Osmanlı
deniz kuvvetleri. Medeniyet dünyâsına eski ve târihî hayatiyetini veren,
Akdeniz’e hâkimiyet cihângirlik dâvasının başlıca unsurlarından biri idi.
Roma’nın bu denize hâkimiyeti, onun cihângirlik vasıflarındandı. Bu sebeple
onlar Akdeniz’e Mare nostrum (bizim deniz) diyorlardı. Şarkî Roma (Bizans)
imparatorluğu da İslâmiyet’in zuhuruna kadar bu hâkimiyeti elinde tuttu.
Görülen lüzum üzerine hazret-i Muâviye’den îtibâren müslümanlar sür’atle
denizciliğe başladılar. Az zamanda Akdeniz hâkimiyetini ele geçirdiler ve bir
kısım kuzey sahilleri müstesna, bütün kıyılarına hâkim oldular. Müslümanların
fetihleri ve medeniyetleri gibi Akdeniz’e hâkimiyetleri de o derece kuvvetli
olmuş ve asırlarca sürmüştür. Nitekim bu durum dolayısıyla İbni Haldun
(1332-1406); “Hıristiyanlar artık Akdeniz’de bir tahta parçası dahi
yüzdüremiyorlardı” diyerek, zarîf bir istihzâda bulunmuştur.
Selçuklulardan
önce karalarda geri çekilmeye başlayan İslâm kuvvetleri, bir müddet sonra deniz
hâkimiyetini de ellerinden çıkarmışlardı. Kara yoluyla Anadolu topraklarına
giren haçlılar dağılıp yok edildikleri hâlde, donanmayla gelenler, Suriye
sahillerine kolayca varıyorlardı. On üçüncü ve on dördüncü asırlarda
Mısır-Sûriye Türk Memlûklüleri, Akdeniz’in doğusunda ancak mevzî bir kudrette
deniz kuvvetine sahip bulunuyorlardı. Selçuklular karalarda büyük fetihlere
girişirken, henüz denize açılma fırsatı bulamadan, haçlı taarruz ve
istilâlarına uğrayarak denizlerden uzak kalmışlardı.
Bununla
beraber Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden bir müddet sonra denizlere hâkim
olmanın lüzumunu duydular. İlk teşebbüse, Bizanslılar elinde bulunan ve
İzmir’de küçük bir devlet kuran Çaka Bey tarafından girişildi. Çaka Bey, büyük
bir gayretle vücûda getirdiği donanma ile adaları zabtetti ve İstanbul
muhasarasına hazırlandı, ilk Selçuklu sultânı Süleymân Şâh’ın ölümünden sonra
İznik Türk beyleri de Marmara’da Bizans’a karşı bir donanma inşâsına
başladılar. Fakat İmparatorun deniz kuvvetleri bu te’sisleri tahrîb etti.
Türkiye Selçukluları ancak on üçüncü asır başlarında Akdeniz’de Antalya ve
Alâiye, Karadeniz’de ise Sinop ve Samsun limanlarında tersane kurup, donanmalar
ortaya koydular. Selçuklu denizciliği gelişirken, Moğol istilâsı devlet ile
birlikte, denizciliğin de sönmesine sebeb oldu. Daha sonra Karadeniz’de Sinop
beyleri, Adalar (Ege) denizinde Aydınoğulları ve Karesioğulları, Akdeniz’de
Antalya beyleri, denizcilikte bir hayli ilerlediler. Bilhassa Aydınoğulları
deniz gazâ ve seferleri ile Adaları ve sahilleri hâkimiyetleri altına aldılar.
Osmanlı
Devleti’nin ilk zamanlarında İzmit, Gemlik taraflarının ve daha sonra Karesi
ilinin elde edilmesi bu küçük beyliği tabiî olarak denizle alâkadar etti.
