, önce Allahü teâlâya hamdetti. Sonra Peygamberler sultânına
salevât getirdi. O’nun güzel ve güzîde Eshâbını hayırla andı. Sonra da ecdadına
ve bütün din kardeşlerine, Fatihalar gönderip, duâda bulundu ve; “Ey din
kardeşlerim!.. Can kardeşlerim! Görüyoruz ki, bu câmi-i şerîf tamamlanmıştır.
Ona emeği geçenlerin cümlesinden Kadir Mevlâm razı olsun! Ancak hemen şunu
söylemek istiyorum ki, çalışıp da hakkını alamamış kim varsa gelip bizden
istesin...” dedi. Çıt çıkmıyordu. Yüce Pâdişâh sözüne devam edip; “Olabilir kî,
hakkını alamayan kimse, burada değildir. Burada olanlara ahdim olsun ki,
gelmiyenlere söyliyeler. Onlar da gelip haklarını bizden alalar” dedi. Tabiî ki
hiç kimse çıkip benim şu hakkım var demedi. Çünkü hiç kimsenin hakkı
kalmamıştı. Vesikaların tedkîkinden anlaşıldığına göre; inşâatın en kesîf
zamanlarında bile, çalıştırılan at, merkep ve katırların çayıra alınma
saatlerine bile bilhassa dikkat edilmiş, hiç bir mahlûkâtın hakkına tecâvüz
edilmemesine gayret gösterilmişti.
Sultan
Süleymân Han devrinde, Osmanlı Devleti’nin kara ve deniz ordusu dünyâda birinci
idi. Ordunun gelişmesi ve dünyânın tek gücü hâline gelmesi için, elinden geleni
yaptı. Askerleri tarafından çok sevildi. Devrinde el san’atları ve ticâret
gelişmiş olup, çiftçilik, çini, ayna, hakkaklık ve dokuma san’atı çok ileri
seviyedeydi.
Kanunî,
kültürle ilgili mes’elelere önem verirdi. Osmanlı Devleti’nde ilk şuarâ
tezkireleri onun adına yazıldı. Birinci sınıf bir şâir olup, hassas bir kalbe
sâhibti. Muhibbî mahlası ile çok güzel şiirler yazdı. Şiirlerinden bir kısmı dîvânında
toplandı. Ömrünü harp meydanlarında geçirmesine rağmen asrındaki şâirlerden
daha çok şiir yazdı. Dîvân’ındaki gazellerin sayısı üç bine yaklaşır ve Zâtiden
sonra ikinci gelir. Hastalığı sırasında söylediği şu beyt-i berceste yâni
seçkin beyti dillerden düşmez.
Halk içinde muteber bir nesne yok
devlet gibi,
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.
Pek
çok hayrat ve iyilikleri olan Kânûnî Süleymân Han, îmâr faaliyetleriyle de
uğraştı. Türk mimarîsinin ölmez eserleri olan; câmiler, medreseler inşâ
ettirdi. Bir çok ata yadigârını da yeni baştan yapılır şekilde tamir ettirdi.
En muhteşem eser, şüphesiz Mîmâr Sînân tarafından yapılan Süleymâniye
külliyesidir. Halk arasında yaygın olan şu sözler gerçeğin tam ifadesidir:
“Süleymâniye’nin sahibi Süleymân, mîmârı Sinân, hamuru îmândır.” Fâtih Sultan
Mehmed Han’ın kurduğu Sahn-ı semân medreselerinin ilmî bütünlüğünü tamamlamak,
Süleymâniye Câmii ve külliyesine nasîb olmuştur. İstanbul’un yedi tepesinden
birinin üstünde kurulan Süleymâniye külliyesi, câmi-i şerîf, tıp fakültesi,
dört medrese, mülâzimler medresesi, dârülhadîs, hastahâne, imâret, tabhâne,
dârül kurrâ ve türbelerden meydana gelmiştir (Bkz. Süleymâniye Câmii).
Yaptırdığı
diğer câmiler ise şunlardır: “Yavuz Selîm Câmii, Şehzâde ve Cihângir câmileri
Üsküdar ve Edirnekapı Mihrimah Sultan câmileri. Avrat pazarındaki Hürrem Sultan
Câmii, Rodos’da adı ile anılan bir câmi ve Anadolu, Rumeli ve Adalarda muhteşem
câmiler, ayrıca memleketin her yerinde medreseler hastahâneler, yollar,
köprüler yaptırmıştır.
Bağdâd’ı
fethedince; Muhyiddîn-i Arabî’nin, kabri üzerine kubbe inşâ ettirdi. İmâm-ı
a’zam’ın türbesini tamir ettirerek yanına bir câmi ve imâret yaptırdı.
Abdülkâdir-i Geylânî’nin, türbesi yanındaki câmiyi tamir ettirerek, ihya etti.
Konya’daki Mevlânâ türbesinin yanına, iki minareli bir câmi ve dervişlerin
ikâmetleri için odalar ve fakirler için imâretler yaptırdı. Seyid Gâzî
kasabasında büyük bir tekke, bir câmi, bir medrese, fukara ve gurebâ için
imâret yaptırdı. Mekke’de dört mezhep için Osmanlı tarzında medreseler inşâ
ettirdi. Abbasî halîfelerinden Hârûn Reşîd’in hanımı Zübeyde tarafından,
Mekke’de yaptırılan ve harâb hâle gelen su yollarını yeniden yaptırdı.
Kânûnî
Sultan Süleymân’ın, Gülbahar Hâtûn ve Hürrem Sultan isminde iki hanımı vardı. Bu
hanımlarından Abdullah, Murâd, Mahmûd, Mustafa, Mehmed, Cihângir, Bâyezîd,
Selîm isimlerinde sekiz oğlu ve Mihrimah Sultan isimli bir kızı olmuştur.
Şehzâde Abdullah, Murâd ve Mahmûd küçük yaşlarda iken vefât etmişlerdir.
Şehzâde Mehmed yirmi iki yaşında iken vefât etti. Şehzâde Cihângir çok sevdiği
ağabeyi velîahd şehzâde Mustafa’nın öldürülmesi üzerine, üzüntüsünden kısa süre
sonra öldü. Şehzâde Mustafa, bâzı devlet adamlarının entrikaları sonunda îdâm
edildi. Şehzâde Bâyezîd ise, kardeşi Selîm ile yaptığı mücâdele neticesinde
mağlûb olduktan sonra İran’a kaçtı ise de geri gönderildiğinde yolda öldürüldü.
Mohaç meydan muhârebesinde, Macar
ordusunu arkadan çevirerek onu tamamen mahveden Semendire sancakbeyi Gâzi Bâli
Bey, Mohaç harbinden yıllar sonra sancakbeyliği alâmeti olarak kendinde mevcûd
olan iki tuğun üçe çıkarılmasını rica ederek, Pâdişâh’dan bir tuğ daha
istemisti. Terfi ve terakkînin muayyen yaş, kıdem ve hizmet mukabilinde
olduğunu bilen Kanuni, Gâzi Bâli Bey’e şu mektubu yazdı:
“ Yadigârım ve muhterem lalam Gâzi
Bâli Bey!
Berhudar olasın, yüzün ak olsun.
Bizden bir tuğ dâhi arzu eylemişsin.