Nitekim mükemmel bir donanmaya mâlik olan Karesi beyliği gemilerinden de
istifâde edilerek Rumeli’ye geçildikten sonra, 1390 yılında Gelibolu’da
ehemmiyetli bir tersane vücûda getirildi. Bu ilk devirler Osmanlı
denizciliğinin acemilik zamanı olup, denizde pek kuvvetli ve mahir olan
Venediklilerle boy ölçüşebilecek kudrette değildi. Bununla beraber bâzı
muvaffakiyetsizliklere rağmen, günden güne tecrübeli bir Osmanlı denizciliği
vücûda gelmekte idi. Çünkü boğazlara ve Rumeli’ye de sâhib olan Osmanlıların bu
tarafa geçmek için düşmandan emin olacak bir donanmaya sâhib olmaları zarurî
idi. Nitekim Varna muhârebesine geldiği sırada, Boğaz yolunun düşman donanması
tarafından kapandığını duyan sultan İkinci Murâd, yönünü değiştirerek İstanbul
boğazına gelip külliyetli bir para mukabilinde Ceneviz gemileriyle öte tarafa
geçmişti. İkinci Murâd’ın gösterdiği ihtimam neticesinde Osmanlı donanması,
Trabzon-Rum İmparatorluğu’nu denizden tehdîd edecek kadar kuvvetlenip deniz
harekâtına alışmıştı.
İstanbul
muhasarasında Osmanlı donanması muvaffak olamamakla, beraber, adetçe üç yüz
parçadan fazla idi. Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra, burayı
Akdeniz’den gelecek bir tehlikeye karşı muhafaza için Çanakkale boğazını tahkîm
etmekle beraber, donanmaya da ehemmiyet verdi. Nitekim donanmanın desteği ile;
İmroz, Limni, Taşoz, Semendirek, Midilli ve Eğriboz adaları fethedildi. Sakız
ve Sisam vergiye bağlandı. Bu suretle Anadolu sahilleri emniyet altına girdi.
Rodos muhasara edildi. Venedik ve müttefikleriyle yapılan muhârebeler daha
başarılı geçti. Bilâhere Akdeniz’de korsanlık eden Türk levendleri reislerinden
meşhur Kemâl Reîs’in, Osmanlı Devleti hizmetine girmesi, donanmaya yeni bir
canlılık kattı. Akdeniz’deki deniz seferleri İspanya sahillerine kadar uzadı.
Sultan İkinci Bâyezîd döneminde gemicilik daha da gelişti. Memlûklülerle
yapılan muhârebede Hersekzâde kumandasındaki mühim bir donanma İskenderun
sahillerine kadar gönderildi. Antalya vâlisi olan Şehzâde Korkut, Akdenizde
korsanlık yapan denizcilerin hâmisi oldu.
Yavuz
Sultan Selîm, İslâm dünyâsına hâkim olunca, Avrupa’nın fethine girişmek
maksadıyle büyük bir gemi inşâ faaliyetine ve tersaneler yapılmasına başladı ve
bir donanma kurmaya yöneldi. Meşhur şeyhülislâm Kemâlpaşazâde, Yavuz Sultan
Selîm’e; “Öyle bir şehirde oturuyorsunuz ki, onun velînîmeti denizdir ve deniz
feth olmadıkça İstanbul mâmur olmaz” diyordu. Bu sebeple Yavuz, o târihe kadar
Osmanlıların asıl tersanesi olan Gelibolu’dan başka, Haliç’te de mükemmel bir
tersane inşâ ettirdi. Eldeki yüz kadırgalık donanmayı kâfî görmeyerek gemileri
çoğalttı. Yüz kadırga, yirmi fosta, yirmi bir barça, üç büyük yelkenli ve altı
perkendi olmak üzere mevcut mikdâra yüz elli gemi daha ilâve etti. Böylece o,
karadaki zaferlerine paralel olarak denizcilikde Akdeniz hâkimiyetini elde
etmek yoluna gitti. Fakat bu büyük tasavvurlarını gerçekleştirmeye ömrü kifayet
etmedi.