Henüz bir tuğ zamanı değildir. Sana Muhammed Mustafâ’nın sallallahü aleyhi ve
sellem fetih tuğunu verdik. Bu ihsân üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip
yerine getiresin. Bilesin ki bey olmak iki kefeli terazidir. Bir kefesi Cennet,
bir kefesi Cehennemdir. Bir adaletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten
efdâldir. Âhireti hatırdan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmünün
geçtiği mahallerde bir kimseye zulüm ve düşmanlık etmekten şiddetle sakınasın,
Âhirette bize hitâb olunursa, senin yakana yapışırım. “Ol vilâyetleri kılıcımla
fetheyledim” demeyesin. Memleket, Allahü teâlâ hazretlerinindir. Dikkat edip,
nefsine gurur getirmeyesin. Feth olunan kalelerin mal ve erzakını hep
beyt-ül-mâl için almışsın. Buna rızâ-yı hümâyûnum yoktur. Beşte birini alıp,
geri kalanını İslâm askerlerine dağıtasın. İslâm askerlerinin ihtiyarlarını
baba, orta yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet
edesin, oğullara şefkat gösteresin. İslâm askerine hiç bir veçhile zorluk
çektirmeyesin. Nimeti bol veresin. Eğer hazînen tükenirse, buraya bildiresin
ki, sana bir-iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın fakirlerini, rencide
ettirmekten şiddetle kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffâr halkı
imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun. Bir kimseyi hizmetinde
kullandığın zaman da sakın evvelki hâline îtimâd etmeyesin. Çok kimseler
vardır, elinde fırsat olmadığı zamanda zâhidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline
fırsat geçtiği zaman Fir’avn ve Nemrûd olur. Ol kimseleri tecrübe edip göresin.
Eğer evvelki hâli son hâline uygunsa, hizmetinde kullanasın.
İmdi, ey Gâzi Bâli Bey! Sana dahi
nasihatim odur ki, atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin bahadırını
saklayasın. Allahü teâlâ hazretleri, yolunu açık ve kılıcını keskin eyleye ve
seni küffâr-ı hâksâr üzerine mensur ve muzaffer eyleye.”
30 Eylül 1520 : Süleymân Han’ın tahta çıkışı.
18 Mayıs 1521 : 1. Sefer-i hümâyûna çıkılması (Belgrad seferi).
7 Temmuz 1521 : Böğürdelen kalesinin fethedilmesi.
8 Ağustos 1521 : Belgrad kalesinin fethedilmesi.
29 Ağustos 1521 : Belgrad, iç kalesinin fethedilmesi.
16 Haziran 1522 : İkinci Sefer-i hümâyuna çıkılması (Rodos
seferi.)
20 Aralık 1522 : Rodos kalesinin teslim olması.
29 Aralık 1522 : Kânûnî Sultan Süleymân’ın Rodos’a
girmesi.
27 Haziran 1523 : Makbûl İbrâhim Paşa’nın sadrâzam olması.
30 Eylül 1524 : Sadrâzam İbrâhim Paşa’nın, Mısır’a asayişi sağlaması için
gönderilmesi
6 Aralık 1525 : İlk Fransız elçisinin İstanbul’a gelmesi.
23 Nisan 1526 : Üçüncü Sefer-i hümâyûna çıkılması (Mohaç Seferi).
27 Temmuz 1526 : Petervaradin’in fethedilmesi.
8 Ağustos 1526 : İllok kalesinin fethedilmesi.
29 Ağustos 1526 : Mohaç zaferinin kazanılması.
11 Eylül 1526 : Kânûnî’nin Budin’egirmesi.
28 Kasım 1526 : Segedin’in fethedilmesi.
13 Kasım 1526 : Kânûnî’nin İstanbul’a dönmesi.
13 Kasım 1527 : Bosna Hırvatistan, Esklavonya ve Dalmaçya’nın fethedilmesi.
10 Mayıs 1529 : Dördüncü sefer-i hümâyûna çıkılması (Viyana seferi).
8 Eylül 1529 : Budin’in ikinci defa feth edilmesi.
27 Eylül 1529 : Viyana’nın kuşatılması.
14 Ekim 1529 : Viyana kuşatmasının kaldırılması.
16 Aralık 1529 : Sultan’ın İstanbul’a dönmesi.
17 Ekim 1530 : Avusturya elçilerinin barış isteğiyle İstanbul’a gelmesi.
25 Nisan 1532 : Beşinci sefer-i hümâyûna çıkılması (Almanya seferi).
21 Temmuz 1532 : Sikloş, Erşak ve Sereçyanos kalelerinin
fethi.