Yavuz
Sultan Selîm’in bu niyeti, oğlu Kânûnî Sultan Süleymân tarafından
gerçekleştirildi. Kânûnî zamanında Akdeniz hâkimiyetinin elde edilmesinde,
başlangıçta Osmanlı Devleti’nin emrinde olmayan Barbaros Hayreddîn ve
arkadaşlarının çok büyük rolü oldu. Bu kahraman Türk denizcileri Cezâyir ve
Tunus’ta yerleşmeye çalışan Avrupalıları oralardan atarak denizlerin hâkimi
oldular. Yavuz Sultan Selîm bu gâzi kahramanları, asker ve top göndermek
suretiyle teşvik etti. Kânûnî Sultan Süleymân Macaristan’da zaferler kazanırken
onlar da aynı yılda yâni 1525’de Akdeniz’in kuzey sahillerini vurup, pekçok
hıristiyan gemilerini esir alıyorlardı. İmparator Şarlken’in Barbaros’a karşı
gönderdiği kapdan Andrea Doria mağlûb oldu ve Septe boğazını aşarak kaçtı. Türk
denizcileri İspanyolların zulmüne uğrayan 70.000 Endülüs müslümanını Kuzey
Afrika sahiline çıkardı. Bu büyük zafer üzerine Kânûnî, Barbaros’u 1533’de
İstanbul’a davet etti. Hayreddîn Paşa, merasimle karşılandığı huzurda,
kendisini ve Cezâyir beyliğini pâdişâhın emrine verdiğini bildirdi. Kânûnî
Sultan Süleymân da bu büyük denizciyi donanma umûm kumandanlığı ile beraber
Cezâyir beylerbeyliğine getirdi. Ayrıca tersaneyi yeni te’sisât ve ilâvelerle
genişletti.
Barbaros
Hayreddîn Paşa, Osmanlı Devleti hizmetine girdikten ve bir takım
muvaffakiyetlerden sonra, İspanyolların meşhur denizcisi ve Akdeniz hâkimi
Andrea Doria kumandasında bulunan büyük haçlı donanmasını 27 Eylül 1538’de
müstesna bir zaferle imhâ etti. Pâdişâh her tarafa fetihnameler göndererek
şenlikler yapılmasını emretti. Osmanlı Devleti bu suretle karadaki hâkimiyetine
ilâveten deniz hâkimiyetini de tam elde etti (Bkz. Preveze deniz zaferi).
Kânûnî
Sultan Süleymân Estergon seferine giderken, Barbaros’u da Almanya imparatoru
Şarlken’e karşı Fransa kralının yardımına gönderdi. Toulon’u donanmasına üs
yapan Barbaros, Nice şehrini zabtetti. Turgut Reis ve Kapdan Piyâle Paşa’nın
kapdân-ı deryalığı dönemlerinde de Fransızlara yardım edilmek suretiyle aradaki
ittifaka riâyet edildi.
Öte
yandan Kânûnî, Süveyş’te kurduğu donanma ile Kızıldeniz’i ve Arabistan
sahillerini emniyete alıyor ve Avrupalıları Hindistan sahillerinden
uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ancak bu devirde Hindistan bir takım müslüman
hükümdarlar arasında çeşitli mücâdelelere sahne olmuş, bu durum
Portekizlilerin, bu ülke sahillerine yerleşmelerini kolaylaştırmıştı. Bu
sebeple Hindistan hükümdarları sultan Süleymân’ın himayesini taleb ediyorlardı.
Hadım Süleymân Paşa kumandasında büyük toplarla donatılmış Süveyş donanması
harekete geçerek Aden’i ve Arabistan sahillerini kurtardıktan ve Portekizlileri
mağlûb ettikten sonra, Gücerât sahillerine varmış ve düşman elinde bulunan iki
kaleyi almıştı. Hind denizindeki bu faaliyetler, Pîrî Reis, Murâd Reis ve Seydi
Ali Reis dönemlerinde de devam etti.
Osmanlı
donanmasının en büyük âmiri önceleri kaptan veya kapudan paşa ve on altıncı
yüzyıl başlarında da kapudan-ı derya veya kapdân-ı derya denilen derya beyi
idi. Ancak eski kaptanlardan Kemâl Reis, Pîrî Reis, Murâd Reis, Seydi Ali Reis,
Turgut Reis, Salih Reis gibi meşhur denizcilerimize on altıncı asırda kaptan
denilmeyip, reis denilmiş, daha sonraları kapdan tâbiri tamâmiyle yerleşmiştir.
İlk defa bu mevkie getirilen Fâtih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un
fethinde Haliç’de büyük başarıları görülen Baltaoğlu Süleymân Bey’dir.
Baltaoğlu Süleymân Bey ve haleflerine yalnızca sancakbeyi rütbesi verilmiştir.
Bunlar donanmayı kurmak, bakımını ve denizcilerini sağlamak için Gelibolu
sancağı ile Galata ve İzmit kazalarının gelirlerini toplamışlardır.
Kaptan
olan reislerle diğer reisleri birbirinden ayırmak için kaptan olan reislere
hassa reisi denilirdi. On altıncı yüzyıldan sonra ise, bir harp gemisini idare
edenlere reis ve bir filoya kumanda edenlere de kaptan denilmeye başlandı. 1682
senesinden îtibâren donanmanın kaptan paşadan sonra gelen büyük amirallerine
sırasıyla; kapudâne, patrona ve riyale isimleri verilip diğer kalyon ve sâire
süvarileri kaptan diye anılmaya başlandılar.
Donanmada
kalyon kullanılmaya başlanmadan evvel kürek devrinde hassa kaptanları, gemi
azabları bölükbaşıları olan reislerden tâyin edilirlerdi. Her gemideki efrâd,
kaptanın emri altında idi. Bunlar gemilerine fener takarlardı. Bu devirde
kaptan olabilmek için cenkte düşman gemilerinden birini zaptetmek şarttı.
Barbaros
Hayreddin Paşa, kapdân-ı derya olduğu zaman kendisine beylerbeyilik rütbesi de
verildi. Böylece dîvân-ı hümâyûna katılmaya hak kazandı.
Osmanlı
harp gemileri Gelibolu ve İstanbul tersanelerinden başka, Karadeniz, Marmara ve
Akdeniz sahillerindeki bir çok iskele ve mevkilerde yapılırdı. Donanmaya olan
ihtiyâç sebebiyle bu tersanelerde yapılacak gemilerin mikdâr ve nevileri
hükümet tarafından o mahallin kâdılarına bildirilir ve müddeti de tâyin
olunurdu. Bunların inşâsı için îcâb eden malzeme ile mühendis ve ustalar ya
mahallinden tâyin olunur veya gönderilirdi. On yedinci asrın ortalarına kadar
her sene kırk kadırga yapmak kânundu. Ancak ihtiyaç hâlinde bu sayı daha da
arttırılabilirdi. Nitekim İnebahtı mağlûbiyetinden sonra Osmanlı Devleti, bir
kış esnasında yâni beş ay zarfında İstanbul ve Gelibolu tersaneleri de dâhil
olmak üzere evvelkisinden daha muazzam ve bütün levâzımâtıyla teçhiz edilmiş
bir donanma yaptırmıştı. Sonraki târihlerde bu kânun terkedilmiş ve kalyon
inşâsı ehemmiyet kazanmıştı. Osmanlılar, mevcud tersanelerinde mütemadiyen gemi
yapmakla meşgul olmazlardı. Donanmayı her 10 senede bir yenilemek kânun olması
sebebiyle yeni donanmanın vücûda getirilmesi için İstanbul, Galata ve civar
adalarda ne kadar amele ve usta varsa toplattırılarak, fevkalâde sür’atle
çalıştırılırlardı. Böylece kısa bir süre içerisinde yeni donanma vücûda
getirilirdi. Sâir zamanlarda ise eksik gemilerin yerine yeni gemi inşâsı ve
eskilerin tâmiratı ile uğraşılırdı (Bkz. Tersane).