30 Temmuz 1532 : Kanije kalesinin fethedilmesi.
28 Ağustos 1532 : Güns kalesinin teslim olması.
21 Eylül 1532 : Andrea Doria’nın sahillerimize ilk hücumu.
13 Kasım 1532 : Büyük denizci Pîrî Reis’in vefâtı.
21 Kasım 1532 : Sultan’ın İstanbul’a dönmesi
22 Haziran 1533 : Avusturya ile geçici barış andlaşmaşının
imzalanması.
21 Ekim 1533 : Sadrâzam İbrâhim Paşa’nın doğu seferine öncü kuvvet olarak
çıkması.
27 Ekim 1533 : Barbaros Hayreddîn Paşa’nın İstanbul’a gelmesi.
19 Mart 1534 : Pâdişâh’ın annesi Vâlide Sultan hafsa Hatunun vefâtı.
6 Nisan 1534 : Barbaros Hayreddîn Paşa’ya kapdan-ı deryalık verilmesi.
16 Nisan 1534 : Şeyhülislâm İbn-i Kemâl Efendi’nin vefâtı.
11 Haziran 1534 : Altıncı seferi hümâyuna çıkılması (Irakeyn
seferi).
23 Haziran 1534 : Van’ın fethi
1 Ağustos 1534 : Barbaros’un Tunus seferine çıkması.
22 Ağustos 1534 : Tunus’un fethi.
5 Ekim 1534 : Sultan’ın Bağdâd’a hareketi
28 Ekim 1534 : Pâdişâh’ın Bağdâd’a girmesi.
1 Nisan 1535 : Kânûnî’nin Bağdâd’dan ikinci Azerbaycan seferine çıkması.
30 Haziran 1535 : Tebriz’in üçüncü defa fethedilmesi
3 Temmuz 1535 : Kânûnî’nin Tebriz’e girmesi.
21 Temmuz 1535 : Safevî Şahı Tahmasb’ın kardeşi Samirzâ’nın
Osmanlılara katılması.
3 Ağustos 1535 : Safevî Şâhı’nın elçi göndererek barış
istemesi.
8 Ocak 1536 : Pâdişâh’ın İstanbul’a dönüşü.
18 Şubat 1536 : Fransızlara Osmanlı toprakları ve denizlerinde bâzı haklar
tanınması.
15 Mart 1536 : Ayas Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
11 Mayıs 1537 : Osmanlı donanmasının İtalya seferine
çıkması
17 Mayıs 1537 : Yedinci sefer-i hümâyûna çıkılması (İtalya seferi).
29 Ağustos 1537 : Korfu adasına çıkarma yapılması.
22 Kasım 1537 : Pâdişâh’ın İstanbul’a dönmesi.
8 Temmuz 1538 : Sekizinci sefer-i hümâyûna çıkılması (Boğdan seferi).
13 Temmuz 1538 : Barbaros’un Girid akını, Kerpe ve Kaşot
adalarının fethedilmesi
27 Ağustos 1538 : Hindistan seferine gönderilen Süleymân
Paşa’nın Gucerât sahillerine ulaşması.
15 Eylül 1538 : Buğdan’ın başkenti Suçava şehrinin fethedilmesi.
28 Eylül 1538 : Preveze deniz zaferi.
13 Eylül 1539 : Lütfü Paşa’nın sadârete getirilmesi
20 Ekim 1540 : Osmanlı-Venedik barış andlaşmasının imzalanması.
20 Haziran 1541 : Dokuzuncu sefer-i hümâyûna çıkılması
(Budin seferi).