Bugünkü
modern Avrupa devletleri de on yılını doldurmuş olan gemilerini kızağa almakta
ve yerlerine yenilerini koymaktadırlar. Böylece yeni teknik imkânlarla da
teçhiz ettikleri donanmalarını on yılda bir yenilemiş olmaktadırlar.
Osmanlıların
kullandıkları gemiler, muâsırı olan denizci devletlerinki gibi kürekli-yelkenli
ve yalnız yelkenli olmak üzere iki kısım idi. Kürekle yürüyen gemilere umûmî
tâbirle çekdiri
denilirdi. Çektirilerin en küçüğü karamürsel, en büyüğü ise baştarda idi. Çekdirilerin
büyüklerinden olan kadırga, yelken devrine yâni kalyonculuğun
birinci safa geçtiği târihe kadar Osmanlı donanmasının esâsını teşkil ederdi.
Ancak on sekizinci asır başlarından îtibâren kadırgalar eski ehemmiyetlerini
kaybetmiş ve tedrici surette vazîfelerini kalyonlara devretmeye başlamışlardı.
Bunun için üçüncü Ahmed devrinden başlayarak sayıları azaltılan kadırgalar,
birinci Abdülhamîd devrinde sona erdi ve yalnız kadırga nevinden olarak kaptan
paşa baştardası kaldı.
Osmanlı
donanmasında hizmet eden azablar, levendler, kürekçiler, aylakçılar,
kalyoncular, gabyarlar ve sudagabalar gibi muhtelif hizmet efradı vardı. On
altıncı yüzyılda Türk korsan gemilerinde çalışan ve Akdeniz’de faaliyette
bulunan güçlü, kuvvetli denizcilere levend denilirdi. Bu sebeple korsan Türklerden
Osmanlı donanması hizmetine girmiş muharip askere levend ismi verilmiştir.
Levendler deniz kenarındaki Türklerle, levend-i Rûmî ismiyle adalardaki
Rumlardan alınırlardı. Dâimî bahriye sınıfından olan levendlerin muayyen
maaşları vardı. Levendler gemilerde karakollukçuluk eder ve muhafaza hizmetinde
bulunurlardı.
Osmanlı
donanmasında iki türlü kürekçi vardı. Biri İtalyanca forsa denilen kürekçiler
olup harpte alınan esirlerdendi. Diğeri ise devletin kendi tebeasından
ekseriyetle yirmi hânede bir olarak donanma için aldığı kürekçilerdi. Tam
teçhizatlı olan her kadırgada ayrıca, İki kürek yapıcı, iki kalafatçı ve iki
dülger bulunurdu.
Aylakçılar
sınıfı donanmanın daimî maaşlı askeri olmayıp, gemiler denize çıkacakları zaman
altı ay içinde toplanan ücretli bir sınıftı. Yelkenli gemi teşkilâtı kabul
edildikten sonra donanmada istihdam edilen aylakçıların mevcudu, kalyonlarda
150 veya 200’ü bulmaktaydı.
Yelkenli
gemilerde daimî olmayarak her sene donanmanın denize çıkmasından evvel muayyen
bir kısım kazalardan donanmada hizmet etmek üzere tertib edilen bahriye
efradına kalyoncu
denilirdi. Kalyoncular hizmete alındıkları zaman maaş alırlar ve
hizmetleri sona erince memleketlerine dönerlerdi.
Gabyar, gemi serenleriyle yelkenlere bakan
ve yelkenleri açarak armaları muhafaza ile intizâmını koruyan gemicilere
denilirdi.
Gemilerde
bulunan topçu efradına ise, sudagabalar denilmekteydi.