21/22 Ağustos 1541 : İstabur zaferi
29 Ağustos 1541 : Budin’in fethi ve bütün Macaristan topraklarının
Osmanlı Devleti’ne katılması.
23 Nisan 1543 : Onuncu Sefer-i hümâyûn (Estergon seferi).
10 Ağustos 1543 : Estergon kalesinin fethi.
20 Ağustos 1543 : Nis kalesinin fethi.
4 Eylül 1543 : İstolni-Belgrad’ın fethedilmesi
28 Ekim 1544 : Dâmâd Rüstem Paşanın sadârete getirilmesi.
29 Mart 1548 : On birinci sefer-i hümâyûn (İkinci İran Seferi).
27 Temmuz 1548 : Tebriz’in tekrar fethedilmesi.
13 Haziran 1550 : Süleymâniye Câmii’nin temelinin atılması.
15 Ağustos 1551 : Trablusgarb’ın fethi.
23/24 Şubat 1552 : Segedin zaferi.
28 Ağustos 1553 : On ikinci sefer-i hümâyûn (Nahcivan seferi).
6 Kasım 1553 : Kara Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
7 Haziran 1557 : Süleymâniye Câmii’nin ibâdete açılması.
14 Mayıs 1560 : Cerbe Deniz zaferi.
1 Haziran 1562 : Osmanlı-Avusturya barış andlaşmasının
imzalanması.
4 Şubat 1565 : Donanmanın Malta seferine hareket etmesi.
28 Haziran 1566 : Sokullu Mehmed Paşa’nın sadârete
getirilmesi.
14 Nisan 1566 : Sakız adasının fethedilmesi.
1 Mayıs 1566 : On üçüncü sefer-i hümâyûna çıkılması (Zigetvar seferi).
5 Ağustos 1566 : Zigetvar kalesinin kuşatılması.
6/7 Eylül 1566 : Büyük Osmanlı Sultânı Kanunî’nin vefât
etmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târih-i Peçevî
2) Târih-i
Solakzâde
3)
Tezkiret-üş-Şuarâ; cild-1, sh. 94
4) Münşeât-ı
selâtîn; cild-1, sh. 510
5) Şakâyık-ı
Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 90
6) Menâkıb-ı
Gülşenî; sh. 405
7) Tam İlmihâl
Seâdet-i Ebediyye; sh. 1068
8) Rehber
Ansiklopedisi; cild-15, sh. 369
9) Şakâyık-ı
Nu’mâniyye tercümesi (Mecdi Efendi); sh. 440
10) Süleymânnâme
(Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi İstanbul-1248)
11) Menâkıb-ı
Beşiktaş’ı (Müderris Yahyâ Efendi)
12) Hulefâ-i âzâm-ı
Osmâniyye hadarâtının Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i
hümâyûnları, (İstanbul-1317); sh. 25
13) İslâm Alimleri
Ansiklopedisi; cild-14, sh. 329
14) Osmanlı Târihi
(İ.H. Uzunçarşılı); cild-2, sh. 307
15) Osmanlı
Pâdişâhlarının Hayat Hikâyeleri (Y. Öztuna); sh. 133
16) Osmanlı
İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-6, sh. 8, cild-7, sh. 5
17) Kânûnî İle 46
Yıl (Prof. Dr. Yaşar Yücel); sh. 1 v.d.
18) Büyük Türkiye
Târihi; cild-3, sh. 327 v.d. cild-4, sh. 5 v.d.
19) Îzahlı Osmanlı
Târihi Kronolojisi
20) Kânunî Sultan
Süleymân (E. B. Koryürek); sh. 5. v.d.
21) Osmanlı Devleti
Târihi (Hammer)
22) Türk Cihân
Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi, (O. Turan); sh. 88-103
23)
Tabakât-ül-memâlik (Celâlzâde Mustafa Çelebi)