Osmanlı
donanması her sene ilkbaharda denize çıkardı. Bu durum on dokuzuncu asır
ortalarına kadar devam etti. Bu çıkıştan maksat düşmanların ve korsanların
taarruzlarından sahilleri muhafaza etmekti. On yedinci asır ortalarından
îtıbâren Rusya’nın büyümesi göz önüne alınarak, Akdeniz’den sonra Karadeniz’e
de büyük bir donanma çıkarılır oldu. Donanmanın denize çıkması belli bir
teşrifat ve merasim dâiresinde yapılırdı. Beşiktaş önünde üç gün kadar demirli
duran donanma, buradan kalkıp giderken, Yalı-köşkü önüne gelince pâdişâhı
selamlamak için top atardı. Önce kaptan paşa gemisinden ve sonra diğer
gemilerden toplar atılırdı.
Donanma
Akdeniz’e çıktıktan sonra muhârebe tertibatı alırdı. On yedinci asrın
ortalarından îtibâren kaide üzere yelkenli olan kalyonlar önden giderler,
arkalarından mavnalar ve geriden de çekdiri denilen kürekli gemiler hareket
ederdi. Donanmanın üç mil önünde giden karakol kaliteleri, gördükleri düşman
gemilerini bildirmekle vazifeli idiler.
Osmanlı
donanması on altıncı yüzyıl boyunca, on yedinci yüzyıl ortalarına kadar
Karadeniz ile Akdeniz’in hâkimi olarak, ihtişamlı bir şekilde denizlerde
seyrediyordu. Ancak onu ileriye dönük işler yapmaya sevkedecek sebepler ve
ihtiyâçlar yok gibiydi. Buna karşılık Karadeniz ve Akdeniz’deki ticâret ve
gelirlerini kaybeden Avrupa ülkeleri, açık denizlerden doğuya ulaşıp, buraların
zenginliklerinden faydalanma yollarını arayıp ulaştılar. Bu seyahatleri
sırasında denizcilik sahasında pek çok bilgi ve tecrübe kazandılar.
Donanmalarını bu bilgi ve tecrübeleri ile geliştirip tamamen kalyonlarla techîz
ettiler ve denizcilik mektepleri açtılar. Bu durum denizlerdeki üstünlüğün
Venedik’e geçmesine sebeb oldu. Ancak on yedinci yüzyılın sonlarına doğru
Amcazade ve Mezomorta Hüseyin paşaların kaptanlığı dönemlerinde adedi artırılan
kalyonlar sayesinde donanmada üstünlük tekrar ele geçirildi. Sakız adası,
Venediklilerden geri alındı. Bu üstünlük 1770 senesindeki Çeşme mağlûbiyetine
kadar 80 sene müddetle devam etti. Bu târihte yakılan donanmamızda 5.000
denizcimiz şehîd düştü. Bunun üzerine 1773’de donanmaya personel yetiştirecek
ve gemi yapacak ustalar ile mühendisler yetiştirmek üzere yerli ve yabancı hocaların
ders verdiği Bahriye mektebi açıldı (Bkz. Bahriye mektebi).
Üçüncü
Selîm zamanında 1787-1792 Türk-Rus harbinden sonra çekirdekten denizci olan
küçük Hüseyin Paşa, Kapdân-ı derya olunca Osmanlı donanmasının modernize
edilmesinde büyük adımlar atıldı. Bu gelişmeler sultan Abdülmecîd Han zamanında
da devam etti. Kuvvetli bir donanma gücüne sâhib olmadıkça savaşlarda netice
alınamayacağını bilen sultan Abdülazîz Han, Osmanlı bahriyesine husûsî bir
alâka gösterdi. Bu zamanda donanma, asrın teknik gelişmelerine göre teçhiz
edilerek, personel eğitimine ehemmiyet verildi ve tersanelerde buharlı gemiler
yapıldı. Bu sayede Osmanlı donanması İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyânın en
kuvvetli donanması durumuna geldi.
Nitekim
donanmanın bu gücü sayesinde Osmanlı denizcileri ikinci meşrûtiyet döneminde
Türk-İtalyan savaşında denizaşırı uzak bölgelere önemli ölçüde silâh
taşımıştır. Denizcilerimiz, Balkan harbinde bir yandan gemilerini onarıp, öte
yandan ordunun ikmâl nakliyâtını başarmışlar ve Birinci Dünyâ harbinin dört
yılında bitmez tükenmez bir enerji ile çalışmışlardır. Kurtuluş savaşında da
cephenin ihtiyâcı olan cephaneyi bulup taşımışlardır. Donanma bu faaliyetleri
yürütürken, tamamen sultan Abdülazîz zamanında ulaştığı muazzam gücünden
istifâde etmiştir.
Düşmanla karşı karşıya gelindiği
zaman, donanma kaptanları askerin kuvve-i mâneviyesini yükseltmek için bir
konuşma yapardı. Nitekim Barbaros Hayreddîn Paşa’nın reislerinden Kara Hasan
Ağa büyük bir İspanyol donanması ile karşılaştığı zaman dîvân eyledi. Askerler,
ulemâ ve bütün donanma efradı gelip toplandılar. Hasan Ağa yerinden kalkıp
yüksek etkileyici bir sesle bunlara dedi ki:
“Ey oğullar! Karındaşlar! Babalar!
Sizler cümleniz bu âna kadar şâdlık ve safâda idiniz. Şimdi bu din düşmanları,
mel’ûnlar karşımıza gelip durdularsa, bizlere dahi lâyık olan şudur ki: Güya
hepimiz bugünkü günde dünyâya geldik ve yine bugünkü günde şehâdet şerbetini
içip âhirete gideceğiz, bilelim. Hadîs-i şerîfde buyrulduğu üzere, kişi
kendisini dünyâda misafir gibi bilmek gerekti. Dünyâya gelenin ecel şerbetini
içmesi muhakkaktır. Cenâb-ı Hak: “Bütün nefisler ölümü tadacaktır” buyuruyor.
Bakî ancak Allah’tır, gayri kimse yoktur.
Mademki böyledir, bugünkü günde ne
mala, ne rızka, ne de evlâda bakmayıp, hemen canla başla, Allah rızâsı için
dîn-i mübîn uğruna cihâd-ı fî-sebîlillah edelim. Tâ birimiz kalmayıncaya kadar
sizinle çalışalım. Elhamdülillah ala dîn-il-İslâm, ölenimiz şehîd, öldürenimiz
gâzidir. Yardım edici ancak cenâb-ı Hak’tır. Sizinle bu yardıma bakalım,
düşmanın çokluğuna bakmayalım. Zîrâ az asker ile çok askeri bozmak, her şeyin
sahibi Rabbimizin ezelî bir âdetidir.
Sakınıp, sakın kalbinize bir korku
gelmesin. Allah, erenler bize yardımcıdır. İnşaallahü teâlâ, Avn-i Hüdâ,
mücizât-ı Mustafâ ve çihâryâr-ı güzîn-i bâ-safâ ve gâib erenlerin ve hâzır
erenlerin yüce himmetleri berekâtı ile dinsiz kâfirlere öyle bir endam keselim
ki, şevketlü pâdişâhımız ile efendimiz Hayreddîn Paşa bize tahsîn ve aferinler
kılsınlar.”
Kara
Hasan Ağa böyle konuştuktan sonra, kavl ü karar üzere Fâtihâ okunup eller yüze
sürüldü. Divân dağılıp herkes işinin başına geçti. Kalbleri cihâd aşkıyla yanan
gâziler reislerinin emrinde yeni bir zafer kazanmakta zorluk çekmediler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye
Teşkilâtı (İ.H. Uzunçarşılı); sh. 398, 432, 445, 447, 455, 492, 496
2) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi (O.
Turan; İstanbul-1969); sh. 107-115
3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh.
1511-1520
4) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (S.
Shaw); sh. 189-190
5) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 219, 498
6) Nâimâ Târihî; cild-6, sh. 76
7) Râşid Târihi, İstanbul-1153; cild-2, sh.
397, 582, cild-3, sh. 138, 353, 318, cild-4, sh. 129
8) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 5-61